6 Kasım 2011 Pazar

PKK’den Fetullah Gülen’e Uyarı: Yanlış Hesaplara Girmeyin!

BEHDİNAN - Başta Kürt halkı olmak üzere tüm İslam aleminin Kurban Bayramını kutlayan PKK, AKP hükümeti ile Fetullah Gülen’i uyararak, "PKK’nin Bu özgürlük mücadelesinde başarılı olma azminde, gücünde ve kararlığında olduğunu herkesin bilmesi ve yanlış hesaplara girmemesi gerekir” dedi.

PKK Yürütme Konseyi kurban bayramı vesilesiyle bir açıklama yaparak, kurban bayramının başta tüm İslam alemi olmak üzere Kürt halkına, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a ve tüm Ortadoğu halkına hayırlara vesile olmasını diledi.

Açıklamada, Fetullah Gülen’in geçtiğimiz günlerde Kürtlere yönelik sarf ettiği sözlere dikkat çekilerek şunlar belirtildi:

“AKP hükümeti ve onu ayakta tutan Fetullah Gülen bu mübarek kurban bayramında da halkımıza ve onun kahraman özgürlük savaşçılarına karşı ırkçı, faşist ve katliamcı yüzünü basın yayın yoluyla açıkça deklare etmiştir. Nitekim bir taraftan başta Öndeliğimize karşı ağır tecrit ile sistematik işkence uygulayarak ideolojik saldırısını derinleştirirken diğer taraftan kahraman özgürlük savaşçılarımıza karşı uluslar arası sözleşmelerde insanlık suçu sayılan kimyasal silahları kullanarak yeni bir katliama imza atmışlardır.

Yine Kürdistan coğrafyasında Olağan üstü savaş tekniği ile sürdürdüğü hava bombardımanları ve kara operasyonları ile kirli savaşında insani ve ahlaki hiçbir sınır tanımadığını ortaya koyarak demokratik siyasi alanda Kürt sorunun barışçıl ve demokratik çözümünü savunan siyasetçileri, akademisyenleri, belediye başkanlarını, gazetecileri ve Kürt halkının dostlarını da tutuklayarak siyasi soykırımını sürdürmektedir.

‘YANLIŞ HESAPLARA GİRMEYİN’

Ancak İslam âleminin mübarek kurban bayramını bu politikaları ile halkımıza yas günleri olarak karşılatmak isteyen AKP hükümeti ve destekçileri şunu çok iyi bilmelidir ki, PKK ve Önderliği İslam’ın özü olan; adalet, barış, kardeşlik ve eşitlik ruhuna uygun bir mücadele yürütmektedir. Hareketimizin bu haklı mücadelesi kendisinin de yüzde doksanı Müslüman olan Kürt halkının ezici bir çoğunluğun ruhunda taht kurmuştur. Bu özgürlük mücadelesinde başarılı olma azminde, gücünde ve kararlığında olduğunu herkesin bilmesi ve yanlış hesaplara girmemesi gerekir.”

‘VAN’DA YARDIMLARA EL KONULDU’

Açıklamanın devamında kurban bayramını büyük bir doğal afet olan Van depreminde yaşamını yitiren yüzlerce insanın acı ve hüznü ile karşıladıkları belirtilerek şunlar ifade edildi:

“Depremden hayatını kaybeden insanlarımızın ailelerine başsağlığı diliyor, yaralılara ise acil şifalar diliyoruz.

Depremden sonra yapılan inceleme ve araştırmalarda da ortaya çıkmıştır ki, Van ve ilçesi Erciş te yapılan binaların çoğu depreme dayanıklı olmamasına rağmen Türk yetkilileri tarafından sağlam diye onaylanmıştır. Yine halkımız deprem ile büyük acılar yaşıyor ve acil yardım beklerken afetin yaşandığı yer Kürdistan bölgesi olduğu için hükümet yardım etmemiş ve halkımızın oylarıyla seçilen belediyelerde yardım çalışmalarından dıştalanmıştır. Deprem bölgesi afet bölgesi olmasına rağmen böyle ilan etmemek ile kalmayıp, gelen az miktardaki yardımları bile halka ulaştıracaklarına devlet kasalarına aktarmışlardır.

‘HALK DAYANIŞMASI KENDİ KENDİNE YETMENİN İYİ BİR ÖRNEĞİDİR’


Tüm bu uygulamaları kendisine Müslüman’ım diyen ve İslam’ın adaletinden bahseden Recep Tayyip Erdoğan başbakanlığında ki AKP hükümeti yapmaktadır. AKP hükümetinin yaklaşımı böyle olurken halkımız kendi ulusal dayanışması, örgütlülüğü ve birlikteliği ile AKP devletinin ayrımcı ve ayrılıkçı uygulamalarını beklemeden kıt kanat olan imkânlarını seferberlik ruhuyla afet bölgesine ulaştırmaktadır. Halkımız bu dayanışması öz yeterlilik gücünün ve kendi kendine yetmenin iyi bir örneğidir.

Halkın kurban bayramının tekrardan kutlandığı açıklamanın devamında şu çağrılara yer verildi:

“Bir kez daha İslam âlemin mübarek kurban bayramını Kürdistan’ın tüm parçalarında ki halkımıza barış, huzur ve refah getirmesi dileğiyle ulusal birliğe vesile olmasını diler, yine bu mübarek bayramının halkımızın kendi iç sorunlarını çözerek, dargınlıklara, kırgınlıklara ve küskünlüklere son vererek ulusal duygular temelinde dayanışma ve paylaşma ruhunu güçlendirmeye çağırıyoruz.

PKK hareketi olarak kurban bayramını tekrardan halkımıza, Önderliğimize, şehit annelerine ve tüm İslam âlemine kutlu olmasını diliyoruz. Yurtsever halkımızı Demokratik Özerklik bilinciyle kendi ulusal demokratik kurumlaşmasını güçlendirerek sistemini yaratmaya, Önderliğimiz üzerindeki ağır işkenceli tecrit politikalarına karşı Önderlik etrafında kenetlenerek serhıldanları topyekun bir seferberlik ruhuyla geliştirmesini ve tüm gençlerimizi özgürlük dağlarına katılmaya çağırıyoruz.”

ANF NEWS AGENCY

AKP Faşizminin Yerleşmesinde "Evet"çi Aydınların Rolü

AKP faşizminin devleti ve toplumu tümden ele geçirmesini kolaylaştıran 12 Eylül Anayasa referandumunda hatırlarsanız PKK karşıtı Kürtler, liberaller, bir kısım aydın ve yazarlar "evet" oyu vereceklerini açıklamış, Kürt sitelerinde, televizyonlarda, Türk basınında "EVET" oyu vermeleri için topluma çağrı üstüne çağrı yapmışlardı. Biz o zaman Türkler arası silah ve devlet değiş tokuşunun Kürtlere onaylatılmasına "hayır" demiştik. Yıllardır bağımsız birleşik Kürdistan fikrinin savunuculuğunu yapan ve bu yolda epeyi bedel ödeyen İsmail Beşikçi de referandumda Kürtlerin adının geçmediği sömürgeci anayasa maddelerine "evet" oyu verilmesini isteyenlerdendi.

Türkiye ve Kürdistan'da ilericilikle muhafazakarlığın; iktidarla muhalifliğin makasını daraltıp bundan Cemaat ve kendisi için iktidar çıkaran AKP'ye inanan sadece İsmail Beşikçi değildi. İsim yapmış nice insan "bir oyum var onu da AKP"ye vereceğim demişti.
AKP'ye inanan başkaları da vardı. Bu başkalarının içinde bir isyanı baştan çıkarıp, kendi köşesine çekilenler de bulunuyordu. 

Dişlerimizi dudaklarımıza kanatırcasına gömerek, ölçüsüz AKP destekçiliğinin Türklüğün yüzyıllık yalanlarına kanmaktan başka bir şey olmadığını anlatan yazılarımızı İsmail Beşikçi  "Şımarık yazılar" olarak değerlendirmişti. İyi ve kötü Kürt ayrımında "cinayetleri sorgulanmayan PKK" yi ve "şımarık yazılar yazan" beni kötü Kürt kategorisine; "Kemal Burkay, iyi aile reisi olarak adlandırdığı Ümit Fırat, Muhsin Kızılkaya ve Orhan Miroğlu'nu "iyi Kürt" kategorisine sokmuştu.

AKP, Fethullah Gülen Cemaati ve bunların Kürt uzantıları deyim yerindeyse, kale gibi aydınların zihnini darmadağın etmişti.
AKP'nin bugünkü kanlı ve cüretkar iktidarını sürdürmesinde AKP anayasasına evet diyip, onun iktidarını öven aydınların payı büyüktür.

Önceki gün Belge Yayınları sahibi Ragıp Zarakolu'nun AKP iktidarına bağlı savcılar tarafından tutuklanması bende karmakarışık duygu ve düşüncelerin boy vermesine neden oldu. Ragıp Zarakolu, 2002 yılında vefat eden Ayşe Nur Zarakolu'nun eşidir. Ayşe Nur Zarakolu'nu kelimeler anlatmaya yetmez. Ben şahsen o güzel kadını överken incitmekten korkuyorum. Onu güler yüzünün yeryüzünden çekilmesine ağlamak istiyor, ağlayamıyorum. Övmek istiyorum övemiyorum. Ayşe Nur ve Ragıp Zarakolu aynı zamanda İsmail Beşikçi'nin ilk kitaplarını basan kişilerdir. Bunun için yayınevleri basıldı. Kitaplar toplatıldı. Ayşe Nur Zarakolu Beşikçi ile birlikte defalarca mahkemelere çıktı.

Ayşe'nin eşi Ragıp Zarakolu ve oğlu Deniz şu anda büyük bir aydın kesim tarafından anayasasına evet denen ve icraatları övülen AKP fazşizminin zindanlarındadır...

AKP'nin icraatlarını en çok övenlerden biri de Kemal Burkay'dır. Kemal Burkay ve çevresi de anayasa referandumunda PKK'ye karşı AKP'yi desteklemiş, kendilerinin desteklediği parti ve kuruluşlar o günlerde AKP'nin Kürdistan şubesi gibi çalışmışlardı:

"Yetmez, ama evet" görüşü onlarındı. Bir çok yerde de Kürtçe pankart açılmıştı:

"Erê, Erê, Erê, Hezar carî Erê" diyorlardı.

PKK gerillalarına ve BDP'li siyasetçilere yönelik zalimce saldırılardan kısa bir süre önce devlet töreniyle İstanbul havaalanından alınan ve benim de hakkında "şımarıkça yazılar yazdığım" Kemal Burkay'ı kaldığı Taksim Hil Hotel'de ilk ziyaret edenler arasında İsmail Beşikçi de vardı. 12 mertekarelik bir alana sıkıştırılmış tutsak Öcalan'ın İmralı duruşunu eleştiren Beşikçi, otuz yıllık sürgünden devlet töreniyle getirilen Kemal Burkay'a övgüler dizyordu. 

AKP faşizminin iktidarıyla birlikte Kürt ve Türk kartları yeniden karıldı. Türk cephesinde klasik kemalizm yerine, Kemalizmin sağ kanadı olan ve benim doksan yıldır Kemalist devletin sokak tetikçiliğini yapan dediğim ve aynı zamanda iktidar açlığı içinde kıvranan Türkçü ve islamcı kanat devlet olarak oturtuldu. Bu kesim iktidara otururken, PKK karşıtı Kürt kesimlerin desteği alındı.

Hiç bir kitlesel tabanı olmayan, sigortalı kişisel Kürtçülüğü temel alan ve Türk devletinin gösterdiği rıza çerçevesinin dışında hiç bir girişimci özelliği olmayan bir kaç yüz yazar, aydın ve siyasetçinin özgürlüğü AKP fazşimi tarafından  Kürt özgürlüğü yolunda atılmış adımlar olarak yutturuldu.

Beşikçi'nin de içinde olduğu aydınların AKP'de olumlu bulduğu şey işte budur.

PKK karşıtı Kürtlerin özgürlüğüdür.

Kemal Burkay'ların ve diğerlerinin "PKK ve Öcalan ile görüşülsün" söylemleri, PKK'yi tasfiye etme niyetini gizlemeye çalışmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.

PKK'nin ittifak yapmak istediği Kemalizmin sol kanadı, ordudan, devlet kurumlarından ve büyük ölçüde siyasetin içinden AKP ve Fethullah Gülen cemaati tarafından tasviye edilmiştir. Kemalist solculuğun ve ordu mensupluğunun en serseri unsurları şimdi cezavelerindedir. AKP faşizmini zorlayacak tek güç artık PKK'dir. AKP ve cemaatin PKK'ye bu kadar yüklenmesi bundandır.

Şimdi tekrar başa dönmekte fayda vardır. Cemaat hakimiyetli yeni Türk devletinde Kürt ve Türk kartları yeniden karılmıştır. 

Seçimlerde ve referandumda AKP'nin desteklenip, ona demokratik anlamlar yüklenmesi bir icraatın ürünü değil, siyasal bir tercihin ve kuşatılmışlığın sonucudur.

Kürtler bu durumu tartışmadılar. Muhafazakar Türklükle ittifak yapanlar yeni devletten rakipleri için zulüm, kendileri için şefkat beklediler. Kürtler adına yazarlık ve aydın vazifesi yapanlar da, açık siyasal tercihlerine rağmen birbirleriyle tartışma cesareti gösteremeyip, her cepheden arkadaş kalmayı tercih ettiler.  

Türk aydınlarının ve liberallerinin kafası karışık olacaktı da onların geri bir pro tipi olan Kürt aydınlarının mı kafası karışık olmayacaktı?

Kürt halkına karşı 12 Eylül Faşist Cuntasından daha şidetli ve bilinçli bir savaş sürdüren AKP faşizminin icraatlarını gördükten ve yeri de geldikten sonra kendimce açık bir tespitte bulunmanın gerekli olduğuna inanıyorum:

AKP faşizminin kanlı icraatlarından AKP'yi destekleyen ve onun uygulamalarını olumlayan Kürt aydınları ve siyasetçileri de sorumludur... 

Türkiye ve Kürdistan'da bize yutturulan herkesin saf aydını dönemi kapanmıştır.

Siyasallaşmış aydın dönemi başlamıştır. Siyasallaşmış ve çıkar ilişkilerine bulaşmış aydınların özgürlük talebiyle kıvranan direniş halinde Kürt halkına verebilecekleri bir şey kalmamıştır.

AKP faşizmini Kürt halkının başına musaalat eden aydın ve siyasetçilerin Kürt halkına ve tarihe karşı özür borçludurlar.
AKP faşizminin zulümü arrtıkça sorumluluk payı olanlara günahlarını v e borçlarını hatırlatmaya devam edeceğiz.

bildiricihasan@hotmail.com

Kimyasal Cemaat Devleti

Tehlikenin boyutu her geçen gün derinleşiyor. Birçok alanda kırılmalar yaşanıyor. Bilgi kirliliği hiçbir dönem bu boyuta ulaşmamıştı. İnsanın insanla olan ilişkisi bu kadar tek tipleştirilmemiş ve bu kadar hoyratça birbirine karşı kullanılmamıştı. Uçlara sürüklenen dil, kendisini milli hizaya çekip tüm dünyayı düşman kavramı ile yorumlamaya çalıştıkça, konuşabilme, ortaklaşabilme, paylaşabilme alanlarımız kısırlaşıyor ve çatışma dili hayatımızın her alanına hâkim oluyor. Tüm tutuklamalar bu anlayışla hayata geçiriliyor. Muhalif politika cezaevlerine tıkılıyor. Beş, on, yüz, bin derken artık herkes sırasını bekler hale getirildi. Suskunluk etrafını örgütleyerek genişliyor ve herkesi içine alacak şekilde korkuyu büyütüyor. Böylesi dönemlerde içe kapanma ve savrulmalar bir arada yaşanıyor. Kendisini bir türlü nereye oturtacağını bilemeyen siyasi ruh hali, yel nereden esiyorsa yüzünü o tarafa çeviriyor. İdeolojik buhranların yansıması, sözleri, cümleleri, refleksleri teslim alıyor.

Kemalistler, ulusalcılar, bir zamanlar ellerinde bulundurdukları üstünlüklerini kaybetmenin psikolojisiyle dışarıdan içeriye doğru hızla kapanıyor ve evlerinin içinde kurdukları mabetli dünyalarında hükümlerini sürdürüyorlar.

Sol'un geniş kesimi Kürtlerle arasına mesafe koyup hızla ülkenin batısına kapanıyor ve her şeyi 'Katil Amerika' sloganına yükleyip ortalıkta kalan ulusalcıları, Kemalistleri ve kopmuşları bir araya getirerek varlığını devam ettirmeye çalışıyor. Sol kendisine dayatılan bu alanın etkisine girmekten kurtulamıyor. Halkların kardeşliği ve her ulusun kendi kaderini tayin hakkı, yerini kabaca "biz onlardan değiliz" tarzı bir mesafe vurgusuna bırakıyor.

Tavşan Atlet Liberaller

Liberaller, kendi yarattıkları canavarın dişlerini artık kendilerine de göstermeye başladıklarını fark ettiler ama boşuna bir çaba ile kenardan sıyrılmaya çalışıyorlar. Yarattıkları canavar, artık onları hedefe koyuyor. Artık onları teröre moral destek vermekle, PKK'nin silahla yok edilemeyeceğini söyleyerek militanları yüreklendirmekle itham etmeye başladılar. İktidar, liberalleri tavşan atlet gibi kullanarak kendi faşizmini kurumsallaştırmak için korkunç bir hıza ulaştı. Artık tavşan atletlere ihtiyacı kalmadı. İkinci cumhuriyet hattı yanıldı ve şimdi sıra onlara geldi. Tek sorunun asker olduğuna dair düşünce, sistemin oturduğu devlet geleneğini küçümsedi. Oysa savaş iktidarı adım adım kuruluyordu ve bu iktidarın geniş kesimlerin desteğine ihtiyacı vardı.  Kızıl elma'dan kaçıp Yeşil elma koalisyonuna yedeklendiler.

Savaşın çeperi sadece Kürtleri hedeflemiyor.

Tüm devrimci, demokrat, muhalif kesimleri içine alacak şekilde yürütülüyor. İktidarın karşısında en büyük muhalif güç Kürtler ve devlet Kürtleri susturup, parçalamak için tüm çelişkilerini bir kenara bırakıp, yok etme noktasında ortaklaşarak vuruyor. Kimyasal silah ve Napalm gibi korkunç silahlar PKK'ye yönelik olarak kullanılıyor. Bunun olması gerektiğine dair inanç İslamcılar eliyle yaygınlaştırılıyor. Gülen cemaatinin hoşgörüsü, Kimyasal silahlarla ve Napalm bombalarıyla Kürtlerin üzerine yağıyor. Devletin kucağında büyüyen bu HOŞgörü böcüklerinin, yine bu liberaller eliyle pazarlanmasını hatırlarsak eğer, durumu daha iyi anlamış oluruz. Gülen cemaatinin o ele avuca sığmayan hoşgörüsünün stratejik bir balondan ibaret olduğunu anlamak için yüksek bir zekaya ihtiyaç yoktu.

Sivil siyasal alana dair yürütülen tutuklamalar, KCK operasyonu adı altında meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Herkes bir biçimiyle KCK ile bağlantısı kurularak tutuklanabilir. Çünkü artık buna karşı koyabilecek bir güç yok. Hepimiz iktidar için zayıf halkalar haline getirildik ve hepimizin başı altın tepside iktidara sunulmak için bekliyor.

İktidar, kendisi için sorun olacak her kesimin üzerinden geçerek yolunu düzlüyor. Bunu çok büyük oranda başardı. Tek sorun var Kürtler.

Barış, demokrasi, anaların gözyaşı falan diyerek Kürtleri ovaya çekip orada yok etmeyi planlayan iktidar, bu tuzağa düşmeyen Kürtlere yeni bir had bildirme girişiminde bulunuyor. "Her ne olursa olsun, nasıl olursa olsun" bu işi silahla bitireceğiz diyen iktidar için her yol mubah gözüküyor. Kimyasal silahlar, Napalm bombaları işte bu yüzden havadan yağıyor. Saddam'ın sivil Kürt halkına yaptığını, iktidar Kürt gerillalar için yapıyor. Gülen'in "Köküne kibrit çakın" bedduasına biat ederek, parçalanmış cesetleri Kürt analarına teslim ediyor.

Binlerce tutuklamaya paralel dağı imha etme politikası, istenilen sonucu verebilir mi?

Hayır.

Aksine korkunç bir iç savaş yaygınlaşmaya başlar. İmha kontrolden çıkarak katletmek sıradanlaşır. Herkesin birbirini boğazladığı, Kürt, Türk diyerek birbirini yok ettiği bir noktaya sürüklenir. Bugün bunun olmamasının tek nedeni, Kürtlerin örgütlü olması ve bu sonucu görmeleridir. Bu nokta çok önemlidir.

Seçimlere sol adaylarla birlikte girerek, sol ile bağını yeniden kurmaya, hak ve özgürlükler temelinde bir araya gelerek toplumsal bir barışın ortak mücadelesini yakalamaya çalışan BDP'nin nefesini kesmeye çalışan devletin, nefesi kesilen bir halkın kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığı zaman nelerin olabileceği konusunda hiçbir fikri yoktur. Ellerindeki yargı-asker- polis ve iktidar gücü ile öylesine sarhoşlar ve attıkları savaş naralarına bir karşılık gelmeyeceğine o kadar eminler ki suyun üzerinde yürüdüklerini sanmaktadırlar.

Oysa unutmasınlar;
Bütün devrimler kaybedecek hiçbir şeyi olmayan halkların eseridir!

AKIN OLGUN/Birgün

ABD'nin Irak'ı Terki ve Irak'taki Yenilgisi

Immanuel Wallerstein


Şimdi resmileşti. Üniformalı tüm ABD birlikleri, 31 Aralık 2011 tarihi itibariyle Irak’tan çekilmiş olacak. Bunu açıklamanın başlıca iki yolu var. Birincisi, bu suretle 2008’de verdiği seçim sözünü tutuyor olduğunu söyleyen Başkan Obama’nınki. İkincisi, 31 Aralık sonrasında ABD güçlerinin bir kısmının Irak ordusuna “eğitimci” olarak kalmasına ihtiyaç olduğunu, ancak Obama’nın bunu yapmadığını belirterek onu kınayan Cumhuriyetçilerin başkan adayları. Mitt Romney’e göre Obama’nın kararı, ya salt bir politik hesap ya da düpedüz Irak hükümeti ile yaptığı pazarlıklardaki beceriksizliğinin sonucuydu.

Her iki açıklama da anlamsız ve yalnızca Amerikan seçimleri için kendini haklı gösterme çabasının ürünü. Obama, ABD’li komutanlar ve Pentagon ile tam bir birliktelik içinde ABD kuvvetlerini 31 Aralık’tan sonra Irak’ta tutmaya çalışarak en zorlu işine girişti. Başarısız oldu; beceriksiz olduğu için değil, Iraklı siyasi liderler ABD birliklerini ülkelerini terk etmeye zorladıkları için. Geri çekilme, ABD’nin Irak’taki, Vietnam ile mukayese edilebilir yenilgisinin zirvesine işaret ediyor.

Gerçekten ne oldu? En azından son 18 ay için, ABD’li yetkililer Başkan George W. Bush döneminde imzalanan ve birliklerin 31 Aralık 2011’de çekileceğini taahhüt eden anlaşmayı geçersiz kılmak için Iraklı yetkililerle ellerinden gelen en sıkı biçimde pazarlık ettiler. Başarısız oldular, ama çok asılmak istemedikleri için.

Özünde, ABD’nin en büyük destekçisi olan gruplar, CIA ile sıkı bağları herkesin diline düşmüş olan Ayad Allawi liderliğindeki Sünni gruplar ve Irak’ın Kürt devlet başkanı Celal Talabani’nin partisi. Her ikisi de hiç şüphesiz ki gönülsüz de olsa nihayet ABD birliklerinin ülkeyi terk etmesinin iyi olacağını söyledi.

ABD birliklerinin kalma işini halletme gayreti gösteren Iraklı lider, Başbakan Nuri el-Maliki’ydi. el-Maliki, açık biçimde Irak ordusunun düzeni sağlamaktaki yetersizliğinin, kendi pozisyonunu ağır şekilde zayıflatacak yeni seçimlere neden olacağına ve başbakanlığının muhtemelen sona ereceğine inandı.

ABD, geride bırakacağı birliklerin sayısını ikide bir azaltarak taviz üstüne taviz verdi. Eninde sonunda uzlaşmayı engelleyen çekişmeli konu, Pentagon’un, askerlerin (ve paralı askerlerin) ülkede işleyebilecekleri suçlara dair Irak yargısına karşı dokunulmazlığı konusunda ayak diremesiydi. Maliki, bu konuda anlaşmaya hazırdı, ama başka kimse değildi. Özellikle Sadr taraftarları, Maliki’nin anlaşması halinde hükümetten desteklerini çekeceklerini söylediler. Ve onların desteği olmaksızın, Maliki parlamentoda gerekli çoğunluğa sahip olmayacaktı.

Öyleyse kim kazandı? Çekilme, Irak milliyetçiliği için bir zaferdi. Ve Irak milliyetçiliğini somutlaştıracak kişi Muktada el-Sadr’dan başkası değil. el-Sadr’ın, çoğunlukla Sünni Müslüman karşıtlığı anlamına gelen Baas’a tarihsel olarak şiddetli biçimde karşıt durumdaki Şii hareketin lideri olduğu doğru. Ancak el-Sadr, kendisini ve hareketini ABD çekilmesinin müdafisi yapmak için uzun zamandan beridir bu başlangıçtaki duruşunun ötesine geçti., Irak’ın bağımsızlığının yeniden tesisini merkezine alan “Pan-Irak”çı bir milliyetçi cephe kurma umuduyla Sünni liderlere ve Kürt liderlere elini uzattı.

Maliki ve diğer birçok Şii politikacı gibi tabii ki el-Sadr da ömrünün büyük kısmını İran’da sürgünde geçirdi. Dolayısı ile el-Sadr’ın zaferi İran için de bir zafer midir? Hiç şüphesiz, İran, Irak içindeki itibarını iyileştirdi. Fakat, gerçekleşen şeyin Irak sahnesine egemen olmada İran’ın şu ya da bir şekilde ABD’nin yerini alması olduğuna inanmak büyük bir analitik hata olacaktır.

İranlı Şiiler ile Iraklı Şiiler arasında köklü gerginlikler mevcut. Evvela, Iraklılar, Şii inanç dünyasının manevi merkezi olarak her zaman İran yerine Irak’ı görmüşlerdir. Son yarım yüzyılda, jeopolitik alandaki dönüşümlerin, İran’daki Ayetullahların Şii inanç dünyasına hâkim gibi görünmelerine izin verdiği doğru.

Ancak bu, 1945’ten sonra ABD ile Batı Avrupa arasındaki ilişkiye olanla benzer. ABD’nin jeopolitik gücü, iki tarafın kültürel ilişkisinde bir değişimi zorladı. Batı Avrupalılar, ABD’nin politik egemenliğinin yanı sıra yeni kültürel egemenliğini de kabul etmek zorunda kaldı. Anlaştılar, fakat Batı Avrupalılar bunu hiçbir zaman sevmedi. Ve kültürel duruşta kendi patronluklarını yeniden kazanma arayışındalar. İran-Irak arasındaki de aynı şey.

Kamuoyuna yaptıkları açıklamalara karşın Obama da, Cumhuriyetçiler de Irak’ta yenilmiş olduklarını biliyorlar. Buna gerçekten inanmayan Amerikalılar yalnızca, ABD’nin jeopolitik anlamda her yerde galip çıkamayacağına nedense inanamayan ABD solcularının bir hizbi. Bu küçük ve azalmakta olan kesim, ABD’nin ciddi bir düşüşte olduğu gerçeğine göz yummak için sadece çok zaman harcamış durumda.

Bu grup, hiçbir şeyin değişmediğini, çünkü iki şey gerçekleştiren ABD’nin Irak’taki kilit oyuncusunu, Pentagon’dan Dışişleri Bakanlığı’na doğru rotasyona uğrattığını ileri sürüyor: ABD Büyükelçiliği’nin güvenliğini sağlamak için daha fazla bahriyeli göndermek; Irak polis gücüne eğitimci kiralamak. Ancak daha fazla bahriyeli göndermek güçlülük değil, zayıflıktır. Bu, iyi korunan ABD Büyükelçiliği’nin bile saldırılara karşı yeterince güvenli olmadığı anlamına gelir. ABD, daha fazla konsolosluk açma planını tam da bu nedenle iptal etti.

Eğitimcilere gelince, binlerce özel koruma tarafından “korunacak” 115 polis danışmanından bahsettiğimiz şeyi meydana getirir. Polis danışmanlarının, elçilik sınırlarının dışına çıakrken çok temkinli olacaklarına ve artık dokunulmazlıkları olmayacağı için yeterince özel koruma tutmanın zor olacağına sizi temin ederim.

Bir sonraki Irak seçimlerinin ardından Muktada el-Sadr’ın başbakan olursa kimse şaşırmamalı. Bu durumdan ne ABD, ne de İran memnun olacaktır.

Kaynak: www.agenceglobal.com sitesinden Gerçeğin Günlüğü çevirdi

Medine İslamı -2 (Yazı Dizisi)

Mesut YURTSEVER / F Tipi Cezaevi / Bolu
Camiyi İslam toplumsallığının anlamsallaştığı yer ve Müslümanların bu anlamsallıkla kendilerini topluluk ve giderek ümmet olarak oluşturduğu mekan olarak tanımlayabiliriz.

Bu açıdan camiyi sadece “ibadet evi” değil, “toplumsal sorunlara çözüm evi” diyebileceğimiz gibi Müslüman toplulukları için “eğitim evi”, “askeri karargah”, “adalet sarayı”, “sağlık evi”, vb. adlarla adlandırmak mümkün... Fakat en iyi tanımlama sanırım Müslüman topluluğu için “demokratik halk meclisi” demek yerinde olacaktır. Burada bir parantez açarak “demokratik” yönünün nereden geldiğini ve nasıl olduğunu açıp somutlaştırırsak;

Şura

“Kur’an, müminler toplumunu inşaa edip, onlardan karşılıklı istişare ile faaliyet göstermelerini istediğinde yaşama sürecini düzenlemek için temel bir prensipte vermiştir. Bu Şûra veya ‘karşılıklı danışma’ düsturudur.” (F. Rahman) Kur’an’da bu “Onların (müminlerin) işleri karşılıklı istişare ile halledilecektir” (Kur’an 42:38) yazılıdır. “Kur’an bu ilkeyi öylesine önemli addeder ki Hz. Muhammed’in tartışılmaz yetkisine rağmen ondan ‘işleri karara bağlarken onlara (müminlere) danışmasını’ ( Kur’an 3/59) ister.” (F. Rahman) Şûra, karşılıklı düşünce, fikir alışverişi ve danışma olayıdır.

Şûra’nın tarihsel ve sosyal dayanağı, Arap kabilelerindeki ilkel demokratik yaşama/karar alma deneyimine dayanır. Kabile sisteminde, kabileyi ilgilendiren önemli bir olay olduğunda, kabile reisi tek başına hareket etmezdi. Yaşlılar meclisine danışıp, tartışarak bir karara varırdı. Kur’an veya Hz. Muhammed bu kabile ilkesini, kabile Şûrasını sahiplenir. Ve onda temel bir değişiklik yaparak, bir kabile kurumundan, prensibinden çıkarıp bir ümmet/toplum kurumuna, prensibine dönüştürmeyi amaçlar. “Amaçlar” diyoruz. Çünkü, bu ümmete/topluma dayalı Şûra prensibi hiçbir zaman kurumsallaşmayacaktır...

Hz. Muhammed’in yaşamı ile sınırlı kalacaktır. Örneğin Uhud Savaşı öncesinde savaşın nerede yapılması konusunda cemaat tartışırken Hz. Muhammed savaşın şehir içinde olmasını dile getirir. Fakat cemaatin çoğunluğu savaşın Medine dışında, Uhud tepesi yakınlarında olmasını savunur. Demek ki o günün müminleri Hz. Muhammed’i peygamber olarak tanıyorlar ve fakat ona dogmatik yaklaşmıyorlar. Uhud yenilgisi ile Hz. Muhammed haklı çıkmıştır. Hz. Muhammed temel ideolojik ilke ve esaslar (ki bunlar ayetlerdir) dışında Şûra’yı esas alır.

Suffe: İslamın gölgesinde yer açmak!

İktidar-devlet İslamının en büyük hamlelerinden biri camileri sadece ibadetlerin yapıldığı yer ile sınırlama yaklaşımıdır. Onu öteki fonksiyonlarından soyutlamak Medine İslamı’na karşı-hamledir. Ve özünde de toplumu savunmasız, güçsüz ve iradesiz bırakmaktır. Çünkü, cemaatten soyutlanan öteki fonksiyonlar, iktidarın tekeline geçtikçe, iktidar güçlü, toplum zayıf-güçsüz ve iradesizleşmeye doğru ilerler. Bu açıdan iktidar İslamı’nı, toplumun kendini koruma, besleme, güçlendirme ve devam ettirmenin öz araçlarından yoksun kılıp, zayıf ve iradesiz kılmanın tarihi olarak tanımlayabiliriz.

Özetle Medine İslamı’nda topluluk toplumsal ihtiyaçlarından tutalım, ekonomik ihtiyaçlara, savaş-barış kararından savunmaya, hukuktan tutalım demokratik ilişkilere, eğitimden ahlaka vb. bütün alanlarda aktif bir katılımcı pozisyonundadır.

Hz. Muhammed’in Medine’de yaptığı ilk şeylerden bir diğeri de Mescid-i Nebevi’nin bitişiğinde, üzeri hurma dallarıyla örtülü fakir kimsesiz ve barınacak yeri olmayanlar için anlamı “gölgelik yer” olan Suffe’yi yapmak olmuştur. Üstü hurmalarla örtülü basit bir gölgelik belki... Fakat klan-kabile yapılanmasını ve köleliğin hakim olduğu Arap yarımadasında, “birlik ve bütünlük” (Tevhid) adına yola çıkmış bir düşünce ve inanç sisteminin ana merkezine sırtını dayaması onu önemli kılar. Basit bir gölgelikten çıkarıp, simgesel olarak İslamın ideolojik gölgesi haline getirir. Köleliğin olduğu bir zamanda fakir-kimsesiz için cemaatinin/caminin gölgesinde yer vermek, güçlü bir dayanışma ruhunun gelişmesine vesile olur. Bu gölgelik caminin bitişiğindedir. Yani Müslüman topluluğunun kendini oluşturduğu mekana... Pek çok insan burada okuma-yazma öğrenip, topluluğun üyesi haline getirildiği bir yere dönüşür. Suffe yani gölgelik artık hem kimsesizlerin sığındığı yer, hem de İslam düşüncesi ile donandığı yer olur. İlk Sufi’ler buradan mı çıktı acaba?

Özetle Suffe’yi tabir, kimsesiz ve fukara kesimine dönük sosyal bir proje kurum olarak tanımlamak mümkün...

Eşitliğe davet; kardeşlik antlaşması


Hz. Muhammed’in fakir ve kimsesizlere dönük sosyal projesi Suffe olurken, muhacir Müslümanlar (göçle gelen Müslümanlar) ile ensar (Medineli yerleşik Müslümanlar) arasında birliği sağlamlaştırma, eşitliği vurgulama amaçlı sosyal projesi ise; kardeşlik antlaşmasıdır. Aslında bu sistemi Mekke’de başlatan Hz. Muhammed, Medine’de İslam toplumunun teşkilatlanması için daha çok ve sistemli şekilde üzerinde durur.

Hem Mekke’den göçle gelen Müslümanlar, hem de Medine’de Müslüman olanlar çok farklı kabile, sınıf ve zümreden insanlardı. İşte Hz. Muhammed, bu mevcut Medine ilişki tarzına alternatif mümin ilişki tarzını geliştirmek, pekiştirmek ve herkese göstermek için kardeşlik projesini derinleştirir.

Bu kardeşlik antlaşması maddi-manevi her yönüyle bir kardeşleşmeyi içerir. “Tüm Müslümanlar kardeştir. Biri ötekinden üstün değildir. Kardeşler yardımlaşır” anlayışının güçlenmesinde bu sosyal-toplumsal proje önemli bir yer tutar.

Medine Sözleşmesi: Farklılıkların birarada yaşama projesi

Kardeşlik antlaşması, Medine’deki Muhacir ve Ensar’dan oluşan Müslümanlar arası ilişkileri eşitleştirme, pekiştirme, maddi-manevi sosyal dayanışmayı güçlendirmeyi amaçlamaktaydı. Medine Sözleşmesi ise, Medine’de yaşayan Müslümanlar, put peres Araplar ve Yahudi kabilelerden oluşan yani bir bütünen Medine’de yaşayan insanların “bir arada yaşama” sözleşmesidir.

Müslümanların Medine’ye hicretinden önce Medine’de; Kureyza, Kaynuk ve Nadir kabilelerinden oluşan Yahudiler, Evs ve Hazrec kabilelerinden oluşan put peres Araplar ve bir de az sayıda da olsa köle ve İranlılar bulunuyordu. Fakat Hicret’le beraber, Müslümanların artması ve yerleşik Evs ve Hazrec kabilelerinden taraftar kazanmasıyla, hem toplumsal yapı, hem dinsel hem de siyasi yapı değişime uğrar. En büyük değişim ve dönüşüm ise, Medine Sözleşmesi ile gerçekleşir. Bu sözleşmenin maddelerini tek tek yazmak yerine sözleşmenin özü ve kararların açığa çıkardığı durumu değerlendirmek, yorumlamak daha anlamlı olacaktır.

Medine Sözleşmesi’nin üç boyutu

Sözleşme ile taraflar birbirini her yönüyle (siyasi, hukuki, sosyal ve dini olarak) tanımayı esas alırlar. Yani Medineli putperest Arap ve Yahudiler, Müslümanları dini, siyasi ve sosyal açıdan tanıdıklarını kabul ederken; Müslümanlar da aynı şekilde onların inanç ve fikir özgürlüğüne kabul etmekte, can ve mal güvenliğini sağlamayı esas almakta.

Bu sözleşmeye göre her topluluk içişlerinde özgür kılınırken tüm şehri yani Medine’yi ilgilendirecek tüm kararlarda bağlayıcılığı esas alırlar. Örneğin dışardan gelebilecek bir saldırıya karşı ortak savunma gibi.

Yine bu sözleşme ile Hz. Muhammed’in grup ve kabileler arası sorunların çözüme kavuşturulmasında “hakem” olarak kabul görmesi önemli bir durumdur. Bu hakemlik rolü ile Medine’de ilk defa şehrin ortak bir yöneticiye kavuşmasının ilk adımı atılır.

Özetle Medine Sözleşmesinden çıkaracağımız üç boyut vardır.

Birincisi; farklılıkların kendini özgürce ifade edip yaşatacağı bir siyasal, sosyal, kültürel ve hukuksal atmosferin oluşması.

İkincisi; her grup, kabile ya da dini cemaatin kendi iç işleyişinde özgürce uyacağı kurallarının yanında tüm farklılıkları bağlıyıcı, ortak bağlıyıcı -ki biz buna bir arada yaşamanın temel ilke ve kararları diyoruz- kararlara gitmesi.

Üçüncüsü; hepsinin ortak riayet ettiği ilke ve kararlardan oluşan Medine toplumunun oluşmasıdır. Yani bir üst kimliğin oluşması.

Özetle bu sözleşme Medine ile devletli literatürün dili ile söylersek, federasyonlardan oluşan bir konfederasyona ve demokratik uygarlığın dili ile söylersek, demokratik özerk bölgelerden oluşan demokratik konfederal bir sistemi esas alır.

***

Sonuç olarak; Evet, Niye ve Niçin Medine İslamı’nın doğru İslam olduğunu savunuruz?.. Cevabını Bilge’den dinleyelim:

“...Özellikle toplumsal doğuş sözkonusu olduğunda Allah adına eylem, kesinlikle ‘toplumsal mücadele’ demektir. Hz. Muhammed’in kavısanı bu anlamda kullanıldığından hiç şüphem yoktur. (...) Toplumsal mücadelesi tipik bir orta sınıf sosyal demokrat veya benim kullanmaya çalıştığım biçimde ‘demokratik toplum’u da kapsayan ‘demokratik cumhuriyet’ mücadelesidir. Hz. Muhammed’in yeni bir krallık kurmak istediğine dair hiçbir işaret yoktur. Hanedan kurmak istediğine dair de hiçbir işaret yoktur. İsteseydi buna gücü vardı. Halifelik müessesi de baştan olabilirdi. İlk Medine camisindeki duruşunu yorumlayalım; Tamamen toplumsal sorun tarışılmaktadır. Bu çok net bir husustur. Cemaaetten herkes kalkıp, hatta yerinden kalkmadan tüm temel toplumsal konularda görüş beyan ediyor, hesap soruyor. Toplantıların bileşim ve işleyişi kesinlikle demokratiktir. Kadınlar, kökler her kavim ve etnik gruptan katılım olabilir. Söz hakkı alabilirler. Örneğin Habeş-i Bilal, bir Afrikali siyahi köledir. Salman-î Farisî, Fars kökenli bir sahidir. Kadınlar, erkeklerle  bile ortak namaz kılmaktadır. Cinsiyet ve kavim şövenizminin başlangıçta, çıkışta olmadığı açıktır. Yine sınıf ve kabile ayrımcılığı söz konusu değildir. İslamın çıkışta demokratik katılımcılığı tartışmasız bir gerçektir. Ayrıca ilk camii toplantılarında olası yönetiler, komutanlar belirleniyor. Adaletsizliklerin giderilmesi için çok sayıda karar alınıyor. Ganimet konusu da şöyle yorumlanabilir:  tekellerin kamulaştırılması. Eğer şahsi talana ve istismara dönüştürülmezse demokratik, adil bir hamle olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Zaten bu demokratik katılımcılık olmasaydı o kadar kabilenin, yoksulun ve orta sınıf unsurunun hemen harekete geçmesi mümkün olmazdı. Hz. Muhammed’in örgütlenmesi zor temelinde değil Allah aşkı adına geliştirilen bir örgütlenmeydi. Savaşı da ha keza öyledir. Kapsamlı bir ideolojik, sosyal, ekonomik ve siyasal devrimin yürütüldüğü açıktır. Hz. Muhamamed’in bu devrimi yürütüş tarzına da büyük değer biçiyorum. Gerçek devrimciliğin ölçülerini vermektedir. Devrimin ideolojik örgüsünü sağlam kurma ve bunu toplumun her düzeyine aynı sağlamlıkla yayma. Bunu aşk derecesinde inanç ve bilinçle yürütme. Benim anladığım “Hz. Muhammed gerçekliği” öz tanım itibariyle budur. Gerisi amiyane tabirle laf-ı güzat’tır. İbadet ve zikiğr biçimleri de bu öz olmadıkça laf-ı güzat (boş sözler ve hareketler) olmaktan öteye anlam ifade etmezler.”


BİTTİ 

Bayılanı Öldürmek Suçtur!

Muhittin CEMİL - Ender KARADENİZ
Eski polis Taraf’ta “ordunun elindeki teknoloji” hakkında müthiş yazılar yazıyor. Bunun dediğine göre, ordunun attığı bombalar dağları göçertiyormuş. Devlet “yeni teknoloji ile üç ayda” PKK’yi bitirebilirmiş...

Biz bu “muazzam teknolojinin” ne olduğunu kime soralım diye konuşurken, zorda kaldığımız her zaman olduğu gibi Apê Musa çıkageldi.


“Duydum duydum, dedi soluk soluğa, ordunun yeni teknolojisini merak etmişsiniz... Siz tartışırken, ben Washington’da, çaktırmadan Pentagon generallerinin konuşmalarını dinliyordum (malum ölüler kimseye görünmez, herkesi görür)  onlar da merak ediyorlarmış. Şu Türklerin müthiş teknolojisini nasıl ele geçirebiliriz diye düşünüyorlarmış. Malum onların elinde tıpkı bizim Kürdistan dağlarımızın benzeri olan Afganistan dağlarında Afgan gerillalarını “üç ayda” bitirebilecek bir teknoloji yok. O nedenle dağda savaş on yıldır sürüyor. Demek ki Tayyip efendinin ordusu hepten çağ atlamış. Atlamış ama böyle müttefiklik olmaz; Davutoğlu hemen Amerikalı dostlarına alın size Afgan gerillalarını üç ayda bitirecek teknolojiyi, buyurun iyi günlerde kullanın demeli.


Sonra ekledi: Tabii kendilerinden alınan bu teknolojinin Türkün elinde “üç ayda bitirici” hale geldiğini duyan Amerikalılar Davutoğlu’na nereleriyle güler bunu bilemem, bilsem bile söylemem”...


Biz baktık Apê Musa gitmeye hazırlanıyor, “Aman üstat dedik, sen bize bu teknoloji hakkında bir şey demedin”...


“Ortada teknoloji yok evlatlarım” dedi Apê Musa, vaktiyle Nazilerin, sonra Amerikalıların kullandığı kimyasal silahlar var, bir de eski depolorda duran napalmlar. Bayıltıcı gazı atıyor, bayılanları napalmla öldürüyor... Hem bu silahları kullanmak suç, hem bayılan insanı öldürmek... Bayılanları neden öldürüyor? Gidip neden yakalamıyor, esir almıyor. Çünkü intikam alıyor... Devletin intikam alması da suç. Mesele budur... Ben Kürt gençlerinin bu kıyıcılık karşısında kaygılandığını sanmıyorum; Yakında bellerinden sallanan “gaz maskelerini” görürseniz şaşırmayın... Papaz her zaman pilav yemez, bu gençler de her zaman bayılmaz. Her silahın bir muadili vardır; ama haklı olanın muadili, haksızın saflarında yoktur. O nedenle de zafer haklı olanlarındır, teknolojilerin değil...”


Nur içinde yat, Allah’ın sevgili kulu Apê Musa! Amin!


Artık yeter! AKP ve cemaatle aranıza ‘mesafe’ koyunuz!


Önce Fethullah Gülen konuştu. İki yıldır süren ve son günlerde insanlık dışı bir katliam ve faşizan bir tutuklama ile tırmanan AKP saldırısının arkasındaki “lider” olduğunu da bu konuşmayla resmen ilan etti. Ne dedi? Tekrar hatırlayalım:


“O güç, gelip kendi milletinin başına binmiş ve 25-30 milyon insanı esir almıştır. Daha sonra da her on senede bir binlerce insanı ezmiş, zindanlara atmış, sürgünlere yollamıştır. Şimdi, sen orada kuvvetini sonuna kadar kullanmışsın, sokağa hükmetmişsin; fakat ayıptır bu, ârdır, otuz senedir dağdaki bir avuç şakînin hakkından gelemiyorsun.”


“Onların altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir”...


Bu emir, Genelkurmay Başkanı’nın “nezaretinde” “bayıltıcı gazla bayıltıp, napalmla yakmak ve radyasyonsuz nükleer taktik bir silahın yıkım gücüne eşit bombalarla coğrafyayı değiştirerek yok etmek” şeklinde uygulandı.


Ve tutuklamalar bu aşağılık emirden sonra Büşra Ersanlı’ya ve Ragıp Zarakolu’na kadar genişletildi. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Amerika’daki “şefin” emrini yorumladı ve  daha da ileri gitti ve şöyle konuştu:


“BDP’nin milletvekilleri KCK yapısının sözde legal unsurlarıdır. KCK’nin alt birimleridir. KCK’nin illegal unsurları bu yapıyı yönetirler. Bir büyükşehir belediye başkanını o şehirdeki KCK’nin siyasi temsilcisinin nasıl yargıladığının görüntülerini izledik, gördük. Bu yapıdaki gayri resmi görevliler aynı zamanda BDP milletvekillerini de emirleri ile yönetiyorlar.”


Bütün bu olanlardan sonra, kendisine demokratım diyen herkesin “AKP” ve “cemaatle” arasına kesin bir “mesafe” koyması, buna karşılık, KCK adı altında tutuklananlarla ve BDP’yle aralarına “mesafe” koyanların, bu “mesafeyi” ortadan kaldırmaları gerekir.


Çünkü artık “cemaat” sorunu ortaya şöyle koymuştur: “Ya bizdensiniz, ya da onlardan!”

 

Hükümeti ‘terör’e ‘ikna edenler’

Medyadaki tartışmalar, iki eğilim arasındaki çatışmayı olanca çıplaklığı ile açığa çıkardı.

Cengiz Çandar Radikal’de şöyle yazdı:


“Ve evet, Başbakan ‘KCK operasyonuna ikna edilmiştir’ veya bu ‘onun kucağına emrivakiyle bırakılmış bir zehirli hediyedir’. Bunun böyle olduğunu ben biliyorum. PKK’nın silah bırakmasının nasıl mümkün olacağı üzerine TESEV Raporu’nu hazırladığım sırada görüştüğüm devlet yetkililerinden, Başbakan’ın yakın çevresinden, Abdullah Öcalan’ın kendisiyle İmralı’da görüşen heyete ilişkin aktardığı bilgileri benimle paylaşan PKK yetkililerinden biliyorum.


Devletin -üstelik Başbakan’ın yakın çevresi olan- önemli bir bölümünün KCK operasyonlarını yanlış bulduğunu ve karşı olduğunu bizzat kulağımla o kişilerden işittiğim için biliyorum.


O nedenle, evet, Başbakan ‘KCK operasyonuna ikna edilmiştir’ veya ‘emrivakiyle kucağına bu zehirli hediye bırakılmıştır.’”


Çandar, bu “hediye”nin kim tarafından bırakıldığını yazmamış. Ama tartışmalar bu “bırakanı” çıplak biçimde gösteriyor. Bizzat Fethullah Gülen bu hediyeyi ta Amerikalardan Başbakan’a gönderdiğini kendisi açıklıyor, sözcüsü Hüseyin Gülerce bunu doğruluyor, yanaşma Taha Akyol da öyle. Eski polis, yeni Taraf yazarı Emre Uslu ha keza...


Bu sonuncusu Taraf’ta şöyle yazıyor:


“Bu yazı (yani “Ölümden önce son çağrı” başlıklı yazısı M.D.) gariban Kürt çocuğu PKK militanlarını “ben de PKK’lı olsam silah bırakmam” diye gaza getirip devlete de “PKK’yı otuz yılda askeri operasyonlarla bitiremedin şimdi de bitiremezsin, o halde PKK ile müzakere yap” diye çağırı yapan, böylece PKK kitleleri üzerinde temelsiz umut yaratan müzakereci liberallere bir çağırıdır.”


Hükümeti “ikna” edenler bunlardır ve neye ikna ettikleri de şöyledir:


“Çok net söylüyorum, mevcut strateji devam ettirilirse PKK önümüzdeki bahar döneminde yok edilir.”


“Mevcut strateji” budur ve Fethullahçıların Başbakanı “ikna” ettikleri hedef budur.


Ve “düşün yakamızdan” diyerek cemaat tarafından “istiskal” edilen “bizim” dostlarımız, bu “önümüzdeki baharda yok etme” stratejisine hükümeti “ikna” edenlerle aynı gazetede “barış içinde birlikte yaşama” “real politikerliği” yapmaktalar...

 

 

Fethullahçılarla liberaller ‘yol ayrımında’

Cemaatin “değişmez şefi, ebedi lideri, sözlerine asla itiraz edilemez kerameti kendinden menkul şeyhi” Fethullah Gülen’in emrinden sonra, onun Türkiye’deki sözcüsü Hüseyin Gülerce Zaman gazetesinde harekete geçti. “Liberal demokratlara” kapıyı gösterdi.


Gülerce Fethullah Gülen adına liberal demokratlarla yol ayrımına gelindiğini açıkça ilan etti: Durum şöyle:


Yıllarca ordunun hışmından kurtulmak için Hasan Cemal gibilerinin “gölgesine sığınan” Gülerce ve hempaları, şimdi ona “KCK ne? PKK ne?” diye sorular soruyor, sanki Hasan Cemal “Karayılan fikir ve ifade hürriyetini savunuyor” demiş gibi ona “Murat Karayılan KCK’nin başı olarak hangi fikir ve ifade hürriyetinin savunucusudur” diye hesap soruyor ve ardından “gölgeden çıkışlarını” şöyle ilan ediyorlar:


“Görülüyor ki, KCK davası, Kürt meselesinde, bugüne kadar birbirine destek veren muhafazakâr demokrat ve liberal demokrat aydınları bir yol ayrımına getirdi.”


Cemaat yalnız PKK’yi, KCK’yi, BDP’yi, Prof. Büşra Ersanlı’yı ve Ragıp Zarakolu’nu değil, Hasan Cemal’i, Cengiz Çandar’ı, Oral Çalışlar’ı, Ali Bayramoğlu’nu, tüm eski müttefikleri ve KCK tutuklamalarını eleştiren Nuray Mert gibi dürüst demokratları da hedef tahtasına koyuyor.


Ve Başbakan, uçakta cemaatin rotasında seyrederken, bu yazarlara parmağını sallıyor ve tehdit ediyor: Kendinizi gözden geçirin!


Biz Apê Musa’ya haber salıp, sorduk: “Hocam, sen bu duruma ne diyorsun?”


El cevap: Tarihten ders alınsaydı, tarih tekerrür eder miydi? Humeyni’ye elini verenler kollarını kaptırmış, canlarından olmuşlardı; bizde de, bu ılımlılara ellerini verenler şimdi yerlerinden olmak üzereler... Vah vah...”


AKP’yle ittifak yapan sayın demokratlar, Apê Musa’nın bu sözlerinden sakın alınmayın; o sizi sözleriyle dövse de, yüreğiyle sevmekte...

 


Liberal pişmanlık...

Ali Bayramoğlu Yeni Şafak’ta, böyle giderse, son yazılarını yazıyor gibi... AKP’ye verdiği desteğin pişmanlığını şöyle dile getirmiş:

“Haziran ayında, Ramazan’ın ardından büyük sivil tutuklamalarının geleceği, listelerin hazırlandığı, otoriter bir dalga eseceği iddia ediliyordu. O günlerde her vesileyle bunun gerçek olamayacağını, Tayyip Erdoğan ve AK Parti’nin kendi varlığıyla içiçe geçmiş ‘demokratikleşme ve reform politikaları’ndan geri düşemeyeceğini söylemiştim.”


Bu satırların yer aldığı yazıda Bayramoğlu, KCK adı altında yapılan tutuklamaları sert bir şekilde eleştiriyor.

 


Çanlar kimin için çalıyor?

Kazan bombaları coğrafyayı ne kadar değiştirirse değiştirsin, ordu ne kadar “müthiş” teknoloji kullanırsa kullansın, tutuklamalar ne kadar yayılırsa yayılsın, cemaatin ve AKP’nin saflarındaki şüpheler, tereddüt ve kaygılar sanılandan çok büyük. Hükümetin yarı-resmi organı Star’da Mustafa Akyol eski köşe arkadaşı, şimdiki AKP’li vekil Şamil Tayyar’ın da içinde olduğu kişiler hakkında şöyle diyor:


“Cevabı “PKK’ya karşı askeri, KCK’ya karşı da polisiye çözüm” diye verenler, son birkaç yıldır da hükümete bu telkinde bulunan bir başka aydın grubu daha var. “


Bunlara katılmadığını belirten Akyol, hükümetin bir an önce
KCK tutuklamalarına dayanak olan Terörle Mücadele Kanunu değiştirmesini öneriyor ve “Yoksa bu iş gerçekten kötüye gidiyor” dye yazıyor. Yazısı şöyle bitiyor:

“Acı gerçeği dürüstçe teslim edelim ki, PKK’nın etnik milliyetçilikle mâlul sadık bir tabanı var ve bu kolay kolay ortadan kalkmayacak. Örgütün terör kapasitesi de hiç bitmeyecek. Tüm Kandil’i yerle bir etsek, birkaç intihar bombacısı İstanbul’u veya Ankara’yı vurabilir!.


Tevbe Estağfrullah!...