6 Nisan 2011 Çarşamba

Dünden Bugüne; Kasaplar Deresi-1


imageKasaplar Deresi’nin geçmişi Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlayan ‘tedip ve tenkil’ (inkar ve imha) politikasına dayanıyor. Dere, Kürt sorununu ‘Kürtleri yok etmek’ yöntemiyle ‘çözmeyi’ esas almış ‘Modern’ Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürt halkına karşı sürdüğü kirli savaşın bir gerçeği olarak karşımızda duruyor.

Kasaplar Deresi’nde bir gece yarısı gözaltına alındıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamayan,dağda keçi otlatırken veya tarlasını biçerken kurşunlanan ya da devletin güvenlik güçleriyle girdikleri çatışmada hayatından olan Kürtler yatıyor.

Yoksul Kürt köylüleri, yüksek ruhlu Kürt yurtseverleri ve çıplak yürekli Kürt gençleri kefensiz, törensiz ve duasız gömüldükleri o derede üst üste yan yana atılmış olarak yatıyor.

Devlet bir dönem öldürdüğü Kürtlerin gömülmesine dahi izin vermiyordu. İnsanların cansız bedenlerini çöp arabalarıyla taşıyor ve Siirt Tugayı’nın çöplük olarak kullandığı Kasaplar Deresi’ne atıyor, dereyi ‘insan çöplüğüne’ dönüştürüyordu.

Askerliğini Siirt Komando Tugayı’nda ‘yazıcı’ olarak yapan bir tanık bundan 22 yıl önce şunları anlatmıştı: ‘Tugay’a ölüler gelince biz gider inceler, tutanak tutardık. Nasıl öldürülmüş, neyle, kaç kurşunla falan, bunları biz yazardık. Bazen on beş, on altı yaşlarında çocuk ölüleri de gelirdi. Erler bunların çoban olduklarını söylerdi. Komutan ise ‘Ermeni’ derdi. Ölüler daha sonra Tugay’daki erlere gösterilirdi. Cesetler yan yana dizilir, erler sıra halinde gelir izlerlerdi. Bu da eğitimin bir parçası haline gelmişti. Herkes bunu kabul etmişti. Kimse yadırgamıyordu. İnsan bunun ne anlama geldiğini terhis olduktan, o elbiseyi çıkardıktan sonra anlıyor...’

‘Sonra o ölüleri çöp torbalarına doldurur, çöp arabalarına atardık. Kasaplar Deresi bizim çöplüğümüzdü. Çöp arabaları ceset torbalarıya dolu çöplerini oraya boşaltırlardı...’

Bu uygulama ne zaman başladı; Kürt ölüleri Kasaplar Deresi’ne ilk ne zaman atıldı, bu tam olarak bilinmiyor. Geçtiğimiz günlerde Siirt İl Jandarma Alay Komutanlığı’nca tanzim edimiş bir listeyi yayınlayan dönemin gazeteci Seve Evin Çiçek’e bu listeyi veren resmi kaynağa göre 1984’ten bu yana dereye insanlar atılıyor!

Yaptığım araştırmalar bunu doğruluyor. 15 Ağustos 1984’te başlayan savaşla birlikte devletin Kasaplar Deresi’ni yeniden hatırladığı anlaşılıyor. Ne de olsa derenin kanlı ve kirli işlevi çok eskilere dayanıyor.

Newala Qesaba

Kasaplar Deresi; Siirt’teki adıyla Newala Qesaba…Ünü çok eskilere dayanan bir dere. Siirtli kasaplar çalıntı hayvanları gözlerden ırak bu derede kestikleri için buraya bu ad verilmiş. Ne var ki 1’inci Paylaşım Savaşı döneminde şehrin Ermenleri de valinin fermanıyla bu derede hayvanlar gibi boğazlanmış. Kadın, çocuk, yaşlı demeden Ermeni olan kim varsa kafası ya kılıç ya da balta darbeleriyle parçalanmış.

‘Yüzlerce Ermeni kurda kuşa yem edildi. Newala Kasaba’da yüzlerce Ermeni’ye mezar oldu‘ demişti bana yaşlı Siirtli Mehmet Ozan…Kasaplar Deresi böyle bir yer; kanlı ve kirli bir dere…Bu dere 1984’ten sonra sorgusuz sualsiz kurşuna dizilen, işkenceyle katledilen ya da çatışmalarda ‘ölü ele geçen’ Kürtlere ‘mezar’ oluyor. 27 yıla yakın bir zamandır orada, bir dönem Siirt Tugayı’nın çöplük olarak kullanıldığı o derede insanlarımız yatıyor.

Benim bu olaydan haberim 1988 sonunda oldu. 1988 Aralık ayında Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin (SHP) Ankara’da Kurultay’ı vardı. Kurultayı izlemek amacıyla Ankara'daydım. 2000’e Doğru Dergisi için Kurultay’ı izliyor, SHP’nin Kürt politikası ve Kürt siyasetçileriyle ilgili haber yapmaya çalışıyordum. Kurultay’da dönemin SHP Siirt İl Başkanı Avukat Zübeyir Aydar (Şimdi Kongra-Gel Başkan Yardımcısı) bana, Siirt’te Komando Tugayı’nın çöplük olarak kullandığı Kasaplar Deresi'ne insan cesetleri atıldığını söyledi. Konuyu araştırdıklarını ve iddianın gerçek olduğunu tespit ettiklerini de belirtti.

Yıllardır dereye insan atılıyordu. Şehrin köpekleri ağızlarında dereye atılmış insanların ceset parçalarıyla dolaşıyordu. Birçok Siirtli’nin ağzında insan kolu veya bacağıyla dolaşan köpek gördüğü söyleniyordu. Ayrıca birçok belge ve tanık da vardı. Bunların araştırılması gerekiyordu. Aydar’ın anlattıkları inanılır gibi değildi.

Ayrıca bu bilgileri bana gelinceye kadar birçok basına organına da vermişti. Ne var ki kimse ilgilenmemişti. Aydar ve arkadaşları konuyu hem parti merkezine hem de basına bildirmişlerdi. Hatta bazı gazeteciler Siirt'e kadar gitmiş olayı yerinde incelemişlerdi ancak, gazetelerin biri bile habere yer vermemişti. Üstelik de askeri ve mülkü erkan da konudan haberdar edilmişti. Yakınları Kasaplar Deresi’ne atılanlar Valiliğe ve Savcılığa müracaat etmişlerdi. Askeri ve idari erkan bunun üzerine dereyi ‘yasak saha’ ilan etmişti. Mesele netametli ve tehlikeliydi.

‘Yasak Saha’da bir gazeteci

8 Ocak 1989 günü Siirt’e gittim. Soğuk mu soğuk bir kış gününün öğlen sonrası Kasaplar Deresi’nde birkaç film çektim. Şirvan yolu üzerindeki birkaç küçük tepe, bu tepeleri birbirine bağlayan geniş bir alandı. Alan tamamen karla kaplıydı. Resim çekip geri geldim. İlk gidişimde derede çok kalamadım, kalamazdım da. Hem kıştı karla kaplıydı hem de askeri yasalara göre ‘yasak sahaya’ giren kim olursa üzerine ateş açılabilirdi. Devlet, ‘yasak Saha’sına gireni öldürme emri vermişti. Bunu 33 yoksul Kürt köylüsünün toplu mezarı Sefo Deresi’ne (Van) gitmeye çalışırken öğrenmiştim. Bu yüzden dikkat etmeliydim...

Bana verilen bilgilere göre Kasaplar Deresi’ne yüzlerce insan ölüsü atılmıştı. Ve abartısız Siirt’te yaşayan herkesin bundan haberi vardı. Ancak sanki alışkanlık kazanılmış gibi hayat da tüm olağanlığıyla akıp gidiyordu! Özellikle de derenin kıyısında yaşayanları anlamakta zorluk çekiyordum. Bunların çoğu koçerdi. Birkaç yıl öncesi yerleşik hayata geçmiş ve burada kendilerine ev yapmışlardı. Yanı başlarına insan ölüleri altılıyordu. Köpekler ağızlarında insan bedenine ait parçalar taşıyordu; buna karşın onların normal (!) hayatları da hiçbir şey olmamış gibi devam ediyordu. Bunu anlamanın ve anlamlandırmanın imkanı yoktu...

Siirt’e bir ‘hırsız’ gibi girmiştim.Kimseye, özellikle de devlete görünmeden işimi yapmam gerekiyordu. Yoksa, yakalandığım her defasında olduğu gibi hem işi yarıda bırakmak zorunda kalıyor hem de ciddi baskı görüyordum.

Bilgiler ve öyküler

Aynı günün akşamı yakınları Kasaplar Deresi’ne atılmış birkaç kişiyle görüştüm. Bunlardan biri çatışmada hayatını kaybetmiş gerilla Mehmet Oktay’ın amcasını oğlu Ali Oktay , diğeri, iki oğlunu PKK saflarına yolculamış ve ikisinin de ölüm haberini almış Emin Ergin, üçüncüsü ise 22 Haziran 1985 günü Eruh yakınlarında çıkan çatışmada hayatını kaybetmiş olan Bedrettin Timurtaş’ın eşi Heybet Timurtaş’tı...

Ali Oktay şunları anlatmıştı; ‘Amcamoğlu Mehmet PKK’ye katıldı. Yıllarca dağda kaldı. Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu’nun komutanı Agit (Mahsum Korkmaz) hevalin yanındaydı. 26 Mart 1986 günü Gabar Dağı’nda komando birlikleriyle girdikleri çatışmada Agit hevalle birlikte şehit düştü. Mehmet’in ve Agit hevalin cesetleri bize nispet yapılırcasına bir traktör römorkuna atılarak bütün şehirde dolaştırıldı. Sonra da götürüp Newala Kasaba’ya atıldı...’
‘Benim adım Heybet...Heybet Timurtaş. Eruh ilçesi Ağaçyurdu köyündenim. Beş çocuk annesiyim. Kocam Bedrettin ağanın zulmüne dayanamadı, dağa çıktı. Orada PKK’ye katıldı. Kendisi köyümüzün imamıydı. Kendi halinde halim selim bir insandı. Fakat boyun eğmediği için ağa ona takmıştı. Her fırsatta kocama hakaret eder, onu dövdürür, bazen de jandarmaya ihbar ederdi. 22 Haziran 1985 günü de zaten ağanın ihbarı sonucu korucular ve jandarmalar tarafından köyümüzde şehit edilddi. Jandarma ve korucular kocamı katletti. Ancak cenazesi bize verilmedi. Jandarma alıp götürdü. Sonra duyduk ki Kasaplar Deresi’ne atılmış. Kocam şimdi orada o çöplüğün içinde...’

34 yaşındaki Heybet Kadın da bunları anlatmıştı.

Emin Ergin’in de çatışmada hayatını kaybeden bir oğlu (Ahmet) Kasaplar Deresi’ne atılmıştı. Dönemin SHP Muş İl Başkanı (Şimdi Muş BDP Milletvekili TBMM İdari Amiri) Sırrı Sakık anlatıkları da şöyledi:

‘Kızkardeşim Adife ile amcamın oğlu Murad 9 Mart 1985 günü Sason’da güvenlik güçleriyle girdikleri çatışma sonucu hayatlarını kaybettiler. Bize cenazelerini teslim etmediler. Biz cenazeyi almaya gittiğimizde gözaltına alındık. Hakarete uğradık. Devlet görevlileri bize cenazelerin Diyarbakır’da gömüldüğünü söylediler. Ancak aradan zaman geçtikten sonra kızkardeşimin, amcamın oğlunun ve onlarla birlikte hayatlarını kaybedenlerin tamamının Kasaplar Deresi’ne atıldığını öğrendik...’

Sakık, kızkardeşinin mezarının Diyarbakır’da değil, Kasaplar Deresi’nde olduğunu biliyordu ama devlet de gerçeği inkara devam ediyordu...
‘Benim oğlumu evden götürdüler. Ben Mardin ili İdil ilçesi Sulak köyü halkındanım. 10 Nisan 1985 gecesi komandolar köyü bastı. Bütün evler tek tek arandı. Bizim evi de bastılar ve oğlum Hasan’ı alıp götürdüler. Oğlumu önce Cizre’ye sonra Şırnak’a götürdüler. Orada işkencelerden geçirdiler. Orada öldürdüler ve nereye gömdüklerini bana söylemediler. Sadece oğlum götürüldükten üç gün sonra eve geri geldiler. Komandoların başındaki yüzbaşı bana, oğlun kaçarken düştü ve başını arabanın tamponuna çarparak öldü dedi. Bana böyle bir kağıdı zorla imzalattılar. Ne yapıp ettiysem oğlumun cesedini bana vermediler. Sadece alay eder gibi oğlumun Kasaplar Deresi’nde olabileceğini söylediler...’

Oğlu Hasan Akar’ı gözaltında işkencede yitiren ve oğlunun ölüsünü bile göremeyen bir anne bunları söylüyordu.

Şırnak Tugayı’nda işkencele tanık olan Kemal Doğan yaşadıklarını şöyle anlatıyordu;

’Bir gün Ankaralı ve adının da Mustafa olduğunu söyleyen 30-35 yaşlarında uzun boylu, sarı saçlı birini getirdiler. Adam çok işkence gördü, sonra da alıp götürdüler. Adamın öldüğünü söyledi askerler. Askerler ayrıca alayda denetleme yapılacağı için tuvalet çukuruna atılan cesetlerin çıkarıldıklarını ve Kasaplar Deresi’ne atıldıklarını söylediler...’

‘Adım Hasan. Ben de şöferim. Haziran 1987’de kız arkadaşımı arabaya almış, dolaşıyorduk. Kasaplar Deresi mevkiinden geçerken askeri çöp arasından bir cesedin atıldığını gözlerimle gördüm. Sonra da üzerine çöp döküldü. Biz çok yakındaydık. Ya bizi fark etmediler, ya da önemsemediler. Ölünün saçları sarıydı. Bunu bile gördüm. Üzerinde mavi kot pantolon vardı...’

‘Adım Sevdin. Siirt Belediye’sinde geçiçi temizlik işçisiyim. Çöpçülük yapmaktayım. Kasaplar Deresi’ne cesed atma işine (!) çoğu zaman biz de katılırız. Çoğu zaman bunu Alay Komutanlığı ve belediye birlikte organize eder. Kasaplar Deresi’ne attıklarım arasında kendi yeğenim Hasan Dağtekin’in de olduğunu sonradan öğrendim. Emir kulusun ya, sormak, bakmak, araştırmak gibi bir hakkın olmuyor. Bu durumda insanda insanlık da kalmıyor...’

İbret Vesikası

....böyle devam edip gidiyordu. Siirt ve çevre il ve ilçelerde görüştüğüm görgü tanıklarından ve gözaltında yakınları kaybolmuş olanlardan önemli bilgiler edinmiştim. Aralarından bazıları askerlerin çöp arabalarından dereye ceset attıklarını gözleriyle görmüşlerdi. Epey bilgi sahibi olmuştum. Ayrıca Siirt Belediye Başkanlığı’nın Siirt Jandarma Alay Komutanlığı’na gönderdigi 13 Temmuz 1988 tarihli ve 2/296 nolu resmi bir evrakı da ele geçirmiştim. Evrakta, ‘13 Temmuz günü saat 15.00 sularında 5 teröristin Kasaplar Deresi mevkiine defnedildiği’ yazıyordu.
Belediye bile bu işi aleni yapmaya, cesetleri mezarlığa gömmek yerine, Tugay’ın çöplüğüne atmaya başlamıştı. Durum tek kelimeyle vahimdi. Fen İşleri Müdürlüğü’nün fezlekesini, ‘bir ibret vesikası’ olduğu için buraya alıyorum. 

TC SİİRT BELEDİYE BAŞKANLIĞI
FEN İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ
13.07.1988
Sayı: 2/296
Konu: 5 teröriste ait cesedin defnedildiği.

İL JANDARMA ALAY KOMUTANLIĞINA
SİİRT

İlgi; Siirt.İl.J. Alay Komutanlığı’nın 13.07.1988 gün ve İSTH 78-88/ 1118 sayılı yazısı.
İlgili yazıda belirtilen kimliği tespit edilen terörist K.KOCAMAN ile kimlikleri tespit edilemeyen dört teröristin Belediye sınırları içerisinde Kasap Deresi mevkiine 13 Temmuz 1988 günü saat 15 sıralarında defnedildiklerini rica ederim.

MAHMUT ÇALAPKULU
Belediye Başkanı

Çalapkulu daha sonra öldürüldü. PKK’nin öldürdüğü söylendi.

Katliam, Altan ve 'atıl Kurt'


Sorunlar ötelendiği zaman veya görmezden gelinip inkar edildiği zaman ortadan kalkmıyorlar. Daha karmaşık ve ciddi boyutlarda kendilerini gösteriyorlar. Bu dünde böyle oldu, toplumsal yasa gereği bugünde böyledir.

Sovyetler Birliği neden çöktü sanılıyor. Yugoslavya durduğu yerde parçalanmadı. Saddam rejimi içte soykırım ve dışa yönelik tehdit politikaları uygulamasaydı ABD veya başka bir güç askeri müdahalede bulunabilir miydi? Tunus, Mısır, Libya, yemen ve Suriye’de 40 yılı aşkın dikta rejimleri olmasaydı, halk isyan eder miydi? İran ve Çin’in akıbeti ise daha sarsıcı olacak.

Kürt ve Kürdistan sorunu da böyledir. Geçen her zaman sadece sorunu ağırlaştırmıyor. Aynı zamanda Kürtlerin bütün hatlarda rejimden ve Türk sömürgeci sisteminden kopuşuna yol açıyor.

Ancak ne yazık ki iktidar gibi Türk ‘aydın’, fikir insanı ve siyaset sınıfı bu devasa sorunu ve Türkiye’nin birikmiş sorunlarını bütünüyle görmüyor. Göremiyor. Hatta görmek istemiyor.

Daha da ötesi birçoğu rejimin ve onun şimdiki uygulayıcısı AKP’nin yaptığı her türlü baskı, şiddet ve çağdışı uygulamalarını ‘kabul edilebilir’ fikrini yayıyor. Bu bir hastalık gibi her tarafı sarıyor.

Birde buna Türk ‘aydın’, fikir ve siyaset insanların meseleleri izah ederken ‘Türkiye’nin hassasiyetlerine’ vurgu yapmaları ve ‘dış faktör’ algılaması eklenince çıplak Kral giyinik olduğunu sanıyor. Çıplak Kral dalkavuk terziler tarafından her gün yeniden ama yeniden giydiriliyor. Böylelikle sorun çözülmüş oluyor!

Ama hayat öylemi?

Hayatın kendi yasaları tüm sübjektif yargı ve müdahalelere rağmen işliyor. Hatırlanır. Erdoğan ‘düşünmezseniz Kürt sorunu yoktur’ demişti. Hayat ona böyle bir sorunun olduğunu gösterdi. Ve Erdoğan ünlü Kürt sanatçısı Brader Musikî’nin ‘Türk karakolu’ diye nitelendirdiği TRT6’nın açılışında üç kelimede olsa Kürtçe konuşmak zorunda kaldı.

Erdoğan daha üç-dört yıl önce Güney Kürdistan yönetimini ‘aşiret reisleri’ diye küçümsüyordu. 2007 yılın da sınır ötesi tezkere meclise gelmeden bir hafta önce bir cuma namazı çıkışında Hewler’i tehdit ederek ‘hadlerini bilsinler. Yoksa gereği yapılır’ diyordu. Ne oldu? Hayat onu Hewler’e, Federal Kürdistan’a gitmeye, küçümsediği Mesut Barzani’ye ‘sayın başkan’ demeye mecbur kıldı.

Şimdi Newroz’da alanlara inen ve son derece kararlı bir şekilde siyasi iarede beyanında bulunan, özgürlük, demokrasi ve çözüm taleplerini dile getiren milyonları da görmüyor. İnkar ediyor. Yok sayıyor. Hatta onun dalkavukları bu muhteşem Kürt isyanını ‘ekzotik’ bir ‘topluluk’ olarak göstermek için ter döküyor.

Erdoğan kulla ile Allah arasına girecek kadar ileri gidiyor. Kürtlerin kendi dillerinde ibadet etme hakkına ipotek koymak istiyor. ‘Cuma namazı kıldılar, kutsal dinimizin arasına bölücülüğü soktular’ diyecek kadar dinden-imandan çıkıyor.

Kürtlerin sivil itaatsizlik hareketini başlatmasından sonra AKP’liler-ki bunlar oldukça çeşit çeşitlik gösteriyorlar-aptalca hayatın kendisi ile ters düşen yeni ‘argümanlar’ geliştirmeye çalışıyorlar.

Örneğin Türkiye, ‘Mısır, Tunus, Libya değil’ diyorlar. Doğru değil. Onların Kürt ve Kürdistan sorunu diye bir sorunları yoktu bu hale geldiler. Olsaydı bir Yugoslavya olacaklardı. Suriye ve İran bunun için bıçak sırtında duruyor.

Ya Türkiye ne yapacak?

Son yüzyılı halklara karşı soykırımla kapatmış ve halen ret ve inkar politikalarını devam eden bir rejimin geleceği olabilir mi? Türkiye daha ne zamana kadar bir ateş topu olan Kürt ve Kürdistan sorunu ile yaşamaya devam edecek? Esas soru budur.

İşte esas olan ıskalanıyor. Gözden mümkün olduğunca uzak tutulmak isteniyor. Şimdi AKP’nin, yani rejimin yaptığı her şeyi ‘kabul edilebilinir’ sınırları içinde görme, kabul ettirmeye çalışılıyor. Bu bir akıl tutulması değilse eğer, resmen dalkavukluktur. AKP’nin kirli savaş politikalarına destek ve ortak olmaktır.

Mesele..

Ahmet Şık’ın yayınlanmış ‘İmamın Ordusu’ adlı kitabı yasaklanınca, bir ‘kurgu’ içersinde yasakçı zihniyete sahip çıkmak ya da ‘Avrupa Birliğine rezil olduk’ türünden bir yaklaşım göstermek böyle bir şeydir.

Veya Türk başbakanı Recep tayip Erdoğan’ın Güney Kürdistan’a yaptığı ‘zorunlu’ geziyi iç politikada bir malzeme olarak sunmak ve Hewler ziyaretini ‘Barzani’den AKP’ye seçim desteği’ olarak yorumlamak, Türkiye-Kürdistan ilişkilerinde toz-pembe bir tablo çizmek, böyle bir şeydir.

Bin dereden su getirerek farklı bir Kürt, farklı bir Kürt Özgürlük Hareketi algılaması yaratmaya çalışmak, bunun için manipülasyon ve her türden dezinformasyona başvurmak böyle bir şeydir. .

Örneğin Ahmet Altan’ın Hatay’da 7 PKK gerillasının kurulan bir tuzak sonrası katledilmesini ‘normal’ görmesi, Taraf gazetesinin ‘Genç PKK’liler rahatsız’ manşetiyle katliama davetiye çıkarması böyle bir şeydir.

Bu bazıları için abartılı gelebilir ama Altan Hatay katliamına ilişkin yazısında AKP’nin politikasını çok ince bir şekilde ‘kabul edilebilinir’ buluyor. 7 gerillanın on iki gündür “termal kameralarla” izlenildiklerini yazdıktan sonra vicdan sınırlarını da zorlayarak ‘gerekçeler’ aramaya başlıyor.

Altan’ın gerekçeleri hazır; Bir; ‘öldürülen gerillalar öyle sıradan militanlar’ değilmiş. İki; ‘Yedisinde de üst düzey PKK komutanlarının taşıdığı M16 tüfeklerle, A4 patlayıcıları’ varmı. Üç; ‘neden “A4 patlayıcıları” taşıyan bir grup PKK’lı Amanos dağlarında’ dolaşıyormuş.

Altan bu gerekçeleri ileri sürerek resmen katliamı AKP adına ‘üstlenmiş’ olmuyor mu acaba? Ya bilmediği bir alanda, gereksiz ve bir o kadarda günahı fazla olan bir analiz yapıyor, yada kendisine sunulan ‘kurgu’ üzerinden hareketle bin dereden su getirerek katliamı mazur görüyor. Kabul edilebilir buluyor. Her ikisi de felaket ve tiksindirici.

Türk ‘aydını’, fikir insanları ve siyaset sınıfı AKP’nin sınır tanımaz faşizmini ‘olabilir’ kılmak için güçleri yetmeyince bu kez ‘protez akıllı’ Kürtlere başvuruyor. Türk basının ‘söyleşi ustaları’ dişine göre adam seçiyor. Karşısına alıyor. Konuşturuyor. Bir anlamda zeka testine tabi tutuyor.

Böylelikle sanal, hayatta ve Kürdistan’da karşılığı olmayan bir Kürt olgusu yaratmak isteniliyor. Bu zeka testine tabi tutulan ve ‘protez akıllı’ AKP milletvekili Abdurrahman Kurt resmen kendi vicdanını siyaset pazarına sunarak, tekrardan milletvekili olabilmek için kargaların dahi güleceği şeyler söylüyor. İddia ediyor. Kurt yüzde 10 barajını savunmak için traji-komik bir duruma düşüyor.

Kurt halkını ’balık hafızalı’ sayarak seçim barajını AKP getirmedi diyor. Doğru. Ama peşinden yalanı savuruyor. Baraj ‘AK Parti gibi partilere karşı kuruldu ama BDP için kurulmadı’ diyor. Farz edelim ki öyle. Ama Erdoğan’ın en ‘atıl Kurt’u burada durmuyor. Bu kez Kürtlerin ve demokrasi güçlerinin yıllardır talep ettiği, AKP hükümetinin ise 9 yıldır hiç yanaşmadığı, hatta geçtiğimiz ay Erdoğan’ın ‘baraj bugünde olacak, yarında olacak’ demesine rağmen, işi götürüp Ergenekon’a bağlıyor.

Ve kelimenin gerçek anlamıyla seviyesizlik yapıyor. Beş para etmez bir demagojiyle ‘bugün ki tartışmanın arkasında Sabih Kanadoğlu'nu, Tansel Çölaşan'ı, Ergenekon'un avukatı CHP'yi görüyorum’ diyor. Ve 12 Eylül faşist rejiminin Kürtlere karşı getirdiği yüzde 10 barajını, milletvekili seçilebilmek için savunuyor. Kendisinin ve Kürdistan’dan seçilen AKP’li vekillerinin yüzde 10 barajından dolayı oy hırsızı olduğunu unutarak.

HSBC Raporu: Süper Güçler Değişecek!


Dünyanın önde gelen finans kuruluşlarından İngiliz bankası HSBC “2050 yılında dünyamız” adlı raporda enerji ihtiyacının ikiye katlanacağı öngörülürken, Çin’in “en büyük süper güç” olacağı belirtiliyor. HSBC’ye göre Meksika, Türkiye, Endonezya, Malezya, Tayland gibi ülkeler de ekonomik yükselişe geçecek.

Önümüzdeki yıllarda gelişmekte olan ülkeler dünya ekonomisini nasıl etkileyecek? Söz konusu ülkelerin hızlı yükselişi sürecek mi? İşte bu soruların yanıtı HSBC’nin hazırladığı “Dünyamızda 2050 yılı” adlı raporda ayrıntılı bir şekilde veriliyor.

Gayri safi yurtiçi hasılatına göre hazırlanan rapor için 30 ülkenin ekonomik durumu mercek altına alındı. Araştırmaya yapan ekip arasında yer alan ekonomi uzmanı Karen Ward’a göre gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomi, dünya ekonomisinin de büyümesini tetikleyecek.

‘SÜPER GÜÇLER DEĞİŞECEK’

Rapor, “Gelişmekte olanlar” şeklinde adlandırılan 30 ülkeden 19’nunun 2050 yılında bu süreci tamamlayacağına dikkat çekiyor. Yani söz konusu ülkeler sınıf atlayarak “gelişmiş” yada diğer adıyla “sanayi ülkeler” statüsünü alacak.

HSBC’nin araştırmasına göre dünyanın ekonomisi 2050’ye kadar yıllık yüzde 2 büyüyecek. Ancak HSBC, büyüme hızının 2050’den sonra yüzde 3’e çıkabileceğini düşünüyor. Aynı zamanda yeni durum dünyadaki “süper güçleri” de değiştirecek. Raporda Çin’in en büyük ekonomiye sahip olacağı, Hindistan’ın ise üçüncü sırada yer alacağı belirtiliyor.

Ayrıca şu anda gelişmekte olan ülkelerden Meksika, Türkiye, Mısır, Malezya, Tayland, Kolombiya ve Venezuala’ya dikkat çekiliyor. Söz konusu ülkelerin gözle görülür bir gelişmeye sahip olacağı, dünyanın önde gelen ekonomileri listesinin ilk sıralarında girebileceği tahmin edildi.

1 MİLYAR YENİ ARAÇ TRAFİĞE ÇIKACAK

Aynı şekilde şu anda listenin başında olan ülkelerin de listede yer almayabilir. HSBC’ye göre bu ülkelerin başında İsveç, Belçika, Avusturya, Norveç ve Danimarka gelecek. En büyük değişimin yaşanacağı Suudi Arabistan’da iş gücü yüzde 73 artacak, Japonya’da ise yüzde 37 azalacak.

Japonya’daki depremle başlayan nükleer facia ve Ortadoğu’daki halk ayaklanmaları yüzünden petrol fiyatlarının yükseleceğini tahmin eden bankanın ekonomi uzmanları, enerji ihtiyacı iki katına çıkacak. Gelişmekte olan ülkelerin hayat kalitesinin artması yüzünden bir milyar yeni araba trafiğe çıkacak. Bu yüzden petrole olan talebin yüzde 110 artacağını savunan HSBC’nin uzmanlarına göre günlük 190 Milyon varil petrole ihtiyaç duyulacak.