21 Aralık 2010 Salı

Kürtler'in Ozgürleşmesine Eşlik Etmek

35 yıldır süre giden savaştan çıkış için Türkiye'ye bir plan sunan bir tek politik güç var: Bütün bileşenleriyle birlikte DTK. Planın içeriği adında içkin: Demokratik Özerklik! Demokratik Özerlik, faşist ya da oligarşik bir rejimde gerçekleşemeyeceği için, DTK Türkiye'nin de bu dönüşüme eşlik etmesini teklif ediyor: Demokratik Cumhuriyet.

Kürtler Diyarbakır'da bir "çalıştay" topladı, TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin yeri göğü inletti "Meclisten başka yerde toplanamazsınız" diye! İnanması zor, Mehmet Ali Şahin vatandaşların bütün toplantılarını TBMM'de mi yapmalarını istiyor gerçekten! Yoksa "çalıştay" nedir bilmiyor mu? Kürtler Türkçe konuşsa bir dert, konuşmasa başka dert. "Çalıştay" yerine "workshop" deseler Şahin böyle kükrer miydi? Ya da "atölye"?

Artık Ankara'dan sıtkı sıyrılmış bir Kürt olsam "sizin diliniz size bizim dilimiz bize" derdim. "Biz bir 'Komxebata' topladık, siz ne sanmak isterseniz onu sanın!"

"Polis Akademisi"nde oluyor da Belediye de olmuyor mu?


İçişleri Bakanı Beşir Atalay 1 Ağustos 2009'da Ankara'da, Polis Akademisi'nde Deniz Ülke Arıboğan, Hasan Cemal, Oral Çalışlar, Cengiz Çandar, Fehmi Koru, İbrahim Kalın, Mustafa Karaalioğlu, Ruşen Çakır, Mithat Sancar, Muharrem Sarıkaya, Okan Müderrisoğlu, Nasuhi Güngör, Ali Bayramoğlu, Mümtaz'er Türköne ve İhsan Dağı'nın da aralarında olduğu bir grup gazeteci ve üniversite öğretim üyesini bir başka "çalıştay"da bir araya getirmişti: "Kürt Meselesinin Çözümü: Türkiye Modeline Doğru".

Çalıştayın ardından bir yazılı açıklama yapan Polis Akademisi Başkanı Zühtü Arslan da "çalıştay vesilesiyle farklı görüşlerden gazeteci ve yazarların katılımıyla oldukça yapıcı ve 'verimli bir beyin fırtınası' yapıldı"ğını belirtirken yüzünde gülücükler açıyordu.

Bu "çalıştay"a katılanların da aralarında olduğu bir başka topluluk bu kez Demokratik Toplum Kongresi'nin çağrısıyla "beyin fırtınası" yapınca neden TBMM'de fırtınalar esti dersiniz? Dün CNNTürk'te "basına açık olmaması" bir ihtimal olarak belirtildi ama, İçişleri'ninki de basına kapalıydı... Kıyamet kopmamıştı.

Bence kıyametin nedeni bir "Komxebata" toplanmış olmasında değil, bu "çalıştay"ın bir fazlası ve bir eksiği olmasında: Diyarbakır'da polis yoktu ve Kürtler vardı!

Hükümetin kıyamet koparması bundan. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) bütün iktidar düzeylerinden baktığında görüyor ki, Kürtler çözüm inisiyatifini ellerine alıyor, meşhur tabirle "sorunun bir parçası değil, çözümün bir parçası" olmak üzere tarihsel bir adım atıyor! Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı, TBMM Başkanı ve Başbakanın durmadan tehdit yağdırması bundan.

Demokratik Cumhuriyet ve Demokratik Özerklik


Geçtiğimiz hafta sonu Diyarbakır'da toplanan "1. Demokratik Özerklik Çalıştayı" ya da "1. Komxebata Xweseriya Demokratik"te de söylediğim gibi 35 yıldır süre giden savaştan çıkış için Türkiye'ye, beğenelim beğenmeyelim, bir plan sunan bir tek politik güç var: Bütün bileşenleriyle birlikte Demokratik Toplum Kongresi (DTK). Planın içeriği adında içkin: Demokratik Özerklik! Demokratik Özerlik, faşist ya da oligarşik bir rejimde gerçekleşemeyeceği için, DTK Türkiye'nin de bu dönüşüme eşlik etmesini teklif ediyor: Demokratik Cumhuriyet.

Siyaseti çoğulcu bir toplumsal süreç olarak değil, siyasi partiler oligarşisinin seçkinleri arasındaki bir iktidar itişmesi olarak göre gelenler DTK'nin ne olduğunu kolayca kavrayamayabilir. DTK, özcesi Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bütün uğrakları ve bütün düzeylerinde mücadele edenlerin temsilcilerinin halkın geleceğini belirlemeye dair söz hakkı sahibi kılındığı çok katmanlı ve çok ögeli bir politik tartışma ve yol gösterme zemini...

"De facto"dan "de jure"ye


DTK, üzerinde ahmakça fırtınalar koparılmasına ve mugalâtalarla saçmalığa indirgenmeye çalışılmasına rağmen "Demokratik Özerklik" önerisiyle bize ne olduğunu hiç bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz bir şey öneriyor da değil. Bu önerinin merkezi hedefi Kürt halkının çok uzun bir zamandır yürüte geldiği mücadeleler sonucunda edindiği "de facto" statüyü, yani fiili durumu, uluslar arası hukuk normlarının süzgecinden geçirerek "de jure" kılmak, yani kazanımları kayda geçirerek bunlara yasallık kazandırmak.

DTK Türkiye Cumhuriyeti'nin toprak birliği, bölünmezliği ve devlet egemenliğini tanıyor, buna mukabil Kürtlerin haklarının Türkiye'nin tamamını kapsayan bir demokratikleşme süreci içinde teslim edilmesini talep ediyor. Bu politik çerçeve, "savaş"ın bütün görünür, görünmez gerekçelerini ortadan kaldırarak, demokratik bir mücadele çerçevesi kurmayı mümkün kıldığı için bir savaştan çıkış planıdır. "Demokratik Özerklik" önerisi Türkler'e Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmayı, bölmeyi değil birlikte "yeniden kurmayı" öneriyor:

"Demokratik özerklik; sınırların değişmesini değil, sınırlar içinde halkların kardeşliğinin ve birliğinin pekişmesini sağlayacak, böylece Türkiye'de oluşan karşıtlaşmayı durdurup Kürt halkıyla Türkiye'nin yeni bir sözleşme ile Türk-Kürt ilişkilerinde yeni bir dönem başlatacaktır. Modelimiz, Türkiye'nin tüm diğer bölgelerinde de uygulanabilecek bir demokratikleşme modelidir. Zaten dünyada da devletler, katı merkezi karakterlerini bırakarak adem-i merkeziyetçi siyasal sistemlere yönelmektedir. Çünkü yerinden yönetime dayanan sistemler sorunları daha kolay çözdüğü gibi, her alanda gelişmenin daha da hızlandığı siyasal modeller haline gelmişlerdir. Bu yönüyle demokratik özerklik, yetkilerin yerellere devredilerek devletlerin bu tür sorunları çözüp, demokratikleşmeye yöneldiği eğilimlere de uygun düşmektedir."

Esas mı ayrıntı mı?

"Demokratik Özerklik" teklifinin "çalıştay"da da çokça eleştirilen, "özsavunma", "bayrak", "flama" ve sair alametler, temsil mekanizmaları, "özerk" bölgelerin merkezin yetkilerini devralma ölçüleri ve sınırları bahislerinde taşıdığı "belirsizlik" ya da "tutarsızlıklar" konusunda DTK'yi günlerce bakalorya sınavına tabi tutmak ve "otur sıfır" diye notlamak mümkün elbette... Ancak, bunlar Demokratik Özerklik önerisinin özü yanında ancak ayrıntı sayılabilecek ikinci dereceden konular.

"Demokratik Özerklik" önerisinin asıl tarihsel değeri Kürt özgürlük hareketinin bütün taraflarının Türkiye'yle savaşa son vermek üzere Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş ilkelerinden hareketle bir ortaklaşa "yeniden kuruculuk" iradesini beyan ediyor olmaları ve bunun için ellerini Türkiye halkına uzatmalarında.

Ultra milliyetçileri şimdilik bir kenara koyalım, kendine "aydın" ya da demokrat diyenlerin bu teklif karşısında yapmaları gerekli ve mümkün, yapmamaları zorunlu iki şey var:

Kürt halkının kendi özgürlüğü ve haysiyeti için sürdürdürdüğü mücadelede çok ağır bedeller ödeyerek kazandığı özgüvene eşlik ederek her ilin, her belediyenin kendi özerk yönetimine sahip olduğu, bu özerk yönetimlerin bir araya gelerek demokratik bir cumhuriyet altında her milliyet ve inançtan yurttaşı birleştirdiği, herkesin dilinde, dininde, dinsizliğinde, milliyetinde özgür olduğu, özgür üreticilerin kendi kendini yönettiği yeni bir toplum, bir yeni hayat kurulması için Türkiye'nin batısında da güçlü bir dalga yaratmak... Bu mümkün ve gerekli.

Kürtlerin mücadelesini, bir özgürlük kavgası değil, devlet güvenliğinin bir tamamlayıcı parçası, müesses nizamın bir bileşeni, Avrupa Birliği'nin doğuya doğru mutasavver genişlemesinin bir momentine irca ederek onları bugünkü dönüştürücü konumlarına ulaştıran anti-kapitalist ve devrimci dinamikten uzaklaşmalarını sağlamak amacıyla en geri bilince seslenmek: Kürt özgürlük mücadelesine nifak sokmak. Bunu yapmamak gerek.

Bir de değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek bir durum: Kürtlerin kendi kendilerini yönetme iradesi! 


Ertuğrul Kürkçü

 

Kaynak: http://www.bianet.org

Dil Sorunu Hukuk Üstü Bir Sorundur

Türkiye devleti belki de dünyanın en garip devletlerinden biridir. Hani devletlerin tabiatında zulüm ve baskı vardır. Devletin mayasında adaletsizlik ilk günden beri vardır. Devletin DNA’sında haksızlık vardır. Hukuksuzluk vardır. Çalıp çırpma vardır. Sömürmek vardır. Ve tabii ki bir de hile vardır. 
Ancak Türkiye devlet gerçeği sanki bu çalıp çırpmada bir aşama daha ileridedir. Devletler çaldıkları halde çaldıklarını söylemezler. Bunun izahını da yapmaya kalkışmazlar. Hatta bazıları bunun ne kadar gerekli olduğunu, ne kadar fazla özgürlüğe katkı yaptığını anlatmaya bile çalışır. Ne var ki bu Türkiye devleti öyle bir devlettir ki yaptığı haksızlıkları alenen söyler ve yapar, ancak “ne yapalım bizim mayamız budur” der ve yaptığına birde haklı bir gerekçe bulur. 
Biz bu devletin mayasında yalan ve hilenin çok olduğunu biliyoruz. Birçok halkı katlettiler ve tarihen silmek için her şeyi yaptılar. Milyonlarca insanı -belgeli katletmelerine rağmen -zırnık özür dileme ihtiyacı bile duymadılar. Onlarca kültür yok ettiler. Yüz binlerce inançlı insanı bitirdiler. Düşüncesi farklı olanları ezdiler. Özcesi bu devletin mayasında misliyle fazla haksızlıklar var. Bir de bu devlet belki de dünyanın en kirli anayasalarına sürekli imza attı. Ve bugün öğrendiğimiz kadarıyla 1921 anayasası hariç tüm anayasalar ırkçı ve hoşgörüsüzdür. Halkların haklarını, ekonomik değerlerini çalarak birileri zenginleştirilmiştir. Kültürler aşırılmış ve kendi kültürel yayılma alanı olarak kullanılmış. Peşinden de utanmadan çaldığı kültürlerle bu kez alay etmiştir.
Evet, biz bu devleti iyi tanıyoruz. Hatta yıllardır bu devletin Zübük hükümetini de iyi tanıyoruz. Ne var ki alenen her şey bilinmesine rağmen tartışmalarımız bu devletin ve hükümetlerinin zemininde yürütülüyor. İstedikleri zeminde tartışıyoruz.
Örneğin biz biliyoruz ki var olan anayasa bazı törpülemeler dışında 12 Eylül faşist rejiminin anayasasıdır. Başka bir deyimle insan kanıyla yazılan bir anayasa… Milyonlarca insanın işkencelerden geçirilerek yapılan bir anayasa… Ve nasıl oylandığını, nasıl yapıldığını da herkes biliyor.
Peki, böyle cuntacıların yaptığı bir anayasanın bizim için bir bağlayıcılığı var mı? Hukuk olsun da, faşist diktatörlerin kanla zoraki hazırladıkları bir anayasanın ne kadar bir meşruiyeti olabilir ki? Daha da ileri gidelim: Türkiye cumhuriyeti birçok halkı yok ederek geldi, Kürtleri soykırımlardan geçirerek geldi, böyle bir cumhuriyetin bir meşruluğu olur mu? Beni yok eden, beni yok saymış bir cumhuriyetin beni bağlayacak bir hukuku olabilir mi? Herhalde olmaz, olamaz, olmamalıdır. 
“Hukuk işletilmiyor, biz üniter yapı içerisinde kalıyoruz, anayasal hakkımızı kullanıyoruz” gibi söylemler; oldukça geri çeken, inkârcı asimilasyonist devletçi zihniyetin zeminine su taşımaktan başka işe yaramaz. Hukuk yoksa neden o hukuka göre izahatlarda bulunalım ki? Üniter yapı çağdışıysa-ki öyledir-neden iki de bir üniter yapı içerisinde kalacağımızı söyleyelim ki? Sorun yeni bir devlet kurup kurmama olayı değildir.
Türkiye devleti çağdışıdır. Çağın gerisindedir. Merkezidir. Düşünceleri baskılayandır. Anayasası faşizandır. Bunun için öncelikli olarak bu devlet yapısının değişmesi gerekiyor. Üniter yani tekçi devlet yapısı paramparça edilmelidir. Yerine yerellere daha fazla yer veren, bir yapıya dönüştürülmelidir. Bunun ismi ne olursa olsun, ancak bu katı, hiyerarşik, tekçi yapı aşılmak zorundadır. Bilmem anayasasının üç maddesi değişmezmiş? Kim söyledi peki? Kim yaptı bunu peki? Yapanlar, Faşist zihniyetli hastalıklı yapılardı. Peki, neden faşist zihniyetli, tekçi, hastalıklı, ırkçı zihniyetlerin yaptıklarını değiştirmeyeceğiz? Neden meşru olmayan anayasa maddelerine dokunmayacakmışız? İşte “anayasa böyle söylüyormuş.” Utanmadan en son sözde geçmişte sosyal demokrat olan Kültür bakanları olan Günay’da söylüyor. O sizin anayasanız olsun. Biz öyle bir anayasa tanımadığımız için bizi bağlamıyor. Kimi bağlıyorsa onlar o anayasaya göre yaşasınlar. Biz 12 Eylülde boykotumuzla zaten bu faşist anayasayı kabul etmeyeceğimizi deklere etmedik mi? Ettik değil mi? Madem kabul etmeyeceğimizi deklere etmişiz, o zaman neden ikide bir anayasa vurgusu yapıyoruz ki? Biz anayasa vurgusu yapacaksak nasıl bir anayasa olmalıdır vurgusunu yaparız. Anayasaya göre haklarımız söylemleri safsatadır. Faşist bir anayasanın bizi bağlayacağı hiçbir şeyi olamaz. 
Özcesi haklı ve onurlu mücadelemizi yürütürken, meşru olan neyse o bizi bağlar. Ve bizi bağlayan ise bizim meşruluğumuzdur. Meşruluğumuz bizim anayasamızdır, hukukumuzdur. Söylemlerimizi, mücadele yol yöntemlerimizi bu zemin üzerinde geliştirelim. 

Kasım Engin

AKP’nin Şehir Korucuları

Kürt halkının iradesini kırma ve kendine bağlama politikası Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinden itibaren başlamış ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra, bu politika üst bir aşamada daha sistematik biçimde devam etmiştir.  Kürt halkı onurunu kıran bu inkâr ve imhayı hiçbir surette kabul etmemiştir. Bu nedenle iradesinin kırılarak köleleştirilmesi saldırılarının hiç birisine karşı sessiz kalmamıştır. Sonunda yenilgi ve bastırmayla gelecek katliamların olduğunu bilmesine rağmen direnişi kendisi için esas almıştır. 
Kürt halkının bu son iki yüz yıllık isyanların tarihsel-toplumsal gerçekliği içerisinde büyük kahramanlıklar olduğu kadar her türden düşürme ve ihanet örnekleri de görülmüştür. Yani Kürdistan isyan tarihi irdelendiğinde zulme karşı boyun eğmeyen, direnen geçmişte Şeyh Saitler, Seyit Rızalar’da temsilini bulan bir direniş geleneği oluştuğu kadar, Kasımlar ve Rayberler’de temsilini bulan bir işbirlikçi-ihanetçi hastalığında oluştuğunu söylemek mümkündür. 
Günümüze gelindiğinde birçok kesim ve çevre tarafından Kürt halkının 29’uncu ve devam etmekte olan isyanı olarak ta nitelendirilen ve PKK öncülüğündeki 30 yılı aşkındır süren büyük özgürlük direnişinde de her iki geleneğin karşımıza çıktığına görüyoruz. Adeta tarih diyalektik bir biçimde günümüzde yaşarken sanki bizde bu tarihin başlangıcında yaşıyoruz.  PKK’nin geliştirdiği büyük diriliş devrimiyle direniş geleneğinin lehine olacak şekilde; baş aşağı giden bu tarih ters yüz edilmiştir. Ama yine de Kürt halkının son iki yüzyıllık tarihinde lanetli bir rol oynayan işbirlikçi-ihanetçi geleneğin temsilcileri günümüzde de Kürt halkına soykırımı dayatan devletçi-iktidar zihniyetine umut vermektedir. Hem de Kürt halkının onurlu ve özgür bir yaşama hiç olmadığı kadar yaklaştığı bir dönemde… 
Türk devleti, PKK’nin Kürt Özgürlük mücadelesini askeri anlamda yükselttiğinin hemen ertesi yılı 1985 yılının 4 Nisan’ında 442 sayılı köy kanunun 74. Maddesinde acil bir düzenleme yaptı.  Bazı devlet nezdinde suç işlemiş, mahkûm hatta hakkında idam dâhil davalar ve gıyabi tutuklamalar olan bazı Kürt aşiret ileri gelenlerini affetme karşılığında köy korucusu olarak PKK’ye karşı silahlandırdı.  Köy koruculuğunu kabul etmeyen bazı yurtsever aşiretleri de tehdit, şantaj ve katliamlarla koruculaştırmak istedi. Türk devleti ‘Kürdü Kürde kırdırma politikası’ çerçevesinde geçmişte yaptığı gibi uzun yıllar bu çeteleşen suç örgütlerini Kürt halkına karşı kullandı. Ama geçmişte isyanların bastırılmasında başarılı ve temel bir rol oynayan koruculuk (cahş) sistemi bile Kürt Özgürlük Hareketinin gelişmesinin önünü alamayarak iflas etti. Bu durum son yıllarda AKP hükümetini yine aynı zihniyetin ürünü olan farklı arayışlara itti.  
Geçmişte askeri olarak örgütlenip Kürt halkının özgürlük mücadelesine saldırtılan bu güçlerin işlevini yitirmesi sonucu artık dönemin koşullarına göre uyarlanmış farklı versiyonlar deneniyor.  Bu sefer AKP hükümeti eliyle Kürt halkına karşı askeri ve köy koruculuğu yerine Şehir ve siyasi koruculuk geliştirilerek örgütlendiriliyor. AKP’nin bu şehir korucuları Kürt halkının özgürlük mücadelesinde Demokratik Özerk Kürdistan’ı inşa ederek hamle yapmaya hazırlandığı bir dönemde, Kürt ulusal ve siyasi birliğine karşı kirli bir silah olarak kullanılıyor. AKP’nin Şehir korucularının birkaç örneğini vererek somutlaştırmak gerekirse Mehmet Metiner, Galip Ensarioğlu, Orhan Miroğlu ve Ümit Fırat sadece bazılarıdır. 
AKP’nin bu şehir korucuları ilk ve en önemli denemelerini AKP’nin 12 Eylül darbe anayasasının ömrünü uzatmak için gittiği sahte anayasa referandumunda sahneye çıkarak yaptı. Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Galip Ensarioğlu bu girişimin başını çekti. AKP’nin verdiği ihaleler ve 2011 seçimlerine dair verilen sözler karşılığında geliştirilen bu deneme Kürt halkının iradesini ortaya çıkarmasıyla başarısızlıkla sonuçlandı.  Yeni ve farlı biçimlerdeki denemelerin önümüzdeki süreçte de ihtimal dâhilinde olacağı görülüyor. 
Yine geçmişte Kürt demokratik siyaseti içerisinde yer alan ve sonra devşirilerek AKP’nin şehir korucusu haline getirilen kimileri, Taraf gibi AKP’nin özel savaş basının bir parçası olan gazetelerde para karşılığı Kürt karşıtı yazı yazıyor. Bu yetmiyormuş gibi son günlerde Taraf gazetesine yazdığı yazıların ücretini artırmak için olacak ki 'PKK beni tehdit ediyor' yaygarası kopararak kendisini önemli adam olarak Kürtlerin gündemine sokmaya çalışıyor. Bu kişilere şunu hatırlatmakta fayda var; ‘siz Kürt özgürlük hareketinin gündemine girecek kadar ne önemli ne de etkilisiniz. Bunun için boşuna çırpınmanıza gerek yok.’ 
 Kürt halkının geldiği ulusal ve demokratik bilinçle, AKP’nin şehirlerdeki siyasi korucusu haline gelen devşirmelerin oyunlarına gelme çağı çoktan geçmiştir. Ancak AKP’nin Şehir korucuları geçmişteki geçici köy korucusu ve işbirlikçilerinden daha sinsi ve tehlikelidir. Bu nedenle Kürt halkının bunlara karşı uyanık ve dikkatli olması gerekir.  AKP’nin şehir korucuları ne kadar da büyük bedellerle yaratılan değerlerin temsili olan Kürt Özgürlük Hareketinin gündemine kendilerini koymak isteseler de sonuç vermez. Çünkü bu halkın içinde olduğumuz dönem itibariyle tek gündemi; 'ya büyük ve onurlu bir barış ya da AKP hükümetinin uzatılan eylemsizlik sürecine adım atmayarak cevap vermesi halinde de geliştirilecek büyük devrimci halk savaşıdır.'

Mazlum Yılmaz

Ahmet Kaya ve Kan Emiciler

‘‘Sevgili Ülkem’’ dediği Türkiye’yi bütün yüreğiyle severken ‘Vatan Haini’ ilan edildi. Güzel günlere  diyar olsun istediği ülkesinden koparılışı  ona acı verdi. Yağmurlu bir Haziran sabahında bir daha dönemediği İstanbul’u terk etti ve kalbinin dayanamayacağı sürgün yaşamına başladı. Sanki bunu şu dizelerle haber vermişti: ‘‘Tarifi imkânsız acılar içindeyim/Gurbette akşam oldu, yine rüzgâr peşindeyim/ Yurdumdan uzak yağmurlar içindeyim/Sürgün susuyor…’’

Ahmet Kaya’nın hayatı ve ardından bıraktığı şarkıları, ülkesinin portresi gibi okunuyor. Ahmet Kaya, 1957 yılında Malatya’da 5 çocuklu bir ailenin son çocuğu olarak dünya’ya geldi. Annesi Türk’tü, babası da iş bulmak amacıyla Adıyaman’dan Malatya’ya göç etmiş Kürt bir fabrika işçisiydi. Müziğe olan ilgisini keşfeden babası, Ahmet henüz altı yaşındayken ona doğum günü hediyesi olarak bir bağlama aldı. Bu bağlama, ailenin yemek parasından arttırılıp alınmıştı. Dokuz yaşındayken ilk olarak babasının çalıştığı fabrikanın işçilerinin düzenlediği işçi bayramı gecesinde sahne aldı. İlkokulu Malatya’da okuyan Kaya, geçim sıkıntısı nedeniyle ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etti ve ortaokulu burada okudu ve“öteki“ olmakla burada tanıştı; eşyalarının bulunduğu kolilerin üzerinde yazan ‘‘Malatya‘‘ yazısında ve konuşmasındaki aksandan dolayı küçümsendiklerini anladı. 1970’li yıllarında gelişen toplumsal muhalefete Ahmet Kaya‘da dâhil oldu. Halk Bilimleri Derneğine gitti ve oradaki kültürel çalışmalara katılmaya başladı.

Dönemin acımasızlığını 1977 yılının 1 Mayıs’ında oldukça yakıcı bir şekilde yaşadı. Taksim Meydanındaki kutlamalarda kitleye açılan ateş sonucu yanı başındaki arkadaşlarını yitirdi. Ardından da ilk defa gözaltına alındı. Bu dönemde Halk Bilimleri Derneği’nde tanıştığı Emine ile nişanlandı, ancak düğünden önce askere gitmek zorunda kaldı. Askerden döndükten sonra ise etkileri günümüzde de hissedilen 12 Eylül darbesi yaşandı. Kendisi tutuklanmadı ama neredeyse bütün arkadaşlarını kaybetti. 1982 yılında ilk kızı Çiğdem dünyaya geldi. Ancak aile mutluluğu kısa sürdü. Ahmet Kaya albüm yapmaya çalışırken, evi geçindirecek parayı kazanamaması, Emine’yi gelecek kaygısı sarması ve kızı ile birlikte evi terk etti.

1984 yılında Sezer Bağcan’ın Değişim Stüdyosunda ilk albümü olan ‘‘Ağlama Bebeğimin’’  kayıtlarını yaptı, albüm bir yıl sonra çıktı. Kızı Çiğdem’e yazdığı şarkıda aydın günlere umudunu dile getirdi: ‘‘Çok uzakta öyle bir yer var/O yerlerde mutluluk var/Paylaşılmaya hazır/Bir hayat var. Albüm, bu sözlerden dolayı çıkar çıkmaz toplatıldı ve Ahmet Kaya gözaltına alındı. Çok zaman geçmeden ikinci albüm için tekrar stüdyoya girdi ve burada Selda Bağca’nın cezaevi arkadaşı Gülten Hayaloğlu ile tanıştı. ‘‘Acılara Tutunmak“ albümü çıktığında Gülten’le olan dostlukları aşka dönüştü ve evlendi.

1980’li yıllarda cezaevleri yüz binlerce siyasi tutsak ile doludur, hapishane kapıları da çocuklarına ağlayan anneler ve babalarla… Bir idam mahkûmu olan Nevzat Çelik’in annesine yazdığı şiirde bestelenen ‘‘ Şafak Türküsü“ adını taşıyan albüm de bu dönemde çıktı: ‘‘ Bir sabah anne bir sabah/Acını süpürmek için açtığında kapını/Adı başka sesi başka nice yaşıtım/ Koynunda çiçekler/çiçekler içinde bir ülke getirirler...’’

Aynı sene çıkan ‘‘An Gelir’’ albümü, 1987´de gazetelerdeki çok satanlar listesinde birinci sıraya oturdu. 87´de ayrıca ikinci kızı Melis dünyaya geldi. Yine aynı yıl çıkan ‘’Yorgun Demokrat la’’ darbe fırtınasıyla susturulmak istenenlere çağrı yaptı Kaya: ‘‘Bir sen kaldın geride/Ah akıp gidiyor hayat/Yüreğim anlıyor seni/Artık susma yorgun Demokrat.’’

Şarkılarından dolayı defalarca yargılanan Ahmet Kaya, 1988´de “Başkaldırıyorum” ile hayal ettiği “gerçekten demokratik bir Türkiye için mücadele edenlerin yanında olduğunu bir kez daha ilan etti: “Ben bir namlu ağzıyım/Omuz vermiş halkına /Başkaldırıyorum hey/Herkes varsın farkına.’’ 1989 yılında ‘‘Resitaller 1’’ ve ‘‘İyimser bir Gül’’ adlı albümleri çıktı. ‘‘İyimser bir Gül-Kod Adı Bahtiyar’’ ile bu ülkenin kanayan yaralarından biri olan siyasi tutsaklara tercüman oldu, aynı zamanda toplumu sorumluluğa ve sahiplenmeye çağırdı. Bir yıl sonra ‘‘Resitaller 2’’ ve ‘‘ Sevgi Duvarı’’ çıktı.‘‘ Sevgi Duvarına’’ ölüm ile yaşam arasında bu denli incelen çizgi damgasını vurdu: ‘‘Malatya’dan çıktım yola, yollar yanıyor/Düşman sarmış dört yanımı, kurşun saçıyor/Düşmüşüm bir çukura, canım yanıyor/Yaşasam mı ölsem mi / Karar vermek zor.’’
1991’de müzik raflarında yerini alan ‘‘ Başım Belada’dan’’ bir yıl sonra ‘‘Dokunma Yanarsın’’ adlı albümü çıktı. Yurdunu alıp götüren yangınların,“tarifi imkânsız sancıların’’ albümü bu… 1990’lı yılların başında Kürt sorunu ve devletin kirli savaşı yeni ve üst bir boyuta ulaştı. Ahmet Kaya, bu dönemde Kürt kimliğinin tanınmasını, inkâr politikalarına son verilmesini istedikçe, hakkında basında çıkan haberlerde sertleşti. ‘‘Tedirgin“ böyle bir atmosferde çıktı: ‘‘Geceler mi sen, ben mi yorgunum/Mermiler mi sen, ben mi yangınım/Düşlerim tutsak, yüreğim sürgün/ İçimde bir çocuk tedirgin…’’

Bir yıl sonra, yani 1994‘te ‘‘Şarkılarım Dağlara’’ dedi: „Şu dağdaki gezene bak/Gözlerinin rengine bak/Seni vuran beni de vursun/Şu feleğin işine bak. ‘‘Ağladıkça“ ve ‘‘Kum Gibi’’ unutulmaz şarkıların yer aldığı albüm bugüne kadar resmi olarak 3 milyon satışla, kırılması zor bir rekora ulaştı.
Yıl 1995 ve bu ülkenin güzel çocukları bir bir kayboluyor. Gözaltına alındıktan sonra kendilerinden bir daha haber alınamayanların anneleri, her Cumartesi günü Galatasaray Lisesinin önünde bir araya geliyorlar. Cumartesi Anneleri safında yer alan Ahmet Kaya, o yıl çıkardığı albüme ismini veren ‘‘Beni Bul Anne’yi’’ yine kayıp anneleri için yazdı: “Camlar düştü yerlere/Elim elim kan içinde/ Yanıma gel yanıma anne/iki yanımda iki polis/Ellerim kelepçede/Beni bul beni bul anne…’’

1996 yılında yayınlanan ‘‘Yıldızlar ve Yakamoz’dan’’ iki sene sonra ‘‘Dosta Düşmana Karşı’’ çıktı. Bu albümü de en çok satanlar arasında birinci oldu ve Magazin Gazetecileri Derneğinin halkoylarıyla belirlediği ‘‘Yılın Sanatçısı’’ ödülüne layık görüldü. Canlı yayınlanan ödül töreninin yapıldığı 10 Şubat 1999 gecesinde, Kaya’nın sevenlerinin hafızasında silinmeyen insanlık dışı bir olay yaşandı. Ödülünü almak için sahneye çıkan Kaya, şu konuşmayı yapmıştı: ‘‘Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var. Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayınlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayınlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayınlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.’’ O gece, sürgünde de bitmeyecek bir linç kampanyasının başlangıcıydı. Vatana ihanet suçlamasıyla hapis cezasına çarptırılan Kaya, 1999 yılının Haziran ayında Kürtçe şarkıyı stüdyosunda kaydettiği gecenin ertesinde Türkiye’yi terk etti, Fransa’ya gitti ve sürgün başladı. Ancak kanayan kalbi sürgünü, içine düştüğü yalnızlığı kaldıramadı ve 16 Kasım 2000 sabahı durdu.

Ölümünden bir yıl sonra çıkan 18’inci albümü olan ‘‘Hoşça kalın Gözümde’’ yer alan ‘‘Memleket Hasreti’’ ve ‘‘Diyarbakır Hasreti’’ gibi türkülerde Kaya’nın yüreğinin uzakta nasıl yorgun düştüğü, çok sevdiği ülkesinden ayrı olmanın onda yarattığı psikoloji, trajik bir şekilde okunuyor. Vaktinde sahiplenilmeyen ‘‘ben yandım, siz yanmayın“ sözlerinde de okunan özverisiyle güzel günleri var etme mücadelesinde yerini alan Ahmet Kaya, geriye bir de su mesajı bırakmıştı; ‘‘ Burada, bu şarkımı söylerken, benim Türkiye’de yaşadığım çok zor günlerde bir merhabasını istediğim, fakat o merhabayı benden esirgeyen, ulusal anlamda aynı kaderi paylaştığım bütün arkadaşlarıma ve dostlarıma ince bir sitemdir.’’ Umarım bunu anlarlar...“ 

Fakat hiç bir zaman anlayan olmadı. Ahmet Kaya’nın ölüm yıldönümü nedeniyle hemen yazı yazmadan bekledik. Belki adam gibi biri çıkarda bir özeleştiri yapar diye… Yok, yine boşa bekledik. Yapılan sadece fazla gürültü çıkarmaktı. ‘‘Yavşaklardan‚ hainlere‘ kadar aralarında yapılan edebiyatı dinledik. Kimisi linç girişiminde yazdığı yazıları inkâr etti. Kimisi istihbarat oyunları gibi gazetesine, yaptırdığı oyun ve utanç verici manşetleri unuttu. Kimisi Ahmet Kaya için ‚ haysiyetsiz‘ ‚parayı veren Ahmet‘i alır‘ ‚solcu olamayacak kadar cahil‘ dediklerini unuttular. Nedense şimdi hepsi Ahmet Kaya savunucusu oldular.

Sormak gerek, neden o yıllarda bir gün Ahmet Kaya’yı gidip bir kere olsun dinlemediniz? Neden linç etmek istediniz?  Ahmet Kaya ülkenizi mi sattı? Hepiniz gibi vergimi kaçırdı? Çoğunuz gibi Cemaatlere yazarlık ya da borazanlık mı yaptı? Hani 1 yıl öncesine kadar televizyonlarınız ve gazetelerinizde Ahmet Kaya ölmemiş yaşıyormuş diyordunuz. Nerdeyse onun cesedinin peşine düştünüz adeta!

Ahmet Kaya’yı anlamak istiyorsanız gidin çıkın Kürdistan‘ın herhangi bir dağına o sizlere derdini anlatacaktır.
Neden bir türlü aklınız ermiyor artık? Ahmet Kaya gibi anadiliyle şarkı söylemek isteyen milyonlarca Kürt var. Onlara karşı linç girişimine ne zaman başlayacaksınız?  İnsanların kökleriyle bağını koparmak, insanların anadilini inkâr etmeye çalışmak sonrada timsah gözyaşlarını dökmek ancak kan emicilerin işidir. Biliyoruz ki Ahmet Kaya şu an yaşıyorum deyip çıkıp gelse, ona tekrar saldırırsınız. Değil Ahmet Kaya‘ya, bu ülkede Cumhuriyetin kuruluşundan beri insanlığa karşı suç işlenmektesiniz. Eğer suçsuz olduğunuzu ve günahkâr olduğunuzu ispatlamak istiyorsanız, önce bu insanlık suçunun önüne geçin.

Bunun en güzel örneğini Bandista adlı alternatif müzik yapan grup göstermiştir. Muhtelif tüm alanlarda ve devrimci kimliğinden ödün vermeyen Ahmet Kaya gibi bir sanatçının anma töreninde devrimci ve emekçi öğrencilere saldıran bir AKP iktidarıyla aynı sahte anma salonunda bulunmak onu onaylamaktır. Sadece AKP değil şu an Türkiye’nin bütün siyasi partileri, yandaş medya ve cemaat medya, kolluk kuvvetlerin bu vahşeti desteklemektedir. Hiç biriniz sanıyor musunuz ki Ahmet Kaya Kürdistan’a yapılan saldırıları ve Üniversite öğrencilerine karşı başlatılan katliamları onaylayacaktır? Demek ki sizinki sadece bir sahte gözyaşı ve bir oyundur. Bu oyunu, Ahmet Kaya’ya ülkeyi dar ettiğinizde evinin bütün kapılarını sonuna kadar açan Kürt halkı çok iyi bilmektedir.

Hüseyin Tünaydın

Erdoğan ve İsrail

Diyojen’e sormuşlar; “bir insanın zekâsını nasıl anlıyorsunuz?” diye. Diyojen’de cevaben; “bir insanın zekâsını anlayabilmek için, nasıl konuştuğuna bakarım” demiş. Bunun üzerine tekrar sormuşlar; “ peki ya hiç konuşmazsa” diye, Diyojen’de cevabı hemen yapıştırmış; “henüz o kadar akıllısına rastlamadım” demiş.
İnsanı ve zekâsını tanımlama da böyle bir görüş sahibi olan Diyojen, günümüzde Erdoğan’ı görseydi; acaba Erdoğan’ın zekâsı hakkında nasıl bir karara varırdı. Erdoğan’ın konuşmaları hakkında bir zekâ seviye tespitine gitmek gerekirse; tutarsızlığının sınır tanımadığını çok iyi anlayabilmekteyiz. Sözlerinin arkasında kalması bir yana, söylediği her sözün takvim yapraklarındaki rakamlar kadar kalıcı olmadığı tartışılmayacak kadar keskin olmaktadır. 
Geçmişte envai türden çıkışlarıyla, çok ciddi sözlerin altına hükmünü koymaya çalıştı. Fakat bugün yaşanan gelişmelerle söylenenlerin, o külhanbeyi havaların bir tüy kadar bile ağırlığının olmadığını anlayabilmekteyiz. 
Özellikle 2008’in sonlarından bu yana İsrail ile yaşanan her türlü gelişme ve günümüzdeki duruma baktığımızda, bu durumu daha net anlayabilmekteyiz. “Çocuk katilleri” diye başlayan çıkışların ardından, Mavi Marmara gibi siyasi şovlara dönüşen tuhaf salvolarla inişli-çıkışlı bir hal alan İsrail-AKP ve doğal olarak Erdoğan ilişkilerinin gerçek yüzü son günlerdeki flörtleşmelerle daha iyi açığa çıkmış bulunmaktadır.
Bu ilişkilerin gerçek yüzünü nasıl okumak gerekir?
 Öteden beri Türkiye-İsrail ilişkilerinin karakteri gizli tutulmuştur, Erdoğan’da bu geleneğe uyan biridir. Kamu önünde kükreyen, kapalı kapılar ardında ise tamamen değişmesinin sebeplerini iyi görmek ve bu şekilde bir yoruma gitmek önemli olmaktadır.
Türkiye-İsrail ilişkileri tarihten günümüze değin neden sürekli gizli tutulmuştur? 
Özetlemek gerekirse, bu ilişki mantalitesinin altındaki temel neden Ortadoğu coğrafyasında İsrail’in kuruluşundan günümüze değin Araplarla yaşadığı sorunlardan/savaşlardan dolayı, bir Müslüman ülke olarak Türkiye’nin açık bir şekilde hareket etmekten duyduğu çekinceler oluşturmaktadır.
Hatta 1960’lı yıllarda İsrailli yetkililer Türkiye için “İsrail’in Araplar arasındaki gözü” şeklindeki nitelemeyi geliştirmişlerdir. 
Türkiye ile İsrail ilişkilerinin kökü İsrail’in kuruluşuna, yani II. Dünya savaşının bittiği yıllara kadar gitmektedir. 14 Mayıs 1948’de kurulan İsrail’i, 28 Mart 1949’da resmen tanıyan ilk Müslüman ülke Türkiye olmuştur. Kuruluşunun üzerinden bir yıl geçmeden İsrail’i resmen tanıyan Türkiye, aynı zamanda ilişkilerin oluşturulması ve geliştirilmesi yönünde de ilk adımı böylelikle atmış oluyordu. 
Dönemin başbakanı İnönü, İsrail’in Ortadoğu’daki rolü ve önemi için; “bölgede barışın tesisi için önemli rol oynacağını” belirtiyordu. Gelinen aşamada İsrail’in barışın inşası ve temini yönündeki rolünü bütün dünya çok iyi gözlemlemektedir. 
Daha sonrasında geliştirilen bu ilişkilerle birlikte özellikle askeri alanda ve istihbarat konularında yoğun bir trafik, Türkiye ve İsrail arasında yaşanmaya başlamıştır. 1960’lı yılların ortalarına kadar süregelen bu anlaşmalar ve işbirliğinden bırakın birçok çevrenin haberdar olmasını, dönemin hükümet yetkilileri dahi haberdar olmamıştır. 
Birçok gizli anlaşma ve çeşitli operasyonlar o kadar gizli kalmıştır ki, daha sonra bunları açığa çıkaran İsraillilerin konu hakkında söyledikleri-yazdıklarına en çok şaşıran, hayretler içerisinde kalan yine sözünü etmeye çalıştığımız hükümet yetkilileri olmuştur.
Günümüze değin süregelen bu ilişkilerin özellikle son birkaç yıldır neden bu kadar çatışmalı (!) bir hal aldığını nasıl izah etmek gerekiyor?
Mevcut AKP hükümetinin Ortadoğu ve batı dünyası arasında yürütmeye çalıştığı denge politikalarını anlamadan/görmeden, mevcut haliyle Türk/İsrail ilişkilerini anlama veya yorumlamaya çalışmak eksik sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilir. 
Bu temelde AKP hükümeti ile İsrail ilişkilerinin ciddi anlamda bir çatışmasının olduğunu varsaymak baştan yanılgıya düşmek olur. Hükümet ve İsrail devleti arasında bırakalım bir çatışmayı, herhangi bir pürüz dahi yoktur. Elbette yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi bu süt liman anlaşmaları, gizli pazarlıkları açıktan yapmamaktalar. Bütün mesele bu olmaktadır. 
2007’de TBMM’de konuşan ilk İsrail cumhurbaşkanı olan Simon Peres’e yönelik, 2009’un başında çıkış yapılan ve Davos krizi denilen olay ise Ortadoğu’da yeni bir dönemin başlangıcı olarak ele alınabilir. Özellikle aynı dönemde ABD’de Obama döneminin başlıyor olmasıyla birlikte, Ortadoğu’da yeni dengelerin oluşturulması için uluslar arası güçlerin Türkiye ve İsrail’e yönelik verdikleri bu rolün gereği bu çıkışların yaşanıyor olması, bütün parçaları doğru bir şekilde yerine koyduğumuzda daha çok anlaşılan bir husus olmaktadır. 
2003’lerden günümüze değin İsrail ile birçok alanda geliştirilen işbirlikleri ve anlaşmaların sayısı ya da hesabını bugün doğru düzgün bilen herhangi bir devlet yetkilisi yoktur. Mavi Marmara gibi siyasi şovların yaşandığı dönemde bile, savunma bakanı bu anlaşmalara ve işbirliği protokollerine yönelik net bir bilgisinin olmadığını verdiği beyanatlarla dile getirmişti. 
Erdoğan’ın da bu durumda olduğunu çok iyi bilmekteyiz. Bu ilişkilerde piyon konumunda ve tamamen rol-görev dağılımı gereği kendisine düşeni yerine getirmektedir. Ne Davos çıkışı, ne de Mavi Marmara gibi olaylarla Erdoğan’ın Filistin halkının ve haklı davalarının yanında durduğunu, desteklediğini söyleyenler-yazanlar/çizenler kesinlikle yanılmakta veya bilinçli bir şekilde yanıltmaya çalışmaktadırlar. 
AKP hükümeti ve Erdoğan zihniyetinin dayanmak istediği temel ilişkilenme biçimi gizli/kapalı kapılar ardında olanıdır. Böyle bağlayıcı yanı olmayan, daha anlaşılır bir dille ifade etmek gerekirse bir söylediği diğerini tutmayan ilişkiler, Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin mayasına göre olmaktadır. Bundan dolayı da AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın, İsrail ile geliştirdiği ilişkinin düzeyini kestirmek hayli güç olmaktadır. 
Yaşanan sürtüşmelerin, dil cambazlığının altındaki en büyük neden 2009’un başıyla birlikte Ortadoğu genelinde oluşturulmak istenen yeni konseptten ileri gelen bir durumu ifade etmektedir. Bu temelde Ortadoğu’da söz sahibi olma, gücü elinde bulundurma noktasında çeşitli anlaşmazlıkların olduğunu varsayabiliriz. Bunlar belli noktalarda AKP ile İsrail arasındaki mevcut durumlara da dönemsel olarak yansımasını göstermektedir. Fakat bunların köklü olduğunu ya da temelden kaynaklandığını varsayamayız. 
Erdoğan’ın zekâsına göre bunlar göründüğü gibi kabul edilecek ve bu temelde özellikle Araplar içerisinde ciddi anlamda bir itibarı beraberinde getirecek. Konu zekâ ve Erdoğan olunca, böyle senaryoların geliştirilmeye çalışılıyor olmasını belli noktalara kadar anlamak mümkün olmaktadır.
Fakat Erdoğan’ın zekâsını ve eylem çizelgesini/davranış biçimlerini önümüze koyup incelediğimizde; kazın ayağının daha farklı olduğunu anlamaktayız. Masum insanların katline yönelik siyasi söylemlerin tavan yapabileceğini özellikle bu kirli ilişkilerin neticesi olarak daha çıplak bir gözle görebilmekteyiz. 
Bunun da önümüzde Erdoğan’a ve AKP hükümetine neleri sunacağını hesaplayabilmek için Pisagor teoremine ihtiyaç duymamaktayız!

Toprak Cemgil

Türkiye'nin Afrika Stratejisi (Yeni Sömürgecilik)

Türkiye’nin Afrika’ya ilgisi 1998 yılında Dünya Bankası’nın Afrika için yaptığı farklı programların çerçevesinde başladı. Türkiye, AKP’nin hükümete gelmesinden sonra Afrika stratejisi çerçevesinde daha aktif olarak Sahra altı ülkelerine girmeye başladı.

1990’lı yıllara kadar sadece kuzey Afrika ülkeleriyle sınırlıydı. Türkiye için Libya, Afrika’nın kapısı gibi görülüyor. 1980-90’lı yıllarda siyah kıtadan kaynak satın almaya başlandı. Bunun başında Cezayir ve Nijerya’dan sıkıştırılmış doğal gaz ithalatı geliyordu.

Türkiye’nin Afrika politikasının temelleri siyah kıtanın kaynaklarıyla ilgilidir. Ankara işin temeline ekonomiyi koysa da bunun sağlamak için farklı ilişkiler de yürütüyor. Özellikle çeşitli tüketim malları, ulaşım, sanayi ihracatını teşvik ediyor. Beyaz eşya, makine, ekipman, ürün, metal, gıda ürünleri ve ilaç ihraç etiği gibi inşaat sektörüne de büyük önem veriyor.

TİCARET

Aslında Türkiye’nin kara kıtayla ticari ilişkileri hızlı bir şekilde büyüyor. 1992-2008 yılları arasında ekonomik ticaret 8 kat artarak, 2 milyar dolardan 16, 8 milyar dolara kadar yükseldi. 2009 yılındaki kriz dolayısıyla bu oran biraz düşüş göstererek 15, 9 milyara indi. Özellikle 2003’ten sonra dış ticaret ulaşım hacmi düşmeye başladı. Bu dönem Türkiye Dış Ticaret Kurumu tarafından Afrika için ticaret ve yatırım teşvik strateji oluşturuldu ve Afrika ülkeleri ile ekonomik ilişkiler için kurumsal altyapının oluşturulması için bu ülkelerle işbirliği çalışmaları yürütüldü.

Bu ilişkilerde Kuzey Afrika bölgesinin payı azalırken diğerlerinin büyüdü. Türkiye’nin bu kıtaya yönelik ihracatı 1990’da 0,75 milyar dolar iken bu rakam 2009 da 10,2 milyar dolara yükseldi. Türkiye kendi mal ve hizmetlerini satacak ticari pazarları çeşitlendirmek istiyordu. Özellikle finansman krizinin başlaması Avrupa ve Amerika’ya yönelik ihracat zorluklarının çıkmasıyla birlikte Asya, Afrika, Doğu Avrupa, BDT ve Latin Amerika’ya girmeye çalıştı.

Afrika pazarları kriz döneminde Türkiye’nin birçok küçük ve orta ölçekli ticari şirketin ayakta kalmasını sağladı. Türkiye’nin ihracat boyutlarının büyümesi Afrika ülkelerini pazarlarına çıkmasıyla oldu. Türkiye’nin Afrika ithalatı da büyüdü, 1990-2009 yılları arasında 4,3 kat büyüme sağladı. Bu tarihler arasında 1,3 milyar dolardan 5,7 milyar dolara yükseldi. İhtilatın en fazla olduğu ülkeler Cezayir, Güney Afrika, Mısır, Nijerya, Tunus, Libya ve Fas’tır. Cezayir ve Nijerya’dan alınan sıkıştırılmış doğal gaz bu kıtadan yapılan ithalatın yarısını oluşturuyor. Ancak 2009 da bu oranlarda düşüşler yaşandı.

Son yıllarda 40 ülke ile ekonomik ilişki için hukuksal temel hazırlandı. Birçok Afrika ülkesi ile ortak ekonomik komiteler oluşturulmuş durumda. Bazı ülkelerle serbest ticaret anlaşmaları hazırlanıyor. Bu anlaşmalar Afrika ülkeleriyle ticari dolaşımını gözle görülür biçimde büyütecek. TUSKON sürekli ticari toplantılar yapıyor. Bu toplantılara Türkiye ve Afrika’dan yüzlerce iş adamları katılıyor. Bu toplantılar ve örgütler Senegal’den Tanzanya’ya kadar Türk iş adamlarının kendi ticari ilişki ve kanallarını oluşturmasına yardımcı oluyor. İş adamları sürekli olarak politikacıları bu katıya ziyaret yapmaları konusunda teşvik ediyor. Onlar Afrika’yı Türkiye için yeni bir pazar olarak görüyorlar.

İSLAMİ TÜRK BURJUVAZİSİ AFRİKA PAZARINDA


Birçok ülke Afrika kıtasının ismini duyduklarında akıllarına açlık kuraklık ve fakirlik gibi durumları gelir. Bu çoğu zaman girişimcileri korkutuyor. Bu Türk iş adamlarına düşük rekabet yüksek kar marjları nedeniyle büyük fırsatlar sunuyor.

Afrika ülkeleri İstanbul Marmara ve Ege bölgeleri gibi Türkiye’nin geleneksel ticaret merkezlerinin yanında son yıllarda gelişme gösteren ara bölgelerdeki -Anadolu Aslanları gibi- ve Kürdistan’ın batı bölgelerindeki iş çevreleriyle büyük ticari ilişkiler geliştiriyorlar. Nitekim bu bölgeler son yıllarda en büyük ihracatçılar durumundalar. Anadolu Aslanları ve MÜSİAD gibi yeni iş adamı grupları eski burjuvaziden farklı olarak İslami burjuvaziyi temsil edip AKP’nin omurgasını oluşturuyorlar. Bunların çoğu Afrika, Ortadoğu ve Balkan ve Karadeniz bölgeleri gibi Türk şirketleri için geleneksel olmayan piyasalar üzerinde etkili oluyorlar ve eski Türk burjuvazisinin daha aktiftirler. Eski Türk burjuvazisi daha fazla Avrupa pazarına odaklanmıştı.

Türkiye gelişmiş ülkelerin büyük şirketleri için Afrika’ya ürün ihracatının penceresi oluyor. Örneğin Türkiye’nin de ortak olduğu Fiat yönetimi son dönemlerde Afrika’ya birçok ziyaret gerçekleştirdi.

ANKARANIN KAPILARI

Türkiye Afrika’ya ilişkin stratejisinde bölgenin geneli için bazı ülkeleri giriş için kapı olarak belirliyor. Batı doğu ve güney ve merkez için. Kuzey Doğu Afrika için Etiyopya Sudan ve Kenya’yı giriş için kullanıyor. Yine yakın doğu, Fars körfezi ülkeleri ve Mısır kullanılırken, güney için Güney Afrika Cumhuriyeti, Sengal ve Nijerya Kongo cumhuriyeti merkez olarak kabul ediliyor.

EKONOMİ

Türkiye’nin Afrika ilişkileri sadeci ticari değil ekonomik ilişkilerde bir çeşitlilik gösteriyor. Türkiye temsilcileri Afrika’yı hammadde tedarikçisi olarak görmediklerini söyleseler de ithalatın % 60’nı hammadde oluşturuyor. Ama Türkiye Afrika ile geniş çaplı işbirliği yürüttüğünü yeni üretim alanları yaratma, Afrika mallarının dünya pazarlarına girişini kolaylaştırmak, endüstrileşmesine yardımcı olmak ve teknoloji dâhil tam bir işbirliği içinde olduklarını iddia ediyorlar. Türkiye yönetimi sürekli olarak bu ülkelerle “adil ve dengeli” ilişkiler kurduğunu, bu katanın bazı ülkelerin politikalarından çok zarar gördüğünü ve bunların Afrika’nın çıkarına olmadığını belirtiyor.

Afrikalı liderler Türk şirketlerini yatırım yapmaları için çağrıda bulunuyorlar. Hatta Afrikalı iş adamları arasında Türklerle çalışma konusunda yarış da var. Çünkü bu onlara gelişme imkânı sağlıyor. Türk şirketleri buradaki ucuz işgücünü kullanıyor. Yoğun emek isteyen sanayide Afrika’nın düşük ücretle vasıfsız ve ucuz işgücünden yararlanıyor.

Türkiye’nin Afrika kıtasında yeni ve önemli bir oyuncu olarak girmesi Afrika ülkeleri için ek kazanç da sağlıyor. Yani çift taraflı ekonomik ilişkilerin dışında diğer ülkelerin bu kıtadaki rekabetine yol açıyor. Bu Afrika ülkelerine yeni tercih hakları ve manevra imkânı sağlıyor. Bu özellikle dönemlerde Afrika için monopolist durumuna gelmiş Çin ile olan ilişkiler açısından önemlidir. Çin şirket ve sermayesinin Afrika ülkelerinin farklı iş alanlarına ve ekonomilerine giriyor. Ama Pekin ekonomik yardımı -ki bu çoğunlukla ek şartlara dayanıyor (Örneğin Çinli işçilerinin bu alanlarda çalışanlarına izin verilmesi zaman zaman yerel halkın rahatsızlığına yol açıyor.) Çin aktif olarak buradaki Hidrokarbon madenlerini satın alıyor. Böylece kaynak pazarında en asli oyuncu oluyor. Afrika ülkeleri Pekin’in bu aktivitesinden rahatsız olmaya başlıyorlar. Bunun için Türkiye ekonomi faaliyetleri -her ne kadar alanları Çin ile kıyaslanamasa da-Afrika ülkeleri tarafından destekleniyor. Çünkü bu onlara kendi ilişkilerini dengelemeye imkanı tanıyor ve rekabeti güçlendiriyor.

POLİTİKASIZ POLİTİKA

Ankara’nın Afrika’ya olan ilgisi ekonomiden kaynaklanıyor. Ama ekonomik çıkarlarını ilerletmek için aktif politika yürütüyor. Ankara Afrika’ya karşı sürekli “ahlaki sorumluluklardan” söz ediyor. Örneğin batının eleştirilerine ve tavrına rağmen Sudan’la işbirliğine devam ediyor. Darfur’a ekonomik yardım yapıyor. Bir de bu çok ciddi boyutuyla zarar görmüş bölgeye geniş çaplı yardım örgütleyenlerden biridir.

Zaten Türkiye Afrika ülkelerine onların çıkarlarını savunma sözü vererek BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliği konusunda destek aldı. Türkiye’nin şu anda Afrika’da 17 elçilik 20’ye yakın konsolosluğu bulunuyor. Ve yakın zamanda bu kıtada 20’ye yakın elçilik açmayı planlıyor. Afrika ülkelerinin ise Türkiye’de 13 elçiliği bulunuyor. Bunlardan 3 tanesi son dönemde açıldı. Bunun yakın yıllarda iki katına çıkarılması planlanıyor.

YUMUŞAK GÜÇ (SOFT POWER)


Türkiye-ilişkilerinin temeli ekonomi olmasına rağmen eğitime özel önem veriyor. Tarihi olarak Batı misyonerlerinin bu ülkedeki eğitim kuruluşları kurma geleneğini Türkiye devir alarak planlı ve sistematik olarak eğitim işgaline dönüştürdü.

1990 yıllardan başlayarak Kafkaslarda, Orta Asya, Yakın doğu, Balkanlar yüzlerce okul üniversite açtılar. Bu işi birçok ülkede düşünceleri aşırı siyasal İslamcı bulunan Fetullah Gülen cemaati gerçekleştirdi. Şu anda 120 ülkede okulları var. 90’ların sonlarından başlayarak bu okullar Afrika’da açılmaya başlandı. Bu okullarda yerli dillerin yanında İngilizce ve Türkçe eğitim veriliyor.

AFRİKA’NIN YENİ ELİTLERİ GÜLEN OKULLARINDAN ÇIKIYOR

Gülen okulları Afrika ülkelerindeki yeni nesilleri Türklere hayranlık duyacak şekilde eğitim veriyor. Bu okullar kısa sürede Afrika ülkelerinin en büyük eğitim kurumları haline geldiler ve yerel elitler tarafından büyük otorite sahibi oldular. Bu okullar kıtanın yeni elitinin oluşmasını sağlıyor. Örneğin Güney Afrika cumhuriyetlerinde okullarda hemen hemen tümü kara derili öğrencilerdir. Bu kara derili öğrenciler Türkiye’de yapılan Türkçe olimpiyatlarında ilk ona girdiler. Aynı zamanda her yıl Türkiye’de okumaları için öğrenci teşvik fonları ve burslar veriyor.

Aralık 2009’da Nijerya’nın başkenti Abuja’da Türk üniversite çalışmaları başladı. Yine Tanzanya’da açılması gündemdedir. Öyle anlaşılıyor ki yakın zamanda birçok üniversite açılacak. Türk okullarının Afrika’da hızla gelişme kaydetmesinin sebebi rekabetin olmayışından kaynaklanıyor. Yabancı okullar sadece Güney Afrika’da vardı. Bunlar ise sadece ticari ve humaniter çerçevede.

Türk okullarının öğretmenleri ise sadece eğitimle ilgili değil çoğu misyoner karakteri taşıyor. Bunlar Türkiye’ye pozitif imaj oluşturmak ve Türk İslam ideolojisinin programlarını taşıyorlar. Bu öğretmenler sadece okulların eğitimcileri değil aynı zamanda manevi hocaları olarak görülüyorlar.

Unutmayalım ki Türk okullarında ki öğretmenler çoğunca misyoner gibi propaganda yapan ideolojik olarak çok iyi eğitilmiş durumdalar. Ayrıca Türk entelektüelleri bu ülkelerde geliştirdikleri ilişkilerle enstitüler kuruyorlar ve Türk-Afrika ilişkileri için uzmanlar yetiştiriyorlar. Ankara bu kıtadaki sömürgeci geçmişine dayanarak kültürel ve dini ilişkilere geleceğini sağlamlaştırmak istiyor.

* Moskova'da yaşayan siyaset bilimci ve gazeteci Dr.Nodar Maseki bu makaleyi Fırat haber ajansı için kaleme almıştır.

Çeviren Mamed Mustafayev