30 Eylül 2010 Perşembe

Luluların Tarihteki Yeri



Lulular, Yukarı Mezopotamya'da yaşayan, tarihi bilinen en eski toplulukların başında gelmektedirler. Ariyenik toplulukların devamcılarıdırlar. Ariyen dil ve kültürün yayılmasında ve gelişiminde diğer proto-Kürtler gibi Lulular da önemli rol oynamışlardır. Bilindiği gibi Aryen dil ve kültürü bir tarım kültürüdür. Uygarlığın beslendiği, üzerinde kurulduğu bir kültürdür. Bu kültürün filizlenip, geliştiği çekirdek bölge ise Yukarı Mezopotamya yani bugünkü Kürdistandır. Toplumsallığın ilk kez bu coğrafyada şekillendiği bilimsel araştırmalarla da kanıtlanmıştır. Özellikle etimolojik, etnolojik ve arkeolojik çalışmalar sonucunda kesinlik kazanmış ve genel kabul gören bir husustur. Kürtlerde bu kültürün hem öncesinde hem de sonrasında hep bu coğrafyada yaşamışlardır. Yani Kürtlerin ataları bu coğrafyada klandan toplumsallığa geçmiş ve günümüze kadar bazı değişimlere uğrayarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Kürtlerin ataları olarak kabul görülen otantik topluluklardan biride Lululardır.

Luluların, Kürtlerin ataları olduklarına dair güçlü bulgular ortaya çıkarılmıştır. Özellikle bazı doğubilimcilerin bu konudaki araştırmaları sonucunda ortaya çıkardıkları tespit ve bulgular Kürtler ile Lulular arasındaki bağı işaret etmektedir. Ayrıca Luluların Kürtlerin ataları olduklarına dair birçok tarihçi de aynı görüşleri paylaşmaktadırlar. Bu konuda etimolojik alanda da önemli saptamalar yapılmış ve Lulular ile günümüz Kürtler arasındaki bağ büyük oranda aydınlatılmıştır. Özellikle bugünkü Kürtçenin Lorca lehçesini konuşan Kürtler ile Lulular arasındaki bağ üzerinde durulmuş ve önemli bulgular da elde edilmiştir. Bu lehçenin bin yılları aşkındır bugünkü Doğu Kürdistan'ın bazı bölgelerinde konuşulduğu bilinmektedir. Konuyla ilgili tarihçilerin bu bağın kurulmasında neden olarak gösterdiği en önemli gerekçe Kürtçenin lorca lehçesini konuşan Kürtlerin yaşadığı coğrafya olan Doğu Kürdistan (Kırmanşah, Hemedan ve Loristan bölgesi) Luluların da M.Ö 2500'lerden, M.Ö 612'lere kadar (bu tarihle beraber Medlerin hakimiyeti altına girmişlerdir) aynı adla bu coğrafyada yaşamış olmalarıdır. Sonrasında ise aynı coğrafyada günümüz Kürtçenin Lorca lehçesini konuşan Kürtler olarak tarih sahnesinde yerlerini almışlardır. Bunlar önemli bulgulardır. Dolayısıyla Luluların Kürtlerin ataları oldukları hususunda aydınlatıcı tespitler olmakla beraber Kürt halkının tarihsel gerçekliğinin ve uygarlık tarihindeki yerlerinin bilinmesinde katkı sağlayıcı gerçekliklerdir.

Luluları daha iyi tanımak için kuşkusuz kronolojik tarihini ve oluşum özelliklerini yakından incelemek gerekir. Fakat buna geçmeden önce Luluların tarih sahnesine nasıl ve hangi şartlarda çıktıklarına ve tarih sahnesine çıktıkları dönemde bölgedeki siyasi oluşumların nasıl olduğuna kısaca bakmakta yarar vardır.

LULULARIN TARİHTEKİ YERİ

Luluların tarih sahnesinde görülmesi M.Ö 2500 ile 2000 yılları arasına denk gelir. Bu dönemde Lulular, bir kabile konfederasyonu olarak şekillenmekte, Bölge siyasetinde etkili olmaya ve güçler arası dengede (siyasi, ekonomik ve askeri) varlığını hissettirmeye başlamıştır. Luluların doğuşunu tetikleyen veya kabilesiyle oluşumdan, konfederasyonlaşmaya erişmelerinin asıl nedeni Gutilerde de görüldüğü gibi köleci Akad İmparatorluğunun emperyalist-kolonyalist yayılmasıdır.

Bu tarihte uygarlık merkezi halen Mezopotamya'dır. Ve bunun öncülüğünü de Sümerlerin ülkesini işgal eden Sami kökenli Akadlar yapmaktadırlar. Akadların h‰kimiyet alanı ise aşağı Mezopotamya'dır. Yukarı Mezopotamya'da Aryenik kültürlü toplulukların bir kolu olan Hurilerin devamcıları proto-Kürtler yaşamaktadırlar. Dolayısıyla Aşağı Mezopotamya'da uygarlığa (köleci uygarlık) öncülük eden ve sürekli yayılan, h‰kimiyet alanını genişletmek isteyen (ilk h‰kimiyetini geliştirmek istediği coğrafya Kürdistan'dır. Bunda yeraltı ve yer üstü kaynakların bolluğu en önemli saldırı gerekçesi olarak gösterilebilir) Akad Devleti; diğer yandan, yani karşısında ise Yukarı Mezopotamya'da neolitik kültürü sürdüren özgürlükçü kabileler yaşamaktadırlar. Her iki tarafta birbirine zıt yapıya sahiptirler. Yukarı Mezopotamya ile Aşağı Mezopotamya'da yaşayan bu topluluklar arasındaki bu zıtlık özellikle ekonomik, ticari ve siyasi olarak yansımaktadır. Biri kısa bir süre önce uygarlık merkezini eline geçirmiş ilk çağın kölecilik sistemine öncülük yapmakta olan köleci bir devlet. Dolayısıyla ekonomik, mimari, askeri ve siyasi öncülükleri de elinde bulunduran ve gittikçe daha çok merkezileşmekte olan bir sistem. Yukarı Mezopotamya'da ise daha neolitik kültürü aşamamış (ki uygarlığı doğuran bu neolitik özlü topluluklardır. Neolitik kültürün mek‰nı ise genel olarak Yukarı Mezopotamya olarak bilinen ama özelde Verimli Hilal olarak adlandırılan günümüz Kürdistan coğrafyasıdır. Uygarlığın temel ihtiyaçları asıl burada icat edilmiş ve Aşağı Mezopotamya'ya taşınmıştır) köleci uygarlığın zoruna ve zihniyet yapısına yabancı olan, genelde h‰kimiyet altına girmemekle direnen komünal özgürlükçü topluluklar yaşamaktadırlar. Ayrıca Akadlıların elindeki nitelik olarak daha gelişkin olan ekonomik, askeri, mimari, siyasi ve ticari gelişmeler ise bu topluluklarda fazla güçlü değildi. Fakat doğal kaynakların fazla olması ve doğudan-batıya geçiş güzerg‰hı olması sebebiyle coğrafyanın önemi de ortadadır. Kürdistan'ın bu özelliğinden dolayı daha o zamanlardan günümüze kadar sürekli üzerinde savaşlar yaşanmış, işgallere uğramış ve birçok kez katliamlar yapılmıştır. Fakat buna rağmen Kürt halkı bu coğrafyadan sökülüp atılamamıştır. Yeri geldiğinde fiziki, daha çokta kültürel olarak hep direnmiştir. Lulularda o dönemde Akadlara karşı yok olmamak için hem fiziki (konfederasyonlaşarak) hem de kültürel anlamda direnmişlerdir. Yani sürekli bir çatışma, saldırı ve karşı saldırı durumu ortaya çıkmıştır. Özellikle Akadlar sürekli bu kabilelerin üzerlerine saldırılar düzenlemekte kendilerine bağlamak istemektedir. Bununla hem coğrafya olarak h‰kimiyet alanını genişletmek istemektedir, hem de bu h‰kimiyetiyle beraber daha çok köle sahibi olmayı hedeflemektedir. Çünkü köle sayısı arttığı oranda gücüde büyümektedir. Özellikle yeni kent ve sarayların yapımında insan gücüne fazlasıyla ihtiyaç duymaktadır. İşte böyle bir durumda bahsettiğimiz bu kabilelerin yaşam alanları ekonomik kaynakları tehdit altına girmektedir. Bu tehdit geliştikçe kabileler arası bir uzlaşma ve merkezileşmenin önemi doğmuştur. Bununda bir üst basamağı kabileler arası konfederasyon olarak önem kazanmıştır. Luluların aşiretselliği aşıp konfederasyonlaşmaya erişmelerinin altında yatan öğe budur. Yani karşı taraf saldırdıkça onlar daha çok savunma ve karşı saldırıya geçmişlerdir. Bu da doğallığında bir merkezileşmeyi doğurmuştur. Dolayısıyla artık Lularda kendilerini koruyacak güçtedirler. Çok fazla zorlandıklarında ise Kürdistan'ın erişilmez dağlarına çekilmişlerdir. Bu sadece Lulular için geçerli değil, diğer proto-Kürtler ve çevre toplulukları olarak adlandırılan, uygarlık dışında kalan tüm topluluklar içinde geçerlidir. Aslında bu durumun özünde meşru savunma anlayışı yatmaktadır. Bu topluluklar içinde geçerlidir. Aslında bu durumun özünde meşru savunma anlayışı yatmaktadır. Bu topluluklara karşı saldırılar yapılmadıkça, yaşam alanları tehdit edilmedikçe, merkezi uygarlık güçlerine karşı saldırılar gerçekleştirmezler. Ama karşı taraftan saldırı geldiği zamanda meşru savunma haklarını da kullanmışlardır. Ve genelde de başarılı olmuşlardır. En azından bin yıllarca varlıklarını bu biçimde sürdürmüş ve günümüze kadar gelebilmişlerdir. Meşru savunma anlayışı özellikle Lulularda daha yoğun yaşanmıştır.

MERKEZİLEŞME VE İTTİFAK

Lulular tarih sahnesine çıktıkları dönemde onlarla aynı coğrafyada ve yakın coğrafyalarda birçok topluluklar vardı. Bunlardan en çok bilinenlerden bazıları şunlardır: Elamlılar, Gutiler ve merkezi uygarlığı temsil eden Sümerler ve hemen sonrasında Akadlar, Nil Vadisinde Mısırlılar öne çıkan siyasi güçlerdir. Ayrıca Lulular tarih sahnesine çıktıkları dönemde kölecilik (genelde Akadlar ve Mısırlılar öncülüğünde yapmaktadır) kurumsallaşan bir sistem haline gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla yayılma çabası içerisindedir. Bu amaçla Akadlar emperyalist saldırılarını yukarıda da belirttiğimiz gibi Kürdistan üzerine yapmaktadır. İlk önemli saldırılar Akad Kralı Naram-sin öncülüğünde M.Ö.2300'lerde Luluların ülkesine yapılmıştır. Bu dönemde Lulular henüz merkezi bir yapıya sahip değillerdi. Dağınık bir yapı söz konusudur. Dolayısıyla bu saldırılara karşı öyle güçlü bir direnişleri de gelişmemektedir. Ve ülkeleri büyük oranda Akadların h‰kimiyeti altına girmiştir. Her ne kadar topluluk olarak, bu gibi bir h‰kimiyete alışık olmasalar da ülkelerini bu işgalden kurtaracak askeri güçleri de pek güçlü değildir. Bunu yapabilmeleri için birincil koşul, birlik ve beraberliklerini sağlamaları, dolayısıyla merkezi bir oluşuma erişmeleri gerekiyor. Bu durum ilk başlarda oluşmuş değildir. Fakat Lulular bu yönlü bir arayış ve çaba içerisinde de olmuşlardır. Özellikle emperyalist saldırılar arttıkça onlarda merkezileşmeye önem vermiş, birlik ve beraberliklerini kurmaya çalışmışlardır. Ayrıca Kürdistan'ın diğer bölgelerinde yaşayan proto-Kürtlerde bir diyalog ve ittifak çabaları vardır. Bunun en belirgin örneği bir başka Kürt oluşumu olan Gutiler ile Luluların Akadlara karşı yapmış oldukları ittifaktır. Bu dönemde Lululara Lasipap öncülük etmektedir. Bir nevi Luluların ilk kralıdır. İttifak çalışmalarını Lulular adına Lasipap yürütmektedir. Bu ittifakla güçlürini birleştiren Gutiler ile Lulular Akadlara karşı saldırıya geçmişlerdir. Büyük çatışma ve saldırılardan sonra Gutilerin öncülüğünde Akadların büyük bir yenilgiye uğratmış, yeryüzündeki varlıklarına son vermişlerdir. Bu süreçle bağlantılı Luluların ülkesi de işgalden kurtulmuş ve güçlü bir konfederasyon haline gelmiştir. Bununla beraber h‰kimiyet alanları da genişlemiştir. Dolayısıyla bu süreç Lulular için rahat bir dönem olmakla birlikte özellikle siyasi, sosyal ve askeri olarak da en parlak süreçleridir.

Gutilerin, Akadları yendikten sonra kurdukları devletin yönetiminde Lulular ikincil konumdalar (ki bir akraba topluluğu olarak Gutilerin Akadları yenmelerinde Luluların rolü büyüktür) bu devletin yönetiminde Gutiler daha çok yer almaktadırlar. Zaten Aşağı Mezopotamya'da kurulan bu devlet Gutilerin öncülüğünde ve adıyla anılmaktadır. Lulularda yönetimde yer almakla beraber daha çok kendi öz yönetim yerleri olan günümüz Doğu Kürdistan'da ki, (buna Loristan Bölgesi de denilirdi) h‰kimiyetlerini korumaya ve ülkelerini geliştirmeye çalışmışlardır.

ORTAÇAĞ VE GÜNÜMÜZ BENZERLİĞİ

M.Ö 2150'lerde Gutilerle beraber kurdukları konfederasyon yıkılınca Gutiler tekrak ana yurtlarına (Zagros eteklerine) dönmüşlerdir. Lulular ise bu devlet döneminde olduğu gibi bu devlet yıkılınca da anayurtlarından ayrılmamışlardır. Fakat siyasal açıdan onlar için yeni bir dönem başlamıştır. Yaklaşık yüz yıldır rahat oldukları dönem artık geride kalmıştır. Özellikle Gutileri yenip 3. Ur Hanedanlığını kuran son Sümer topluluklarıyla aralarından yoğun çatışmalar başlamıştır. 3. Ur Hanedanlığının Kralı Şulgi öncülüğünde Lululara karşı birçok saldırı düzenlenmiştir. Lulular ilk başlarda bu saldırılara karşı güçlü direnişler ve bazen onları yenilgiye uğratsalar da genelde yenilmişlerdir. 3. Ur Hanedanlığından sonra Babil ve Asurların tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte artık Luluların ülkesi tamamıyla savaş merkezi haline gelmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi özellikle yer altı ve yerüstü kaynakların bolluğu Kürdistan'ı sürekli işgalle karşı karşıya kalmasına sebep olmuştur. Kürdistan üzerinde sadece Lulular veya diğer proto-Kürtler ile bu güçler arasında savaşlar yaşanmıştır. Kürdistan'ın stratejik konumundan dolayı diğer egemen güçler asarında da sürekli paylaşılamayan bir coğrafya konumunda olmuştur. Özellikle Sümer, Akad, Babil, Asur, Elam ve Mısır gibi imparatorluk veya güçlü devletlerin Kürdistan üzerinde büyük mücadeleleri ve savaşları olmuştur. Tıpkı Ortaçağ ve günümüzde olduğu gibi.

Buna rağmen Luluların güçlü bir merkezi yapısı sürekli olmasa da kendi ülkelerinde kalmayı başarmış ve ülkelerini de koruyabilmişlerdir. Luluların en çok sığındığı yer Kürdistan'ın korunaklı-erişilmez dağları olmuştur. Kürtlerin dağlarla ilişkisi o tarihlerden günümüze kadar hep devam etmiştir. Ne zaman başları belaya girmiş veya yok olmak ile karşı karşıya kalmışlarsa ilk sığındıkları yer Kürdistan'ın dağları olmuştur.

Lulular özgünlüklerini M.Ö 612'ye kadar koruyabilmişlerdir. Özellikle Asurluların çok kanlı saldırıları olmasına rağmen güçlü kültür ve sahip oldukları coğrafi yapılarından dolayı varlıklarını koruyabilmişlerdir. En son M.Ö 612'de yarı imparatorluk seviyesine gelen Medlerle birleşip Asurları yenmişlerdir. Med İmparatorluğunun yönetimi bir saray darbesiyle Pers Hanedanlığının eline geçmesiyle ve onlarında yenilmesiyle; Luluların bin yıllardır yaşadıkları coğrafyada (Doğu Kürdistan'ın bazı bölgelerinde) varlıklarını statüsüz bir biçimde sürdürmüşlerdir. Bunların bugünkü modern Kürtçenin Lorca lehçesini konuşan Kürtler olduklarını yukarıda belirtmiştik.

Lulu ismine Sümer ve Akad kaynaklarında rastlanmıştır. Yani adlandırma onlar tarafından yapılmıştır. Ve genelde 'Dağlılar' anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla Lulu isminin ve Lulu kral isimlerinin kelime kökenine bakıldığında günümüz Kürtçesinde bir anlam ifade etmemesi normaldir. Ayrıca Loristan ve Lor isimleri de Lululardan kalma isimlerdir.

Luluların yaşadığı coğrafya Zagros dağlarının etekleri olmakla birlikte, genelde Doğu Kürdistan ve Loristan bölgeleridir. Bu coğrafik alanları zaman zaman farklı alanlar da kapsamıştır. Özellikle siyasi ve askeri olarak güçlü oldukları M.Ö 2000 yıllarında Kürdistan'ın birçok bölgesinde h‰kim konumdaydılar. Ama genelde yaşam alanlarının ana merkezi Kırmanşah, Hemedan ve Loristan dolayları olmuştur.

Luluların dini yapısının nasıl olduğuna ilişkin elimizde çok fazla bulgu olmamakla beraber özellikle neolitik kültürü daha tam olarak aşamadıkları ve bu kültürü derinliğine yaşadıklarından dolayı ana tanrıça kültürü yoğun yaşanmaktaydı. Dolayısıyla dağ tanrıçası Ninhursag'a taptıklarını söylemek yanlış olmaz. Aryen dil ve kültürlü toplulukların, özelde ise Hurilerin taptıkları en büyük tanrıçanın Ninhursag'a tapıyorlardı.

Lulularla ilgili birçok yazılı belge bulunmuştur. Bunlardan bazıları Akad ve Asur dilinde yazılmışlardır. Bazıları da Luluların kendi diliyle yazılmıştır. Özellikle Lulu Kralı Anubanni dönemine ait birçok yazılı belge bulunmuştur. Bu yazıtlardan birisinde Lulu Kralı Anbanini kendini Lulu ülkesinin kurtarıcısı ve egemen olduğu bölgeleri saymaktadır. Bu saydıkları yerlerin tam olarak nereler olduklarına ilişkin elimizde yeteri bilgi yok.

Başka bir yazılı belgede Akad Kralı Naramsi'nin Lulularla yaptığı savaşı kazandığı ve bunun şerefine görkemli bir dikili taş dikerek kutladığı yazılmaktadır. Bundan yaklaşık 13 yüzyıl sonra (M.Ö 880) bir Asur Kralı olan 2. Asur Naspin, Luluların ülkesine yaptığı seferleri ve Lululara ait birçok yerleşim yerini ele geçirdiğinden söz etmektedir.

Yine bir Asur yöneticisi olan Nasirpala ait yazılı belgelerde Luluların sanatsal özelliklerinden bahsetmektedir. Ayrıca Asurlu yöneticilerin lululu zanaatk‰rları ülkelerine götürüp hünerlerinden yararlandıklarına bu belgelerde yer verilmiştir. Fakat Lululu zanaatk‰rların zorla mı, yoksa gönüllü temelde mi Asur ülkesine gidip çalıştıkları anlaşılamamıştır. Bununla beraber bu tarihlerde zanaatk‰rlık artık nitelik ve nicelik olarak tam bir sektör haline gelmişti yani artık zanaat işlemeciliği bir ülkeyle sınırlı kalmıyor. Ülkeler arası bir sektör özelliğine kavuşmuştur. Dolayısıyla Lulu zanaatk‰rlar ekonomik ihtiyaçlar temelinde Asur ülkesine gidip çalışmış olabilirler. Bilindiği gibi Asur ülkesi (özellikle başkent Ninova) o dönemin en gelişkin ülkesiydi. Bütün güzellikler burada toplanmıştı adeta. Çevre ülkelerin aristokratları, tüccarları, zanaatk‰rları için tam bir çekim merkeziydi. Lululu zanaatk‰rların bu temelde Asur ülkesine gittiklerini söyleyebiliriz. Luluların el zanaatçılığı da gelişkindi. Özellikle altın, gümüş işlemeciliği kendilerine yetecek nitelikteydi. Ayrıca Lulu ülkesinin ticaret yollarının geçtiği bir yerde olması sebebiyle ticaretle de uğraşmışlardır.

Luluların dil yapısı Hurrice kökenlidir. Bu dil tarihsel olarak en eski dil olmakla beraber bütün proto-Kürtlerin anadil kaynağı konumundadır. Bu dil Hint-Avrupa dil grubuna girmektedir. Ayrıca bu dil grubuna ana kaynaklık eden dillerden biri olduğu biliniyor. Huri dil yapısı daha tam olarak çözümlenmemiştir. Bu dilin çözümlenmesiyle birçok tarihsel gerçekliğin gün yüzüne çıkacağı açıktır. Kürt halkının tarihteki yeri ve önemi de daha iyi görülecektir.

Murat KALMAZ *
*Edirne F Tipi Cezaevi

Hanedanlar Zamani-1(Dizi Yazisi)


Osmanlı düzeni (1280-1923)

Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih öyküsü, belki diğer imparatorlukların en karışık ve karmaşık olanıdır. Bu tarihin olayları içinde yalnızca Osmanlı hanedanı değil, imparatorluğa egemen olan ve onun egemenliğinde olan çeşitli halklar (Türkler, Kürtler, Araplar, Yunanlılar, Sırplar, Ermeniler, Yahudiler, Bulgarlar, Macarlar, Arnavutlar) ve daha pek çok azınlık vardır. Tarih aynı zamanda Osmanlı uyruğu olan belli başlı dini grupların, Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların da tarihidir.

Osmanlılarla Avrupa ve Asya'daki komşularının ilişkileri, modern zamanlarda 'Doğu Sorunu' (K. Marx) olarak adlandırılacak karmaşık savaş, fetih, diplomasi ve toprak rejimleri (feodalite) sorunlarını da içerir. Yine Osmanlı tarihinde bu çok uluslu ve çok kültürlü imparatorluğun politik, idari ve sosyal kurumlarının (daha önce Med, Pers, Hurri ve Hitit, Roma) da tarihsel bir sentezi bulunmaktadır.

Osmanlı düzeninin başlıca temel taşı padişahtı. Yönetenlerin ve yönetilenlerin ortak bağlılık duydukları nokta yalnızca o idi. Bu düzenin içindeki her halkın bağlılığını elde etmesinin belirli yolları vardı. Önce padişah yönetici sınıf üyelerinin efendisi idi, onların yaşamları ve malları kendisine aitti. Yönetici sınıfın aksine padişahın reayası (korunan sürüsü) ise yaşam ve malları ile din ve gelenekleri görünüşte güvence altına alınmıştır. Tabii ki çeşitli bahane ve provokasyonlarla buna pek uyulmadığı zamanlar da vardı.

Hıristiyan uyruklara karşı sultanlar, Bizans imparatorlarının yerine geçmiş hünk‰r olarak egemenlikleri için yasal bir hakka sahiplerdi. Ayrıca önceki Osmanlı hükümdarlarının güneydoğu Avrupa'nın Hıristiyan prenslerinin kızları ile evliliklerini de öne sürebilirlerdi. Müslüman olmayan halkların liderlerinin de padişaha bağlılıkları, bunların halkları üzerinde, Hıristiyan devletlerinde olandan daha çok dinsel ve siyasal (laik) güce sahip olabilmelerine dayanmakta idi.

Osmanlı hükümdarı Müslüman uyruğunun bağlılığını da çeşitli yollardan güvence altına almıştı. Sultan olarak, Selçuklulardan beri halifeler tarafından kabul edilen bir makama sahipti. O zamanların meşruiyetine göre, İslam topraklarını, özellikle muhafazakar iktidarcı Sünni İslam'a yönelik Şii tehlikesine ve diğer 'kafir' ülkelerden gelecek tehlikelere karşı korumak ve yayılma (fetih) savaşlarını yönetmek karşılığında sultana şeriatın kapsamadığı konularda yasama hakkı bağışlanmıştı. Zor ve fetih merkezli yayılmadan dolayı doğrusu şeriatın kapsamı ve yorumu da epey daraltılmıştı. Güncel hukuk sistemi için de aynı şeyler söylenebilir.

Kürtler ve Araplar gibi Özerk Müslüman toplumlara karşı sultanlar imamlar olarak; İslam dininin liderleri ve koruyucuları; kutsal yerlerin ve haccın koruyucuları ve gaziler olarak da öncülük ediyordu. Bu meşruiyete dayalı haklarını kullanan padişah, Divan-ı Hümayun'a, baş vezire ve diğer yöneticilere, yerel prens ve beylere verilen bir yetkiyle onlar tarafından yazılmış olsa da, kendi ağzından çıkmış gibi yazılan fermanlarla yasama hakkına sahipti.

Bu çok farklı, çok kültürlü toplumları bir arada tutan ne idi? Düzenin ve nizamın en sağlam bağlayıcı gücü, İslam'ın ümmet inancı, ekonomik ilişkiler ile eylemlerde ortaklık sonucu; iş bölümü, Müslüman ve Müslüman olmayan halkları bir araya getiren tüm toplumun özerk yaşam temelinde kapsayıcı ve birleştirici altyapısı idi. Bu toplumsal özerkliklerin daralması süreçlerinde ortaya çıkan isyanlar ve kaosların da sebepleri bir hayli önemli idi.

OSMANLI TOPLUMU VE YÖNETİM

Osmanlı düzeninin bakış açısının toplumsal dayanakları eski anavatandan (Orta Asya'dan), etnisite geleneğinden, Sasaniler tarafından geliştirilen (Ki Med-Pers devlet ve saray, protokolleri ve yönetim düzeni idi) ve Abbasilerin hizmetinde olan yine İranlı bürokratlar tarafından Selçuklulara aktarılan ve esasta Bizans'tan büyük çapta devralınan birikim, kavram ve deneyimlerden gelmektedir. Osmanlı siyasal örgütün felsefi temeli uyruklar için adalet ve güvenlik konularını vurgulayan El-Gazali ve Nizam-ül Mülk'ün yazılarından alınmıştır. 15. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Mustafa Naima bu görüşü 'Hakkaniyet Çemberi' (Eski Sümer ve Hurrilerde 'Halk Çemberi') olarak sunmuştur. Onun belirttiğine göre; asker olmadan devlet ya da mülk (h‰kimiyet) olmaz; askere sahip olmak servete ihtiyaç gösterir; servet uyruklardan toplanır; uyruklar ancak adaletle refaha kavuşabilirler; şu halde mülk ve devlet olmadan adalet olmaz. Böylece servetin hükümdar ve devleti desteklemek ve uyruklar içinde adalet sağlamak için üretilmesi ve kullanılması siyasal örgütlenmenin ve uygulamanın temeli olarak görülmüştür.



Buna uygun olarak toplum da iki gruba bölünmüştür. Yaşamlarında asıl amaçları sanayi, ticaret ve tarımla uğraşarak ve hükümdara vergi ödeyerek servet üretmek olan büyük halk kitleleri; ve kendileri servet üretmeyen, vergi ödemeyen, lakin hükümdarın gelirini toplamak ve bunlarla kendilerini olduğu kadar onu ve ailesini geçindirmek için padişahın aracısı olarak görev alan küçük bir yönetici grubu bulunmakta idi. Devlet yönetimi örgütlenmesi zaman içinde çeşitli biçimler almıştır. Ordu, hükümdar ve devletin korunması kadar, servet kaynaklarının savunulması ve genişletilmesi görevini üstlenmiştir.

Hükümdarın yönetici sınıfının üyeleri olmayan bütün uyruğu onun reayası (korunan sürüsü) idi. Sultanın kendilerini koruması karşılığında bunlar yönetici sınıfın geliştirdiği ve savunduğu serveti üretirlerdi.

Osmanlı'nın hizmetine giren Bizans ve klasik İslam devletlerinin yönetici sınıfı üyeleri ve en son olarak da devşirme yoluyla toplananlar yönetici sınıfa hakim olmuşlardır. Kökenleri ne olursa olsun, bir insanın Osmanlı yönetici sınıfının tam üyesi olabilmesi için; İslam dinini kabul edip uygulaması; hükümdara ve onun hükümdarlık görevlerini üstlenmek ve gelirlerini toplamak için kurulan devlete sadık olması ve Osmanlı yaşam biçimini oluşturan karmaşık davranış, görenek ve dil sistemini (Osmanlıca, Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı) bilip uygulaması gerekirdi. Avrupa feodalitesinden farklı olarak reaya üyeleri, yönetim niteliklerini geliştirip yönetici sınıfa yükselebildikleri gibi, yönetici sınıftakiler ya da çocukları reaya durumuna düşebilirdi.

Toplumsal katmanlar, kişisel davranış ve insanın aile, mevki, din, sınıf, rütbe ve servetin toplamıyla belirlenen bir 'had' (sınır) kavramına sıkı sıkıya bağlı idi. Bu 'had' içinde geleneksel davranış kuralları ve yasaları zorlamaları dışında hiçbir sınırla bağlı olmadan istediğini yapabilirdi. Ancak başkasına 'had' dine müdahale korkusuyla bunun dışına çıkamazdı. Böyle bir davranış kabalık ve cahillikle nitelemekle kalmayıp, toplumdaki yerini kaybetmeye kadar bir dizi yaptırım uygulanırdı.

Farklı toplumların lider ve temsilcilerinden, yönetici sınıftan olan her kişinin, toplumsal durumunun ve yerinin doğrudan doğruya ve hayati belirtisi olan özel ve özerk bir kimliği ve onuru vardı. Kendi 'had'di ile sınırlanmış olan hakların çiğnenmesi bu onura karşı gelmek olduğundan, bu yalnızca kişisel bir hakaret değil, aynı zamanda toplumsal kimliğine saldırı idi.

Osmanlı düzeni içinde kişiler arasındaki ilişkilerin pek çoğu güçlü bir insanla daha zayıf arasında karşılıklı anlaşmadan doğan zımni bir ilişki olan 'intisab' (bağıl) yoluyla yürümekte idi. Güçlü olan yerinden olursa, intisab destekçileri de birlikte sürüklerdi. İnsanlar arasındaki bu sadakat bağı, Osmanlı toplumunun ve politik yaşamının temel özelliği idi. 16. yüzyıldan itibaren devşirmeler iktidara geçtikten sonra atama ve terfilerde hep bu kişisel bağlar ve sadakatler göz önüne alınmış, günümüze kadar sürmüş, yetenek ve beceriklilik geri plana itilmiştir.

OSMANLI DÜZENİNDE ZİHNİYET

İslami bilgilerde uzman olanlara 'ulema' denilirdi. Bunlar 'efendi' olarak da anılırdı. İlmiye kurumunun temeli, halka temel bilgiler veren cami ilkokulları (mektep) ve yönetici sınıf ile bağlı halkların hanedan gençlerinin ve ulemanın yeni üyelerini yetiştiren yüksek eğitim kurumları olan medreseler idi. İlk Osmanlı medresesi Orhan Bey tarafından 1331'de İznik'te kurulmuştu. 16. yüzyılda ise yüzlerce medrese vardı ve başlarında da Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'da kendi adına taşıyan cami civarında kurulmuş, 'Medrese-î Semaniye' bulunuyordu. Bunlar sekiz dereceli bir eğitimin en üst düzeyindeydiler. Eğitim küçük kentlerdeki 'haşiye-i tecrit' medreseleri ile başlıyor, 'miftah', 'kırıklı', 'hariç', 'dahil' ve 'Sahn-ı Seman' düzeylerinden geçiyordu. Fatih Külliyesinin parçası olan 'müsile-i Sahn' ve 'sahn-ı seman' medreselerinde en yüksek bilgi düzeyine erişiliyordu. İlk 'yedi düzey'de okuyanlara 'Suhte' ya da 'softa' (din öğrencisi' deniliyordu. 'Sahn-ı Seman' medreselerine girenlere 'danişmend' (bilge insan, bilgin insan) diye onurlandırılıyordu.

İslam'da dört Sünni hukuk ekolu (mezhebi) bulunmasına rağmen, resmi olarak Ebu Hanife'ye ait olan kabul edilmekte idi. Mahkemelere yalnızca Hanefi kadılar atanırdı. (Bugün de mevcut hükümetin Alevi hukukçuları ayıklamakla meşgul olması dikkat çekicidir.) Ancak imparatorluğun diğer Müslüman halklarında, özellikle Kürdistan, Suriye ve Mısır'da, yerli toplum ve dini liderler diğer hukuk ekollerini kabul edebilirdi. Belirli davalara genel ilkeleri uygulayan ulema sınıfı ilk başlarda 'müctehid' (doğru hukuk bilgisi elde etmeye çalışan) diye anılırdı. Ve bunların kararlarından İslam hukuku ve evren bakış açısının çeşitli ekolleri (okulları) doğmuştu.



Osmanlı düzeninde zihniyet ve bilgi tekeli için, özellikle İstanbul'da toplanan yeni aydın ulema büyük bir yönetim gücü anlamına geliyordu. Ancak bağlı özerk halkların yönetim merkezlerinde de gelişmiş bir eğitim vardı. Diyarbakır, Bitlis, Bağdat, Konya, Avrupa'da da Üsküp, Saraybosna önemli merkezlerdi.

Arap bilim ve kültüründen bir geçiş dönemi olan Fatih zamanında, Alaeddin Tžsi, Hocazade Müslihiddin Mustafa Efendi ve Mevlana Abdülkerim Efendi gibi zamanın büyük bilginleri önemli rol oynamıştır. Fatih'in öğretmenlerinden biri olan Hocazade Müslihiddin Mustafa Efendi, 'Hanedanlar Çağında' skolastik kuramın temsilcisi idi. Fatih Sultan Mehmet, onun skolastik kuramını teşvik ederek Selçuklular döneminde İbnî Rüşt ile Gazali tarafından başlatılan felsefe ile din arasındaki eski İslam kavgasını canlandırmış, İran'dan konuyu sarayda tartışmak üzere Nasiriddun Tžsi'yi getirmiştir. Nasuriddin İbni Rüşt'ün din ile felsefenin bağdaştırılabileceğini ve mutlak tanrı düşüncesinin insan aklının almaya yeterli olduğu tezini savunuyordu. Diğer yandan Hocazade ise Gazali'nin tutumunu benimseyerek mantığın tıp ve matematik gibi gerçek bilimlere uygulanabileceğini, bunun dini konulara uygulanmasının ancak yanılgıya götüreceğini, bu yüzden dini bilimlerin mantık ve felsefenin iddialarına karşı savunulması gerektiğini ileri sürmekte idi. Sonunda Osmanlı Uleması, Padişahın da desteğiyle Hocazade'nin düşüncelerini kabul etti. Ve bilime doğru giderek daralan skolastik görüşü benimsedi. Bugün de iktidarın benimsediği görüş budur. Doğrusu tarihsel olarak sisteme hakim olan mantık, o eski zamanlardan bu yana skolastik görüştür.

Düzenin yeniden yapılanması ile ilgili günümüzün geçiş sürecinde, hükümetin zihniyetini belirleyen Osmanlı düzenidir. Birçok alamet vardır. Osmanlı'da memuriyet satın alınırdı. Sonra hem ödediği parayı geri çevirme, hem de k‰ra geçmek için bahşiş (rüşvet) alınırdı. Belki bugün memuriyetler satın alınmıyor, lakin bahşiş ve yüklenicilerden de komisyon mutlaka alınıyor. Farklı fikirlere tahammülsüzlük, sınav skandalları, üniversitelerin tamamen skolastik bir anlayışın tahakkümünde olması, 'cemaat ilmin'in esas alınması, hukuksuzluğun ayyuka çıkması gibi birçok işaret sayılabilir.

'Bir halk, şayet siyaset biliminde eğitim genel değilse, tüm sosyal kurumlardan bağımsız değilse, yurttaşların yüreklerinde uyandırdığınız coşku aklın emrinde değilse, kesin ve kalıcı bir özgürlüğe sahip olamaz.' (Condorcet) Ve bu geçiş süreci, mevcut anlayış ve zihniyetle kesin ve kalıcı bir özgürlüğü esas almıyor, lakin sadece 'uyruk' ve 'korunan sürü' zihniyetini esas alıyor.

Fethi SUVARİ *
*D Tipi Kapalı Cezaevi C1/12 DİYARBAKIR

Bedri Adanır'a Özgürlük !!!

Diyarbakır adliyesi, bugün Aram Yayınevi sahibinin duruşmasına ev sahipliği yapacak. Bu duruşma da daha öncekilerden çok farklı olacağa benzemiyor açıkçası.
Devlette tabular aynı, korkular aynı, paronayalar aynı...
İddianameyi okurken hem çok şaşırdım (çünkü Bedri'yi tanıyordum) hem de gayet doğal karşıladım. (Çünkü devleti ve Kürt'lere reva gördüğü adalet sistemini tanıyordum.)
Tutuklanan şahıs bir yayınevi sahibi idi. Hem de Kürt! Hem de Kürtçe kitaplara da yer veriyordu yayınevinde!
Öyle ya bu durumda yapılacak suçlama da belli...
Bastığı kitaplar ile toplum içerisinde örgüt propagandası yapıp, örgütün görüşlerini yayarak kökleşmesini sağlıyormuş...
Savcı ise iddiasının sonunda Bedri ADANIR'ın 'yeterince' tutuklanması için üst mahkemeye yazı yazarak, yayınevinin politikasını değiştirmediği gibi, satılan kitapların ucuz olmasını tutuklanmasına bir neden olarak göstermişti...
'Demokratik ülkeler', orta çağ zihniyeti ile intikam alan Diyarbakır adliyesinin yaptıklarını görüyor mu? Bilemem ama 43 kez propaganda ile yargılanan Bedri'nin çığlığını da duyuyor olmalılar.
43 kez propaganda. 43 haber. 43 röportaj. 43 fotoğraf. 43 harf. Çizgi, nokta, virgül. Bunlar ne kadar bölüyor düşünmek gerekiyor. Noktalarda, virgüllerde suç arama tekniği ve buna göre yargılamaların olduğu bir coğrafya...
Yayıncı ve muhalifsen al sana neden. Bandrol yokmuş, ucuz kitap satıl(a)mazmış. Neden bastığın 60 adet kitaptan 5 tanesi toplatılmış. Yayınevi politikasını neden değiştirmiyor...
Ve tüm bunlara uydurulmuş bir yargılama (Minareyi çalan kılıfını hazırlar misali). Senaryo yine aynı. Ülkenin bölünmez bütünlüğü!..
Sanıklar hep aynı! Bu coğrafyanın insanları, düşünürleri, savunucuları, gerçek sahipleri. Yani bu coğrafyanın esmer çocukları...
Tablo değişmiyor ki yayın politikası değişsin. Buradaki insanlar zengin değil ki pahalı kitap alsınlar. Burada yeterli eğitim var mı ki gazete ve dergilere ihtiyaç duyulmasın. Kaldı ki dünyanın en eğitimli ülkelerinde gazete ve dergi üretim ve okunma oranı çok çok yükseklerdeyken!..
Tutuklanma kararı alınırken sunulan gerekçeler tamamen deli saçması!
Düşünün ki bir ülkede, sistemi sorgulayan bir insanın, alternatif yaşam ve çözüm modelleri sunmaya çalışan bir yayınevinin ne gibi cezalarla karşı karşıya kaldığını!
Maruz kaldığı uygulamalar ile mağdur olan ve hapishanede olan onlarca gazeteci ve yayıncı var. 166 yıl 6 ay ceza alan Vedat Kurşun örneği dünyada bir ilktir mesela! (katledilenlerden bahsetmiyorum) Ve Türkiye tarihinde kara bir leke daha! Bu yayıncıların çoğu bu ülkenin ve bu coğrafyanın dili ile yayın yapıyorlar. Türkçe ve Kürtçe. Yani kullanılan dil ortak.
Hawar gazetesi ise kültür, edebiyat ve haber alanında yayın yapıyor. Ülkemizde ortak bir yaşamı savunan Aram Yayınları genelde edebiyat ve düşünce dizileriyle karşımıza çıkıyor. Ben okuduğumda bölünmedim aksine her iki dilde yayın yapan ve bizlere ortak duyguları yaşatan Bedri'ye 43 kez teşekkür etmek geldi içimden!
Umarım Aram Yayınevi sahibi Bedri ADANIR bir an önce özgürlüğüne kavuşarak bizleri, ülkemizi bu utançtan kurtarır.

Not: Mahkeme, Diyarbakır Adliyesi 6. Ağır Ceza Mahkemesinde bu gün yapılacaktır. Katılabilecek herkesi Bedri Adanır'a destek amaçlı orada bekliyoruz...

Bengül YAGIBASAN

26 Eylül 2010 Pazar

İsviçre’de çok dillilik etkinleşiyor

Yeni_Özgür_PolitikaTürkiye’de Kürtler için anadilde eğitim hakkını ‘bölücülük’ olarak algılayan bir devlet gerçekliği dururken, İsviçre her dört resmi dilini de eşit oranda etkili kılmak için bir komisyon kurdu.
Çok dilliliğin en önemli merkezlerinden olan İsviçre, okullarda, ticarette, iletişimde Almanca, Fransızca, İtalyanca, Romence dillerini kullanıyor. Buna rağmen resmi kurumlarda bu dillerin eşit ağırlıkta daha az kullanıldığını belirterek, çok dillilik komisyonu kurdu. Haziran ayından itibaren görevine başlayan delegeler, söz konusu dört ana dil grubunun ülke genelinde kullanımının dengelenmesinin sağlanmasını amaçlıyor. Çok dillilik delegelerinden Vasco Dumartheray söz konusu çalışmaların başında federal yönetimde Fransız ve İtalyan temsilcilerinin payının arttırılmasını amaçladıklarını belirterek, kimi bölgelerde bu iki etnik dilden görevlilerin bulanmadığını vurguladı. Söz konusu dil dengesinin ordu içinde de bulunmadığı, 4 dilin de ordu içindeki görevliler düzeyinde aynı orada kullanılmasının sağlanması da delegelerin amaçları arasında. Çalışmaların İsviçre Ulusal Fonu tarafından da desteklendiği belirtiliyor.

Gücünü farklılıklarla pekiştirdi
İsviçre’nin bağımsızlığını yeniden kazandığı 1815 yılından sonra, 1845 yılında Katolik ve Protestan kantonlar arasında bir iç savaş yaşandı. İsviçre topraklarındaki son silahlı çatışma olma özelliğini taşıyan bu iç savaşta, Katolikler daha üniter bir İsviçre fikrine karşı çıkmışlardır. 1848 Anayasası, bütünleşme yolunda işe yaramış ve kantonların yerel konularda kendilerini yönetebildiği bir merkezi otorite oluşturulmuştu. 1893 yılında “doğrudan demokrasi” uygulamasına yönelik yeniden düzenlenen anayasa günümüzde tek örneğini teşkil etmektedir.

İsviçre kimliğinin dayandığı unsurlar
İsviçre’nin farklı kültürel unsurlara dayanarak oluşturduğu ortak politik kültürün temel unsurları, öncelikle, federalizm, doğrudan demokrasi ve tarafsızlık olmuştur. Ulusal kimliğin önemli unsurlarından birini oluşturan doğrudan demokrasinin federal düzeydeki araçları, anayasal girişim ve referandum olmuştur. Böylece doğrudan katılım teşvik edilerek politik aidiyet vurgulanmaya çalışılmaktadır. 2006 yılında gerçekleştirilen bir ankete göre İsviçrelilerin yüzde 75’i bu kimliği taşımaktan gurur duymaktadır. Aynı anket sonuçlarına göre, İsviçrelilerin dayandığı 3 temel unsur, yine güvenlik, barış ve tarafsızlıktır. Ayrıca, İsviçre’nin ekonomik gücü ve sahip olduğu dünyaca ünlü markaları da bu ülke halkının kendilerini İsviçreli olarak tanımlamalarında önemli unsurlardan biri haline gelmiştir. ‘Willensnation’ (halkının idaresiyle ayakta duran ulus) ifadesi, İsviçre kimliğinin dayandığı önemli bir sembolü tanımlamaktadır.

“Çeşitlilik içinde birlik”(unity while maintaining diversity) deyimi, İsviçre resmi sitelerinde ve belgelerinde yer alan, çok kültürlülüğe ve çok dilliliğe vurgu yapmak amacıyla ve dünyaya İsviçre’yi tanıtırken kullanılan ve övünülen bir özellik olarak ön plana çıkarılmaktadır. Bu bağlamda, birlik ve çeşitlilik arasındaki dengeye vurgu yaparak ayakta kalmayı başaran İsviçre, farklı ulusları, dinleri, dilleri, bölgesel kültür ve ekonomileri biraraya getiren yapısıyla Avrupa Birliği önünde önemli modellerden biri olarak gösterilmektedir.

William Tell bir kahraman ve bir kurucu
AB örneğinde halkların aidiyet hissini artırma amaçlı milli gün, ortak değerler, ortak bayrak gibi sembollere vurgu yapılması örneğinde olduğu gibi, 1848 yılında bütünleşmeye önemli katkısı olan anayasal süreç ile birlikte ve ancak federal devlet kurulduktan sonra İsviçre’de de ulusal semboller aranmaya başlanmıştır. Bu anlamda, kökleri 14. yüzyıla dayanan ulusal bayrak, kantonların orduları arasında birbirlerini tanımalarını sağlamaya yönelik ortak bir sembol olarak 1848 yılında resmen kabul edilmiştir. Bu ulusal sembol, “Unus pro omnibus, omnes pro uno- Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” parolasıyla pekiştirilmeye çalışılmıştır.

Ayrıca William Tell, bu bağlamda bilinen en önemli ulusal kahramanlardan biri haline getirilmiştir. 14. yüzyılda İsviçre’nin merkezinde yaşadığı söylenilen fakat gerçek varlığı hiçbir zaman kanıtlanamayan Tell, tarihi bir figürü temsil etmektedir. Alplerin cesur kimliğini simgeleyen bir kahraman olarak gösterilen William Tell, canlandırıldığı hikaye ya da oyunlarda 14. yüzyılda İsviçre Konfederasyonu’nun kurucusu olarak şu sözlerle sahnelenmektedir: “Bize tek bir kardeşlik, ihtiyaçta birlik ve tehlikede ayrılmazlık kurmamıza izin verin!” Dolayısıyla İsviçre kimliğinin oluşumu, 14. yüzyıldaki soylu hakimiyetinin yerini kardeşliğin alması olgusuyla mitlerle açıklanmaya çalışılmaktadır. Benzer şekilde, ulusal feminen bir ikon olarak “Helvetia” önemli bir figür olmuştur. Kantonları bir arada tutan federal devleti sembolize eden Helvetia, çocukları arasında uyum yaratmaya çalışan tarafsız orta yaşlı bir anneyi temsil etmektedir ve örneğin bozuk paraların üzerinde bir sembol olarak kullanılmaktadır. Her iki figürde günümüzde hala kullanılmaya devam etmektedir ki Tell, İsviçre halkının özgürlüğü ve bağımsızlığının simgesi ve Helvetia ise konfederasyon içindeki uyum ve birliğin simgesi olarak gösterilmektedir.

Coğrafik etkenler
İsviçre ulusal kimliğinin şekillendirilmesinde bu ülkenin coğrafi özelliklerinden de yararlanılmıştır. İsviçre’yi değerlendiren bazı entellektüellere göre, bazı sembollerin bir ulusun en önemli parçası olduğunu, İsviçrelilerde de bu sembolün Alp Dağları olduğunu belirtiyor. 1800’lerin ortalarında 1870’lere kadar olan Alplerin İsviçre kimliğindeki yerini “doğanın ulusallaştırılması” (nationalization of nature) olarak adlandıran yazar Zimmer, bu dönemden II. Dünya Savaşını’nın sonuna kadar geçen süreyi “ulusun doğalaştırılması” (naturalization of nation) olarak adlandırmaktadır. Bunun nedenini ise, ilk dönemde Alpler hakiki İsviçrelileri yansıtırken, sonraki dönemde Alpin görünümün ulusal karakterin belirleyicisi olarak betimlenmesine bağlamıştır.

Devlet farklılıklara göre şekillendi
Federal yapı içinde İsviçre kimlik düzeyleri, komünal (belediye), kantonal, dil ayrımına dayalı bölgesel (Almanca, Fransızca, İtalyanca ya da Romence konuşanlar), ülkesel ve kıtasal anlamda Avrupa olarak tanımlanabilir. Kimlik kategorilerindeki bu farklılık federal yapıda görevlerin de benzer tabakalar arasında bölünmesine neden olmuştur (federal, kantonal ve komünal görevler). 2000 yılı sonuçlarına göre, bu yapılanma içinde dil bölgelerine olan bağlılık son yıllarda artış göstermektedir. Kısacası, İsviçre kimliği farklı kültürleri bir arada tutan politik bir oluşumun simgesidir.

Dahası İsviçre oluşumu, bir nevi puzzle’dır. Küçük küçük topraklar ve az çok bağımsız ülkeler, bazen tek tek bazen birlikte fetih ya da satın alma ile bir araya getirilmiştir. 550 yıl gibi bir süreçte, merkezi, başkenti ve ortak bir hükümeti bulunmayan bu oluşumda, güvenliğin garanti altına alınmış olması, bu yapının üyeleri için yeterince çekici gelmiştir. Sonuçta, dilsel, dinsel ve kültürel anlamda 26 ayrı kantonu bir arada tutan unsur, “İsviçre federasyonunun kantonlara, kendi bireysel kimliklerini koruma izni vermesidir” diyebiliriz.
ALİ ÖZŞERİK/ZÜRİH

Yeni bir Kürt Konsepti mi Oluşturuluyor?

Son dönemlerde çok fazla basına yansıtılmasa bile Federal Kürdistan'da çok yoğun bir diplomatik trafiğin yaşandığı görülmektedir. Bir taraftan 7 aydan beri kurulmayan Irak merkezi hükümetinin diplomatik görüşmeleri, diğer taraftan bölgedeki Kürtlerin kaderini etkileyecek olan Kürt sorunu merkezli diplomatik görüşmeler yoğunluk kazanmaya başladı.

Irak merkezi hükümetin kurulma çalışmaları ile bölge de Kürt sorunu görüşmeleri her ne kadar birbirinden ayrı gibi görünse iyice irdelendiğinde pekte öyle olmadığı rahatlıkla görülecektir. Irak'ta kurulacak olan yeni hükümette Kürtler ne kadar ağırlık kazanacak, Federal Kürdistan Bölgesi giderek güçlenecek mi yoksa merkezi hükümet tarafında sınırlandırılacak mı?

Kürtlerin bölgedeki ve uluslararası arenadaki konumlarının ne olacağı bölgedeki güçler tarafında yakından takip edilmektedir. Kürtleri inkar politikası yürüten güçlerin tüm çabası Federal Kürdistan Bölgesinin bölgedeki konumunu zayıflatmaya dönüktür. Onun için bu güçler Kürtlerin ağırlık kazanacağı bir merkezi Irak hükümeti istememektedirler.

Bundan bir iki gün önce hiçbir resmiyeti olmamasına rağmen Irak Petrol Bakanı Hüseyin el Şehristani ile Türkiye'nin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ile Kerkük-Yumurtalık ham petrol boru hattı anlaşması yenilenirken Iraklı bakan tarafından çok önemli bir başka ayrıntıya imza atıldı.

Türk ve Iraklı bakanlar arasında imzalanan metinde Kürdistan Bölgesi’nden çıkarılan ham petrol ve doğal gaz ihracatını da Irak devletinin iznine bağladılar. Bu adımı eski Kürt parlamenter olan Sami Etruşi bu durumu şu şekilde değerlendiriyor: 'Şimdide bu anlaşmayla Kürdistan'ın Nabucco projesine katılmasını engellemeye çalışıyor. Tabi burada elbette siyasi bir amaç söz konusu, bunu yasalar veya halkın çıkarına bağlamak söz konusu olamaz.'

Uluslararası dev bir proje olan Nabucco'ya Kürt bölgesinin dahil olmasını bölgedeki hangi güç ister. Irak merkezi hükümetin kurulmamasının elbette Kürt sorunundan farklı sebepleri de vardır. Ama Kürt sorununun bölgedeki güçlerin yumuşak karnı olması ve bölgedeki tüm güçlerin üzerinde mutabık kaldığı tek sorun olduğunu unutmayarak bu çerçevede Kürt sorunun Irak'ta hükümet kurma çalışmalarına etkisini görmek lazım.

Kürtlerin geldiği düzey itibariyle bölgedeki güçlerin Kürtleri inkar politikasını sürdürmekte oldukça zorlandıkları görülmektedir. Uluslararası ve bölgedeki koşullar bu güçleri Kürt politikasında değişikliğe zorlamaktadır. Burada dış koşullardan ziyade Kürtlerin kendi iç dinamikleri daha belirleyici bir konumdadır. Kürtler giderek bölgede öz güçlerine dayalı olarak ayakları üzerinde duracak gücü adım adım elde ediyorlar. Bu durum dört parçadaki Kürtler içinde ciddi bir özgüven ve moral kaynağı yaratmıştır.

Kısa bir süre önce Ahmet Türk başkanlığında gelen DTK ve BDP heyetleri hemen arkasında dört parçadaki Kürt kadınlarının ulusal Kürt Kadın Konferansının ikinci toplantısını Hewler'de yapmak için yapmış oldukları toplantı Kürt kamuoyu tarafında yakından takip edildi. Yine Leyla Zana ve heyetinin Federal Kürdistan'da yapmış oldukları diplomatik görüşmeler büyük bir ilgi ile karşılanmış Federal Kürdistan basını tarafında geniş yer verilmiştir. Ahmet Türk başkanlığında gelen heyet oldukça büyük bir ilgi ile karşılanmıştı. Zamanları olsaydı Federal Kürdistan'da toplanan dört parçadaki aydınlar, parti temsilcileri ve çeşitli çevreler görüşme talebinde bulunmuşlardı. Fakat zaman kısıtlığından kaynaklı bu görüşmeler gerçekleşmemiştir.

Bunları dile getirmemin sebebi dört parçadaki Kürtlerin kendi aralarındaki ilişkilerinde nitelik değişikliğinin geldiği düzeyi kısmı de olsa gözler önüne sermeye çalışmaktır. Sınırlar giderek anlamsızlaşıyor beyinlerde, düne kadar hayal olan Kürt ve Kürdistan inşası gerçekleşiyor. Elbette bugünlere kolay gelinmedi, bundan on yıl öncesi düşünüldüğünde bugün gelinen düzeyin birçok eksikliği olsa da azımsanmayacak bir mesafe olduğu görülecektir. İç ve dış koşullar dört parçadaki Kürtlerin giderek çeşitli ortak kurum ve kuruluş çatıları altında bir araya gelmeye zorlayacaktır. Bu tren bu raya girmiştir, ona O dönüşü yaptırmak oldukça güçtür.

İşte tamda bu noktada 21 Eylül 2010 günü Türkiye'nin Bağdat Büyükelçisi Murat Özçelik'in Federe Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani ile görüşmesini, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Amerika ziyaretleri ve yakın zamanda Türkiye İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın Irak, Federal Kürdistan, İran, Suriye ve Avrupa ülkelerine yapacağı diplomatik geziler bölgede oluşan yeni konjektöre uygun bir Kürt politikası oluşturmaya dönüktür.

Mevcut konumda İran, Irak, Suriye ve Türkiye'nin dayanmış olduğu Kürt inkar politikasının hiçbir anlamı kalmamıştır. Türkiye'nin yaşamış olduğu bu telaş onların çokça dile getirdiği gibi demokratik standartları yükseltme telaşı değildir. Onların telaşı Kürtlerin kaderini Kürtlerin ellerine teslim etmeme telaşıdır. Kürtler artık onlardan hiç bir şey beklemeden kendi öz güçlerine dayalı olarak ihtiyaç duymuş oldukları kurum ve kuruluşlarını kurmaya başladılar. Onları tedirgin eden noktada bu durumdur.

Bu diplomatik yoğunluk Kürt sorununu bölgede çözmeye yönelik bir adımdan ziyade biraz daha inceltilerek, Kürt rengi de katarak oluşturmak istenen yeni Kürtleri inkar politikasının ön adımları olarak yorumlamak gerekiyor diye düşünüyorum. 

YUSUF ZİYAD -ANF

25 Eylül 2010 Cumartesi

Aile İmamlığı

Habere göre, cami imamları aynı zamanda ailelerin de imamlığını yapacakmış…

İmam artık sadece camide bulunmayacak, dışarıda toplum hayatına daha fazla karışacakmış…

Anlaşmazlıkları çözecek, insanların dertlerini dinleyecek ve danışmanlık yapacakmış…

Bir yoruma göre, imamlar kitle içinden bilgi toplayıp yetkili makamlara bildirecekler…

Aile imamlığının başlıca görevi bu olacak…

Bu amaçla birkaç ilde pilot uygulama başlatılmış durumda ve uygulama giderek yaygınlaşacak…

Bu uygulama yıllardan beri değişik biçimde Almanya’da hayata geçiriliyor.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve onun Almanya’daki temsilcileri olan konsoloslukların Türkiye kökenli halkı denetlemekte ve etkilemekte başlıca kaynakları cami imamlarıdır.

İmamlar milliyetçi hutbeler verirler, insanların devletlerine bağlı kalması için konuşurlar, sohbetler yaparlar.

İmamlar başka işlere de yararlar…

Almanya’da ve genel olarak bütün Avrupa ülkelerinde yaşanılan büyük dolandırıcılık olayını biliyorsunuz: bazı şirketler yüksek kazanç payı dağıtacakları vadiyle çok sayıda insandan büyük miktarda para topladılar ve ardından da iflas edip ortadan kayboldular.

Mağdurların kesin sayısı bilinmiyor ama büyük çoğunluğu Almanya’dan olmak üzere Avrupa çapında 800 bin ile bir milyon arasında tahmin ediliyor. Toplanan para ise tahmini olarak 25 Milyar Avro…

Geniş bir çevreden bu kadar yüksek miktarda para toplanmasında camim hocaları etkin rol oynuyor. Genellikle işe doğrudan karışmıyorlar ama para toplamak amacıyla dolaşan kişileri cemaate tanıtıyorlar. Ya da dolandırıcıların sağlam referansları oluyorlar.

Ardından inanılması zor şeyler oluyor: çok kişi senet adı altında uyduruk bir belgeyi okumadan imzalıyor. Bazıları ise karşısındaki “dini bütün” kişilere güvenip, makbuz bile almadan yüksek miktarda parayı veriyor.

Yıllar sonra uyduruk da olsa senet imzalamış olanların bir bölümü mahkemeye gidip hakkını aramaya çalışıyor. Makbuz bile almamış olanların ise yapabilecekleri bir şey yok…

Sadece “kefen paramı çaldılar” diye gösteri yapıyorlar ama bununla ulaşabilecekleri sonuç da bulunmuyor.

Olup bitenler cami hocalarının Türkiyeli kitle üzerindeki etkisini gösteriyor.

Aile imamı adı verilen uygulama, esasen var olan bu etkinin başka alanlara da yayılmasını amaçlıyor.

Burada kitleden bilgi toplamak konunun sadece bir yanıdır.

Toplumu bir arada tutan bağlar gevşiyor. Devlet ve hükümet yıllardan beri Malazgirt Zaferi’nden başlayarak günümüze kadar kazanılmış başlıca savaşları resmi törenlerle kutlarlardı. Toplumları bir arada tutan önemli etkenlerden bir tanesi de ortak geçmiştir.

Bizde bu ortak geçmiş savaş yıldönümleri ve bitmek tükenmek bilmeyen törenlerden oluşur.

Filanca ilin kurtuluşunun bilmem kaçıncı yılı, Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin bilmem kaçıncı yılı kutlanır. Eskiden İstanbul’un fethinin ve Çanakkale savaşının yıldönümleri sürekli kutlanırdı. Toplumu birbirine bağlayan bağlar zayıfladıkça akla gelen her şey kutlanmaya başlandı: Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, Preveze, Sarıkamış…

Anayasa referandumundan sonra “toplum üçe bölündü” olarak ifade edilebilecek saptamanın belirli bir gerçekliği var. Kimse ötekinin hakim değer yargılarını kabul etmiyor.

Bir toplumun bir arada yaşayabilmesinin ilk koşulu, herkesin ortaklaşa kabul edebileceği değerlerdir. Bu değerler bugüne kadar Türk milliyetçiliği ve şanlı tarihimiz çerçevesinde şekillenmişti. Bunların etkisi eskisine göre büyük oranda azalmış durumda. Milliyetçiliğin daha da güçlendirilmesinden vazgeçilmeyecek olsa bile, bunun da süreklilik kazanan Kürt muhalefeti karşısında eskisi kadar etkili olamayacağı görülüyor.

Devlet ve hükümet, ortak demokratik değerleri oluşturmak yerine, bu kez dini değerleri daha da öne çıkartmayı deneyecek gibi görünüyor.

“Hepimiz Müslümanız” ortak değeri temelinde toplumsal yapının sağlamlaştırılması öngörülüyor.

BDP’ye karşı İslamcı temelde bir muhalefetin örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin devlet olanaklarıyla desteklenmesi söz konusudur.

Böyle bir durum zaten var ve yakın gelecekte daha fazla ortaya çıkacaktır.

BDP'li Belediyeler ve Eleştiri

Kürt hareketinin devlet zoruna karşı koyuşunun zirve yapmasının ardından tekçi yapısına itiraz ederek kimliklerine sahip çıkan ve bunu siyasal bir formasyona büründüren Kürtler, kitlesel olarak da edilgen çevrenin merkezinde çelik bir çekirdeğe dönüştü.

Büyük bir mücadele azmi, direnci ve elbette karşılığını da ödeyerek edilgen çevrenin içinde yeni halkalar açtı. Bu yolculuk farklı biçimlerde kendini yenileme yeteneği kazanarak, kimi zaman biçimsel format değişiklikleriyle devam ediyor.

Katı bir örgüt şeması olmasına rağmen bütün siyasal hedefli organizasyonlar gibi ve özellikle halk hareketlerinin doğası gereği Kürt hareketi de toplumsal tasavvurunun nüvelerini daha geniş yerleşim birimlerine taşımak istedi. Yasal zeminde aktüel politikaya dahil olmak, bunun önünü açan uzun soluklu bir uğraş oldu. Nihayet nüfuz alanına denk düşecek ve/veya yetecek oranda yerel yönetimleri devralma, bu uğraşın meyvesi olarak göründü. 4-5 gencin 40-50 bin nüfuslu kentlerde gizli buluşmalarının gerekçesi olan siyasal donanım, o kentleri yönetecek kıvama geldi. Bu sıradan ve azımsanacak bir başarı değildi. Dolayısıyla 'kendimizi ve kentimizi biz yöneteceğiz’ isteminin kararlılığında somutlaşan özyönetim, bugün dile getirilen Demokratik Özerklik özgüvenine kaynaklık etti.

Özetlemeye çalıştığım bu halk dinamizmi, bugün 98 BDP’li belediye ve Türkiye Meclisi’nde temsil edilen BDP Grubu olarak mevcudiyetini koruyor.

Konumuz olan belediyelerde her şey yolunda mı?

Bu sorunun cevabını vermeden Kürtler için netameli olan bir soruyu ne hakla soruyoruzun cevabını vereyim. Biz gazeteciyiz. Elbette yüzümüzü egemen devletlere ve onların izdüşümlerine çevirip kalemimizi kırpmadan kelimelerimizi yüzlerine fırlatacağız. Yalan, hile, haksızlık ve insan soyuna ihanetlerini deşifre edip milyonlarla paylaşacağız. Bu, asli işimizdir ama biz, içinde yer aldığımız Kürt sokağını gözardı edemeyiz. Yerel düzeyde de olsa kısmi Yürütme erkinin mekanizmalarını eleştiriden muaf tutamayız. Elbette BDP ve yansıması olduğu ana yapı eleştirilir hem de sert eleştirilir. Şerhlerimiz şunlar olmalı:

* Doğru bilgiye dayalı analiz; üstüne bina edilen eleştiri egemen ulus psikolojisinin kibirinden uzak olmalı.

* Kürt aydınının BDP'yi eleştiri platformu Türk medyası olmamalı. Ki, yapılanların çoğu eleştiri değil, aferin katsayısını artırma gayretinin getirisini beklemenin dramadır.

* Kürt gazeteci de BDP’yi ve dolayısıyla belediyeleri bunları gözönünde bulundurarak eleştirebilir.

Sorunun Cevabı

Şimdi bu çerçeveye sadık kalarak, sorumuzun cevabını verelim. BDP’li belediyelerde maalesef her şey yolunda değil. BDP’nin mirasını devraldığı DTP’nin yerel seçimlere giderken halka sunduğu bir vizyon ve kendisini bağladığı taahhütler var. Kentlerini yönetmeye başlayan Kürt siyasetçiler, yönetim ve hizmet denklemini Türk siyasal yapılanmasından farklı, dünyadaki demokratik örnekleri de baz alarak kendine özgü bir model üzerine kuracaklarına dair yükümlülük altına girdiler. Demokratik Özerkliğin ana damarları olacak belediyeler, halkın azami düzeyde yönetime katılmasını, karar süreçlerini etkileme hatlarının açık tutulmasını ve hizmet önceliklerini belirleyebilme hakkını mahfuz tutmasını sağlayacaktı. Bunun hem ana hem de lokal formülasyonu, bütün talipler tarafından benimsenmiş ve onbinlerin önünde tekrar edilmişti. Temel paradigmasını cevaz verdiği şehirciliği esas alacak ve nüfusun dil, kültür ve inanç gerçeğini kamu alanına taşıyacaktı. Elbette Türk devleti, hem Yargı ve hem de onu etkileyen Yürütme gücüyle üzerlerine gelecekti, geldi ve geliyor. Yerel yönetimlerin yüzlerce kadrosu devlet zorbalığının gadrine uğradı ve halen önemli kentlerin belediye başkanları cezaevlerinde. Kürt siyaseti bu yönelimlerin acemisi olmadığı için mevcut tabloyu izaha yetmez.

Nedir yapılamayan?

Basit ama belirleyicilik ölçütü açısında ciddi örnekler verelim:

• Çok dilli belediyecilik Kürt siyasal yapısının Türkiye ile tanıştırdığı bir anlayış. Üstelik topraklarımıza uygun teorik çerçevesini ve uygulama sahasını da kendileri belirleyip, hayata geçirmiş. Halen tutuksuz yargılanan Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, bunun ceremesini çektiği gibi bedelini de ödedi. Görevden alındı ama halk, tekrar Sur’un anahtarını teslim etti. DTP ve belediye başkan adayları bu de facto duruma ortak olacaklarını duyurdu. Toplumla yazılı/sözlü sözleşme yaptı. Anadilin Kürtlerin temel talepleri ama devletin kırmızı çizgileri arasında yer aldığı bilinmesine rağmen, büyük oranda fiili bir durum ve durumun deklare edilmesine tanık olmadık.

• Dil meselesiyle bağlantılı ve iletişim araçlarıyla medyanın kullanımını da kapsayan diğer bir örnek. 98 belediyenin önemli bölümünün bir web sayfası yok. Van ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin hem fonksiyonel hem Kürtçe ve İngilizce versiyonları da olan web sayfaları mevcut. Kayapınar’ın Kürtçe bölümünde başlıklarla yetinilmiş, Tatvan’nın Kürtçesi kısmen. Iğdır, Şırnak ve Siirt gibi büyük kentlerin bile yok. Üstelik Siirt’in Arapça; Iğdır’ın Azerice duyarlılığı olması gerekirken bunlardan mahrum bırakılmış. Geri kalanlarında da Türkçe tek dil. Çoğunda kentlerin tarihi bile herhangi bir Türkçe ansiklopediden aktarmakla yetinilmiş. Öyle ki Doğubayazıt Belediyesi ‘Ahmed-i Hani’ yazarak web ziyaretçilerine bir x’yi bile çok görmüş. Dersim gibi bir yerin belediyesi web sayfasına 'Zazaca’ yanlış tanımıyla müjde vermesine rağmen maalesef fonksiyonsuz bir linkten ibaret bırakmış.

• Belediyecilik, sadece kilit taşların döşenmesi veya kozmetik müdahalelerle geçiştirilebilinir mi? Kentlerimizin 80 yıllık birikmiş altyapı sorunlarından tutun imar planı ve problemleri, kent içi ulaşım, temizlik, yeşillik, kent-insan bütünleşmesi vs… Bütün bunların yanı sıra kentlilik bilinci ve ona göre hizmet skalası olmalı. Merkezi yönetimin bariyerlerinin inadına kent bileşenlerinin de katılımıyla hizmetin öncelliği, biçimi, süresi ve kaynağı ele alınmalı. Bu konuda belediyelerimizin çoğu bütüncül bir fotoğraf vermiyor. Ne hizmette Van Belediyesi ne de katılımcılıkta Hakkari Belediyesi baz alınmıyor. Van Belediyesi, iflas eşiğinde devraldığı belediyenin adından olumlu söz ettirir; Hakkari Belediyesi kentin bütün bileşenlerini, ileri gelenlerini karar süreçlerine dahil eder ama belediyelerimizin çoğu bu çabaların meyvelerini görme yanlısı olmayı zor görüyor.

• Referandum süreci ve sonuçlarına iyi bakmak lazım. Tek tek kent sonuçları elimde olmasına rağmen detaylara boğmayacağım. Ancak şu kadarıyla yetinmeliyim. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir'in, bir hedef belirleyip kendi pozisyonunu ortaya koymaktan tereddüt etmediği bir ortamda bazı başkanların kentin bütün mahallelerine bile gidememesini tembellikle izah edip geçemeyiz. Eğer bir kentin esnafı, sadece BDP’li belediyeyi Türk siyaset temsilcisi selefini arattığı için sandığa gitmişse orda alarm zilleri çalıyor demektir. Üstelik her BDP’li belediyenin etrafında BDP’li olmayan belediyeleri de almayı erteletmeyecek gıptayı sağlaması önemliyken…

Simsarlar Sevinmesin

Bu örnekleri uzatmanın anlamı yok. BDP’li belediyeler Türk siyaset bezirganlarının koca köyler olarak bıraktıkları kentleri; kültür, sanat faaliyetleri ile hizmet anlayış ve şevkleriyle yaşanılır mekanlar haline getirdi. Büyük bir özveriyle, devlet kıskacına rağmen sınırlı ekonomik kaynaklarla cebelleşiyor. Pusuda bekleyen Türk siyasetinin coğrafyamızdaki brokerlarını sevindirmeyelim. Daha iyisini yapabilme potansiyelimiz var; hem insan kaynağı hem de siyaset projeksiyonu açısından. Bırakın size kara çalacakların dilleri, sadece dişlerle çevrili bir alanda kıpırdayan birer uzuv olarak kalsın. Çocuğuna istediği adı koyamayan, anadilinde eğitim veremeyen ya da coğrafyasının adından ürken simsarlar, çerçilikleriyle kalsın. Hayalleri bile Kemalizm ve Türki İslam ile türevlerince çembere alınmışken aynı faşist dairenin içinde herhangi bir noktada durmayı tercih sananlar sizden utanabilsin. Şeref, haysiyet ve onur, soyut kavramlar değil; insan bütünlüğünün hakikat sınavında bedeller ödeyerek vicdanına karşı başı dik durmasıdır. BDP’li belediye başkanlarının bunun farkındallığını fazlasıyla yaşayan insanlar olduklarına inanan bir gazeteci olarak isteğim: Özgürlüğünden korkan insan enkazlarına karşı bizi rüsva etmeyin…

tuncelfikret.blogspot.com

AKP'den Sosyalistlere Karşı Yeni Bir Reichstag Yangını Davası

Bundan 77 sene önce, genel seçimle kazandıkları iktidarı mutlak bir diktatoryaya çevirmek ve bütün muhaliflerini yok etmek planlarının ilk adımı olarak Alman Parlamentosu Reichstag binasını ateşe veren Naziler, kendi elleriyle gerçekleştirdikleri bu provokasyonu komünistlerin üzerine yıkmışlar; düzmece iddialarla başlattıkları tutuklama terörüyle önce komünistleri, sosyalistleri, aydınları, sendikacıları daha sonra da din adamları da dâhil olmak üzere kendilerine karşı olan herkesi toplama kamplarına doldurmuşlardı.
Ne yazıktır ki, 77 sene sonra dünyanın bir başka coğrafyasında, Türkiye’de aynı senaryonun sahneye konulduğuna tanık olunmaktadır.
Referandum öncesinde, toplumun her kesimine demokratikleşme vaatlerini bol keseden dağıtan, evet çıkması durumunda derhal yeni Anayasa çalışmalarını başlatacağını, ileri demokratik bir düzen tesis edeceğini iddia ederek herkesin ağzına bir parmak bal çalan, bu vaatlere kimi menfaatleri icabı, kimi de halis niyetlerle kapılan bir dizi liberal, demokrat ve sosyalist aydını kanal kanal gezdirerek evet propagandası yaptıran AKP; referandumun üzerinden henüz iki hafta geçmemişken, muhaliflerini ezmek, mutlak iktidarını pekiştirmek amacıyla yeni bir gözaltı terörü başlatmıştır.
21 Eylül 2010 günü sabaha karşı saat 05.00 sıralarında, Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) İstanbul İl Binasına, Kadıköy İlçe Merkezine, SDP ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) üyelerinin evlerine devletin kolluk güçleri tarafından baskınlar düzenlenmiş; yüzleri kar maskeli, çelik yelekli özel harekât timlerince parti binaları darmadağın edilmiş, bu binalarda bulunan bilgisayarlara, çok sayıda görsel ve yazılı malzemeye el konmuştur.
Operasyonlarda, SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan, Toplumsal Özgürlük Platformu sözcüleri Oğuzhan Kayserilioğlu ve Tuncay Yılmaz, SDP Genel Başkan Yardımcısı Günay Kubilay, SDP Genel Başkan Yardımcısı Ecevit Piroğlu, SDP MYK Üyesi Ulaş Bayraktaroğlu, SDP PM Üyesi ve İHD İstanbul Şube yöneticisi Sultan Seçik, SDP Üyesi Özgür Cafer Kalafat,  İstanbulda evlerine baskın yapılarak,  Toplumsal Özgürlük dergisi okurlarından Semih Aydın da Bursa'da gözaltına alınmıştır ve halen de gözaltında tutulmaktadırlar.
Ayrıca Demokratik Dönüşüm dergisinin yazıişleri müdürü Özgür Aytukum, Red dergisi yazarı Hakan Soytemiz ve Bilim ve Gelecek dergisi editörü Baha Okar’ın da aynı kapsamda göz altında tutuldukları bilgisi edinilmiştir.
 
DÜZMECE SUÇLAMALAR

Demokratik kamuoyunca tanınmış, mensubu oldukları Parti ve Platformlarını en üst düzeyde temsil eden,  yasal ve demokratik zeminlerde ezilenlerin ve emekçilerin sorunları etrafında mücadele veren arkadaşlarımız, tamamen uydurma gerekçelerle, illegal bir silahlı örgüte üye olmakla itham edilmektedirler.
Gerek Sosyalist Demokrasi Partisi ile Toplumsal Özgürlük Platformu'nun, gerekse gözaltına alınan yönetici ve üyelerimizin, üyesi olmakla itham edildikleri Devrimci Karargâh isimli örgütle hiçbir bağlantıları bulunmadığı gibi; siyasi köken, mücadele tarz ve anlayışı itibarı ile de en ufak bir ilgileri bulunmamaktadır.
Bütün bu hususlar hükümet, emniyet güçleri ve yargı organlarınca da gayet iyi bilinmekte olmasına karşın, referandumda boykot çizgisini benimseyen, AKP'ye muhalif sosyalistlere karşı; Hitler'in propaganda bakanı Goebbels'in ruhuna rahmet okutacak bir dezenformasyon, kara çalma ve iftira kampanyası sürdürülmektedir.
Son olarak, geçtiğimiz günlerde yayınlanan kitabında Fetullah Gülen cemaatinin emniyet teşkilatı içindeki örgütlenmesine ilişkin iddialarıyla gündeme gelen emniyet müdürü Hanefi Avcı’nın ismi de bu dezenformasyon kampanyasına dahil edilerek, kafalarda soru işareti yaratılmak ve işin ucu Ergenekon örgütüne bağlanmak istenmektedir.
 
İŞTE AKP’NİN İLERİ DEMOKRASİSİ

Yasama ve yürütmeyi bütünüyle elinde bulunduran, yargıyı da büyük ölçüde avucunun içine alan ve referandum sonrası Anayasa değişiklikleri ile tamamen ele geçirecek olan, son Yüksek Askeri Şura kararlarının alınış sürecinin de açıkça ortaya koyduğu üzere beğenmediği unsurları tasfiye ederek askeriyenin komuta kademesini kendisi belirleyen, emniyet teşkilatına tamamen hâkim olan, üniversite üst yönetimleri ile yazılı ve görsel basının önemli bir bölümünün desteğine sahip olan AKP, referandum galibiyeti sonrası mutlak hükümranlığını konsolide etme yolunda ilk adımlarını atmaktadır.
AKP tüm muhalefeti sindirme ve tasfiye etme planını üç ayrı çuval üzerinden yürütmektedir. İlki halka karşı korkunç suçlar işleyen kontrgerilla faaliyetlerinin örgütleyicisi ve uygulayıcısı eli kanlı faşist katillerin yanı sıra, bunlarla ilgisiz unsurların da dâhil edilerek tasfiye edildiği bilinen Ergenekon çuvalıdır. İkincisi Kürt muhaliflerin bilâ tefrik doldurulduğu PKK-KCK çuvalıdır. Devrimci ve sosyalist muhalifler ise Devrimci Karargâh çuvalına doldurulmak istenmektedir.
Adı geçen örgüte ilişkin olarak daha önce gerçekleştirilen soruşturma ve yargılamalarda izlenen keyfi tutum, Vatan Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Aylin Duruoğlu gibi kamuoyunca tanınan, bilinen, bütün hayatı gözler önünde olan insanların illegal silahlı örgüt üyesi olarak mahkum edilmeye çalışılması, örgütle hiçbir alakası bulunmayan sıradan insanların düzmece ve hayatın olağan akışına aykırı iddialarla aylarca tutuklu vaziyette cezaevlerinde tutulmaları hafızalardan silinmemiştir.
Aynı oyun bu kez demokratik alanda faaliyet yürüten SDP ve TÖP yönetici ve üyelerine karşı sahneye konulmaktadır.
 
SDP VE TÖP NEDEN ÖNCELİKLİ HEDEF SEÇİLMİŞTİR?

Türkiye sosyalist hareketinin 12 Eylül darbesi öncesindeki kitleselliğinden mahrum olduğu, saflarının da oldukça parçalı bir görünüm arz ettiği bir konjonktürde, hükümetin sosyalistlerin tasfiyesini öncelikli hedef olarak benimsemesinin, referandum sonrası bunun ilk adımını da SDP ve TÖP’e karşı gerçekleştirdiği operasyonla atmasının, AKP’nin genlerine işlemiş anti-komünizm ve karşı-devrimciliğin ötesinde de bir dizi sebebi bulunmaktadır. Şöyle ki:
    SDP ve TÖP Anayasa referandumunda AKP’nin ileri demokrasi yalanlarına itibar etmemiş, boykot tavrını göstermişlerdir.
    SDP ve TÖP, hâlihazırda ülkemizdeki en önemli sorunun Kürt sorunu olduğu tespitini yapan, Kürt sorununda demokratik çözümü destekleyen ve Kürt halkının siyasi temsilcileriyle Türkiye sosyalist hareketinin stratejik ittifakını savunan enternasyonalist çizginin temsilcileridir.
    SDP ve TÖP, sosyalist hareketin yeniden yapılandırılması ve enternasyonalist sosyalistlerin birliğini gerçekleştirme sürecini başlatmak için bir süreden beri devam ettirdikleri birlik görüşmelerini belirli bir olgunluğa getirmiş ve birleşme adımını atmak üzere olan siyasi yapılardır.
    AKP'nin başını çektiği egemen güçler, SDP ve TÖP’ün birlik sürecinin sosyalist hareket nezdinde bir sinerji yaratmasından, ardı ardına başka sosyalist yapı ve aydınların da birlik sürecine katılma kararlarını deklare etmelerinden; bir yandan militarizme ve şovenizme, diğer yandan da emperyalizme ve ABD işbirlikçisi AKP’ye karşı mücadele etmenin mümkün olduğunu gerek düşünsel üretimiyle gerekse eylemiyle ortaya koyan bir siyasi hattın güç kazanmasından kaygılanmaktadırlar.
Bilinmelidir ki AKP’nin sosyalistlere karşı giriştiği bu tasfiye operasyonu ne ilk ne de son olacak, tasfiyeler sosyalistlerle de sınırlı kalmayacak, tüm muhalefetin bastırılmasına, ülkenin AKP için dikensiz bir gül bahçesine çevrilmesine kadar sürdürülmek istenecektir.
AKP’nin referandum sonrası ilk iş olarak ele aldığı bu Reichstag Yangını Davası benzeri tasfiye etme operasyonu boşa çıkartılmalı, SDP ve TÖP yöneticileri başta olmak üzere gözaltına alınan tüm sosyalistlerin serbest bırakılması için tüm aydınlar, sanatçılar, akademisyenler, demokrat ve ilerici insanlar seferber olmalıdırlar.
Aksi takdirde Alman muhalif din adamı Martin Niemöllerin sözleri, sesini yükseltmeyen herkes için bir gerçeklik halini alacaktır:
Naziler komünistleri götürdüklerinde sustum. Çünkü ben komünist değildim.
Sendikacıları götürdüklerinde sustum. Ben sendikacı da değildim.
Sosyalistleri içeri aldıklarında sesimi çıkarmadım. Ben sosyalist değildim.
Yahudileri tutukladıklarında sustum. Çünkü ben Yahudi değildim.
Beni götürdüklerinde, geride artık karşı çıkabilecek kimse kalmamıştı.

SDP MYK
Sosyalist Demokrasi Partisi
Merkez Yürütme Kurulu
23 Eylül 2010

23 Eylül 2010 Perşembe

Dünyanın En Değerli Dağı Paylaşılamıyor

Dünya petrol ve doğalgaz rezervlerinin dörtte birine ev sahipliği yapan Lomonosov Sıradağları'nın uzunluğu 1800 km, okyanus tabanından yüksekliği 3700 metreye çıkıyor. Rusya'nın yeni hamlesi, kelimenin gerçek anlamıyla 'Soğuk Savaş'ı kızıştıracak.

Rusya, 2007 ilkbaharında Kuzey Kutbu'nun derinliklerine diktiği bayrakla yeni bir 'Soğuk Savaş'ı da başlatmış oldu. Aslında 2001 yılında Rusya Birleşmiş Milletler'e (BM) Kuzey Kutbu'nun kendisine verilmesi için başvurmuş, ancak yeterli kanıt sunmadığı gerekçesiyle başvuru reddedilmişti. Aradan 6 yıl geçtikten sonra gelen Moskova'nın hamlesi bir işaret fişeği gibiydi.

2007'de bayrak dikmek için okyanusun 4 kilometre dibine inen aralarında iki milletvekili ve bilimadamlarının bulunduğu Rus ekibinin amacı, 1.2 milyon kilometrekarelik Lomonosov Sıradağları'nın denizaltından kayalık silsilesiyle Rusya'ya bağlandığını kanıtlamaktı.

Kuzey Kutbu'nun fethini Putin telefon edip kutlarken, denizin dibinde bulunan 10 milyar tonluk petrol ve doğalgaz yalnızca Rusya'nın değil ABD, Rusya, Norveç, Kanada ve Danimarka'nın da iştahını kabartıyordu.

Okyanusun dibine dikilen Rus bayrağına dört ülkeden tepki gecikmedi. ABD bir nükleer denizaltısı ile casus uçaklarını bölgeye gönderdi. Kanada Dışişleri Bakanlığı "Bayraklar dikip 'Burada hak iddia ediyoruz' diyemezsiniz. 15. yüzyılda yaşamıyoruz, Ruslar sadece şov yapıyorlar" açıklamasını yaptı.

Artık yarış başlamıştı. Rusya'nın hamlesine karşı ABD, Kanada, Norveç ve Grönland üzerinden Danimarka da derhal planlarını devreye soktu. Kanada, derin deniz limanı kuracağını ve 7 milyar dolar harcayıp sekiz yeni buzkıran devriye gemisi inşa edeceğini duyurdu. Hatta Kanada Başbakan'ı Stephen Harper, 2007 Ağustos'unda bölgeye giderek Moskova'ya karşılık verdi.

Yine Ağustos ayında bir ABD gemisi Kuzey Kutbu'nda deniz tabanının haritasını çıkarmak üzere yola koyuldu. Danimarka ise, Lomonosov'un okyanus altından Grönland'a bağlı olduğunu ispat için seferber oldu.

Rusya, 2008'in yaz aylarında bir adım daha ileri gitti ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ilk kez Kuzey Kutbu'na bir savaş gemisi gönderdi. 2009 yılına gelindiğinde ise Rusya kutuptaki çıkarlarını korumak için özel bir askeri güç oluşturacağını açıkladı.

RUSYA'DAN YENİ HAMLE SİNYALİ

Bugünlerde Kuzey Kutbu'ndaki doğal kaynakların paylaşımıyla ilgili bir konferansa ev sahipliği yapan Rusya, önümüzdeki dönemde deniz yatağı üzerinde daha geniş bir alanı kontrole hazırlanıyor. Konferansta konuşan bir Rus bakan, bir milyon kilometrekareden fazla bir alanda hak sahibi olduklarını ve bunun kanıtlarını üç yıl içinde Birleşmiş Milletler'e sunacaklarını söyledi.

Birleşmiş Milletler (BM) Deniz Hukuku Sözleşmesi'ne göre, ülkeler kıta sahanlıkları boyunca uzanan 370 kilometrelik deniz tabanının kontrolünü otomatikman ellerinde bulunduruyor. Ancak bu sınırlamanın üzerindeki hak iddiaları, sadece BM tarafından ve iddiayı kanıtlayan bilimsel veri sunulabilirse onaylanıyor.

Dünyanın kaderine yön verecek yeni 'Soğuk Savaş'ın galibinin kim olacağı merak edilirken, Kuzey Kutbu'na yakından bakmakta yarar var.

OKYANUS DİBİNDE 3700 METREYE ULAŞIYOR
 
Küresel ısınma nedeniyle Kuzey Kutbu'ndaki buz kütlesi son 30 yıl içinde yüzde 20'den fazla küçüldü, bilimadamları 30 veya 40 yıl içinde kutuplarda hiç buz kalmayacağı tahminini yapıyor. Bilimadamları hızla eriyen buz tabakası için defalarca alarm verirken, 5 ülke için ise bu erime doğal kaynaklara erişimin kolaylaşması anlamına geliyor.

Dünya petrol ve doğalgaz rezervlerinin dörtte birinin bulunduğu, su altında yer alan dev dağlardan insanlığın 62 yıldır haberi var. 1948 yılında keşfedilen Lomonosov Sıradağları'nda sıcaklık sıfırın altında 60-70 derece.

Sibirya'dan Grönland'da kadar ulaşan Lomonosov Sıradağları'nın uzunluğu, 1800 km. Genişliği 60 ila 200 kilometre arasında değişen sıradağlar kanyonlarla bölünüyor, Lomonosov'un yüzeyi alüvyonla kaplı.

Lomonosov, okyanusun tabanından 3700 metre yüksekliğe kadar çıkıyor. Okyanusun minimum derinliği ise 954 metre.

PETROL SUYUN 4 BİN METRE ALTINDA

Yeni sondaj tekniklerinin her geçen gün gelişmesi ve şimdiye dek ulaşılamayan noktalara inebilmesi, Rusya, ABD, Kanada, Norveç ve Danimarka için Lomonosov Sıradağları'nı cazip hale getiriyor.

Fakat kutupların amansız soğuğunda petrol veya doğalgaz çıkarmak şu anki tabloya göre oldukça maliyetli, maliyet Meksika Körfezi'nde petrol çıkarmanın tam 5 katı. Kutuplarda kalın buz tabakaları delinse bile petrole suyun 4 bin metre altında ulaşılabiliyor.

vatan

Kutsal ama Haçsız Kiliseye Hoşgeldiniz !!!

Türk hükümetinin, yaklaşık bir asır sonra Ahtamar Adası’ndaki Kutsal Haç Kilisesi’nde 19 Eylül’de düzenlenen ilk ayine dünyanın dört bir köşesinden binlerce kişi çekme beklentisi boşa çıktı. Çoğu İstanbul’dan birkaç yüz Ermeni ayine katıldı sadece.
Türkiye, dünya kamuoyunu kandırıp Ermenilere karşı hoşgörülü davrandığına inandırma çabasında acınacak derecede başarısız oldu. Neticede Türk liderlerin derdinin, bin yıllık bir Ermeni mabedinde dini bir törene izin vermekten çok siyasi şov yapmak olduğu açıkça görüldü.
Üç yıl önce Türk hükümetini Kutsal Haç Kilisesi’ni devlet müzesine çevirdiği için eleştirmiştim. O dönemde Türk yetkililerden kilisenin kubbesine bir haç yerleştirmelerini, burayı müze yerine kilise olarak tasarlayıp din adamlarının düzenli ayin yapmasına izin vermelerini ve kiliseyi Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlamak yerine sahipliğini İstanbul Ermeni Patrikhanesi’ne geri vermelerini istemiştim.

‘Teknik’ Mazeret Saçmaydı
Bu yılın başında Türk hükümeti kilisenin kubbesine haç koyma ve orada ayin yapılmasına izin çıkarma sözü verdi. Ermenileri o ayine katılmamaya çağırdım, zira Türk yetkililerin gerçek niyetinin dini ayin kisvesi altında bir siyasi şov sergilemek olduğunu biliyordum.
Ermeniler arasında ayini boykot mu etmek, yoksa katılmak mı gerektiği konusunda yoğun bir tartışma yaşandı. Türkiye’nin sinsi planlarını teşhir eden yazılar tartışmayı çözüme ulaştırmanın uzağında kaldı. Kilikya Katolikosluğu’nun katılmayı reddetmesine rağmen, Ecmiadzin ve Kudüs Ermeni patrikhanelerinin Ahtamar Kilisesi’ne temsilci gönderme planlarını açıklamaları işleri daha da kötü hale getirdi.
Sonra şans yüzümüze güldü! Zira Türk hükümeti imdada yetişti. Ayinden birkaç hafta önce bir yetkili kilisenin tepesine söz verilen haçın konmasının mümkün olmayacağını açıkladı ve ‘teknik sorunlar’ şeklinde saçma sapan bir mazeret gösterdi.
Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan bir ikilemde sıkışıp kaldı. Kubbeye haçın konmasına izin verdiği takdirde dünya kamuoyunun gözünde puan kazanacak, fakat heyecanlı tartışmalara yol açan 12 Eylül anayasal değişiklik referandumunda hayati önemdeki oyları da kaybedecekti.
Haç sonunda günü kurtardı! Ecmiadzin Patrikliği temsilci gönderme planlarından vazgeçti. Keza Kudüs Ermeni Patrikliği de. Tur operatörleri ayine katılacak çok sayıda Ermeni’yi Van Gölü’ne götürecek rezervasyonları iptal etti. Sonuçta Türkiye propaganda kampanyasını ve hatırı sayılır bir geliri kaybetti.
Erdoğan’ın ofisi, katılımı artırma yönünde bir son dakika çabasıyla, 19 Eylül’den birkaç gün önce Ermeni medyasına davetiyeler gönderip Ahtamar’a yapılacak ziyaretlerin uçak biletleri, otel masrafları ve yemekler dahil bütün giderlerini karşılamayı önerdi. 50 Ermeni yorumcu da benzer davetler aldı, Türkiye’nin haçı koymama kararı nedeniyle hiçbiri gitmeyi kabul etmedi.
Türkiye adeta kendi ayağına kurşun sıktı ve Ermenilerin büyük çoğunluğunu doğrusunu yapıp kiliseye ziyaretlerini iptal etmeye mecbur bırakmış oldu. İlginç bir biçimde, Türk hükümeti Ermenistan-Türkiye protokollerini onaylamayı reddederek Ermenistan’ın çıkarlarını koruduğunda da benzer bir davranış sergilemişti.
Ermeni kamuoyu, sivil örgütler ve bazı siyasi partiler Türkiye’nin Ahtamar planlarına karşı çıkarken, Erivan dikkat çekici bir sessizlik sergiledi. Bilinmeyen nedenlerden dolayı Türkiye Kutsal Haç’taki ayine Ermeni yetkilileri davet etmedi. Ermenistan liderleri de Ankara’nın protokollerle oynadığı utanç verici oyunun ve ‘futbol diplomasisinin’ bunun ardından çöküşünün gölgesinde, yeni bir komploda Türklere katılmak istememiş görünüyor.
Üzüntü verici olan, Ermenilerin Ahtamar’a gidip gitmeme tartışmasıyla enerji ve vakit heba etmeleriydi. Bu dikkat çarpılması Ermenileri, dünyanın belli başlı başkentlerinde Türkiye’nin uzun zulüm tarihini, binlerce kilisenin yıkılmasını ve Ermenilerin tarihsel topraklarının işgalini dünyaya anlatacak protestolar örgütlemekten alıkoydu.

Patrikhane’ye Geri Verilmeli
Ne var ki ayinin haçın konmaması nedeniyle boykot edilmesi uluslararası medyanın dikkatini çekti. İronik olan şu ki, Türk yetkililer haçı Kutsal Haç Kilisesi’nin yanına, insanların ve kameralarının tam gözü önüne koyarak kendi davalarına daha da fazla zarar verdiler.
Türkiye hükümeti şu an haçı altı hafta içinde kilisenin kubbesine yerleştirmeye söz verdi. Türkiye haçla ne yapmaya karar verirse versin, Ermeniler Türk yetkililerin küçük oyunlarına tepki vermekle yetinmek yerine kendi eylem planlarını izlemeli. Bu noktada Ermeniler Ankara’dan tek bir açıklama işitmekle ilgileniyor: Kutsal Haç Kilisesi’nin Türkiye Ermeni Patrikhanesi’ne geri verilmesi. (21 Eylül 2010)

radikal