19 Temmuz 2011 Salı

Filler Tepişirken Kürtler Çimen!

Fransa’da Haziran ayı başında Kürtlere karşı gelişen operasyonlar tam da Ortadoğu’da yapılan Suriye-Libya eksenindeki anlaşmaların ürünü olarak ortaya çıkıyor. Yani filler tepişirken yine Kürtler çimen haline getirilmek isteniyor.


Paris Adalet Sarayı, dünyanın en eski adalet saraylarından biri. Turistlerin sıkça uğradığı bu mekanın başka bir anlamı da var. Adalet Sarayı’nın ortasında La Sainte Chapelle Kilisesi var. Kutsal Kilise anlamına gelen bu kilisede İsa’nın tacı bulunuyor. Daha önce İstanbul’da bulunan Hiristiyanlar için kutsal emanet olarak kabul edilen bu taç İstanbul’un Latin işgalinden sonra Fransa tarafından satın alınmış. Binanın tam orta yerinde yükselen kilise, etrafını saran görkemli Palais Adalet Sarayı, iktidarı, dini ve gücü simgeliyor. Laikliği dilinde düşürmeyen Fransa; din-devlet, iktidar-hukuk ilişkisini özetleyen Adalet Sarayı Palais 20 Haziran-5 Temmuz tarihleri arasında üç hafta boyunca Kürdistanlıları zorunlu bir kabule tabi tuttu. Kimisini sanık sandalyesinde, kimisini tutuklu bölümünde, kimisini mahkeme salonunun konuk bölümünde.... Barış için ısrarıyla on yıllardır mücadelesini sürdürmüş Kürt Özgürlük Hareketi’nin neferleri, çocuklarının canlarını, bedenlerinin parçalarını savaşta kaybetmiş analar, çocukları cezaevlerinde idamla yargılanan babalar, savaşın yarattığı göçle Avrupa’ya gelmiş sürgünler, Türkiye zindanlarında bedeller ödeyerek tedavi için Avrupa’ya gelmiş gaziler, siyaset yasağı olduğu için zorunlu sürgünde eski milletvekilleri, kayıp yakınları, savaş mağdurları, köyleri zorla boşaltılıp yakılan madurlar.... 

Hepsi Adalet Sarayı’nın 31 nolu odasında acılarını, öfkelerini, bir halkın on yıllardır verdiği mücadelenin bedeliyle üç hafta boyunca tarihini anlattı. Diz çökmeyen, iradesini, özgürlük talebini dillendiren bu ortak sese yanıt 2 Kasım tarihinde verilecek. Yargılanan cephenin sesi net, iradesi ortaktı. Yargılayan cephe ise ülkelerinin siyasal çıkarları, ekonomik anlaşmaları, işbirliği kriterleri arasına sıkışmış adaletlerini icraa ettiler. Ve o hileli adalet terazisinin küfelerinin ne yönde ağırlık oluşturacağını üç aşağı beş yukarı tahmin etmek mümkün. Üç haftalık süren dava boyunca ortaya çıkan tabloda Kürdistanlılara belli cezalar çıkacağı şimdiden söylenebilir. Burada sonuçtan öte; yaşanan operasyonlar, tutuklamalar, yapılan mahkemenin gerisinde duran niyet, siyasal anlayışın Kürtlerle hesabının ne olduğu sorusu! Bu sorunun yanıtı için hem Fransa’nın tarihine hem de Fransa’nın Türkiye ilişkilerine bakmakta fayda var.

AB çizgisinden ABD çizgisine!

Fransa, geçmişinde işgalci, emperyalist politikalar yürüterek Kuzey Afrika’yı ablukasına almıştı. Cezayir bunun başında geliyordu. O dönem dünya çapında bir güç olma amacıyla hareket eden, Fransa uluslararası arenada İngiltere ve ABD ile güç yarıştırıyordu. Daha sonra ABD emperyalizmi karşısında kendini güç olarak yeniden var etmek için  Avrupa’nın diğer ülkelerini kullanmak isteyen bir role büründü. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Fransa, nükleer kapasitesine, AB bünyesindeki rolüne, BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üyeliğinden kaynaklanan veto gücüne dayanarak Avrupa’daki müttefiklerinden bağımsız bir dış politika belirlemeyi arzuladı. AB’yi arkasına alarak ABD’ye karşı denge kurmak isterken Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da etkin olduğu bölgelerde etkin gücünü diğer emperyalistlere kaptırdı. Bu nedenle Fransa’nın Irak müdahalesi sırasında edindiği tavır aslında savaşa karşıt olmanın ötesinde ABD dışında Ortadoğu’da farklı bir rol oynama isteğinden başka bir şey değildi. AB’nin Fransa’nın içinde bulunduğu ekonomik-siyasi krizi, asıl olarak sermaye dolaşım hızının önündeki engelleri kaldırmada yetersizliği sonucu özellikle Sarkozy dönemiyle Fransa yeni bir sayfa açtı. Burada netleşen ABD’ye yakın, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’de aktif rol, Kuzey Afrika üzerinde kaybedilen ekonomik-siyasi hegemonyanın yeniden inşaa süreci olarak niteleyebileceğimiz bir süreç.

Türkiye ile sıkı ilişkiler!

Bu değişen vizyonun ilk adımı NATO’nun askeri kanadına yeniden dahil olmak oldu. Bunun bir diğer ayağı ise Türkiye ile ilişkiler oldu. Dünya kamuoyuna yansıyan sürekli Fransa’nın Türkiye’nin AB’ye girişine karşı çıkışı olsa da geride dönen siyaset bambaşka bir atmosferdeydi. Özellikle 1995’te Jacques Chirac’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinin yanı sıra Gümrük Birliği Anlaşması’nın imzalanmasıyla ivme kazanan ticari ilişkiler, Türkiye’yi Fransa’nın AB dışında ticaret yaptığı dördüncü ülke konumuna getirdi. Türkiye’de pek çok alanda 724 Fransız sermayeli şirket faaliyette bulunuyor. Türkiye’nin ithalat ve ihracatında ise Fransa’nın payı, ortalama yüzde 5-6 düzeyinde değişiyor. Türkiye’nin doğrudan ithal ettiği Fransız ürünlerinin toplam değeri ise geçen yıl sonu itibariyle 7,8 milyar dolar. Kurulan ekonomik ilişkileri özetlemek anlamında sadece birkaç başlığa bakmak bile yeterli. Örneğin özelleştirme kapsamında Ziraat Bankası’nın Başak Emeklilik’teki yüzde 41’lik hissesi, Fransa’nın en büyük ikinci sigorta şirketi olan Groupama tarafından Mayıs 2009 satın alındı.   

 
Otomotiv sektöründe, 1969’dan beri OYAK ile ortak faaliyette bulunan Renault’un Batı Avrupa dışında en yüksek otomobil kapasitesine sahip fabrikası Türkiye’de bulunuyor.
Türkiye Ekonomi Bankası’nın (TEB) yüzde 84,25 oranındaki hissedarı TEB Mali Yatırımlar A.Ş, 10 Şubat 2005’te, dünyanın 7’nci, Euro Bölgesi’nin kar ve toplam piyasa değeri açısından en büyük bankası olan ve 87 ülkede faaliyet gösteren BNP Paribas ile ortaklık anlaşması imzalamıştı. 

 
Dünyada modern perakendeciliğin temelini oluşturan Carrefour, Türkiye’de Sabancı Grubu ile işbirliği yaparak CarrefourSA ismini alıyor.  Türkiye genelinde 670 mağazası bulunan CarrefourSA’da halen 12 bin 500 kişi çalışıyor. Kasalarından yılda 125 milyondan fazla müşteri geçiyor. Türkiye’de 1989’dan beri çimento sektöründe faaliyet gösteren Lafarge Türkiye’nin 2009 yılı sonunda tüm faaliyet alanlarında cirosu 450 milyon Euro’ya, çalışanlarının sayısı da 2 bin 500’e ulaştı. Taze sütlü ürünler ve şişelenmiş suda dünya lideri ve tatlı bisküvilerde dünya ikincisi olduğu belirtilen Danone, Türkiye’de de su ve süt sektöründe faaliyet gösteriyor.

 
Türkiye’de 1992 yılından beri ayrı ayrı faaliyet gösteren Total ve Elf şirketleri ise dünya genelinde gerçekleştirilen birleşmeyi takiben, 2002 yılı içinde Total Oil Türkiye A.Ş. adı altında birleşti. 2010 yılında 3,5 milyar dolar ciro gerçekleştiren Total Oil Türkiye A.Ş, yaklaşık 600 istasyonu ile akaryakıtta yüzde 7, madeni yağda yüzde 10 ve LPG’de yüzde 6 pazar payına sahip bulunuyor.
Fransız şirketi olan Sodexho Pass, hizmet kart ve ve çekleri üreterek bunları kurumsal müşterilerine pazarlıyor. Citroen ve Peugeot, Türkiye’de yaygın olarak satılan otomobiller arasında. Türkiye’ye 1989’da giren L’oreal ise kozmetikte en yaygın kullanılan markaları satıyor. 

 
Hazine Müsteşarlığı verilerine göre, 2010 yılının ilk yarısında 67 Fransız sermayeli şirkete sermaye giriş izni verildi. Bunlardan 7’si, 500 bin Dolar’ın üzerinde sermaye getirdi. 

 
Türkiye ile Fransa arasındaki dış ticarette; kara ulaşım araçları, askeri araçlar, silah ve askeri mühimatlar önemli yer tutuyor. Türkiye, Fransa’ya, kara ulaşım araçları, giyim eşyası ve aksesuarları, tekstil elyafı ve mamulleri, sebze-meyve ve ürünleri, elektrikli makine ve cihazlar, haberleşme ve ses kayıt cihazları ihrac ediyor. Ekonomik anlamda geliştirilen ilişkilere bakıldığında siyaset alanında aynı düzeyde bir gelişim seyrine rastlanmıyor. Ama özellikle bu ekonomik ilişkilerde bir gerilemeye neden olmamış aksine Nicolas Sarkozy döneminde Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliğine açıkça ve ısrarla karşı çıkması Fransa’nın Türkiye ekonomisindeki payını geriletmemiş ve Türkiye cephesinden AB kozu için sürekli ekonomik alan Fransa’ya açılmıştır.

Ekonomiden askeri alana yeniden dizayn

Seçim kampanyaları esnasında, Sarkozy, izleyeceği politikayı anlatırken, pek çok alanda Chirac’ı örnek alacağını ancak değişimlerin de kaçınılmaz olduğunu belirterek, yeni bir dönemin başlayacağının sinyallerini vermişti. Savunma konusunda Fransa’nın kabiliyetlerini ve ayrılan bütçeyi arttıracağını söyleyen Sarkozy, komşu ülkelerde nükleer güvenliğin sağlanması için çalışmalar yapılacağını da duyurmuştu. Sarkozy ayrıca, NATO’nun BM’nin bir parçası gibi kabul edilmemesi gerektiğini ve Avrupa’nın silah sanayi ve savunmasını güçlendirmesi gerektiğini savunmuştu. Amerika taraftarı olmakla suçlanan Sarkozy, konuşmasında “Amerika ile dost olmak ona boyun eğeceğimiz anlamına gelmemektedir” diyerek ABD ile ilişkilerin geçmişe nazaran ileriye götürüleceğinin altını çizmişti. 

 
Sarkozy özellikle NATO ile ilişkiler açısından Atlantikçi bir yaklaşım izledi.  Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına dönmesi için girişimleri bunun en önemli göstergesidir. 1966 yılında de Gaule döneminde NATO’nun askeri kanadından ayrılan Fransa, bugün NATO’nun tüm yapılanmalarında, özellikle de komuta operasyonlarında yer almakta, sadece nükleer planlama ve savunma planlama komitelerinde bulunmamaktadır. Askeri kanada geri dönmekle Sarkozy, NATO dahilinde tam söz hakkına sahip olmak ve etkinliğini arttırmayı amaçlamaktadır. Bu Libya müdahalesiyle de somut olarak yaşam bulmuştur. Bu müdahalenin diğer ayağı ise Türkiye oldu. Sarkozy göreve geldikten sonra silah ihracını teşvik ederek, Fransa’nın teknolojik üstünlüğünü ve bağımsızlığını dünyaya kanıtlamak amacı taşıdığını her fırsatta yineledi. Birleşik Arap Emirlikleri’nde, ilk kez askeri üs kuran da yine Sarkozy yönetimi oldu.  

 
Sarkozy’nin dış politikasının genel olarak güvenlik odağında geliştirildiği, BM veya AB bünyesindeki kriz yönetimi operasyonlarına aktif katılımıyla da görülmektedir. Afrika’nın, Balkanlar’ın ve Orta Doğu’nun birçok noktasına yapılan açık ya da gizli müdahalelerde bizzat Fransa rol oynamaktadır. Çok taraflı bir dış politikaya öncelik veren Sarkozy Türkiye’nin Avrupalı olmadığı konusunda ısrar etmekte ama aynı ülkeyle birlikte Libya’ya müdahale etmektedir. Libya’dan sonra Suriye konusunda anlaştıkları aşikar. Fransa tıpkı ABD-İsrail ilişkisinde olduğu gibi Türkiye üzerinden Ortadoğu kapısındaki kendi İsrailini yaratmaya çalışıyor.

Fransa Kürtlerden ne ister!

Fransa’nın Kürt politikası da tüm bu arka-plana dayanıyor. Kürt Özgürlük Hareketi’ne dönük aldığı tutum aslında Fransa’nın yıllardır uyguladığı siyasetin bir parçası. Türkiye, ekonomik siyasi ilişkilerde her defa Kürt Özgürlük Hareketi kartını öne sürerken, Fransa aslında ABD’nin de dilediği gibi kontrol altında bir Kürt realitesi istemekte. Fransa’daki yönelimler düşünüldüğünde bütünüyle yok eden değil, kontrol altına alınabilen, radikal olanın ayrıştırılması vb noktada ilerliyor. Bugün ABD ve Türkiye’nin yürüttüğü siyasete benzer bir politika da denilebilir. Kandil’siz, gerillasız, gelir ve gider kaynakları kontrol altına alınmış, belli demokratik hakların tanındığı legal siyaset alanında liberalize edilmiş bir Kürt profili yaratılmak isteniyor. 

 
Fransa’nın Kürtlere dönük siyaseti de bu doğrultuda ilerliyor. Yaşanan operasyonlar, tutuklamalar, izlenen yol ve yöntemler tamamen ABD-Fransa işbirliğiyle gelişiyor. Terör örgütleri listesinin oluşturulması sürecine bakıldığında bu daha da net anlaşılabilir. Aynı dönem Kürt Özgürlük Hareketi’nin stratejik değişimler yaptığı döneme denk geliyor. Yaşanan stratejik değişimler sırasında hareketi zayıflatmak amacıyla yapılan tasfiye girişimleri bizzat ABD eliyle örgütlendiği hareketin kaynakları tarafından daha önce açıklanmıştı.
Bu süreç boyunca Fransa Kürtlerin siyasal çalışmalarını izleyen bir pozisyonda durmuş ve hatta Fransız istihbarat birimi DST aracılığıyla yaptığı görüşmelerle hareketin Fransa boyutunu algılamaya çalışmış, hareketin stratejik değişiminin ardından konumunu koruması yönündeki adımlarından sonra ise, Fransa’nın ABD çizgisinde müdahalesini beraberinde getirmiştir. Ve Fransa Kürt politikasını o tarihten itibaren yeni çizgisinde belirlemiştir. ABD ile benzer bir eksende Kürt Özgürlük Hareketini sürekli kontrol altına almak, Kürt kimliğiyle siyasal hareketi ayrıştırmak, Kürtlerin kendine rehber edindiği ve önderlik çizgisi olarak tanımladığı siyasal anlayış yerine liberalize edilmiş, kontrol altına alınmış, sadece kültürel-sanatsal, dilsel çalışmalarla sınırlı kalan bir faaliyet alanı yaratmaya çalışmıştır. 

 
Kürt siyasetçilerini toplum dışına itme, imzaya tabi tutarak kontrol altına alma siyaseti de tamamen bu anlayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Yani yapılan müdahaleler, çizgisel bir kırılmayı yaratmak amacıyla sürekli bir baskı politikasının oluşturulması hamlesi. Bu sadece Türkiye’nin istemleriyle de açıklanamaz. Özellikle Ortadoğu’da yakalamak istedikleri istikrar açısından Kürtlerin bölgesel konumu düşünüldüğünde ve sürekli direnen-hak talep eden bir muhalefetin kontrol altına alınması olarak okunmalıdır. Haziran ayı başında gelişen operasyonlar da tamda  Ortadoğu’da yapılan Suriye-Libya eksenindeki anlaşmaların ürünü olarak ortaya çıkıyor. Yani filler tepişirken yine Kürtler çimen haline getirilmek isteniyor. Paris Adalet Sarayı’nda üç hafta boyunca süren mahkeme tüm bu arka planda gelişmelerin ürünü olarak ortaya çıktı. 2 Kasım tarihine ertelenen mahkeme kararını da Fransa hukuku değil, yaşanan bu siyasal-ekonomik ilişkiler bütünü belirleyecek!

Türkiye’deki Fransız markaları

Benzin: Total, Elf / Süpermarket: Carrefour, Gima, Dia Endi, ChampionSA / Yoğurt: Danone, Yoplait / Şişe Suyu: Perrier, Danone, Evian / Mutfak ve diğer ev eşyalar: Tefal  / Oto Lastiği: Michelin, Uniroyal, Recamic  / Oto Yedek Parça: Valeo / Otomobil: Renault, Peugeot, Citroen / Giyim: Lacoste , Givenchy, Pierre Cardin, Yves Saint Laurent, Etam, René Derby, Sonia Rykiel, Cacharel, Daniel Hechter / Çanta: Longchamps, Lancel, Louis Vuitton / Şampuan: L’Oreal, Studio Line, Lancome / Saç ürünleri: L’Oreal, Studio Line, Garnier, Kerastase / Bebek giyim, mama, oyuncak: Bledina, Mellin, Majorette, DPAM, Petit Bateau / Kozmetik: L’Oreal, La Roche Posay, Biotherm, Christian Dior, Clarins, Vichy / Parfüm: Chanel, Christian Dior, Clarins, Drakkar Noir, Fahrenheit, Lancome, Lavendar Harvest / Cilt Bakım ürünleri: Clarins, Guerlain, Avon, Avene / İnşaat: Ondulin Avrasya (Onduline -Bituline-Isoline), Lafarge, Chryso, Weber Markem / Seyahat: Air France, Club Med, Fransa’da tatil, Fransız Kültür Merkezi / Tıraş Bıçağı : BIC / Çakmak:BIC, Cartier / Kırtasiye: BIC, Sheaffer / Spor Ekipmanı: Le coq sportif / Motosiklet, Bisiklet: Peugeot / Dergi: Marie Claire, Elle
Telekom: Alcatel / Sigorta: AXA, Günes Sigorta, Basak Sigorta, Basak Emeklilik (Groupama International) / Finans: Societe General Bankasi, TEB (Türk Ekonomi Bankasi) / İlaç firmaları : Sanofi / (Aventis&Synthelabo&Pasteur ortakligi): Servier, Fournier, Guerbet, Pierre

Kaynaklar:

 

“Limanların Açılması veya GKRY’nin Tanınması”, www.tumgazeteler.com , www.librenews.eu/ , www.elysee.fr/president/la-presidence/ , www.20minutes.fr , www.lejdd.fr/Election-presidentielle-2012 , www.ipsos.fr. , www.turkiyeavrupavakfi.org/index.php/genel-haberler/2279-fransa.html

SELMA AKKAYA

Şahinler Söyleminin Şifresi


20 askerin ölümünden sonra Türkiye’de şovenizm dalgası yükseltildi. Her yerde BDP’ye ve Kürtlere saldırılmıştır. Bir Kürt sanatçısının söylediği şarkıya bile tahammül edilmemiştir. Tüm bunların sorumlusu saldırgan dil kullanan hükümet yetkilileri ve şovenizmin bayraktarlığını yapan basındır.
Asker operasyona çıkıyor, çatışmalar oluyor ve askerler ölüyor. Bu operasyonda 20 asker değil de 20 gerilla ölseydi acaba Türk siyaseti ve basını aynı yaklaşımı gösterebilir miydi? Kuşkusuz göstermezdi. Hatta 20 teröristin öldürüldüğünü, cezalarını bulduğu söylenirdi. KCK eylemsizlik ilan etmesine rağmen neden operasyonlar oluyor diye sorgulama yapılmıyor. Son 3 ayda 50 gerilla ölmüş, neden bu ölümler oluyor diye sorgulama yapılmıyor. Eğer objektif, gerçekçi ve adil olunacaksa bunların da irdelenmesi gerekir. Çünkü Kürt anaları basının son günlerdeki tutumunu görünce bizim evlatlarımızın canı yok muydu diye soruyorlar. Bu çifte standarda ve ayrımcılığa daha da öfke duyuyorlar. Kürt anaları ve Kürt toplumundaki öfke anlaşılmazsa Kürt sorunu nasıl çözülecektir?

Başbakan, “silahlarını bırakmazlarsa tabii ki operasyonlar sürer” diyor ve silahların bırakılması gerektiğini söylüyor. Bu politikanın çatışmalar ve ölümler getireceği açıktır. Çünkü 30 yıldır çatışmalara yol açan bu anlayıştır. Kürt sorununu çözme yerine silah bıraktırma politikasının sonuç vermediği biliniyor. Zaten KCK ve HPG defalarca operasyon olursa karşılık vereceklerini açıklamışlardır. Hatta gerilla ölümleri olursa misillemede bulunacaklarını ilan etmişlerdir. Bunu devlet yetkilileri de kamuoyu da bilmektedir.

Başbakan açıkça “eylemsizlik de yapsanız, tek taraflı ateşkes de yapsanız biz operasyon yaparız” diyerek çözümsüzlükte ısrar ettiğini göstermiştir. Başbakan’ın bu söyleminin işi çıkmaza sokmak olduğu açıktır. Dünyanın hiçbir yerinde çatışmalar ya teslim olursunuz ya da tek bir kişi bırakmayana kadar operasyon yaparız anlayışıyla çözülmemiştir.

Başbakan silah bırakmazsanız operasyon sürer anlayışının aynısını sivil siyaset alanı için de söylüyor. BDP’ye ve Kürt demokratik siyaset alanına da “eğer Demokratik Özerklik ve diğer taleplerinizden vazgeçmezseniz, bu talepler için mücadele etmeye devam ederseniz siyasi soykırım operasyonları sürdürürüz” demiştir. Bu açıklamasıyla demokratik siyaset alanına da savaş ilan etmiştir.

Bu politikalar çözüm zihniyeti ve dili değildir. Açıkça teslim olma ve irade kırma harekatı yürütülüyor. 20 askerin öldürülmesiyle birlikte şovenizm dalgalandırılarak bu yönlü baskı arttırılıyor. Kitlelerin sokağa dökülmesi de askeri ve siyasi operasyonlarla aynı amaçlıdır. Yandaş basın MHP’nin yaptıklarını aşırılık olarak gösterse de, toplumun sokağa bayraklarla çıkıp şovenist dalga yaratmasını desteklemektedir. Böylece Kürtlere ayağınızı denk alın, Türk halkı ayakta, teslim olmazsanız sonunuz kötü olur demektedir. Tüm baskılar AKP’nin düşündüğü Kürt politikasını kabul ettirme harekatının bir parçasıdır. Kuşkusuz bu politika devletin politikasıdır. Aslında AKP’nin CHP ile birlikte yapacakları anayasayı kabul ettirmek için bu saldırılar yapılıyor ve baskı kuruluyor.

Son zamanlarda çözüm için bir şeyler yapılacak, ama bunu PKK içindeki şahinler önlüyor söylemi de bu politikanın parçasıdır. Kürtlerin en doğal ve demokratik taleplerini şahinlerin talepleridir deyip reddediyorlar. Bu en makul taleplerin kabul edilmemesini böylece farklı yansıtıyorlar. Halbuki Demokratik Özerklik ve anadilde eğitim en makul taleplerdir. Demokratik Özerklik zaten tüm Türkiye’de uygulanması istenen bir demokratikleşme modelidir. Ortak vatan ve Demokratik Ulus anlayışıyla bir ayrışma değil, bütünleşme projesi sunulmaktadır. PKK Önderi Abdullah Öcalan’ın devlet yetkililerine sunduğu Yol Haritası’nda bunlar kapsamlı dile getirilmiştir.

Türkiye Kürt sorununu çözmede kalıcı adımlar atmadığı taktirde şahin ve ılımlı söylemleri demagojiden ibaret kalır. AKP Hükümeti Kürt sorununun çözümü için ciddi adımlar atmazsa dün güvercin dediklerini bir gün sonra şahin ilan etmeye devam ederler. Nitekim BDP içinde ılımlı dediklerini daha sonra kendi çözümsüz politikalarını reddettikleri için şahin ilan etmişlerdir. Demek ki sorun şahin güvercin sorunu değil; sorun, Hükümet’in çözümsüz politikalarına karşı tutum konulmasıdır. Mevcut durumda AKP ve yandaşlarına göre kendi yandaşları dışında tüm Kürtler şahindir. Bu da normaldir. Kürtler siyasi iradeleri, kimlik, dil ve kültür özgürlükleri tanınmadığı müddetçe mücadeleye devam edecektir.

Kürtler şahininden güvercinine kadar şunu söylüyor: Kürt sorununu çözün! Bu çözüme kim karşı çıkarsa birlikte tavır koyalım! Ancak çözmeden şu bu ayırımı yapmak tam bir psikolojik savaştır. Kürtleri bölme söylemidir. Kürtlerin de buna itibar etmeyeceği açıktır.

Gelinen aşamada anlaşılmıştır ki çift taraflı ateşkes olmadığı taktirde çatışmalar da, ölümler de sürecektir. Bu nedenle demokrasi güçlerinin ve Kürt sorununda çözüm isteyenlerin çift taraflı ateşkes için mücadele vermeleri gerekir. Çünkü Başbakan’ın zihniyeti ve politikaları nedeniyle başka türlü ölümlerin önüne geçmek mümkün değildir.


Nişanyan: Özerklik Türkiye’ye Hizmettir

Yazar Sevan Nişanyan, Demokratik Özerklik ilanının sadece Kürtlere değil, bütün Türkiye’ye büyük bir hizmet olduğunu söyledi. TESEV için „Hayali Coğrafyalar: Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Değiştirilen Yeradları“ raporunu hazırlayan Yazar Sevan Nişanyan, Demokratik Özerkliğin tüm Türkiye’de uygulanmasını savunuyor.
Özerkliğin sadece Kürtlerin sorunu olmadığına dikkat çeken Nişanyan, „Demokratik Özerklik Türkiye’nin sorunudur. Ama birilerinin bunu ortaya atması gerekiyordu. Kürtler bunu yapmakla bu ülkenin tümüne çok büyük bir hizmette bulundular“ dedi. Türkiye’nin yönetim şeklinin artık tamamen değişmek zorunda olduğunu anlatan Nişanyan, Kürt meselesinin çözülmek zorunda olduğunu ve bu çözümün ana hatlarının ortaya çıktığını söyledi. Kürt sorunun çözümünün kolaylaşması için devlet yapısının tamamen değiştirilmesi gerektiğini vurgulayan Nişanyan, Kürt siyasal hareketin bu konuda katalizör rolü oynadığını dile getirdi. Bütün karmaşanın tarafların pozisyon alma çabasından kaynaklandığını savunan Nişanyan, „Türkiye’deki tüm politikaların kimliğini inkar etmek üzerine kurulmuştur. Devlet, Cumhuriyetin kuruluş aşamasında bir ideal vatandaşlık çizmiştir. Ve bu ideal vatandaşlık tipinden sapan herkesin vatan haini ya da imha edilmesi gereken bir mikrop olduğu bakış açısını savunmuştur. Sürekli olarak kendi vatandaşına hakaret ederek, onu hiçe sayarak, onun geleneklerini, ihtiyaçlarını, kültürünü ve kimliğini reddederek bir ülke yönetebileceğini zannetmiştir“  tespitinde bulundu.
 
İnkar isim değiştirdi

Nişanyan bu politikalar sonucu yer isimlerinin dahi değiştirildiğine dikkat çekti. İnkarla birlikte Kürt bölgesinde yer isimlerinin yüzde 80’nin, Artvin-Rize bölgesinde ise yüzde 90’nın değiştirildiğini söyledi. Bu politikanın İttihati Terakki döneminde başlayarak aşama aşama uygulandığını dile getiren Nişanyan, zorla yer adlarının değiştirilmesinin devletin kendi toplumunu hiçe sayma ve kültürünü zorla yok saymanın bir örneği olduğunun altını çizdi. Burada sahte bir tarih yaratılmak istendiğine dikkat çeken Nişanyan, „Tarihle alakası olmayan ideolojik bir kılıfla tüyler ürperten bir cesaret ve cüret gösterilmiştir“ dedi.

Kürtler ‘artık yeter’ diyor
 
Nişanyan, toplumu ve kültürünü hiçe sayan devlet anlayışına Türkiye’de bir tepki doğduğunu ifade etti. Bu tepkiyi en çok seslendirenlerin Kürtler olduğunu vurgulayan Nişanyan, Kürt siyasi hareketinin özelikle bu yer adlarının iadesi konusunda önde mücadele ettiklerini söyledi. Nişanyan, Türkiye’de yer isimlerinin iade edilmesini ve ilk önce Kürt bölgesinden başlanması gerektiğini dile getirdi.

Zorbalıkla olmaz
 
BDP’li belediyelere asılan Kürtçe tabelalara soruşturma açılmasının eski zihniyetin bir yaklaşımı olduğunu belirten Nişanyan, zorbalıkla ülkenin artık yönetilemeyeceğinin bilinmesi gerektiğini kaydetti. Eski alışkanlıkların aşılmasının zaman alacağına işaret eden Nişanyan, Türkiye’de görünürdeki karmakarışık tablonun altında çok basit bir hakikat olduğunu ve hakikatin da yeni anayasa pazarlığının yapılmakta olduğunu söyledi.

Kürtçe statüye kavuşmalı

Anadil sorununun „Kürtler istediği gibi konuşsunlar“ meselesi olmadığının altını çizen Nişanyan, „Kürtçenin resmi veya yarı resmi bir statüye yükseltilmesi gerekiyor“ dedi. Kürtlerin dilini bazı yerlerde serbest kullanmalarının sorun olmaktan çıktığını belirten Nişanyan, Kürtçe eğitimin mutlaka çözülmesi gerektiğini kaydetti.

İSHAK DURSUN - DİHA/İZMİR

KCK'den Demokratik Özerklik Bildirgesi


KCK Yürütme Konseyi yayınladığı ‘Demokratik Ulus Çözümünde Demokratik Özerklik Bildirgesi’nde Kürt sorunun çözecek ve Türkiye’nin demokratikleştirecek özerkliğin acilen hayata geçirilmesi çağrısında bulundu.

''Özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle Türkiye ve Kürdistan’da Demokratik Ulus çözümünün Demokratik Özerklik modeliyle hayata geçirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir’’ diyen KCK, uluslararası hukuka uygun olan özerklik modelinin Özgürlük Mücadelesi'nin temel bir çözüm perspektifi olarak artık pratikleşmek durumunda olduğunu bildirdi.

KCK Yürütme Konseyi'nin bir manifesto niteliğindeki ‘Demokratik Ulus Çözümünde Demokratik Özerklik Bildirgesi’nde, ‘’Özgürlük Hareketimiz, Demokratik Ulusa, Ortak Vatana, Demokratik Cumhuriyete dayalı Demokratik Türkiye ve Özgür Kürdistan’ın gerçekleşmesinin en doğru çözüm yolu olduğuna inanmaktadır. Kürt halkı Kürdistan koşullarında Demokratik Özerklik esaslarını uygulama hakkına sahiptir’’ ifadeleri yer alıyor.

Kürt meselesinin bir bölünme sorunu değil, yokluk sürecinden çıkma, halk olarak varolma ve tekrar stratejik dost, ortak ve kardeş olma konumuna ulaşma sorunu olduğunu hatırlatan KCK ‘bugüne kadar denenmeyen Türkiye’yi demokratikleştirecek ve Kürt sorununu çözecek Demokratik Ulus Çözümü’nü Demokratik Özerklik siyasi modeliyle acilen hayata geçirilmesi’ gerektiğini belirtti.

PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşen heyetin ‘Türkiye’de Temel Toplumsal Sorunların Demokratik Çözüm İlkeleri Taslağı, Türkiye’de Devlet ve Toplum İlişkilerinde Adil Barış İlkeleri Taslağı ve Kürt Sorununun Demokratik Çözümü ve Adil Barış İçin Eylem Planı Öneri Taslağı’ adlı üç protokolleri resmen reddetmemekle birlikte, protokoller doğrultusunda devletin ciddi bir pratik adım atmadığı vurgulandı.

12 Haziran’da 2011 seçim sonuçlarının sorunun çözümü için olumlu bir tablo ortaya çıkardığını belirten KCK, ‘’Kürdistan halkı Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu’nun ortaya koyduğu Demokratik Cumhuriyet ve Demokratik Özerklik projesini onaylamıştır’’ dedi.

KCK Yürütme Konseyi’nin ‘Demokratik Ulus Çözümünde Demokratik Özerklik Bildirgesi’ni olduğu gibi yayınlıyoruz:

‘’Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet yapılanmasında ve Kürt sorununun çözümsüzlüğünde ısrarın yarattığı döngünün artık aşılma, ulus-devletin demokratik dönüşüme uğrama ve böylece yeni bir anayasa temelinde demokratik yapılanma ve Kürt halkı için özgür ve demokratik yaşam statüsünü kazanma zamanı gelmiştir. Bunun için tek çıkış yolu, şimdiye kadar denenmeyen Türkiye’yi demokratikleştirecek ve Kürt sorununu çözecek Demokratik Ulus Çözümü’nü Demokratik Özerklik siyasi modeliyle acilen hayata geçirmektir.

Türk devletinin Kürdistan'daki uygulamalarından da görüldüğü gibi hiçbir toplumsal olgu ne yok sayılarak ne de bastırma, şiddet ve imha yöntemleriyle ortadan kaldırılabilir. Bu, Kürt sorunu için geçerli olduğu kadar tüm etnik, dini, kültürel, kimlik sorunları için de geçerlidir. Hiçbir sorun kendiliğinden var olmadığı gibi, toplumsal yapılar dışlanarak da çözüme kavuşamaz. Özü demokratikleşme ve özgürlükler alanıyla ilgili olan çözümlenmemiş tüm toplumsal sorunların tarihle ve toplumla bağı doğru kurulmadığı sürece, günümüzdeki varlığı da doğru anlaşılamaz ve gerçekçi çözüme kavuşturulamaz. Tarihle ilgili sorunları ve çözüm olanaklarını gözardı eden, sansürleyen bir zihniyet sadece demokratikleşme sorunlarını değil, tüm toplumsal sorunları kavramak bir yana, daha da ağırlaştırıp içinden çıkılamaz hale getirir. Bunun da kriz, çatışma ve savaşlara yol açması kaçınılmazdır. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt sorununda tekerrürden ibaret olan şiddet, bastırma ve imhanın sürekli başvurulan tek yöntem olması bu zihniyetten kaynaklıdır. Bir kez daha savrulma, çarpıtma, provokasyon, komplo ve imha yöntemlerine yol vermemek için, Kürt sorununda tarihi gerçekliğin doğru kavranması günümüz açısından hayatidir. Bu anlamda tarihin birikerek günümüze kadar geldiği toplumsal hafızaya tüm yönleriyle sahip çıkarak ve diri tutarak sorunlar doğru anlaşılır ve doğru çözüm yoluna konulabilir. Bu nedenle yaşanmış acıları ve trajedileri; ne sindirme, tehdit, korkutma etkeni, ne de nefret ve öfkeyi büyütmenin gerekçesi haline getirmeden, tüm taraflar için gerekli dersler çıkarılması sorunun çözüme kavuşmasında önemli bir zemin olacaktır. Bu da Kürt ve Türk halkları için olduğu kadar, Ortadoğu halkları için de eşit ve özgür gelişme yolunu açacaktır.

‘KÜRTLER MİLLİYETÇİ SALDIRILARIN EN BÜYÜK KURBANI OLDULAR’

Kürt halkının bölgede yerleşik olan en kadim halklardan birisi olduğu tarihi belgelerle tespit edilmiş bir gerçekliktir. Kürt halkı tarih içinde yaşadığı coğrafya nedeniyle ağır saldırılara uğramış olsa da direnerek bugüne kadar varlığını sürdürebilmiştir. Ortaçağ’da çok yıpranmış ve zayıflamış olan kültürel kimlikler ve halklar, 19. yüzyıldan itibaren Ortadoğu’ya giren kapitalist modernitenin ulus-devlet milliyetçilikleri adına birbirleriyle boğazlaştırıldılar. Kürtler, bölgede gelişen bu milliyetçi saldırıların en büyük kurbanı oldular.

Tüm dünyada yaşandığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu da endüstri devrimi temelinde hegemonyasını kesinleştiren Britanya İmparatorluğu başta olmak üzere Avrupalı büyük güçlerin yayılma alanı haline geldi. Eski Ortadoğu devlet geleneğine dayalı olarak inşa edilen İmparatorluk, ulus-devletçi akımların hızla gelişimi karşısında çözülmemek için kendini bürokratik temelde yenileyip daha sıkı bir merkezi Osmanlı Ulus-Devleti’ne dönüştürmek istedi. Buna karşı gelişen iç isyanlar sertçe bastırıldı. 19. yüzyılın sonlarından itibaren kendini İttihat ve Terakki Partisi olarak devlet içinde örgütleyen ve karışık milliyetlerden oluşan ismen Türk burjuvazisi, çok katı bir Türk milliyetçiliğiyle İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde egemen oldu. Bu temelde devlet içinde örgütlenen bürokratik-oligarşik diktatörlük günümüze kadar varlığını güçlendirerek korudu.

Bu sistem kendini halka karşı ekonomik, ideolojik, politik, askeri ve kültürel olarak çok sıkı ve kapalı bir biçimde inşa etti. Fakat gelişen yeni toplumsal yapı ve değişik halk kesimleri bu sistemi kuruluşundan itibaren hiç sindirmedi. Demokratikleşme sorunları bu gelişmelerle bağlantılı olarak ortaya çıktı. Rejimin içe kapalı karakteri ve katı milliyetçi, dinci, cinsiyetçi ve pozitivist bilimci ideolojiler nedeniyle toplumsal sorunlar tartışma alanında bile doğru bir tanımlanmaya kavuşturulamadı. Hukuk, devleti topluma karşı koruyan katı ve baskıcı kurallar olmaktan öteye gitmedi. Birey ve toplum hukukuna asla fırsat tanınmadı. Bu konudaki kimi girişimler de güdümlü olup sık sık darbelerle kesilmekten kurtulamadı. Birey ve topluma ne anlamlı bir ifade özgürlüğü ne de örgütlenme özgürlüğü tanındı. Temel ifade ve örgütlenme özgürlüğü tanınmayınca, bunun için gereken toplumsal konsensüs de oluşmadı. Bunun sonucu olarak başlıca demokratikleşme alanları olan ezilen sınıflarla, dinsel cemaatler ve halklar için yeterli ifade ve örgütlenme özgürlüğü yaşama geçirilemedi. Bu konuda var olduğu idea edilen her hak, atılan her adım ya hiç uygulamaya geçirilmedi yada darbeler veya yazılan ve yazılmayan bazı katı yasalarla yaşamsal olmaktan alıkonuldu.

‘SÖMÜRGECİ YASALAR KÜRDİSTAN’DA ACIMASIZCA UYGULANDI’

Bu süreç en ağır ve acımasız biçimiyle Kürtler ve Kürdistan üzerinde yaşandı. Kürt halkını Türk ulus-devleti içinde eritmek ve yok etmek için başta Takrir-i Sükûn, Şark Islahat Planı, Dersim Kanunu, vb. olmak üzere daha bir çok özel yasa çıkarılarak, Umumi Müfettişlik gibi özel örgütlülüklerle tam bir sömürgeci politika uygulanmıştır. Bir taraftan sürgün kanunlarıyla Kürtler sürgüne gönderilirken, öte yandan Kürdistan şehirlerine başka azınlık ve halklardan nüfus yerleştirilerek, Kürt demografik yapısı bozulmak istenmiş, böylelikle ulus olma konumundan çıkarılması hedeflenmiştir. Bu sömürgeci yasalar Kürt ve Kürdistan’da acımasızca uygulandı. Fiziki katliamlarla birlikte çok derinden ve kapsamlı asimilasyonist programlarla Kürtlük ve Kürdistan’la ilgili ne varsa yasaklanarak resmi ideoloji içinde eritilerek yok edilmek istendi. Bu soykırımcı politikalar, süreç içerisinde halkın ulusal demokratik direnişinin gelişimi karşısında topyekun özel savaş uygulamaları haline getirilerek günümüze kadar sürdürüldü.

Söz konusu inkar ve imha politikalarına karşı süreç içerisinde değişik bölgelerde çeşitli halk isyanları gelişti. Ancak bu isyanlar vahşi katliamlarla bastırıldı, geriye kalanların bir kısmı ise sürgün edilerek ulusal erimeye terk edildi. Baskı ve asimilasyonist politikaların en kapsamlı hale geldiği 1970’li yıllarda aydın gençlik kesimine dayalı olarak çeşitli direniş eğilimleri ortaya çıktı. Bu süreç içerisinde ulusal demokratik direnişi şahsında birleştiren PKK hareketi, kısa sürede halk desteği alarak büyüdü, çeşitli aşamalar halinde başarılarla birlikte, büyük acılar ve kayıplar pahasına günümüze kadar gelip dayandı. PKK direnişinin yol açtığı gelişmeler, demokratikleşme sorunlarını açığa çıkardığı kadar, çözüm yollarının bulunmasında da önemli birikim sağladı.

Türkiye’de söz konusu yakın geçmişte adını koymanın bile yasaklandığı sorunlar bu süreçte açığa çıkartılarak doğru bir tanımlanmaya kavuşturuldu. ‘Kürt’ kavramı, yine daha önceleri sol literatürün birçok kavramı yasaklanmıştı. Günümüzde bile ‘Kürdistan’ kavramından çekinilmekte ve resmi çevrelerde kullanılmasından kaçınılmaktadır. Kürdistan kavramının bilimsel gelişmesine bakmak yerine, bunun bölge halkının niteliğinden kaynaklandığını, yine Selçuklu Sultanı Sencer ve Osmanlı yönetimince ‘Kürtlerin Diyarı’ anlamında yoğunca kullanıldığını görmek yerine, inkarcı bir yaklaşımla reddedilmektedir. Bunun sonucunda Kürt olmak ve Kürt kimliğine sahip çıkmak suç sayılmaktadır. Halbuki, Cumhuriyet’in kuruluşunda ‘Kürdistan Mebusu’, ‘Kürdistan Meclisi’, ‘Kürdistan Vilayeti’ gibi kavramlar bizzat Mustafa Kemal tarafından bolca kullanılmıştır. İnkarcı, asimilasyonist dönemde Kürt ve Kürdistan kavramlarının yasaklanmış olması bu gerçeği yok edemez.

‘1924’LE BİRLİKTE KÜRTLERİ İNKAR SÜRECİ BAŞLADI’

1920’de TBMM’nin ilanıyla başlayan süreç, aslında işgale karşı olmanın da ötesinde toplumsal bir devrim ihtiyacını ifade etmekteydi. Meclisin niteliği ve hedefleri bu gerçeği kanıtlar. Burada belirtilmesi gereken en önemli husus, bu süreçte temel rol oynayan güçlerin dağılmış devlet güçleri değil, toplumsal güçler olduğudur. Açık işgali bu toplumsal güç mevzilenmesi önlemiştir. 1920-1922 yılları şiddet ve askeri yanı ağır basan ulusal kurtuluş sürecidir. Bu dönem demokratikleşme açısından belli bir birikim oluşturmuştur. Cumhuriyet’in 1923’teki ilanıyla bu süreç devam etmiştir. Fakat 1924 Anayasası’yla 1921 Anayasası’nın çok gerisine düşülmesi, 1923 seçimleriyle TBMM’deki çok sesliliğin bastırılması, 1925 Kürt isyanı bahanesiyle Kürtlerin dışlanması bu tarihi fırsatın doğru değerlendirilmesini önlemiş, bunun sonucunda tek partili hegemonik bir sistem tercih edilmiştir.

Bu sürece neden ve nasıl geçildiği halen tartışması süren önemli bir gündem konusudur. Açık ki işgal karşısında gelişen Kürt-Türk ortaklığı ve diğer toplumsal kesimlerin katılımı temelinde gelişen mücadele sonucu Büyük Millet Meclisi kurulmuş ve cumhuriyetin kuruluş temeli atılmıştır. Ancak 1923 Lozan Antlaşması ardından 1924’teki yeniden yapılanma sürecinde Kürt halkı inkar edilerek yok sayılmıştır. Buna karşı gelişen Kürt direnişleri ve bastırma harekatlarıyla tümüyle yok edilme süreci gündeme girmiştir. Geniş bir konsensüsle kurulan cumhuriyete egemen olan milliyetçi-ulusalcı kesim hem Kürt halkı ve sol-sosyalist kesimi, hem de İslamcı-muhafazakar kesimi Cumhuriyet’ten dışlayarak katı bir biçimde tekçi ulus-devlet çizgisini hakim kılmıştır. Tabii ki bu büyük sancılarla pratikleştirilen bir süreç olmuştur. Bu durum demokratik ittifakın bozulduğunu ve hegemonik sürecin esas alındığını açıkça kanıtlamaktadır. Halbuki TBMM, 1922’de yapılan gizli oylamada 63’e karşı 373 oyla Kürtler için özerkliğe dayalı bir meclis kurulması kararını kabul etmişti. Bizzat Mustafa Kemal, 1924 başlarında Kürtler için muhtariyet öngören açıklamalar yapmıştı.

‘1950-2007 TÜRKİYESİNDE İŞLER NATO GALİDOSU İLE YAPILDI’

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD koruması altında NATO’ya giren Türkiye’de işlerin Gladio teşkilatıyla yürütülme dönemi başlamıştır. 1950-2007 yılları arasında tüm askeri-siyasi yapı, Gladio’nun denetiminde çalışmıştır. 1920-‘22 yılları dışındaki tüm sürecin kapitalist modernite güçlerinin kontrolü altında geliştiğini kavramak, demokratikleşme sorunlarının neden yaşandığı açısından önem taşır.

Türkiye’de çeşitli adlar altında faaliyet yürüten NATO Gladio’su, asgari demokrasiye bile şans tanımamıştır. Türkiye Cumhuriyeti 1925-1990 yılları arasında Sovyetlerin dağılışına kadar anti-Sovyetik bir roldeyken, 1990 sonrasında İslami geleneğin modernleşmesinde model ülke olarak kullanılmak istenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu denli kullanılmak istenmesinde devlet içindeki komitacı-darbeci yapının büyük rolü vardır. Çeşitli çete kliklerinin birbirine karşı kullanılması bu fırsatı yaratmaktadır. Devlet içindeki çete savaşı, toplumsal sorunları sanılanın çok ötesinde ağırlaştırmaktadır. Bu yapı, olası bir demokratik hareketi kendi sonu gibi gördüğünden en ufak demokratik kıpırdanışları bile ezmekten geri durmamıştır.

Batı uygarlığı için Türkiye Cumhuriyeti’nin anlamı, güvenliğine yaptığı katkı ve ekonomisine sunduğu pazar ve ucuz işgücüyle sınırlıdır. Bununla birlikte Batılı güçler, Ortadoğu’yu kendi çıkarlarına göre yeniden dizayn ederken Türkiye’nin jeo-stratejik pozisyonunu askeri üsse elverişli görmekte ve ılımlı İslam çizgisini AKP modeliyle sunmaya çalışmaktalar. Türkiye hükümeti de batılıların verdiği güçle Ortadoğu liderliğine soyunmaktadır. Bu nedenle aldığı dış destekle iç sorunları görmeyip bastırmayı tercih etmekte ve çözüm üretmemektedir.

Kürt halkının özgürlük mücadelesini yürüten PKK, sadece Türk devletinin bu politikasını açığa çıkarmakla kalmadı, çelişkisinin kapitalist sistemle olduğunu da kanıtladı. Bir Kürt-Türk ayrışmasının amaç olamayacağı anlaşıldı. Bu durum, Türkiye’deki gerçek demokrasi mücadelesini ilk defa doğru çizgiye kavuşturdu ve radikalleştirdi. Dolayısıyla PKK mücadelesinin Cumhuriyet’le değil de ona dayatılan bürokratik-oligarşik diktatörlükle olduğunun anlaşılması büyük önem taşır.

TARİHTE TÜRK-KÜRT İLİŞKİLERİNİN KARAKTERİ

Tarihte Türklerin ve Kürtlerin aralarında bazı çelişkiler yaşansa da, ilişkileri çoğunlukla stratejik düzeyde yaşandı. Bu durum iki toplum açısından olduğu kadar bölge açısından da hayati önemde rol oynadı. Daha 11. yüzyılda Anadolu’nun kapılarının Oğuz boylarına açılmasında ve daha sonra Haçlı ordularına karşı savaşta bu ittifakın tarihsel önemi ortaya çıktı. Türk ve Kürt beyliklerini aşan, kavimsel olarak gelişen bu stratejik bağlar sadece Bizans İmparatorluğu’na ve Haçlılara karşı olmakla sınırlı kalmadı; diğer dış saldırılara karşı da geçerliliğini korudu. Eyyubi Kürt Hanedanlığı’nda oldukça çarpıcı olan bu ilişki Artukoğulları, Karakoyunlular ve Akkoyunlular döneminde de varlığını sürdürdü. Osmanlı İmparatorluğu’nun İran, Arabistan ve Kafkasya’ya doğru yayılmasında karşılaştığı sorunlar, Kürt beylikleriyle sağlanan ittifakla aşıldı. Bu sayede doğu sınırlarını güvenceye alan Osmanlı İmparatorluğu; Arabistan, Afrika ve Avrupa’nın içlerine kadar yayılan büyük bir güç haline gelebildi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da müttefik konumundaki temel güç Kürtlerdir. Cumhuriyet’in ve Kurtuluş Savaşı’nın olmazsa olmaz niteliğindeki bir asli unsur olmasına rağmen Kürtler, Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası sonrası inkar ve imha politikalarıyla yok oluş sürecine tabi tutuldular. Daha önceleri Anadolu’nun Rumlar ve Ermenilerden arındırılmasına benzer bir politika, 1925-1950 döneminde Kürtlere de dayatılmış ve bir Kürtsüzleştirme politikası uygulanmıştır. 1925-1938 katliam süreci ve dayatılan fiziki ve kültürel soykırım politikaları da bununla bağlantılıdır. Britanya İmparatorluğu’nun bundaki rolü, Ermeniler, Rumlar ve Asurilerin tasfiyesindeki rolüyle aynıdır. Cumhuriyet’in erkenden otoriter bir rejime çekilmesinde ve kapitalist moderniteye bağlanmasında Britanya İmparatorluğu’yla girilen ilişkiler belirleyici olmuştur.

Lozan’da, Britanya İmparatorluğu’ndan, Musul-Kerkük’ün Misak-ı Milli sınırları dışında tutulması karşılığında Kürtleri ve diğer halkları yok etme temelinde ulus-devlet kurma imtiyazı alındı. Böylece hem Kürdistan’ın Lozan Antlaşması’yla dörde bölünmesi gerçekleştirildi, hem de Kürtlerin Türkiye, İran, Suriye ve Irak ulus-devlet sınırları içindeki varlıklarını sona erdirmeye yönelik politikalar amansız bir hızla uygulandı ve günümüze kadar sürdürüldü. 1639’da İran Safevi Hanedanlığı’yla yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşması da, Lozan Antlaşması gibi Türk ve Kürt milliyetleri arasındaki stratejik ittifaka aykırıydı.

İngilizler ve Fransızlarla yapılan antlaşmalar Misak-ı Milli’ye kesinlikle aykırıdır. Hem Kürtleri tarihlerinin en ağır varlık-yokluk sorunsalına kilitleyen bu antlaşmalar yapıldı, hem de “Kürtlerden bazıları bin yıllık kardeşliği bozuyor” denilerek sorun çarpıtıldı. İronik olduğu kadar gerçekleri göz ardı eden bu yaklaşım, Kürt sorununu çözümsüz bırakarak Cumhuriyet tarihi boyunca kültürel soykırımın eşiğine kadar getirdi.

Gerçekten bin yıllık stratejik dostluk ruhunu tamamen bir tarafa iten, inkar eden anlayış ve uygulamalar nedeniyle Kürt sorunu sadece ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri bir sorun olmaktan çıkıp bir halkın varlığı-yokluğu meselesine dönüşmüştür. Bu varlık-yokluk sorunundan kaynaklanan 1925-1938 isyanlarını Türk devleti, inkar ve imha politikasını derinleştirmeye gerekçe yapmıştır.

İttihatçı zihniyet, Kürtleri hem devletten hem toplumdan dışlayarak, toplum olmaktan çıkarmayı hedeflemiştir. Uzun yıllar boyunca sürdürülen bu politika sonunda “Kürtler var mı yok mu?” sorununa dönüşmüştür. Kürtleri, Cumhuriyet’in kurucu unsuru olmaktan çıkarıp yokluk sürecine sokmanın ne denli dehşet verici bir yönelim olduğunu birazcık empati yapan herkes anlayabilir. Bu nedenle Kürt sorunu bir bölünme sorunu değil, yokluk sürecinden çıkma, halk olarak varolma ve tekrar tarihe yaraşır stratejik dost, ortak ve kardeş olma konumuna ulaşma sorunudur.

1950’lerden sonra Türkiye'de Kürt sorununa esasen ‘bitirilmiş’ gözüyle bakılmıştır. En ufak bir kıpırtı ölü sanılanın canlandığı anlamında yorumlanıp hemen ezilmiştir. 1950-1980 dönemi Kürtler için en büyük sorun olan varlığını kanıtlamakla geçmiştir. Tüm tartışma ve direnişler “Kürtler var mı, yok mu?” sorusu etrafında gelişmiştir. PKK bu tartışmanın aşılması ve kurtuluş sürecine girilmesi temelindeki çıkışıyla objektif olarak tüm özgürlükçü, demokratik muhalefet adına 1980’den günümüze kadar temel aktör konumuna erişmiştir.

PKK’NİN ÇIKIŞI VE ÖZGÜR KÜRDÜN DİRENİŞİ

Bir aydın-gençlik hareketi olarak doğan PKK, 1970’li yıllarda çok tahrip edilmiş de olsa, Kürt toplumsal dinamiğindeki köylü ve kentli yoksullarla ilişkilenerek gelişti. Önder Abdullah Öcalan’ın öncülüğünde kurulan PKK için asgari yurtseverlik duyguları ve bazı kavramsal düzeydeki bilinç, o dönemde gelişim için yeterli oldu. Baştan itibaren Haki Karer ve Kemal Pir örneğinde olduğu gibi Türkiye halkıyla kardeşliği ve eşit-özgür birliği esas aldı. Toplumsal özgürlüğün, demokrasinin temel belirleyici ilkesi olan kadın özgürlük sorununun mücadelenin esası olması, tarihsel olarak Kadın Özgürlük Hareketinin ideolojik öncülük misyonunu yerine getirmesi, toplumsal değişimi sağlayarak sosyal ve kültürel devrimin gelişmesine yol açtı.

12 Eylül rejiminin faşist terör uygulamaları, diğer sol ve muhalif güçleri erkenden bastırdığı gibi, zindanlara doldurulan PKK militanları şahsında tarihte eşine ender rastlanan işkence uygulamalarıyla PKK öncülüğünde gelişen yeni Kürt direnişi de kırılmak istendi. 12 Eylül rejimi tarafından halk üzerinde de acımasız bir devlet terörü uygulandı. Bu vahşete Mazlum Doğan, Ferhat Kurtay, Kemal Pir ve Hayri Durmuş’un öncülüğünde Amed Zindanı’nda büyük direnişlerle cevap verildi. Bu direniş, Ortadoğu’daki mevzilenmeyle birleşince, 15 Ağustos 1984 - gerilla direniş süreci başladı. Kürdistan dağlarında Mahsum Korkmaz komutasındaki gerillaların 15 Ağustos 1984’te gerçekleştirdiği Eruh-Şemdinli’ye baskın eylemleriyle özgürlük için ilk kurşun sıkılmış oldu. Gerilla eylemleriyle yükselen Kürt Özgürlük Mücadelesi 1990’lı yıllarda ulusal diriliş devriminin gerçekleşmesiyle önemli bir aşamaya geldi. Kuzey Kürdistan’ı boydan boya saran halk serhıldanları ulusal dirilişin çarpıcı ifadesi oldu.

NATO’nun da desteğiyle Olağanüstü Hal uygulamaları ve JİTEM kontrgerilla saldırılarının geliştiği bu dönemde yüz binlerce gözaltı, on binlerce tutuklama, 5 milyonun üzerinde Kürdistanlının zorunlu göçe tabi tutulması, on yedi bini aşan faili meçhul cinayet ve dört binin üzerinde yakılıp-yıkılan, boşaltılan köye rağmen, bu ulusal-demokratik direniş durdurulamadı. PKK, Kürt halkındaki derin var olma ve özgür yaşama arzusunu ifade etmektedir. Tarihsel bir talebe karşılık gelmesi, yani toplumsal varlığını koruma ve insanlık onuruna sahip çıkması gelişmesinin temel belirleyici etkeni olmuştur. Bu anlamda PKK, Kürt halkının tarihsel taleplerinin gerçek temsilcisi konumuna ulaşmıştır.

18 YILLIK DİYALOG VE ÇÖZÜM ÇABALARI BOŞA ÇIKARILDI

Hareketimiz ve halkımızın geliştirdiği bu büyük direnişle açığa çıkan gelişmelerin sonucunda ilk kez Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Kürt sorununu dile getirmiş ve bazı aracılar vasıtasıyla Önder Abdullah Öcalan ile diyaloga geçmiştir. Önderliğimiz yapılan çağrıya cevap vererek Mart 1993’te ilk kez tek taraflı ateşkes ilan etmiştir. Bu yeni süreçte, bir taraftan çözüm arayışları ve diyaloglar sürerken, diğer yandan devlet içindeki rantçı çete klik tarafından tasfiye politikaları geliştirilmiştir. Türk devletinin içindeki bazı derin güçler, sorunun çözümü yönünde arayış sahibi olan Cumhurbaşkanı Turgut Özal başta olmak üzere diyalog arayışına giren diğer tüm Başbakanları da farklı yöntemlerle tasfiye etmiştir. Erbakan’ın girişimleri de etkisiz kılınarak süreç bilinçli olarak sabote edilmiştir. Var olan çözüm şansı böylelikle o dönem ortadan kaldırılmıştır. Gelişen uluslararası komployla Önder Apo’nun Avrupa’ya çıkışı ve politik çözüm arayışı da Amerika üzerinden boşa çıkarılmıştır.

Önderliğimiz 1998 ateşkes sürecinde uluslararası bir komployla korsanca kaçırılarak İmralı’da esaret altına alınmıştır. Önder Apo, böylesi kritik bir süreçte bile Türk-Kürt çatışmasının önüne geçmek ve Kürt sorununda siyasi çözüm yollarını geliştirmek amacıyla 2 Ağustos 1999’da gerilla güçlerinin Türkiye sınırlarının dışına çıkarılması çağrısını yapmıştır. Bu çağrıya uyarak Türkiye sınırlarının dışına çıkmaya çalışan gerilla güçlerimize yönelik imha operasyonları geliştirmiş, 300’e yakın gerilla katledilmiştir.

1999-2004 yılları arasında 6 yıl boyunca kesintisiz sürdürdüğümüz tek taraflı ateşkese de hiçbir olumlu karşılık verilmemiştir. 2002 yılında iktidara gelen AKP hükümetine yapılan çağrılara ve Kürt Halk Önderi’nin çözüm için gösterdiği çabalara rağmen olumlu bir cevap alınamamıştır. Bu süreçte hükümet tarafından PKK’nin zayıfladığına inanılarak tasfiye politikasında ısrar edilmiştir. Önderliğimizin yaptığı paradigmasal değişim, Hareketimizin 1 Haziran 2004 direnişi ve halkımızın aktif serhıldan süreci tüm bu tasfiye planlarını önemli ölçüde boşa çıkarmıştır. Bu direniş karşısında zorlanan AKP hükümetinin destekçileri ve bağımsız bazı kesimler tarafından Hareketimize yapılan çağrılar sonucu 2006’da geliştirdiğimiz 6. tek yanlı ateşkes süreci de AKP'nin sömürgeci zihniyeti temelinde sonuçsuz bırakılmıştır.

Buna rağmen bir referandum niteliğinde gerçekleşen 29 Mart 2009 yerel seçim sonuçları, demokratik siyasi çözüme imkan veren güçlü bir zemin yaratmıştır. Bu zeminin siyasi çözüm temelinde kullanılması amacıyla Hareketimiz tarafından 13 Nisan 2009’da tek taraflı eylemsizlik süreci ilan edilmiştir. AKP hükümeti buna olumlu cevap vermek yerine, 14 Nisan 2009’da ‘KCK Operasyonu’ adı altında siyasi soykırım operasyonlarını geliştirmiştir. Bu operasyonlar sürecinde aralarında halk tarafından seçilmiş belediye başkanları, meclis ve il yönetim üyelerinin de bulunduğu 3000 civarında Kürt siyasetçi tutuklanmıştır. Yine bu dönemde halkın her demokratik eylemine saldırılarak devlet terörü sonucu yüzlerce kişi yaralanmış ve birçok can kaybı yaşanmıştır.

18 yıldan bu yana Önderliğimiz ve Hareketimiz tarafından 8 kez (1993, 1995, 1998, 1999, 2005, 2006, 2009 ve 2010) tek taraflı ateşkes ilan edilerek Kürt sorununda diyalog ve çözüm zemini zorlanmıştır. Gösterilen tüm fedakarlıklara rağmen, Türk devleti ve hükümetleri çözüm yönünde hiçbir somut adım atmamış, atılan adımlar komplolarla boşa çıkarılmış, tam tersine ateşkes süreçleri her seferinde bir zayıflık olarak görülmüş ve imha amaçlı saldırılar yoğunlaştırılmıştır. Ve böylelikle Önderliğimizin İmralı Cezaevi’nin çürütücü koşullarında, esaret, tecrit ve izolasyon altında geliştirdiği çözüm arayışları karşılıksız kalmıştır.

ULUS-DEVLETÇİ SOYKIRIM POLİTİKALARI HAYIR! DEMOKRATİK ULUS ÇÖZÜMÜNE EVET!

Ulus-devlet sisteminin tekçi, homojen hakim ulus yaratma politikası halklara tam bir felaket yaşatmıştır. İlk ve Ortaçağlarda da ağır baskı ve katliamlara maruz kalmış olsalar da tarihi olarak Kürtler, kapitalist modernite döneminde ilk defa varlıklarının ciddi ve sistematik tehlike altına girdiği bir durumu yaşamaktalar. İçine girilen süreç, kültürel ve fiziki soykırımların sıkça devrede olduğu çok tehlikeli bir dönemdir.

Bin yıllardır devletçi sistemlerin saldırılarına karşı her koşulda direnen Kürt halkı, zengin kültürel yapıların yok edilmesi anlamına gelen ulus-devletçi çözüm modellerini de Kürt sorununun çözümü açısından gerçekçi görmediği gibi insanlığın tarihsel ve toplumsal birikimine de aykırı bulmaktadır.

Eğer Türkiye Cumhuriyeti sürdürülen bu inkar ve imha politikasının Türk-Kürt ilişkilerinin tarihsel ve toplumsal karakterine uygun olmadığını kabul ederse, Türkiye toplumunun kendi demokratik modelini oluşturma potansiyeli vardır. Yaşanılan uygarlıkların zengin mirasına sahip çıkılır ve bin yıllık kardeşliğin ve ümmet olmanın verdiği birlik ruhuna layık olunursa, bu potansiyel sadece kendi modelini sunmakla kalmayacak, baskı altındaki bölge halklarına da örnek teşkil edecektir. Türk devleti ve AKP hükümetinin bütün olumsuz ve engelleyici yaklaşımlarına rağmen büyük fedakarlıklarla yürütülen özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle Türkiye ve Kürdistan’da Demokratik Ulus çözümünün DEMOKRATİK ÖZERKLİK modeliyle hayata geçirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.

Kürt sorunu, tarihsel temeli olmakla birlikte esas olarak kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya girişi ve tek milliyete dayalı ulus-devlet anlayışının ortaya çıkardığı ve karmaşıklaştırdığı bir sorundur. Devletin tüm bastırma girişimlerine rağmen Kürt halkının yüzyıla yakındır yürüttüğü var olma ve özgürlüğünü kazanma mücadelesi, günümüzde bu sorunun çözümünü dayatmış bulunmaktadır. Ne var ki, Türk devletinin geleneksel inkarcı ve baskıcı zihniyeti değişmediğinden, Kürt sorununun çözümü konusunda hiçbir adım atılmamıştır. Bu gerçeklik ortaya çıkardı ki tekçi, merkeziyetçi ve katı ulus-devlet zihniyeti bırakılıp Demokratik Ulus zihniyetine ulaşılmadan Kürt sorununun demokratik siyasal çözümü mümkün değildir. Bu gerçeklikten hareketle Özgürlük Hareketimiz, Demokratik Ulusa, Ortak Vatana, Demokratik Cumhuriyete dayalı Demokratik Türkiye ve Özgür Kürdistan’ın gerçekleşmesinin en doğru çözüm yolu olduğuna inanmaktadır.

Bunun somut ifadesi de Türkiye’nin katı, merkeziyetçi devlet yapılanmasını aşarak yerinden yönetim anlayışının egemen olduğu demokratik bir toplumsal sisteme geçmesidir. Türkiye'nin bütün bölgelerinde toplumun demokratik iradesinin gelişmesini ve bir bütün olarak Türkiye’de demokrasinin derinleşmesini sağlayan en uygun siyasal model “Demokratik Özerklik” olmaktadır. Türkiye devleti ve toplumu şu an için bunu uygun görmezse de Kürt sorununun çözüm formülü ancak ve ancak Demokratik Özerklik modeliyle olabilir. Bu açıdan Kürt sorununun demokratik çözümünü hedefleyen Kürdistan halkı inanmakta olduğu bu çözüm modelini şimdiden hayata geçirerek kendi demokratik çözümünü ortaya koymak durumundadır. Bu modelin Türkiye'yi demokratikleştireceği ve Kürt sorununu kalıcı bir çözüme kavuşturacağı kesindir. Bu açıdan yürüttüğü mücadeleyle demokratik barışçıl çözümü dayatan Kürt halkı Kürdistan koşullarında Demokratik Özerklik esaslarını uygulama hakkına sahiptir. Demokratik Özerklik, uluslararası yasalara uygun olan ve tüm farklı kültürlere tanınmış bir haktır. Bu, BM’nin yasalarında da mevcuttur. Özerklik, tarih boyunca halkların doğal yaşamının bir parçası olagelmiştir. Kürdistan halkıyla Osmanlı Devleti’nin ilişkileri de bir tür özerkliğe dayalı bir ilişki biçimi olarak hayat bulmuştur. Bu ilişki tarzı Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Cumhuriyet kurucuları tarafından da bizzat ifade edilen bir olgudur. Kürdistan'daki özerklik sistemi askeri zor sistemiyle ortadan kaldırılmış bir sistemdir. En son 1938’de Dersim Özerkliği, Tedip ve Tenkil Harekatı’yla ortadan kaldırılmıştır. Uluslararası hukuka uygun olan özerklik modeli, bugün Özgürlük Mücadelesi'nin temel bir çözüm perspektifi olarak artık pratikleşmek durumundadır. Kürt halkı bulunduğu her alanda aşağıdaki ilkeler çerçevesinde Demokratik Özerklik modelini pratikleştirerek, Demokratik Türkiye ve Özgür Kürdistan’ı yaratmayı önüne koymuş bulunmaktadır.

DEMOKRATİK ULUS ÇÖZÜMÜNÜN DAYANDIĞI BAŞLICA TEMEL İLKELER:

1- Demokratik Ulus İlkesi:

Toplumların doğasının esnekliğe ve farklılığa dayandığı bilinciyle kapitalist modernitenin farklılıkları ortadan kaldırarak tek etnisiteye, kültüre ve dine dayalı homojenleştirme zihniyetini reddeden, çokluğu öngören, çok kimlikli ve kültürlülüğü zenginlik sayan ulus anlayışını esas almak ulusal sorunların en doğru çözüm zihniyeti olmaktadır. Bu ulus anlayışı, dil, etnisite, sınıf ve devlete dayanmayan, çok dilliliği ve çok kültürlülüğü zenginlik sayan, sınıf ayrımına ve devlet ayrıcalığına yer vermeyen, özgür ve eşit bireylere dayanan demokratik toplumun ulus halini ifade etmektedir. Bu ulus anlayışında hem bireysel hem de kolektif hak ve özgürlükler bir madalyonun iki yüzü gibi birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Sadece vatandaşı içermez, farklı sivil toplum, cemaatler ve halk gruplarını da kolektif birimler olarak bir zenginlik kaynağı sayar. Vatandaşlar ne kadar fonksiyonel bir kolektivitenin unsuru olurlarsa o kadar güçlü bir konum teşkil ederler. Özcesi, Demokratik Ulus; demokratik vatandaştan ve topluluklardan oluşur.

2- Ortak Vatan (Demokratik Vatan) İlkesi:

Ortak Vatan, hiçbir kişinin diğerini, hiçbir topluluğun diğer topluluğu ötekileştirmediği, eşit ve özgürce paylaşılan anavatanlarının toplamını ifade eder. Dolayısıyla bütünlük ve kardeşliği daha çok karşılar, yaşar. Sadece bir etnisiteye aidiyet hissi veren vatan anlayışı, vatandaşların büyük bir kısmını ötekileştirir. Kutuplaşmayı arttıran ötekileştirme asıl bölücü rol oynayan anlayıştır. Aynı tornadan çıkmış vatandaş anlayışı açık ki faşizmden kaynaklanır. Farklılık, hem doğanın hem toplumun yaşam zenginliğini ifade eder. Vatanseverlik duygusunu şovence ve ırkçı olarak değil, toprağa, ekolojiye ve gelişime duyulan bağlılık olarak yaşamak en doğrusudur.

3- Demokratik Cumhuriyet İlkesi:

Demokratik Cumhuriyet, devletin demokratik topluma ve bireye açık olmasını ifade eder. Cumhuriyeti, demokratikleşmenin çatı örgütü olarak düşünmek ve inşa etmektir. Devlet biçimini veya cumhuriyeti ideolojikleştirmemek, bir etnisiteye ve dine bağlamamak demokratik çözüm için önemlidir. Cumhuriyeti tüm vatandaşların, grupların, halk topluluklarının demokratik hukuk temelinde bir arada yaşaması olarak tanımlamak gerekir. Böylelikle sosyal ilke ve laiklik ilkesi de en özlü şekilde tanıma içerilmiş olur.

4- Demokratik Anayasa İlkesi:

Demokratik vatandaşı ve toplulukları ulus-devlete karşı korumayı esas alan ve toplumsal bir konsensüsle oluşmuş anayasaya dayanmadan kalıcı ve sistematik, demokratik bir rejim oluşamaz. Demokratik anayasalar, demokratik toplumla devletin uzlaşmasını ifade eder. Bireysel hak ve özgürlükler ancak demokratik toplumla anlam kazanabilir. Aksi halde muazzam güç yoğunluğu olan devlet karşısında bu hakların korunması mümkün değildir. Demokratik anayasa, devleti işlevsel kılan, tecrübe ve uzmanlık birikimi halinde tutan niteliğiyle toplum ve devleti bir arada tutar.

Bu temelde gerçekleşen çözüm, devlet olmayı hedeflemeyen, devletin uzantısı ve alternatifi de olmayan sivil toplumun demokratikleşmesini, yani demokratik toplumu esas alan çözüm modelidir. Demokratik çözüm ilkesinin zıttı, iktidarcı-devletçi çözüm zorlamalarıdır. İlke olarak demokratik çözüm, iktidar paylaşımıyla uğraşmaz, hatta iktidardan uzak durur. Çünkü iktidar ne kadar yoğunlaşırsa, demokrasiden o kadar uzaklaşma yaşanır. Yalnızca hükümetler veya devletler adına toplumlar düzenlenirse, ortaya çıkan düzen antidemokratik olur. Çünkü toplumsal güçler işin içine dahil edilmemiştir. İktidar ve hükümet düzenlemeleri olumlu yönde olursa belki demokratikleşmenin önünü açar ama demokratikleşmenin kendisini oluşturmaz. Demokratik çözümlerin hedefi de iktidar veya devlet olanaklarını paylaşmak olamaz. Devlete tutunmak, devletin bir bloğunu teşkil etmek demokratik çözümün hedefi olarak görülemez.

Esas olarak Önderliğimizin bu ilkeler çerçevesinde devlet ve hükümetle diyalogla geliştirmek istediği çözüm arayışları şimdiye kadar ciddi, pratik bir karşılık bulmamıştır. Kürt Halk Önderi’nin 2009 Ağustos ayında ‘TÜRKİYE’DE DEMOKRATİKLEŞME SORUNLARI VE KÜRDİSTAN’DA ÇÖZÜM MODELLERİ’ adıyla devlete ve kamuoyuna sunduğu Yol Haritası’na devlet tarafından el konulmuştur. Buna rağmen Önder Apo, siyasi tıkanıklığın önünün açılması, güven ortamının yaratılması amacıyla ve AKP hükümetinin de talebi üzerine Barış ve Çözüm gruplarının Türkiye’ye gitmeleri çağrısında bulunmuştur. Kamuoyunun bildiği gibi gruplar tutuklanarak, haklarında davalar açılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına resmi bir heyetin Önderliğimizle geliştirdiği diyalog sonucu demokratik ve barışçıl çözüme imkan sunmak amacıyla Önderliğimizin çağrısı üzerine Hareketimiz, 13 Ağustos 2010’da eylemsizlik ilan etmiştir. Önder Apo, ilan edilen ateşkesten bu yana devlet yetkilileriyle Demokratik Ulus - Ortak Vatan çerçevesinde Kürt sorununu müzakere yoluyla çözüme kavuşturma çabalarını sürdürmüştür. Önderliğimiz, sürecin belirsizlikten kurtulması için, 15 Haziran 2011’e kadar devlete, hükümete süre tanımış, daha önce Türk devletine, hükümetine sunduğu 3 protokolün kabul edilip edilmediğine ilişkin resmi cevap beklemiştir. Protokoller, ‘Türkiye’de Temel Toplumsal Sorunların Demokratik Çözüm İlkeleri Taslağı, Türkiye’de Devlet ve Toplum İlişkilerinde Adil Barış İlkeleri Taslağı ve Kürt Sorununun Demokratik Çözümü ve Adil Barış İçin Eylem Planı Öneri Taslağı’ adıyladır. Önder Apo’yla görüşen heyet, bu protokolleri resmen reddetmemekle birlikte protokoller doğrultusunda ciddi bir pratik adım da atılmamıştır.

12 Haziran 2011 seçim sonuçları, sorunun çözümü için olumlu bir tablo ortaya çıkarmıştır. Öncelikle Kürdistan halkı Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu’nun ortaya koyduğu Demokratik Cumhuriyet ve Demokratik Özerklik projesini onaylamıştır. Bir tür referandum gibi pratikleşen 12 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan siyasi iradenin, çözüm yönünde harekete geçmesi gerekirken, tam tersine, seçilmiş Kürt ve demokrasi güçlerinin vekillerinin önünün komployla kapatılması, çözümü daha da zorlaştıran bir noktaya getirmiştir. Bununla birlikte 2009’da sistemli olarak başlatılan ve hala sürdürülen KCK tutuklamaları, askeri operasyonlar, her demokratik eyleme vahşice saldırılması, halkımızın siyasi iradesinin meclise yansıması konusunda çıkarılan engeller ve komplo Türk devletinin ve hükümetin sorunu çözme niyetinde olmadığını ortaya koymaktadır. Açık ki süreç boyunca çözüme dönük iyi niyetli tüm yaklaşımlarımız oyalama, çürütme ve tasfiye etmek için zaman kazanma biçiminde bir fırsatçılıkla ele alınmıştır.

Tüm bu gerçeklikler Demokratik Ulus ve Demokratik Vatana dayalı demokratik çözümü Kürdistan ve Türkiye halkları için zorunlu hale getirmiştir.

Hareketimiz, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü için Kürdistan'daki birçok demokratik kurum ve kuruluşun bir yıldan bu yana başlattığı Demokratik Özerkliği İnşa Çalışmaları ile en son demokratik çözüm için DTK’nin Demokratik Özerkliği açıkça ilan etmesi ve Kürdistan halkı adına ortaya koyduğu iradeyi saygıyla karşılamaktadır. Hareketimiz, bu çerçevede DTK’nin ilan ettiği “Demokratik Özerklik” projesini desteklemekte ve bu temelde inşası için halkımızı göreve çağırmaktadır.

Halkımızın bu aşamada artık baskı altında, hiçbir hakkı-hukuku olmadan ve statüsüz bir biçimde yaşamaya tahammülü kalmamıştır. Özgür ve demokratik yaşam, Kürt halkının durdurulamaz bir arzusu haline gelmiştir. Kürt halkı, 21. yüzyılda artık özgür kimliğiyle yaşama ve kendi geleceği hakkında söz ve karar sahibi olma iradesine sahiptir.

Demokratik Özerklik, etnik, dinsel, kültürel, sosyal çeşitli toplulukların da özgünlüğünün özerkliğini ve özgürlüğünü ifade etmektedir. Demokratik Özerklik, zora dayanan birliği değil gönüllü birliği, bölünmeyi değil diğer halklarla gönüllü ve eşit, özgür katılımı ifade eden Demokratik Ulus Birliğini esas alır. Bu çözüm modeli Türkiye içinde Kürt sorununun çözümünü sağlayarak Türkiye’yi demokratikleştireceği gibi Kürdistan’ın diğer parçalarındaki Kürt sorununun çözümünü de kolaylaştıracaktır. Demokratik Ulus çözümüne dayalı Demokratik Özerklik modeliyle gelişen çözüm, Ortadoğu barışının sağlanması ve demokratikleşmesinde de önemli rol oynayacaktır.

Yüzyıllardır özgürlük özlemiyle yanıp tutuşan halkımız, bugünden itibaren görkemli direnişinin armağanı olarak ilan edilen Demokratik Özerklik statüsünü -Demokratik ulus çözümünün siyasi boyutunu- siyasi iradesi olan meclisler ve öz yönetimi ile kurumlaştıracaktır. Kürt halkının 8 boyutta Demokratik Konfederal, demokratik komün ve meclisler ile kooperatif örgütlenmesi, bazılarının iddia ettiği gibi Reel Sosyalist bir sistem kuruluşu değildir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin ön gördüğü sistem, iktidarcı ve devletçi sisteme yol açan ve merkezi güç yapan demokratik merkeziyetçi toplum modeli yerine, Demokratik Konfederal sistemi esas almaktadır. Bu iki model arasında özü belirleyen çok köklü bir karakter farkı vardır. Bir model güç biriktirme temelinde iktidar ve devleti güçlendirirken, diğer model, gücü topluma dağıtan ve demokratikleşmeyi derinleştiren bir karakter taşımaktadır. Dolayısıyla önemli olan komün ve meclislerin oluşması değil, onların nasıl oluştuğu ve nasıl sistem haline geldiğidir. Çünkü özü belirleyen bu oluşum biçimidir. Buradaki esas, doğrudan demokrasinin uygulanmasıdır. Ahlaki ve politik topluma ulaşmak için Demokratik, Ekolojik ve Cinsiyet Özgürlükçü Paradigma çerçevesinde demokrasinin derinleşmesi ve özgürlüğün yaygınlaştırılması için Demokratik Konfederalizm temelinde 8 boyutta (Siyasi, Hukuki, Sosyal, Kültürel, Ekolojik, Ekonomik, Diplomatik, Öz Savunma) demokratik sistemini kuracak ve kararlılıkla savunacaktır.

Demokratik Ulus çözümünün 8 boyutu başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm halkımıza aşağıdaki görev ve sorumlulukları yüklemektedir:

Siyasi boyutta; ulus devletin icra organları olan bürokratik ve oligarşik siyaset araçları yerine Demokratik Özerkliği inşa ederek halkın demokratik kurumlarını işlevsel kılmak, demokratik siyaset kurumlarını geliştirmek. Siyaseti tekelci çevrelerin egemenlik aracı olmaktan çıkartıp en küçük toplumsal birimlerin bile bir araya gelerek demokratik komünler ve meclisler oluşturması ve toplumsal yönetime katılması yoluyla doğrudan demokrasiyi işletmek. Bunun için öz yönetim anlamındaki genel ve bölge icraa organları meclisler tarafından seçimle görevlendirilir. Kararların üstten, merkezi olarak alınıp alta doğru indiği sistem yerine, kararların en alttan halk meclislerinden alınarak üste doğru gittiği toplumcu bir sistemi uygulayarak en geniş bir biçimde demokratik sistemi hayata geçirmek. Böylece gerçek anlamda politik-ahlaki toplumu geliştirerek demokratik siyaset ve demokratik toplumu kurmak. Merkezi devletle yapılacak anlaşma ve yeni demokratik anayasanın çerçevesine göre devlet ve demokratik toplum ilişkilerini düzenlemek. Karşılıklı birbirini tanıma ve tamamlama temelinde, demokratik ulus bütünlüğünü sağlayacak şekilde demokratik özerklik işleyişini hayata geçirmek. Kürdistan’da yaşayan Asuri-Suryani, Ermeni, Arap, Azeri vb. tüm toplumsal kesimlerin örgütlenme özgürlüğünü sağlamak ve demokratik ulus zenginliği içinde her türlü gelişme olanaklarını yaratmak.

Diplomatik boyutta; halkımızın özgür iradesini ve toplum yararını öngören ve bunları insanlık değerleriyle buluşturan, Kürt ulusal birliğini güçlendiren bir ilişki ve ittifak siyasetini yürütmek; Kürt halkının komşu halklarla ortak ve eşit yaşam perspektifini geliştirmek; Kürdistan halkının insanlık aleminde özgür duruşunu temsil etmek ve kurumlaştırmak; Halklar arası kardeşliğin ve eşitliğin gelişmesini sağlamak için çeşitli düzeylerde dayanışma ve ortak platformlar oluşturmak.

Sosyal boyutta; Toplumun kendi zenginliğiyle yaşamasını esas alan ve anadiliyle toplumsal ilişki düzenini geliştiren bir yaşam biçimini öngörmek. Bu açıdan iki dilli yaşam sistemini toplumun doğası ve ilişki biçimine uygun olarak geliştirmek. Eğitim alanında dil ve kültür asimilasyonunu gerçekleştiren eğitim kurumları ve sistemi yerine kendi anadiliyle demokratik toplumu öngören eğitim sistemini geliştirmeyi hedeflemek. Oluşturulacak yeni eğitim sisteminde doğru tarih ve özgürlük bilincini geliştirmek, çağdaş demokratik bakış açısıyla ahlaki-politik toplumu yaratmak.

Ücretsiz ve anadilde sağlık hizmetini geliştirmek; bu konuda tüm topluma hizmet sunabilecek, kapsamlı sağlık kurumlarının gelişmesini sağlamak ve sistemini kurmak.

Büyük sermayenin toplumu uyuşturma aracı olarak kullandığı spor ve sanat gibi alanlarda, daha doğru temellerde toplumun ihtiyaçlarına cevap olacak, sağlıklı ve dinç bir toplumu geliştirmeyi önüne koyan bir anlayışı etkili kılmak. Kapitalist modernitenin toplumda bencilliği ve egoizmi geliştiren seks ve uyuşturucu maddelerle toplumu yozlaştırarak ahlaki çöküntüye yol açan politikalarına karşı etkin mücadeleyle temiz, geleceğe güçlü bakabilen, dinamik bir toplumsal yapının gelişimini hedeflemek.

Toplumun din ve vicdan hürriyetinin tam ve eksiksiz bir biçimde yaşam bulmasını, herkesin kendi inançları doğrultusunda özgürce ibadetini yapma haklarına kavuşmasını ve bunun için olanakların yaratılmasını demokratik-özgür toplumun en önemli görevleri arasında saymak.

İnsan emeği en yüksek değerdir ilkesinden hareketle, emeğin karşılığını bulması için adil bir paylaşımı öngörmek. Her türlü sömürü biçimini ve emek sömürüsünü önleyen, herkesin emeğinin karşılığını aldığı demokratik ve adil bir toplumsal sistemi geliştirmek.

Toplumun en dinamik kesimi olan ve toplumun geleceğini belirlemede öncü bir konumda bulunan gençliği doğru yetiştirme ve bilimsel eğitim politikasıyla geleceğe hazırlamayı demokratik ve özgür toplumun güvencesi olarak görmek. Çağdaş, özgürlükçü ve bilinçli bir genç kuşağı yetiştirmek, toplumsal yaşamın devindirici bir gücü haline getirmek için gerekli tüm çalışmaları yürütmek.

Toplumsal değişimin öncü gücü olan kadın, Demokratik Özerklik Projesi’ne kadın kurtuluş ideolojisi temelinde öncülük misyonuyla katılır. Kendi toplumsal sözleşmesinin ilkelerine dayalı olarak tüm toplumsal birimlerde özgün ve özerk örgütlenmeyi esas alır. Toplumsal cinsiyetçiliği aşmak ve kadın ile erkeğin eşit-dengeli toplumsal yaşama katılımını sağlamak; her iki cins için % 40 kotasını uygulamak. Genel kurumsal temsillerde eş başkanlık sistemini esas almak. En büyük emek olan analık emeğinin gerçek değerine kavuşmasını sağlamak.

Diğer toplumsal kesimlerin kendi mesleki dallarında eğitim imkanlarından yararlanma ve örgütlenme haklarıyla, en kutsal bir olgu olan emeğin karşılığını bulmasını ve adil paylaşımın gerçekleşmesini hedeflemek.

Kültürel boyutta; kapitalist modernitenin her türlü araçla geliştirdiği, kültürel yozlaşma ve toplum kırıma karşı çıkarak, insanlığın binlerce yıllık süre içinde geliştirdiği demokratik ulusal kültürünü özgürce yaşamayı sağlayacak kültür anlayışını geliştirmek, çalışmalar yapmak ve örgütlenmek. En tehlikeli soykırım biçimi olan dil ve kültür asimilasyonuna karşı kültürel ve tarihi değerlerine sahip çıkmak, toplumsal hafızayı her bireyde oluşturmak. Toplumun kültürel zenginliğine dayanan demokratik halk sanatının gelişmesi için olanaklar yaratmak. Edebiyat başta olmak üzere her alanda estetik ve sanatın gelişmesinin önünü açmak. Bilimsel araştırma ve çalışmalara gerekli olanakları yaratmak. Çağdaş, demokratik, kültürlü bir toplum olmayı hedeflemek. Kürdistan’da yaşayan tüm kültürel zenginliklerin ve toplulukların kendi öz kimlikleri, dilleri ve kültürleriyle özgürce yaşama, geliştirme haklarını güvence altına almak.

Hukuki boyutta; kendi kimliğiyle bireysel ve kolektif hakları içermeyen hukuk sistemini ve antidemokratik yasaları reddederek, Demokratik Özerklik temelinde özgür ve demokratik hukuk sistemini geliştirmek. Toplumsal ahlaka dayalı anayasal hukuk sistemini esas almak. Toplumsal sorunların çözüm yeri olarak sömürgeci hukuk kurumları yerine toplumsal adalete ve ahlaka dayalı hukuk sistemini çözüm yeri olarak görmek. Hiçbir ayrıma yer vermeksizin, herkesin yasalar karşısında eşit olduğu ilkesine bağlı kalmak. Başta kutsal yaşam hakkı olmak üzere insan hakları ilkelerine bağlı kalmak ve bunun için mücadele yürütmek.

Ekolojik boyutta; endüstriyalizmin doğa, çevre ve toplum katliamına karşı çıkarak toplum-doğa ve toplumun iç uyumunu geliştirmek amacıyla ekolojik bilincin gelişmesini sağlamak. Doğa ve tarih katliamını içeren barajlara, ormansızlaştırma planlarına, hidro elektrik santrallere, çarpık kentleşmeye karşı mücadele etmek. Tüm canlıların yaşam hakkı olduğu gerçeğinden hareketle insanların diğer canlılar üzerindeki hoyratça yaklaşımına son veren bir yaşam ve ilişki biçimini geliştirmek.

Ekonomik boyutta; tekelci sisteme karşı olma temelinde toplumun beslenme ihtiyacını karşılayacak kamu ve özel mülkiyeti içerecek temelde bir üretim sistemini geliştirirken, aynı zamanda toplumsal dayanışma, yoksulluğa karşı mücadeleyi geliştirmek ve adil paylaşımı sağlamak. Herkese iş ve çalışma olanaklarını yaratmayı hedeflemek. Demokratik Özerkliğin örgütlü olduğu yerlerde bu temelde bir ekonomi-politika geliştirmek ve tekelci devlet sistemine vergi vermemek, kendi özerk ekonomik sistemini esas almak. Ekonomik yaşamın ve toplumsal refahın gelişmesi için ülke kaynaklarını doğru değerlendirmek; ekonomik büyümeyi sömürü, soygun ve talan değil, adil paylaşım ve insanın yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanması için değerlendirmek.

Öz Savunma boyutunda; fiziki şiddeti, toplumsal yaşam ilişki sisteminden devre dışı kılmak ve işgal, katliam amaçlı kullanılan militarist örgütlenmeleri kabul etmemek. Sadece savunma eksenine dayalı olarak öz savunmayı ön gören bir örgütlenmeyi geliştirmek. Bir anlaşma yapılmayana kadar Türk ordusunda askerlik yapmamak, ordunun sadece sınırların savunmasını yapan bir kurum olarak kalmasını sağlamak. Bunun dışında toplumsal yapı üzerinde baskı kuran ve şiddet uygulayan polis, vb. tüm yapıları reddetmek, demokratik özgür toplumun kendi öz savunmasına dayalı yaşam biçimini esas almak.

YARIN Kürdistan, Türkiye halkları, hükümet yetkilileri ile uluslararası kamuoyuna çağrı