23 Ağustos 2011 Salı

Faşizan Savaş Hükümeti

61. Hükümet “ne oldum delisi” bir megaloman başbakan, Onun bir dediğini iki etmeyen “evet efendimci” kabine ve parlamento grubu ile faşizan bir savaş hükümeti olduğu gün gibi açıktır.

Yılmaz DAĞLUM
 
Seçimlerin tozu dumanı daha dağılmadan ortaya çıkan yasal hırsızlık (yasalar yoluyla Sayın Hatip Dicle’nin milletvekilliğini çaldılar), halkın oylarıyla seçilmelerine karşın tahliye edilmeyip göreve başlamaları engellenen vekiller nedeniyle ortaya çıkan AKP menşeli kriz ortalığı daha da karıştırdı.

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’u Amed halkının iradesi hiçe sayılarak Sayın Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ve seçilmiş diğer beş milletvekilinin serbest bırakılmaması nedeniyle meclisi boykot etmektedir. Ve bu karar Amed halkının, dolayısıyla Türkiye halklarının iradesine saygının bir gereği olarak değerlendirilmek durumundadır. Kendilerini vekil diye seçen halkın iradesine daha işin başında sahip çıkamayanların, “Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra” o iradeyi temsil edebilmeleri oldukça tartışmalı bir konudur. Daha işin başında iradeye sahip çıkmak birincil görevdir. Blok bileşenleri de bunu yapmışlardır. Bunda yadırganacak bir yan yoktur. Tersine takdire şayan onurlu bir duruştur.

CHP de iki milletvekili serbest bırakılmadığından meclise gidip yemin etmeme gibi bir tutum benimsedi.  Kuşkusuzu burada CHP’nin kararını tartışacak değilim. Kendi takdirleridir. Demokratik bir tepki olarak değerlendirilmek durumundadır. Ancak gelinen aşamada bu demokratik tepkileri sona ermiş olsa da amacına ne kadar ulaştığı tartışmalıktır.

Hükümet çevresi ve AKP kurmayları ortadaki kaosu “yemin krizi” diyerek küçültmeye çalışıyorlar. Burada sorun ve ortaya çıkan kaos birkaç milletvekilinin sorunu değildir. Sorun milletvekillerinin ismi, partisi ve kişiliklerinden bağımsız olarak halkın iradesine saygı duyulup duyulmaması, bu iradeye sahip çıkılıp çıkılmaması, hükümetin demokratik tahammüle sahip olup olmaması meselesidir.

İkinci olarak, başta başbakan olmak üzere AKP kurmayları ve yağdanlık görevi gören kalemşorları ısrarla “önce meclise gelip yemin etsinler, sonra çözüm üzerine tartışılır, tüm sorunların çözüm yeri meclistir” diyerek Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’u ile CHP’nin iradesini kırmaya, teslim almaya çalışmaktadırlar. Sorunların çözüm yeri meclistir, ama hangi meclis? 1924’ten beri hangi meclis Türkiye’nin yapısal sorunlarına çözüm üretebildi? Çözüm yerine sorunları kangrenleştirmeyen bir tek meclis gösterilebilir mi? Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, azınlıkların, dinsel ve kültürel grupların hangisinin sorunu çözülebildi? Hele Erdoğan gibi bir megalomanın denetimindeki bu meclis, tüm geçmiş meclislere Fatiha okutacak uygulamalara imza atmaktadır. Bu yüzden de daha baştan işi sıkı tutmak, tek tekçi zihniyete istediği gibi at oynatacağı bir zemin vermemek gerekmektedir.

12 Haziran Seçimleriyle oluşan meclisin nispeten daha yüksek bir temsil düzeyi yakalandığından, adeta bir kurucu meclis gibi çalışarak halklarımızın ulusal, toplumsal, siyasal, kültürel kimlik vb. temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak yeni bir anayasa yapması beklenirdi. Yasal milletvekili hırsızlığı ve sonrasındaki gelişmeler bunun pek de mümkün olmadığı, AKP ve Erdoğan’ın zihniyet ve vicdan olarak bu olgunluğa ulaşamadığı bizzat kendi eylemleri ve sözleriyle bir kez daha kanıtlandı. Tek tekçi zihniyetten bundan fazlası beklenemezdi.

61. Hükümete bakıldığında, bırakalım demokratik, özgürlükçü bir anayasa yapmayı, bunun söylemini bile sindiremeyen, “ne oldum delisi” bir megaloman başbakan, Onun bir dediğini iki etmeyen “evet efendimci” kabine ve parlamento grubu ile kendileri dışındaki her kesimin iradesini kırmayı esas alan faşizan bir savaş hükümeti olduğu gün gibi açıktır. Başbakanın eylem ve söylemleri ile Başbakan yardımlarının kişilik, eylem ve söylemleri bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Meclis Başkanlığına seçilen zatın gerek siyasi geçmişi, gerekse uzağa gitmeden son birkaç aylık söylem ve eylemlerine bakıldığında hükümetin de, meclisin de karakteri kendiliğinden anlaşılmaktadır.

Tüm bu olumsuz tabloya rağmen Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’unun güçlü bir temsil ve bu temsilin hakkını verebilecek milletvekilleriyle meclise girmesi, meclisin ve Türkiye halklarının geleceği için önemli bir şanstır. AKP ve başbakan da bu gerçeklikten ürktüğündendir ki ne pahasına olursa olsun onları meclisin dışında tutmaya çalışmaktadır. Tabii bu durumda Blok bileşenlerinin ne pahasına olursa olsun meclise girme gibi bir dertlerinin olmaması gereği açıktır. O mecliste oturup yasama çalışmalarına katılacaklarsa bu ilkelerinden, iradelerinden, kendilerini seçen halklarımızın yaşamsal talep ve çıkarlarından taviz vermeme temelinde olmalıdır. Bunun mümkün olmaması durumunda halkın içinde, halkla beraber demokratik siyaseti yaşamın her anında ve alanında daha güçlü bir biçimde yürüteceklerdir. Demokratik ulusun kurucu meclisini oluşturmaya kadar gidecek çok zengin bir demokratik siyaset seçeneği varken onlara yakışan da bu olacaktır.

Sayın Öcalan’ın protokoller temelinde devletin temsilcileriyle vardığı mutabakatın gerekleri yerine getirilirse, tüm bu karmaşa içinde Türkiye’nin tüm yapısal sorunlarına demokratik çözüm seçeneği ön plana geçebilecektir.

Kürt tarafı ve bir bütün olarak Demokratik Ulus Blok’u bileşenleri buna hazırdırlar. Ancak aynı şeyi, en azından Başbakan Erdoğan ve Hükümeti için söylemek zordur. Tersine bu süreci sabote etmek, önünü almak ve giderek kanlı bir sürece evirmek için ellerinden geleni yapacakları, bugüne kadar yaptıklarıyla sabittir. Tam da bu nedenle Faşizan Savaş Hükümeti tanımlamasını yaptım. Aksini ispatlamak Başbakana ve hükümetine düşmektedir.

Sayın Öcalan en geç bir aya kadar Barış Konseyi’nin kurulması gerektiğini söylemektedir. Bunun için de 15 Temmuz tarihinin artık hükümsüz olduğunu belirtmektedir. Fazla söze gerek yok sanırım. Kürt Özgürlük Hareketi büyük duyarlılık, sabır ve özveri ile bugüne kadar sabretmesini bildi. Sanırım bir ay daha sabredecek gücü ve tahammülü vardır. Yaşayıp göreceğiz. Hükümet Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu, yani meclis grubu olarak BDP ile yol haritası anlamına gelecek bir mutabakat imzalarsa, çözüm niyetini ortaya koymuş olacaktır. Bu ve takiben üzerinde mutabakata varılmış protokollerde dile getirilen adımları atarsa, ben de bu söylediklerimi geri almaya, özeleştiri yapmaya hazırım. Fazla beklemeyeceğimiz umarım.

Ortadoğu Tarihsel Günler Yaşıyor

Bölgemizin çok önemli bir dönüşüm sürecinde olduğu açıkça görülüyor. Sovyet sisteminin çözülüşünden bu yana Ortadoğu’da yeni bir dünya savaşının yaşandığı ve kapitalist sistemin kaotik durumunun en çok Ortadoğu'yu etkilediği,...
  
Duran KALKAN

Bölgemizin çok önemli bir dönüşüm sürecinde olduğu açıkça görülüyor. Sovyet sisteminin çözülüşünden bu yana Ortadoğu’da yeni bir dünya savaşının yaşandığı ve kapitalist sistemin kaotik durumunun en çok Ortadoğu'yu etkilediği, bunun sonucunun da köklü bir yeniden yapılanma olacağı yönündeki görüşler doğrulanıyor. Firavun geleneğinin en son temsilcilerinden Hüsnü Mübarek diktatörlüğü de Mısır halkının ayaklanması sonucunda devrildi. Tunus’tan başlayıp hızla Yemen’e ve ardından Mısır’a yayılan Arap halkının ayaklanma durumu daha şimdiden önemli siyasal sonuçları ortaya çıkardı. Arap milliyetçiliği -ki bu işbirlikçi bir milliyetçilikti- ciddî bir çöküntü yaşasa da, Arap halkının kendine güveni, yeni yaşam arayışı, mevcut ayaklanma durumuyla kuşkusuz daha fazla ortaya çıkıyor, gelişiyor. Arap coğrafyasının her tarafında Mısır halkının üç yüzden fazla şehit vererek, günlerce direnerek elde ettiği sonuç kutlanıyor.

Belli ki bölgemiz tarihin yeniden şekillendirildiği bir dönemeci yaşıyor. Herkes bunu değerlendirmeye ve anlamaya çalışıyor. Bu tarihi dönemece kendi penceresinden ve kendi çıkarları açısından bakarak olayların ne anlama geldiğini ve nereye gideceğini kestirmeye, dolayısıyla kendi çıkarlarına uygun olarak ilerlemesini sağlatmaya çalışıyor.

Bu halk hareketi elbette ki bizi de yakından ilgilendiriyor. Yirmi bir yıldır ayaklanma yaşayan, büyük mücadeleler yürüten Kürt halkının varlığı ve sürdürdüğü özgürlük mücadelesi üzerinde kuşkusuz önemli etkide bulunuyor. Öte yandan, Kürdistan'da sürdürülen mücadelenin Arap aleminde başlayan halk hareketlerini etkilediği de inkâr edilemez bir gerçekliktir. Her şeyden önce, bu halk hareketlerinin Kürdistan'daki mücadelenin bir parçası olarak geliştiğini söylemek hiçbir biçimde abartı değildir. Kürdistan'da, dünya gericiliğinin bastırma çabalarına rağmen, büyük bedeller ödenerek yürütülen devrimci-demokratik direnişin bölgeye etkilerinin bu gelişmelerde katkısı olduğunu görmek ve değerlendirmek, gerekir.

Belki doğrudan bir bağlantı görülemeyebilir, ama dolaylı olarak hem düşünsel, hem de Irak-Suriye üzerinden Arap âlemini siyasal yönden etkileme bakımından mevcut halk direnişlerinin gelişmesi üzerinde kuşkusuz Kürdistan'da ısrarla sürdürülen direnişin büyük bir etkisi vardır. Elbette bunun tersi olarak Mısır’da yaşanan bu gelişmelerin tüm bölge üzerinde olduğu gibi, Kürdistan'da yaşanan mücadele üzerinde de etkisi olacaktır. Kürt halk direnişine güç, moral verecek, daha çok azim ve gayret içerisine girmesini teşvik edecektir.

Mısır halkına yıllardır kan kusturan, baskı ve sömürü altında tutan Hüsnü Mübarek kişiliğini küçümsememek gerekir. Bu kişiliğe bakıldığında, dört bin yıl öncesinin firavunları nasılmış, nasıl yönetim olmuş görülebiliyordu. Renk vermeyen, buz gibi, kendi egemenliği ve çıkarlarından başka bir şey düşünmediği suratından belli olan bir kişilikti. Son yüzyılda Mısır’da en uzun süre hüküm süren kişilik oldu.

Ortadoğu halklarının tarih yapmaya, yeni tarihsel çıkışlar gerçekleştirmeye güçleri vardır

Ekim 1981’de Mısır devlet başkanı Enver Sedat’ın bir suikast sonucu öldürülmesi ardından, onun yardımcısı olan Hüsnü Mübarek Mısır devlet başkanı oldu. Her ne kadar Enver Sedat suikastını Müslüman Kardeşler’e bağlı örgütlenmelerin yaptığı söylense de, Arap milliyetçiliği böyle bir olaya sonuna kadar sahip çıktı. Bugün Hüsnü Mübarek’in gidişini nasıl büyük coşkuyla kutluyorlarsa, o zaman da Enver Sedat’ın vuruluşunu coşkuyla kutlamışlardı. Hareket olarak o süreçte Lübnan-Filistin sahasında eğitim ve hazırlık çalışmaları yürütüyorduk. Dönem 12 Eylül faşist-askeri darbe dönemiydi. Hareketimiz ülkeden belli bir geri çekilme yaşamıştı. Kendini Lübnan-Filistin direniş ortamına taşımış, Arap âlemini daha yakından tanıma imkânı bulmuştu. Birinci konferansı yapmış, 12 Eylül faşizmine karşı yürütülecek direniş mücadelesinin hazırlık çalışmaları içerisine girmişti. Böyle bir ortamda Enver Sedat’ın vuruluşu gerçekleşmişti ki, buna en çok sevinen, en çok kutlayan toplumların başında da Filistin toplumu, Filistin Kurtuluş Hareketi gelmişti. “Siyonist düşmanla işbirliği yapan ajanların sonu budur” diye günlerce büyük bir sevinçle bu olayı kutlamışlardı. Mübarek’in gidişi de halklar arasında daha geniş, daha ciddî bir biçimde kutlanıyor. Belki bir suikasta maruz kalmadı, ama bu sefer halkın isyanıyla, zorlamasıyla gidiyor. Dolayısıyla şöyle bir gerçeklik ortaya çıkıyor: Demek ki Arap âleminde, Ortadoğu'da halkların hâlâ bir gücü, iradesi, iş yapma yeteneği, hâlâ tarihten gelen canlılığını, direncini koruyan bir yapısı var. Her ne kadar beş bin yıllık devletçi uygarlık sistemi bu yeteneklerini köreltmek için yoğun bir baskı uygulamış olsa da, yine her ne kadar son ikiyüz yıldır Avrupa modernitesinin saldırıları çok tehlikeli bir toplum kırım geliştirmiş olsa da, hâlâ Ortadoğu halklarının tarihlerine yakışır bir yapıları, bilinç ve iş yapma kabiliyetleri vardır. Hâlâ özlerini kaybetmemişlerdir. Hala tarih yapmaya, yeni tarihsel çıkışlar gerçekleştirmeye güçleri vardır. Son gelişmeler kesinlikle bunu gösteriyor.

Aslında Ortadoğu toplumları modernite saldırıları karşısında hiç direnmesiz kalmadılar. Arap aleminde -her ne kadar egemenler şahsında hainlik ve işbirlikçilik yaşansa da- halklar sürekli ret ve direniş içinde oldular. Bu direniş bazen İslami kimlik kazandı, bazen milliyetçi kimlik, bazen demokratik kimlik kazandı, ama değişik biçimlerde hep var oldu. Kürt toplumu bu modernite saldırılarını hiç içine sindirmedi; buna hep isyan, direniş ile karşılık verdi. Nasıl ki Birinci Dünya Savaşında işgal güçlerine karşı ilk günden itibaren Süleymaniye’den Antep’e, Urfa’ya, Maraş’a kadar bir silahlı direniş içinde olduysa, daha sonra da modernitenin dayatmalarına karşı da isyan ve direnme geleneğini sürdürdü. Belki ezildi, bastırıldı, ama güç bulduğu anda direniş içine girmekten geri durmadı.

İran’da da bunu görüyoruz. İran halkları da bu konuda çok duyarlıdır. Kendilerini yönetenlerin işbirlikçi olduğunu anladıkları anda, bugün Mısır’daki gibi direniş içine girmekten hiç çekinmemişlerdir. Şah karşısındaki İran halk ayaklanması belleklerde hâlâ tazedir. Zaten birçok gözlemci, şimdi Kahire’de yaşananlarla otuz iki yıl önce Tahran’da yaşananları kıyaslamaya, karşılaştırmaya çalışıyor.

Türkiye toplumunun direncini de biliyoruz. Oranın da kendine özgü bir direnişi vardır. En erkenden yabancı hâkimiyeti, modernite etkilerini kabul etmeyen, buna karşı savaşan bir toplum olmuştur. Daha sonra her ne kadar çeşitli hileli yollarla egemenleri moderniteye teslim olmuş, çok kötü bir işbirlikçilik geliştirmiş olsalar da, emekçiler, ezilenler, işçiler, memurlar, gençlik, kadınlar, aydınlar hep bir direniş konumunu sürdürmüşlerdir. Bunu kendi emek ve demokrasi mücadeleleriyle birleştirerek sürekli bir direnme halinde olmayı sağlamışlardır. Dolayısıyla bugün Mısır’da yaşananlar tekil bir olay, birdenbire ortaya çıkan bir durum değildir. Bu halk hareketleri, özellikle son yüzyılda, modernite saldırıları karşısında bölgenin dört bir yanında zaman zaman yükselen, zaman zaman da bastırılan toplumsal direnişlerin günümüzde yeniden güçlü bir biçimde yükselişe geçmesini ifade ediyor. Dolayısıyla bu olaylar tekil, geçici, tarihsiz, temelsiz olaylar değildir ve etkileri de uzun süreli ve yaygın olacaktır.

Halklar gerçeğini anlayamıyorlar

Mübarek kişiliği çok sinsi bir biçimde ama en ağır baskı ve sömürüyle otuz yıldır Mısır toplumunu baskı ve sömürü altında, açlık ve sefalet içinde tuttu. Herkes “Mısır’da yoksulluk çok. Diğer Arap ülkelerinin petrol zengini olmalarına karşın Mısır’ın böyle bir imkanı yok, dolayısıyla toplum bu nedenle yoksulluk, açlık yaşıyor değerlendirmelerinde bulunuyordu. Ama basın Hüsnü Mübarek’in doksan milyar dolar servetinden bahsediyor. Bu korkunç bir durumdur. Otuz yıldır Mısır toplumu ne yaratmışsa sanki ele geçirmiş. Bir yandan firavun Mübarek doksan milyar dolar servete sahipken, diğer yandan milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşıyor. Hüsnü Mübarek’in yarattığı sistem, işbirlikçi diktatörlük gerçeği budur. Dolayısıyla da halkın isyanı, direnişi, her türlü saldırı, katliama rağmen Kahire meydanına dört elle sarılarak geri adım atmayışı buradan kaynaklanmıştır.

Bunların ifade edilmesi çok ama çok gereklidir. Çünkü birçok çevre, “Bu olay nerden ortaya çıktı, acaba arkasında kimler var, hangi gücün yönlendirmesi altında. Kahire halkı ayaklanma yapabiliyor’ diye tartışıyor. Bu halk ayaklanmasının arkasında mutlaka bir dış güç, bir egemen, bir hile arıyorlar. Tabi bu görüşler büyük bir yanlış ve bu görüş sahipleri de büyük bir yanılgı içindeler. Halklar gerçeğini anlayamıyorlar, tanıyamıyorlar.

Hüsnü Mübarek rejiminin Mısır toplumunu nereye sürüklediğini göremiyorlar, ya da görmek istemiyorlar. İnsanların açlıktan ölür hale getirilmesinin ne anlama geldiğini bilmiyorlar. Çünkü onlar “ekmek yoksa pasta yesinler” soyundan geliyorlar. Yokluğun, yoksulluğun, açlığın ne demek olduğunu, insanı ne durumlara düşürdüğünü bilmiyorlar, yaşamamışlar, görmemişler. O nedenle de böyle bir açlık durumunun insanda, toplumda ne tür etki, ayağa kalkış ortaya çıkarabileceğini, onun yaratacağı direnme gücünü tahmin edemiyorlar. Onlara göre halklar, düşürülmüş, çökertilmiş insanlardır, dolayısıyla da ayağa kalkamazlar. Eğer bir yerde belli bir hareketlilik yapıyorlarsa, orda mutlaka yine bir efendi vardır, birilerinin kışkırtması hep buna yol açar. Çünkü toplumsal gerçekliği böyle anlamışlar. Dolayısıyla şimdi de Mısır’da olanları bu biçimde tanımlamaya çalışan epeyce bir çevre var.  Oysaki gerçek bambaşkadır. Demek ki milyonlar halinde insanları birlikte sokağa döken, bir arada tutan önemli bir durum ortaya çıkmış. Bunun da mevcut rejimin toplumu düşürme, köleleştirme çabaları olduğu tartışma götürmezdir.

Hüsnü Mübarek kişiliği doksan milyarlık bir servet edinmekten geri durmazken, insanları açlıktan ölme sınırına getirecek kadar adaletsiz, zalim bir kişiliktir.

Hüsnü Mübarek kendi halkına karşı vicdansız olduğu kadar, bölgesel politikalar üzerinde de kötü bir etkiye sahiptir. Otuz yılda Ortadoğu halklarının baskı altına alınıp, ABD, İngiltere, İsrail çıkarlarının Ortadoğu'ya hakim kılınmasında en fazla rol oynayan kişiliktir. Küresel kapitalist efendilerine uşaklığını bölgesel düzeyde gerçektende hakkıyla yapmıştır. Şimdi efendileri bile kendisine sahip çıkmıyor, yüzüstü ortada bırakıyor. Bu, uşak-efendi ilişkisinin tarihte de, günümüzde de özünün ne olduğunu, nasıl seyrettiğini gösteren bir örnek oluyor. Yoksa ABD’nin de “çekil git” demesine bakarak Hüsnü Mübarek rejiminin en sadık ABD uşağı olduğunu, Hüsnü Mübarek kişiliğinin böyle oluştuğunu görmezden gelmemek lazım. Böyle bir sonuç köle-efendi ilişkisinin doğal bir sonucudur. Köle, efendiye hizmet ettiği oranda yaşama hakkına sahiptir. İşbirlikçi olan, ancak bu rolünü başarıyla yürüttüğü oranda var olabilir. Fakat artık efendinin ihtiyacına cevap veremiyorsa, işlerini yürütemiyorsa, onun kaderi de her köle gibi yok olup gitmektir. Nitekim ABD yönetiminin Hüsnü Mübarek’e dayattığı tamı tamına bu olmuştur. Bu durum işbirlikçiliğin ne olduğunu çok iyi gösteren bir örnek teşkil etmektedir.

Hüsnü Mübarek, Enver Sedat’la başlayan ihanet çizgisini devam ettirmiştir

Hüsnü Mübarek, geçmişte yaptıklarını şimdi nasıl değerlendiriyor, ne kadar öfkeli, ne kadar yalvarır durumda bilemeyiz, ama tabi büyük kötülükleri yapan kişiliklerin başında geliyor.  Otuz yıldır Ortadoğu'daki kötü işlerin, gericiliğin arkasındaki kişilik oldu; tarihe de böyle geçecektir. Bazı durumlar şimdi açığa çıkıyor, bazıları daha ileriki süreçte çıkacak. Fakat şu görülecek ki, gerçektende içte firavunluk yaptığı gibi, bölge üzerinde de küresel hegemonyanın uşağı, işbirlikçisi olarak en kötü rollerden birisini oynamıştır. Sadece Arap aleminde değil Kürdistan’da, İran’da, bölgenin diğer alanlarında da benzer bir rolün sahibi olmuştur. Unutmayalım, otuz yıl önce Ortadoğu'yu yöneten, Arap âleminin ruhu olan, direnen insanlığın kıvılcımlarından birisi konumunda bulunan Filistin direnişinin bu hale getirilmesinden başta gelen sorumlu kişiliklerden birisidir. Enver Sedat’la başlayan ihanet çizgisini devam ettirmiştir. Bir yandan İsrail ile uzlaşmayı da aşarak teslimiyet eğilimini geliştirirken, diğer yandan ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak Filistin Kurtuluş Örgütü’nü zayıflatma, Hamas’ı türetme, Filistin’i bölüp parçalama, Filistin halkının bugünkü güçsüz, zayıf, yoksul, aç duruma düşmesine yol açma gibi bir sonucun yaratıcılarından olmuştur. Hüsnü Mübarek yönetimi altında Filistin direnişi yok edilmiştir.

Hüsnü Mübarek yönetime geldiğinde Filistin Kurtuluş Hareketi bölgede en güçlü dönemini yaşıyorken, bu gün Filistin Kurtuluş Hareketi neredeyse dibe vurmuş durumdadır. Filistin Kurtuluş Hareketinin bu duruma gelmesinden en fazla sorumlu olan rejimlerden birincisi Hüsnü Mübarek rejimidir. Çünkü Mısır yönetiminin Arap milliyetçiliğini ve ulusal direnişini geliştirmede öncülük, önderlik, belirleyicilik rolü vardır. Arap milliyetçiliği Mısır’da, Cemal Abdülnasır önderliğinde gelişen bir hareket olmuştur. Nasıl ki Nasır Mısır’ı Arap ulusalcılığının merkezi haline getirmiş ve bir Arap ulusal hareketi yaratmaya çalışmış ise, ondan sonra gelen Enver Sedat ile başlayan ve Hüsnü Mübarek ile devam ettirilen süreç de, bu ulusal direnişçiliğin çözüldüğü, yok edildiği bir süreç olmuştur. Bunu en somut olarak Filistin direnişinin yaşadıklarında görüyoruz.

Bu durum sadece Filistin’de mi yaşandı? Değil elbette. Arap âleminin diğer bütün alanlarında böyle özellikler taşıyor. Yemen’de biraz sol eğilimli hareketlerin ezilmesinde mevcut yönetimi her yönden desteklemiştir. Daha sonra, aralarında bazı çelişkiler gelişmiş olsa da, Irak, Suriye gibi BAAS yönetimleriyle işbirliği yaparak baskı sistemlerinin sürmesinin temel dayanağı olmuştur. Suudi’den Emirliklere, oradan Ürdün’e, Mağrip ülkelerine kadar bütün krallıkların arkasında duran, onların varlığını meşrulaştıran, yine Arap halkının çağdışı emirliklerle yönetilmesini öngören bir çizginin sahibi olmuştur. Bütün bu gerilikleri, gericilikleri Hüsnü Mübarek rejimi ayakta tuttu.

İran-Irak savaşında da önemli bir payı vardır. Irak’ı savaşa kışkırtan, tahrik eden, destekleyen kişiliklerden birisidir. Belki savaş Hüsnü Mübarek daha iktidara gelmeden önce başladı, ama o zaman da başkan yardımcısıydı. Daha sonraki süreçte biliyoruz ki, dıştan karşıt görünmesine rağmen, Saddam Hüseyin yönetiminin İran’a saldırmasını gizliden gizliye ABD desteklemiştir. ABD’nin ve diğer güçlerin Saddam Hüseyin yönetimini gizliden desteklemesinin mimarı, yaratıcı, yürütücüsü Hüsnü Mübarek rejimi olmuştur. Kendisi gizliden desteklediği, hatta asker göndererek savaşa katıldığı gibi, bir de görünüşte Irak diktatörlüğüne karşıt olduğunu söyleyen birçok uluslararası ve bölgesel gücün Saddam Hüseyin yönetimine destek vermesinde aracı olmuştur. Sekiz yıl boyunca milyonlarca insanın ölümüne yol açan savaşın aslında en önemli sorumlularından birisi konumundadır.

Tabi Hüsnü Mübarek kişiliğinin Kürtler açısından daha özgün ve uğursuz, daha iblisçe bir karakteri vardır. ABD’nin sadık bir uşağı, işbirlikçisi olarak, Türk devletiyle en sağlam, sürekli, kendi deyimleriyle kardeşçe ilişki yürüten rejim, Hüsnü Mübarek rejimi olmuştur. Demirel ile nasıl can ciğer kuzu sarması olduklarını çok iyi biliyoruz. “Mübarek kardeşim” dediği zaman Demirel’in ağzından güller dökülüyordu. O özel savaşın tırmandırıldığı, kontrgerillanın örgütlendirildiği, hizbikontranın Kürt halkına acımasızca saldırtıldığı dönemlerde, bu saldırıları yürüten yönetimin başı olarak Demirel, Mübarek rejiminden çok büyük destek aldı. ABD işbirlikçiliğine dayanan bu kardeşlik aslında günümüze kadar da devam etti. Hüsnü Mübaret sadece Demirel ile kardeş olmadı;  Kenan Evren’in, Tayyip Erdoğan’ın, Abdullah Gül’ün de yüce kardeşlerinden bir tanesiydi. Yıllardır bölgeyi ABD adına, Türkiye ile birlikte yönetmeye çalıştılar.

Bu birliktelik içerisinde çok tehlikeli süreçler yaşandı, yine çok tehlikeli işler yaptılar. Bunların başında Uluslararası Komplo geliyor. Şimdi Kürt halkı her tarafta bu komployu ve onu gerçekleştirenleri lanetliyor. Hüsnü Mübarek’in gidişini Mısır halkından sonra herhalde en büyük coşkuyla kutlayan Kürtler oluyor. Bunun haklı nedenleri vardır. Kürtler, Mısır’daki halk direnişini yakından takip ettiler. Bu direnişin en azından Mübarek’i tahtından düşürecek bir başarıya ulaşması toplumu büyük bir heyecana, sevince boğmuş durumda.

Bu neden böyle? Acaba sadece Kürtler de bir demokratik direniş yürütüyorlar, halk devrimi yaşıyorlar, demokratik halk direnişi içindeler, o nedenle mi böyle bir sevinci yaşıyorlar? Hayır, bu sadece bir yanı olmaktadır. Diğer yanı da, elbette bu Hüsnü Mübarek kişiliğinin uluslararası komploda oynadığı rolden dolayıdır.

Şunu hiçbir zaman unutmamamız gerekecek, uluslararası komplonun böyle yaşanmasında bazı temel roller oynanmıştır. Hiç kuşkusuz komployu ABD-İngiltere-İsrail ittifakı planladı ve yürüttü, komplo küresel sistemin bir ürünüydü. Fakat bunların planlarının 15 Şubat komplosu halinde gerçekleşmesinde rol oynayan temel aktörler oldu. Önder APO’nun Suriye’den çıkartılması önemli ve iyi anlaşılması gereken kritik süreçlerden birisidir. Çünkü Önderlik üzerindeki baskı sadece 1998’de gündeme gelen bir husus değildi. Önder APO’nun Ortadoğu'da olduğu, Suriye zemininde hareket ettiği çok öncesinden bilinen bir durumdu. Dolayısıyla TC devleti bu durumu değiştirmek için, on yıldan fazla bir süre tüm imkanlarını orta koyarak çaba harcamıştı. Sadece TC devleti mi? Elbette ki hayır. Türk devleti Avrupalı dostlarını, NATO’daki ortaklarını, hepsini devreye koyarak Önderliğin Suriye’den çıkartılması, tutuklanması, Almanya’da yargılanması için küresel düzeyde yoğun bir çaba harcamıştı. Dikkat edilirse bu çabaların hiçbirisi başarıya gitmedi. Hiçbir dönemde bu çabalar sonuç vermedi. Önderliğe yöneltilen komplocu saldırılar başarı elde etmediği gibi, Önderliğin Suriye’den çıkartılmasını hedefleyen baskılar, girişimler de bir sonuç vermedi. 

Peki, böyle bir sonuç ne zaman ortaya çıktı? 9 Ekim 1998 tarihinde Hafız Esad yönetimindeki Suriye hükümeti Önder APO’nun Suriye’den çıkmasını istedi. Böyle bir sonucun ortaya çıkartılmasında birinci derecede rol oynayan kişiliğin Hüsnü Mübarek olduğunu çok iyi biliyoruz. Buna şunu da eklemek gerekir: Eğer Hüsnü Mübarek gibi bir kişilik ve onun baskısı olmasaydı, başka hiçbir güç Hafız Esad yönetimini Önder APO’yu Suriye’den çıkartmaya ikina edemezdi; Hafız Esad yönetimini etkileme, ikna etme, tehditle korkutma düzeyine ulaşamazdı. Bunu yapabilecek tek bir merci vardı: Kahire yönetimi. O merci de gerçekten de bu düzeyde rol oynadı. Uluslararası komplonun aslında nasıl ki düğmesine basanı Kürt işbirlikçiliği olduysa, başlatanı da Mübarek firavunluğu olmuştur. Kürt halkı bunu hiçbir zaman unutmayacaktır. Mübarek adeta Ankara-Şam arasında mekik dokudu. Kendisi de son zamanlarda bunu itiraf ediyordu. Bu görevi ABD başkanı Clinton’ın emri ve Suudi kralının ricası üzerine yerine getirdiğini söylüyordu. Ankara’nın baskılarından çok, Hüsnü Mübarek’in baskısı ve tehdidi Hafız Esad yönetimini korkuttu, ürküttü ve Önder APO’nun Suriye’den çıkartılma kararını almaya götürdü. Bu bakımdan Mübarek, komploda en tehlikeli, en kritik rollerden birini oynayan, Kürdün özgürlük ve demokrasi davasına en ağır saldırı yapan, en fazla zarar veren kişiliklerden birisi oldu.

Alma mazlumun ahını…

Elbette Mübarek’in komplodaki rolü bununla sınırlı kalmadı. Daha sonraki süreçte de devam etti. Önder APO’nun Kenya’dan kaçırılmasında da bu rejimin, Hüsnü Mübarek kişiliğinin önemli bir rolü vardır. Komplonun yürütülmesinde Kahire’nin bir üs olarak kullanıldığını çok iyi biliyoruz. Kenya’dan Önder APO’nun kaçırılması operasyonu Kahire’de planlandı, örgütlendi ve koordinesi buradan yapıldı. Önder APO’yu Kenya’dan almaya giden Türk uçağı Kahire’den kalktı. Önder APO kaçırılırken destek Kahire’den alındı. Ortaya çıkıyor ki, Hüsnü Mübarek uluslararası komployu yürüten uluslararası koordinasyon içerisinde yer alan bir kişiliktir. Hüsnü Mübarek Mısır’da, Ortadoğu'da, Arap aleminde mazlum halklar üzerinde baskı ve sömürünün en zalim biçimde yürütülmesinin mimarı olmakla yetinmemiştir. Kürt halkının binlerce şehit temelinde geliştirdiği özgürlük direnişini bastırma operasyonunun da yürütücülerinden biri olma cüretini göstermiştir. Önder APO’nun Suriye’den, Ortadoğu'dan çıkartılmasında temel rollerden birinin sahibidir. Derler ya, alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste! Kısaca, Hüsnü Mübarek’in Kürdistan ve Kürt özgürlük ve demokrasi mücadelesi açısından oynadığı olumsuz rol bu biçimde ifade edilebilir.

Şimdi Kahire halkı Mübarek’i “benim” dediği topraklardan kovuyor. Kürt Halk Önderliğine yapılanın karşılığı olacak durumdadır. Otuz yıllık diktatörlük saltanatından kopartılması,  az da olsa yaptıklarının hesabını verdiği, intikamının alındığı anlamına geliyor. İşte Kürtlerdeki bu coşku, sevinç buradan kaynaklanıyor. İnsanların Mısır’daki mücadelenin nasıl sonuçlanacağını pürdikkat izlemeleri bu nedenleydi. Şimdi ulaşılan sonucun büyük sevinç yaratması da burdan ileri geliyor. Hiç olmazsa Mısır halkı, uluslararası komploda kendilerini yönetenlerin oynadığı uğursuz ve tehlikeli rolün intikamını almış oluyor. Son firavun tarafından alnına düşürülmüş kara lekeyi Mısır halkı bu biçimde temizliyor. Elbette bu iyi bir durumdur. Halkların birliği, kardeşliği açısından, Ortadoğu'nun demokratik gelişimi açısından umut ve güven verici bir durumdur. Arap- Kürt demokratik kardeşliğinin, dostluğunun, birliğinin yaratılmasında önemli bir gelişme olmaktadır. Böyle bir sonuca ulaştığı için elbette Mısır Arap halkı, Kahire halkı onurlanmıştır, yücelmiştir. Bölge halklarıyla, demokratik insanlıkla kardeşleşmeyi hak etmiştir. Onun da coşkusunun, heyecanının burdan kaynaklandığı, başı dik bir hale, gururlu bir duruma bu nedenle geldiği açıktır.

Mısır’daki durumu önemsemek lazım

Mısır deyip geçmemek lazım! Sümer’den ve onun ortaya çıktığı Dicle-Fırat havzasından sonra, hiyerarşi ve devlet uygarlığının en erkenden geliştiği yer Nil vadisidir. Mısır’daki firavun geleneği eski ve tarihi bir gelenektir. Bu gelenek ki, firavunların, özellikle köleciliği geliştirmede, derinleştirmede, milyonlarca insanı yerinden yurdundan, yaşamından kopartarak, Hüsnü Mübarek’in yaptığı gibi, sadece kendi çıkarları doğrultusunda kullandıkları bir özelliğe sahiptir. Mısır rejimi, Kahire rejimi deyip geçmeyelim. Peki, Mısır coğrafyasında neden böyle bir sistem ortaya çıkmıştır? Elbette ki bu coğrafyanın zenginlikleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Bunlar olmasaydı böyle bir gelişme olmazdı. O anlamda tarihsel gelişmenin, toplumsallaşmanın, insanlık gelişiminin, doğal toplum oluşumunun merkezlerinden birisi konumundadır. Böyle bir toplumsal temeli de vardır. Fakat devletçi uygarlığın da en eski olduğu, firavun köleliğiyle temelinin atıldığı bir alandır da. Mısır, devletçi uygarlık ile demokratik uygarlığın aynı mekanda var olduğu ve aralarında keskin bir çatışmanın yaşandığı bir saha olmaktadır. Demek ki Mısır’da her zaman derin çelişkiler ve çatışmalar var olmuştur. Kahire her zaman bir çıkar mücadelesine sahne olmuştur. Merkezi uygarlık döneminde bu tarihsel süreç hep böyle gelişti. Mısır bölge açısından hep önemli bir merkez oldu. İlkçağ uygarlığının Akdeniz üzerinden Avrupa’ya taşınmasında, yine devletçi uygarlığın Afrika’ya yayılmasında önemli bir rol oynadı. Kahire böyle Kahire oldu. Mısır aslında böyle ülke haline geldi. Mısır toplumu ve siyaseti bu çerçevede oluştu. En son olarak da İslam devletinin gelişmesi, onun ideolojisinin yayılmasında da benzer bir rolü oynamıştır.  Her ne kadar İslamiyet Mekke ve Medine’den doğmuş, Arap yarımadasından doğup yayılmış olsa da, bütün Kuzey Afrika’ya, Mağrip’e Doğu Akdeniz’e yayılmasında merkez rolü Mısır oynamıştır. Kahire İslam dünyasında önemli iktidar merkezilerinden biri olma özelliğini her zaman korumuştur. Bu da bir gerçek. En son Osmanlı bölgesel imparatorluk sürecinde de aslında İstanbul’dan sonraki en önemli yönetim alanı Kahire olmuştur. Nasıl ki İstanbul bütün imparatorluğun yönetim merkezi sayılmışsa, Kahire’de aslında Arap aleminin, imparatorluğun kuzey Afrika bölümünün yönetim merkezi olarak rol oynamıştır. Osmanlı yönetimindeki Kahire’nin rolü bu düzeydedir. Daha sonraki süreçte Osmanlı merkezi yönetimi zayıflayınca, Kahire yönetimi öne çıkmıştır. Özellikle Avrupa kapitalist modernitesinin Ortadoğu'yu ele geçirme hevesleri ve plânı gündeme geldiğinde, İstanbul yönetimine karşı öne çıkartılan, destek verilip iş yaptırılabilecek olan yönetim merkezi olarak Kahire birinci plânda görülmüş ve değerlendirilmiştir. Böyle de rol oynadığı biliniyor. 19. yüzyıl boyunca Osmanlıya karşı bir isyan merkezi, 20. yüzyılın başında, Birinci Dünya Savaşında İngiltere-Fransa-Rusya ittifakının Ortadoğu'yu ele geçirme plânında en temel dayanak, birinci başkent konumundadır. Daha savaş başlamadan İngiliz ordularının asker çıkardığı iki yer vardır: Birincisi, Basra körfezinden Irak toprakları; ikincisi, Mısır toprakları. İngilizler buralara el attıktan sonra Osmanlıyı kuşatabilmiş, yıkıma uğratabilmişlerdir. Diğer yandan, Arap dünyasının kapitalist modernitenin hâkimiyeti altına girmesinde ve 22 devlete kadar bölünüp parçalanmasında Mısır merkezli politikalar belirleyici rol oynamıştır. Şimdi Arap âlemi 22 devlete bölünmüş, ama Mısır bunlar içerisinde Arap toplumunun, âleminin yönetiminin, iktidarının beyni ve kalbi durumunda. Cemal Abdülnasır yönetimiyle de Arap ulusalcılığının, milliyetçiliğinin, Arap ulusal birliğini yaratma düşüncelerinin doğduğu, canlandığı merkez konumunda.

Mısır’ın Arap âlemi açısından rolü, konumu böyle. Sadece Araplar açısından değil, Ortadoğu genelinde önemli bir role sahiptir.  Öte yandan Ortadoğu'nun herhâlde nüfusu en kalabalık devleti Mısır’dır. Türkiye ve İran’dan daha çok nüfusa sahip. Mısır ordusu dünyanın en büyük on ordusundan bir tanesi. Tarihsel olarak da firavun köleliğinden gelen bir devletçi geleneğe sahip. Neredeyse devlet aslında orda devlet olmuş, iktidar orda oluşmuş ve bugün de yaşıyor. Böyle bir tarihi tecrübesi var. Yakın süreçte gelişen Arap milliyetçiliğinin de merkezi konumunda.  Aynı zamanda toplumsallığın merkezi olduğu kadar, düşünce, kültür ve sanat merkezi olma gerçeğini de taşıyor. Bu da tarihsel olarak gerçekleşmiş bir durumdur. Bu bakımdan hem devletçi iktidar sistemleri açısından, hem de demokratik toplum açısından önde gelen bir alan. Bu bakımdan da sadece Arap âlemi değil, Ortadoğu toplumlarının yönlendirilmesinde önemli rol sahibi olan bir alan. İslâm düşüncesinden tutalım da demokratik aydınlanmaya kadar her türlü düşünce akımının geliştiği, medreselerin, üniversitelerin en çok var olduğu, bilim ve sanatın en çok geliştiği bir sahadır Mısır.

Mısır’daki durumu önemsemek lazım. Mısır’da yaşanan gelişmeleri Tunus’taki ile karıştırmamak gerekiyor. Yemen’de olup bitenlerle kıyaslamamak lazım. Tunus’ta olan Tunus’la sınırlı kalabilir, Yemen’de olan ancak Arap yarımadasını etkileyebilir, ama Mısır’da olan bütün Arap âlemini en yakından ve hızla etkileyeceği gibi, bütün Ortadoğu üzerinde çok büyük bir etkide bulunur. Ortadoğu'nun yönetim olarak üç temel merkezi var. Bu üç merkez yirminci yüzyılda oluştu. Birinci merkez, Türkler adına TC devlet yönetimi; ikincisi, İran toplumları adına Tahran yönetimi; üçüncüsü, Arap alemi adına Mısır-Kahire yönetimi bunu yapıyor.  Mısır, Arap ulusal yönetiminin merkezi olma rolünü taşıyor. Her ne kadar Şam, Bağdat, Mekke kendilerini bir yönetim merkezi olarak göstermeye çalışsalar da, bu duruma zaman zaman itiraz edip, kendilerini Kahire’nin yerine geçirmeye çalışıyor olsalar da, bu gerçekleşmiş değildir. Mısır’ın rolünü hiçbir zaman üslenemediler, günümüzde de öyle bir düzeye ulaşmış değiller. Hafız Esad’ın bütün siyasî maharetine rağmen yine de Şam bir Kahire olamamıştır. Olması da mümkün değil. Şam ancak Arap alemi içerisinde bir bölgenin liderliği düzeyine yükselebilmiştir. Oysaki Mısır bütün Arap âlemini yönlendiren bir karaktere sahiptir. Mısır’da, Kahire’de ne oluyorsa, bu sadece devlet sınırları içinde kalmıyor, aynı şey bütün Arap âleminde yaşanıyor ve bölgeyi etkiliyor.Bu bakımdan tabi Mısır’daki gelişmelerin Arap âleminde ve bölgede çok yaygın etkisi olacak ve bu hızla yayılacak.

Mısırdaki gelişmeler nereye gidebilir?

Yakın zamanda gelişmeler ne olacak, nereye gidecek, bu halk direnişleri daha nasıl devam edebilir, ne kadar dayanabilir, mevcut dönüşüm sürecinde Ortadoğu gerçekten nasıl yeniden yapılanır? Şimdi herkes bu soruları kendine soruyor ve bunlara cevap arıyor. Bunlar oldukça önemli, tarihi hususlar oluyor. Sadece bölgede yaşayanların değil, dünyada herkesin kendine sorduğu, cevap vermeye çalıştığı konular bunlar olmaktadır. Fakat yapılan tartışmaların hepsi spekülâtiftir.  

Şu durumda fazla bir şey belirtmek mümkün olmamaktadır. Halihazırda Mübarek, yönetimi ordu konseyine bırakmış durumda. Bu ordu dünyanın en büyük on ordusundan bir tanesi. Fakat öyle çok zaferler kazanmış bir ordu da değil. Aslında Mısır’da son yüzyılda yaşanan gelişmelere bakarak var olan ve gelişebilecek olan yönetim karakterini anlamak daha kolay olmaktadır. Mısır Birinci Dünya Savaşında İngiltere’nin işgali ettiği alan oldu. Daha sonra Mısır’da işbirlikçi krallık kuruldu. İkinci Dünya Savaşından sonra, krallık rejiminin son temsilcisi olan Kral Faruk 1952’de Cemal Abdülnasır’ın gerçekleştirdiği bir darbeyle düşürüldü. Ardından Hür Subaylar örgütü iktidara el koydu. Arap radikal milliyetçiliği Cemal Abdülnasır tarafından geliştirildi. Bir Mısırlı olmaktan öteye, bir Arap lideri olarak hareket etti ve böylece de İsrail’le hep çatışma içinde oldu. 1956-57 Süveyş bunalımında askeri başarı elde edemese de, siyasî başarı elde etti ve liderliğini güçlendirdi. 1967 Sina savaşında yenildi. Zaten bütün kredisi de düştü. 1970’te Cemal Abdülnasır öldü ve yerine Enver Sedat geçti. O ise İsrail’le çatışma değil uzlaşmayı yeğledi. Arap ulusal liderliği değil, Mısır yönetimi olarak hareket etti. Mısır’ı bir Arap birliği yönetimi yerine, Mısır sınırları içerisinde bir devlet yönetimi haline getirmeye çalıştı. 1981’de Enver Sedat’ın bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra Hüsnü Mübarek, otuz yıllık devam edecek yönetime adım attı. Mısır yöneticileri bundan sonrasında askeri yollarla İsrail’i geriletemeyince, askeri başarılar kazanamayınca, siyasî uzlaşmayı geliştirmeyi öngördüler. Bu da Cemal Abdülnasır’ın geliştirdiği ulusal direnç, başkaldırı, bağımsızlık tutumu yerine işbirlikçiliği, bağımlılığı geliştirdi, derinleştirdi. Uzlaşma siyasetini ancak dünyanın en güçlüsüne işbirliği yaparak, Mısır’ın ve Arap âleminin potansiyelini kullanarak yürütebileceğini gördüler ve böyle de yapmaya çalıştılar. Arap birliğinin petrole dayalı zenginliklerini ve bir de Mısır’ın hem askeri, hem de Arap âleminde ve Afrika’daki gücünü kullanarak ABD’yi etkilemeye ve böylece İsrail karşısında var olmaya çalıştılar. Politika olarak bunu bildiler.

Şimdi yeniden, bütün ulus-devlet sistemleri açısından geçerli olduğu gibi, Mısır’da da geçerli olan kanun işliyor: devletin esası ordudur. Şimdi devleti temsil eden güç olarak Mübarek kişiliği, hanedanlığı büyük tepki aldı, halk isyanla, öfkeyle onu attı. Bunun yerine hemen toplumun karşısına sevilen güç, topluma yakın güç olarak lânse edilen ordu çıkartıldı. Zaten halk isyanının orduyu aşabilecek durumu da yoktu. Halk “millet ordu el ele” sloganı ile yürüyordu. Sonuçta Mübarek yönetimden düştü ve şimdi yönetim ordu konseyinde bulunmaktadır. Bazıları bunu bir askeri darbe olarak değerlendiriyorlar. ABD-ordu ve Mübarek anlaşması sonucunda gerçekleşti diyorlar ve bunu isteyenin de İsrail olduğunu söylüyorlar. İsrail’in istemi doğrultusunda ABD-ordu ve Mübarek’in ortak uzlaşması ile böyle bir değişikliğin gerçekleştiği ifade ediliyor. Elbette ki İsrail’in işin içinde etkili olduğu doğru bir belirlemedir. Çünkü mevcut gelişmeler en çok İsrail’i korkutuyor. Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek politikaları; Arap milliyetçiliğini etkisizleştiren, Arap âlemini pasifize eden ve böylece İsrail’in güvenliğini rahatlatan temel unsurlardandı. Hüsnü Mübarek rejiminin yıkılmasının bu durumu bozduğunu, dolayısıyla İsrail’in varlık ve güvenlik sorununun ciddî bir belirsizliğe, tehlikeye girdiğini görüyorlar. Mısır’daki gelişmeler İsrail’in durumunu sadece yakından etkilemiyor, aynı zamanda belirliyor da. O nedenle baştan itibaren İsrail, gelişen halk ayaklanmasına karşı Hüsnü Mübarek yönetimine destek verdi. Halk hareketine karşı çıktı. Hüsnü Mübarek eğer on yedi gün boyunca, Mısır’da o kadar kan dökme gücünü gösteren halk hareketine karşı direndiyse, biraz da İsrail’den aldığı destekle, teşvikle direndi.

Fakat sonunda halkı yatıştırmak için de olsa Mübarek gitmek zorunda kaldı. Güvenilir kurum olarak ordu yönetimi ele geçirmiş oluyor. Ordu ne yapacak, nasıl yürütecek belli değil. Bazıları demokrasiye bağlı bir ordu olarak lanse ediyorlar, fakat bu ordunun yakın döneme kadar böyle bir demokratik geleneği pek fazla yok. Bu ordu demokrasi için de örgütlenmiş bir ordu filan değil. Dolayısıyla bazıları yeni bir askeri diktatörlük dönemi gelişebilir, uzun süreli yaşanabilir diyorlar. Ama o da zordur. Önümüzdeki siyasal süreç nasıl bir planlamayla işler bilemeyiz, ama en azından bazı temel tespitler yapılabilir.

Birincisi, belki ordu yönetimiyle birlikte mevcut halk hareketi biraz geriye çekilebilir. Yani o sokaklar sakinleştirilebilir.

İkincisi, ordu bir diktatörlük yaratır görüşü çok gerçekçi görünmüyor. İçinde bulunduğumuz koşullar, Mısır ve Ortadoğu koşulları bunu kaldırmaz. Yeni bir Hüsnü Mübarek rejimini ne Mısır, ne Ortadoğu kaldırabilir. ABD’nin Ortadoğu'ya dönük saldırısı da onu kabul etmiyor. Dolayısıyla değişiklik olacaktır. Yani eski tek kişilik diktatörlük durumu aşılacak. Fakat ne düzeyde ve nasıl bir yönetim oluşacak orası tabi çok net değil. Mevcut durumda Mısır’daki gelişmeleri yönlendirmeye çalışan, önde gelen kuvvet küresel sistem güçleri ABD-İngiltere-AB ülkeleridir. Özellikle halk hareketinin ciddiyet kazanması, uzun süreli olması ve artık Mübarek rejimiyle tam bir çatışma içinde olduğunun netleşmesinden itibaren ABD çok faal olarak işin içerisine girmiştir. Çünkü tehlikeyi görmüştür. Dolayısıyla Mısır’ın denetiminden çıkmasından duyduğu korkuyla olayları yönlendirmeye çabalamıştır. Bu doğrultuda da müttefikleriyle birlikte Hüsnü Mübarek’in çekilmesi için belli bir plân geliştirip, baskı uyguladığı gibi, bazı ayrıntılar da yaratmaya çalışmıştır. Şu anda Mısır’da yeni işbirlikçileri öne çıkarıyorlar. Öte yandan çok partili sistemi geliştirme yönlü görüş ve çabaları var. İşte ABD ve AB bu temelde Mısır’daki gelişmeleri bu temelde yönlendirmeye çalışıyor, çalışacak. Belki etkili de olabilir. Bazıları baştan itibaren böyle olduğunu söylüyorlar. O görüş doğru değildir. Aslında ABD’nin de Ortadoğu'da yürüttüğü bir mücadele vardı, ama Mısır’daki, Arap alemindeki gelişmeler ABD’nin ürünü değil. ABD, gelişmeler ortaya çıktıktan sonra, kaybetmemek ve de gelişmeleri yönlendirmek üzere harekete geçmiş durumda. Aslında gelişen halk hareketi ABD işbirlikçiliğine karşı bir gelişme oldu. ABD şimdi bu hareketlenmeyi Büyük Ortadoğu Projesi içerisine katmaya ve var olan gücünü korumaya ve bunu geliştirmeye çalışıyor.

Irak’ın yerine Mısır’ı koymak…

ABD’nin tutumunun iki yönlü olduğunu söyleyebiliriz. Bir, denetimi altındaki toprakları kaybetmek istemiyor. Bu konuda korku duyuyor. Kendisine karşıt gelişmeleri kontrol altında tutmak için çaba harcıyor. İki, mevcut değişikliği Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda yönlendirmek, oraya kanalize etmek, kendi istediği bir Ortadoğu'ya dönüştürmek için fırsat olarak değerlendiriyor. ABD artık Hüsnü Mübarek gibi bir sistemi değil de, en azından Türkiye’deki gibi bir sistemin Kahire’de de gelişmesini isteyecek, buna razı olacak. Yani çok partili bir oligarşik sistem, göreceli biraz daha demokratik, tek kişilik diktatörlüklerin aşıldığı bir sisteme razı olacak. . Bir uçta Ankara bir uçta Kahire olursa İran karşısında da daha etkili hale gelebilir. ABD bunu Irak’ta geliştirmek istedi, ancak başaramadı. Irak’ın ortamı buna uygun düşmedi. Irak hemen parçalandı.  Irak’ta farklı toplumsal kesimler var. Şiî, Sünnî mezhepleri ile Kürt, Arap, Türkmen milliyetleri ayrımı Irak’ta ABD’nin Ortadoğu modeli yaratmasına izin vermedi. Irak’ta iki partili ABD modeli yaratılacaktı, ama bu olmadı. Irak bir model ülke haline gelemedi. Belki ABD karşıtlığının ve ulus-devlet sisteminin kırılmasında Irak’ı vurmak ABD’ye güç verdi, Ortadoğu'ya asker çıkrama, askeri denetime almayı sağladı, ama öngördüğü siyasî modeli Irak’ta yaratamadı. Şu haliyle de yaratamayacağı açığa çıkmıştır. Irak ona uygun değil. Dolayısıyla Türkiye-Irak ittifakıyla Ortadoğu'da Büyük Ortadoğu Projesini şekillendiremiyor. Sanki ABD’nin Irak’ın yerine şimdi Mısır’ı koymak istiyor gibi bir havası var. Benzer bir siyasî yapılanma arayışını Mısır’da geliştirmek isteyebilir. Bu sistem de esasta iki partili, söylemde çok partili; sözde demokratik, gerçekte oligarşik bir sistemdir. Mısır’da bu sistemi yaratabilirse, daha sonra onu Türkiye ile ittifak haline sokabilir. Eski Osmanlı topraklarının denetim altında tutulması, yönetilmesinde bu ittifak önemli bir rol oynayabilir. Aynı zamanda bu ittifakla İran karşısında da büyük bir güç ortaya çıkartmış olur. İran’ı da, eğer uzlaşmaya razı olmazsa baskıyla, eski şahlık döneminde olduğu gibi, tekrar ABD ile tam uyumlu bir yapıya çekebilir. ABD’nin böyle bir siyaset izleyeceğe benziyor. Dolayısıyla Mısır’daki durumu buna göre değerlendirmek isteyecektir. Fakat ABD böyle istiyor diye Mısır’daki bütün gelişmeler ABD’nin denetiminde olduğu, halk hareketini “ABD başlattı, yürüttü” demek kesinlikle doğru değildir. Aksine Bu hareketin içinde bir parçadır. ABD-AB-İsrail, karşıt radikal gelişmelerden korktukları için, bu hareketleri denetlemek üzere böylesi girişimlerde bulunuyorlar.

Mısır’da milliyetçilik dışında örgütlü güç, akım dinciliktir. Toplumsal tabana dayanan en önemli siyasal akım İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) hareketidir. Müslüman Kardeşler hareketi dinci bir hareket. Geçmişte rejime karşı çok büyük bir direniş içinde de oldular. Radikal milliyetçilikle çok çatıştılar. Mısır’da sıkıyönetim bunları bastırmak için uygulandı. Baskıyla biraz geriletildiler.  Fakat toplumun derinliklerine kök salmış bir harekettir. Diğerleriyle kıyaslandığında düşünce gücüne sahip ve direniş temeli olan yine kitlelerle en fazla bağı bulunan bir harekettir. Müslüman Kardeşler hareketinin Mısır toplumunda en örgütlü siyasi hareket olduğu tartışmasızdır. Fakat mevcut durumdaki düşünceleri nelerdir, örgütlükleri ne kadardır, ne kadar bütünlüklerini koruyorlar hususları net değildir. İkincisi, bu hareketin ABD ile ilişkilerinin düzeyi de bilinememektedir.  Müslüman Kardeşler hareketi geçmişte Sovyetler Birliği’nin müttefiki olan Arap milliyetçiliğiyle çatışırken aslında Amerika’yla ilişki içindeydi. Tıpkı Afganistan’da Sovyetlere karşı direnişte Taliban hareketini Amerika nasıl yarattı, desteklediyse, Mısır’da da Cemal Abdülnasır yönetimine karşı Müslüman Kardeşleri öyle destekledi. Bu bakımdan şimdi ABD ile ilişkileri nasıl, o tam bilinemiyor. Taliban gibi ABD’den kopmuş, karşıt hale gelmiş midir, yoksa ABD ile işbirliği içindeler mi? Yani Müslüman Kardeşler örgütü ne kadar radikal siyasi İslam, ne kadar ılımlı İslam çizgisi içinde henüz belli değildir. Radikal siyasi İslam konumunun geliştirilmemesi için birçok güç çaba harcıyor. Herhalde Amerika ılımlı İslam çizgisini geliştirmeye çalışacak. “Mısır Türkiye modelini, yani AKP modelini izlesin” diyenler var. Dolayısıyla ABD tarafından ılımlı siyasal İslam, Mısır toplumunun temel ekseni olarak görülebilir.  ABD’nin İslami akımı tümden karşısına alacağını düşünmemek lazım; Türkiye’deki gibi, ABD-AKP uzlaşması gibi, Mısır’da da bir İslami akımı, AKP gibi bir akımı esas alabilir, geliştirebilir, yönetim gücü haline getirebilir. Böyle bir uzlaşma olabilir. Eğer böyle bir güç var ve ABD ile işbirliği halindeyseler,  tabii ki onların önümüzdeki süreçte güç olma olasılıkları çok fazladır.

Mısır’ın tarihsel toplumsallığı güçlüdür

Mısır’da milliyetçilik ve dincilik akımları dışında bir de gerçek demokrasi akımı var. Toplumsallığın geliştiği yerdir. Gerçekten Ortadoğu’da toplumsallığın var olması, demokratik kültürü, direnişi geliştirmesi bakımından Kahire her zaman bir merkez olmuştur. Devletçi sistemin en tehlikeli bir merkezi olmasına rağmen, demokratik toplumun da önemli bir merkezidir. Bunlar tarih içinde iç içe birlikte yaşanmıştır. Bu anlamda gerçek demokrasinin gelişmesinde Arap âleminde en yatkın alan tabi ki Mısır, Kahire toplumudur. Bir düşünce gücü vardır. Aydınlanma söz konusudur. Demokratik arayışlar vardır. Bu anlamda birçok gerçek demokratik eğilim vardır. Cemaat demokrasisine dayalı demokratik gelişmeler yaşanabilir. Ortadoğu kültürüne, tarihine, toplumsallığına uygun bir demokratikleşmenin örneğini de verebilir. Bu tür arayışlar vardır. Ona da kapalı değildir. Fakat onun gerçekleşmesi için çatışma, direniş durumlarının gelişmesi gerekir. Mücadelenin sürmesi ve radikalleşmesi gerekir. Ancak radikal demokratik bir hareket gelişirse, öncülük ederse ve mücadele bu temelde uzun sürece yayılabilirse Mısır’da gerçek demokrasi diyebileceğimiz, Demokratik Konfederalizm olarak tanımlayacağımız bir süreç gelişebilir. Bunun da önü açıktır. Fakat bunun, bu bilincin ne kadar var olduğunu, örgütlü olduğunu, öncülük edecek güçlerin ne kadar olduğunu bilmiyoruz. Fakat bu kadar direnişte, isyanda ısrarlı olmaları halk içinde örgütlülüklerinin olduğunu göstermektedir. Bu da önemli bir bilinçliliğin olduğunu ifade ediyor.

O nedenle hemen Amerika’nın bir isteğiyle, ordunun bir söylemiyle bu durumun yatışacağını beklememek gerekir.  Mısır halkı o kadar bilinçsiz değildir. Evet, Mübarek gitsin diye, onun yarattığı açlığa bir isyan oldu, ama bu isyan sadece bununla sınırlı değildir. Belli bir bilinç ve siyasi tecrübe, bir toplumsal örgütlülük durumu vardır. Halk demokratik bir sisteme, hak ve özgürlüklere ulaşmak istiyor. O istem doğrultusunda bu direniş gelişti. Bunlar olmasaydı bu kadar direniş olmazdı. Dolayısıyla gerçek demokrasi akımının gelişmesi, en azından yeni sürecin önemli bir kolu olma olasılığı güçlüdür.

Kısaca, Mısır halk hareketi sonucunda gelişebilecek olasılıklar bunlardır. Bunlardan hangisi gelişecek belli değildir. Kısa vadede ABD- ılımlı siyasî İslam uzlaşması yönünde bir gelişme olabilir gibi görünüyor. Bu eğilim daha güçlü gözüküyor. Fakat tabi bu dıştan bir görünüştür. İçi nasıldır, somut durum neyi ifade ediyor, Mısır-Kahire toplumunun durumu ne, örgütlenme ve bilinç düzeyi nasıl çok bilinmiyor. Ancak daha farklı gelişmeler de olabilir. Böyle yüzeysel bir sonuca fırsat vermeyebilir. Daha derinleşmiş bir demokrasi mücadelesi gelişebilir Mısır’da. Bunun da önü açıktır.
“Kahire’de ne olursa Şam’da etkisi görülür”

Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin Ortadoğu’daki etkilerinin ne olacağına bakmak anlamlı, önemli ve günceldir. Çünkü Mısır’da yaratılan sonucun Arap âlemine ve Ortadoğu’ya derin etkileri olacaktır, hem de hızla olacaktır. Mısır’daki süreç bundan sonra nasıl gelişirse gelişsin, ondan bağımsız olarak Hüsnü Mübarek rejiminin düşürülmesinin etkisi bölgede birçok değişikliklere yol açacaktır. Hüsnü Mübarek gibi bir firavunun yıkılması, öyle anlaşılıyor ki, Ortadoğu’da çok başın gideceğinin ilk işareti olmaktadır. Birçok tiranlık şimdiden titremektedir. Geçmişte her şeyin başında Hüsnü Mübarek diktatörlüğü var oldu. Hüsnü Mübarek rejimi şimdiye kadar sözde Avrupa ve ABD ile birlik halinde, kapitalist moderniteyi özümseme temelinde, modernist olma adı altıda bu monarşilerin, krallıkların, emirliklerin hepsinin siyasal dayanağı olma rolü oynadı. Şimdi bu rejimin devrilmiş olması, arkalarındaki bu dayanağın çekilmiş olması Arap âlemindeki sunî yönetimlerin, krallıkların bir bir devrilmeye başlayacağını gösteriyor. Çok büyük olasılıkla gelişme seyri böyle olacaktır.

Hüsnü Mübarek’in devrildiği gece gerici Arap yönetimlerinin hepsi için kâbus olmuştur. Zaten daha önceki gecelerde büyük telâşa düşmüşlerdi. Ürdün kralı hemen hükümetini değiştirdi. Suudi kralı Amerika’ya yalvarıyor: “Mübarek üzerinde daha fazla baskı yapmayın, onurumuz kırılıyor.” diyor. Fakat onur filan kalmadı. Yuvarlanıp gitti Mübarek. Artık Amerika da o güçleri koruyamaz. Çünkü Amerika bu güçlerden rejimlerinde değişiklik yaparak çok partili seçime girmelerini istemişti,  onları baskı altına almıştı. Şimdi bunun önü açılmış görünüyor. Artık o güçlerin ABD’den destek almalarının imkanı yoktur. Arkalarındaki dayanak olan Mübarek de gitmiştir. Toplumsal dayanakları da yoktur. Şu an en zayıf durumlarını yaşıyorlar. Önümüzdeki süreçte peş peşe devrilmeleri beklenebilir. 2011 baharında Ortadoğu’da birçok şey tantanalı bir biçimde yaşanacağa benzemektedir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra oradan buradan tutulup oluşturulmuş bu krallıklar büyük olasılıkla peş peşe ve de gümbür gümbür devrileceklerdir, devrilmelidirler. Mısır halkının ayağa kalkışının böyle bir etki yapacağı kesindir. Bu durumda Ürdün kralı yürüyemez. Cezayir, Fas ülkeleri bundan etkilenecektir. Libya oralar hakeza. Güney doğuda Suudi krallığından, emirliklere, Kuveyt’e kadar hepsi en büyük dayanaklarını, varlık nedenlerini yitirmiş durumdalar. Ama bunun etkisi en fazla da Suriye, Filistin ve Lübnan üzerinde olacaktır. Irak’ta belli bir gelişme zaten oldu. Doğru-yanlış, ama belli belirsiz bir savaşla bir değişim yaşandı. Onun gerisinde Filistin, Lübnan, Suriye hattı kaldı. Ürdün de buna dâhildir. Mübarek’in gidişinin etkisinin en fazla bu alana olacağını görmek gerekir.

Geçmişte Suriye yönetimi Irak ve Mısır gibi bir rota izlemedi. Hafız Esad yönetimi hep Sovyetlerle işbirliği içinde ABD’ye karşıt kaldı. İsrail’le anlaşma yapmadı. Sadece ateşkes yaptı. Beşar Esad yönetimi de Türkiye’ye dayanarak kendini yaşatmaya çalışıyor. Hüsnü Mübarek hanedanlığı yıkıldığına göre, herhalde Şam’daki Esad yönetiminin dayanma gücü fazla kalmamıştır. Tarihsel olarak da böyle bir durum gözüküyor. Bazı yazarlar “Kahire’de ne olursa Şam’da etkisi görülür” diyerek bu gerçeği yazıyorlar. Diyorlar ki, Selahattin Eyyübi Kahire’de hükümet kurdu, 5 yıl sonra da Şam’ı ele geçirdi. Cemal Abdülnasır 1952’de Kahire’de iktidar oldu, 1958’de Suriye’yi kendine bağladı ve Birleşik Arap Cumhuriyetini kurdu. Her ne kadar Mısır yönetimi ABD ile işbirliği içine girmiş, Suriye Sovyetlerle işbirliği içinde kalmışsa da, Ortadoğu politikasında hep Kahire-Şam yönetimleri birbirini gözeten, ortak tutum alan politikalar izlediler. Filistin’de, Irak’ta, Körfez savaşında, bölgesel politikalarda öyle davrandılar. Şam yönetimi her zaman gücünü biraz da Kahire’den almıştır. Biraz Suriye’deki durumdan, konjonktürden aldıysa, biraz da Mısır’dan almıştır. Suriye her zaman Mısır’daki gelişmeleri gözetti, oraya dayandı. Dolayısıyla Suriye’de şu anlık herhangi bir hareketlilik gözükmüyor ama Ürdün krallığı ve diğer krallıklar gibi, Suriye’deki aile yönetiminin de en zayıf konumu yaşadığı, artık değişim döneminin geldiği tartışmasızdır.

Dikkat edilirse bütün Arap âlemi Mısır’daki gelişmelerden etkilenmeye açıktır. Belki de hepsinde değişiklik olacak. Hangi düzeyde olacak, kim öncülük edecek, hangisi önce olacak, nerede ne tür yöntemler uygulanacak bilemeyiz, ama var olan duruma bakarak Arap aleminin tümünde bu gelişmenin etkisinin olacağını söylemek mümkün. Elbette buna bağlı olarak değişiklikler yaşanacaktır. Siyasi yapıda mutlak değişim olacaktır. Artık bunu anlayanlar, kontrollü değişiklik yapanlar yaşayabilirler; bunu yapamayanlar, eskiyi sürdürmek isteyenler gümbür gümbür yıkılacaklardır. Bu durumu idare etmeye çalışan, değişimi geciktiren yerler çatışmalara sahne olurlar, ama hiçbir alanın bu gelişmenin dışında kalacağını düşünmemek gerekir. 2011 yılı bu anlamda en azından Arap aleminde köklü siyasi değişikliklerin yaygınca yaşanacağı bir yıl olacaktır. Bunun önü açılmıştır, böyle bir sürece girilmiştir.

Elbette bunun sadece Arap alemi üzerinde değil, bir bütün Ortadoğu'daki siyasî yapılar ve toplumlar üzerinde etkisi olacaktır. Bu temelde baktığımızda İsrail üzerindeki etkisi nedir? İsrail bir yandan seviniyor, bir yandan da müthiş korku içindedir. Çünkü İsrail, yürüttüğü savaşlar sonucunda Arap alemiyle arasında bir denge kurmuş, Arap aleminde ise bir statükonun oluşmasını sağlamıştı. Ama şimdi bu statüko parçalanıyor ve ne olacağı da belli değildir. Arap alemindeki her bir değişiklik İsrail’in güvenliğini tehlikeye itecektir, dolayısıyla korku salacaktır. Bu anlamda İsrail hop oturup hop kalkan bir durumda. Belki bazı radikal gelişmeler, hatta çatışmalar gündeme gelebilir. Bölge bu tür gelişmelere de gebedir.

Peki, bunun İran üzerinde etkisi ne olacak? İran bu süreçte biraz kurtuldu. İran bu yılı kurtardı. İnsan bunu rahatlıkla söyleyebilir. Öyle anlaşılıyor ki, Amerika, Arap alemini Büyük Ortadoğu Projesini hakim kılma temelinde dizayn etmek isteyecek. Bu da bütün dikkatini oraya yöneltmesini getirecek. Dolayısıyla İran üzerindeki baskı ertelenmiş olacak. İran mevcut konumunu bir süre sürdürebilir. ABD baskısından geçici bir süre kurtulmuş olacak. Herhalde Amerika Arap alemini yeniden dizayn edip kendini güçlendirdikten sonra, İran üzerine gitmeyi bir siyaset olarak benimseyecektir. Mısır’da kontrolü sağlar ve istediği gibi bir rejim kurarsa bu, Obama yönetimi için başarı olacaktır. Irak’ta ve Afganistan’da elde edemediği başarıyı Mısır’da elde etmiş gibi gösterecektir.

Bush yönetimi Irak ve Afganistan’da yaşadığı başarısızlık yüzünden kaybetmiştir. Obama yönetimi de geçen Kasım ayındaki seçimleri bu nedenle kaybetmiştir. Şimdi Mısır’daki gelişmeler Obama yönetimi için de bir umuttur. Eğer Mısır’da istediği etkinliği sağlarsa, Ortadoğu'da iş yaptığı, hamle yaptığı, başarılı olduğu, Büyük Ortadoğu Projesi’ni ilerlettiği yönünde bir izlenimi Amerika ve uluslararası topluma verebilecektir. Onun için de dikkatini buraya odaklayacaktır. Bu durum da İran’ı en azından 2011 yılı açısından rahatlatacağa benziyor. Daha sonra eğer Arap aleminde etkili olursa, oradan aldığı güçle, Türkiye ile orayı birleştirerek İran üzerine gitme gibi bir strateji izleyebilir. Zaten ABD stratejisi böyleydi. Bunu Türkiye-Irak ittifakıyla yapmak istiyordu. Fakat bu başarılmadı. Şimdi Türkiye-Mısır ittifakı, Mısır etrafından Türkiye-Arap ittifakı ile yapmak isteyecektir. Onun için de bu ittifakı yaratmaya çalışacaktır. Dolayısıyla İran bundan faydalanacaktır. Fakat İran halklarının da bundan etkilenme durumu vardır. Yani Kürtlerin, Belucilerin, Azerîlerin Arap halk ayaklanmasından etkilenme, örnek alma, İran’daki Ahmedi Nejad baskı rejimine karşı direnme, ayaklanma durumları gelişebilir. İran yönetimi bir yandan ABD baskısını geçici olarak hafifletmeyi sağlarken, diğer yandan tabandan, halklardan gelecek isyanlarla karşı karşıya gelebilir. Bunun da önü açıktır.

Tabi geriye Türkiye ile Kürdistan kalıyor. Türkiye alanı üzerindeki etkisi ne olur bilemeyiz. AKP yönetimi bütün gelişmeleri kendi hanesine yazmaya çalışıyor. Zaten hızla bir kıvırtma yaptı. Halk ayaklanması başlayana kadar Mübarek ile tam bir birlik içerisinde davrandı. Fakat halkın ayaklanması başladıktan ve ABD’nin de Mübarek yönetimini desteklemeyeceğini öğrendikten sonra hızla Mübarek safından çekilerek yeni arayışlara yöneldi. AKP hükümeti böyle bir siyasi kıvraklığa sahiptir. Mevcut Mısır’daki gelişmelerin seyri de Türkiye'nin, AKP hükümetinin durumu üzerinde etkili olacaktır. Eğer ABD ılımlı siyasî İslam’la birleşerek Mısır’da etkinlik kurmaya kalkarsa,  bu durumdan Türkiye olumlu etkilenir. O zaman Mısır’da ve Arap âleminde Türkiye modeli gibi bir model gelişmiş olur. Bu da Türkiye'yi biraz öncü konuma getirir. Fakat elbette Mısır da öyle bir konuma gelirse, Ortadoğu'yu Mısır yönetmeye başlar, dolayısıyla Türkiye'nin Ortadoğu üzerindeki etkinliği de azalır. Ancak yakın dönem açısından -her ne kadar geçmişte Hüsnü Mübarek’e dostluk yapsalar da- Türkiye yönetiminin, AKP hükümetinin hızla yeni yönetimle işbirliği yapacak, bundan yararlanmaya çalışacak olduğu gözüküyor.

Diğer yandan, Mısır’daki halk ayaklanması, halklar üzerinde diktatörlük, baskı uygulamanın tehlikeli olduğunu ortaya koyduğu gibi,  Türkiye toplumunu da baskıcı rejimlere karşı ayaklanmaya teşvik etti. Şimdiye kadar Türkiye’de birçok toplumsal kesim sadece Filistin direnişinden etkileniyordu, şimdi Tunus’tan, Mısır’dan da etkilenecek ve bu temelde daha fazla direniş halinde olacaktır. Türkiye yönetiminin baskı ve sömürü uygulamalarına, bunun arttırılmasına karşı daha çok halk direncinin gelişmesine yol açacak. Dolayısıyla Türkiye yönetimi de içte zorlanacak, daha sert halk direnişleriyle karşılaşma ihtimali vardır. Fakat genel siyasette biraz rahatlayacak gibi görünmektedir. Yani öyle kendisine karşıt olmayacak, hatta yeni yönetimlerle işbirliği yaparak, böylece model oluyorum diye uluslararası alanda ve Türkiye toplumu üzerinde etkinliğini geliştirme çabası öne çıkacaktır. Özellikle AKP için böyle bir süreç gelişebilir. AKP bunu yakından izliyor, böyle değerlendirmek istediği de anlaşılıyor.

Demokratik Ortadoğu Birliği

Arap aleminde gelişen halk hareketlerinin etkide bulunacağı bir diğer alan ise Kürdistan ve Kürt sorunudur. Her şeyden önce, Kürt Özgürlük Hareketi öncülüğünde bölgenin demokratik dönüşüm mücadelesi Kürdistan'da sürüyor. Elbette bu diğer alanlarda da sürüyordu. Bu mücadele bugün Mısır’da, Arap aleminde genel bir halk ayaklanmasıyla siyasî değişikliklere yol açıyor. Ama unutmamak gerekir ki, Kürdistan yirmi bir yıldır böyle bir isyanı yaşıyor. Onlarca diktatör, özel savaşçı, kontrgerillacıyı devirdi. Yani Kürdistan'daki direnişin, şimdi Mısır’daki halk hareketinin yarattığı sonuçlara benzer onlarca sonuç aldığını gözden ırak tutmamak lazım. Ama burası Kürdistan. Bölünmüş, yok sayılmış, yok edilmek istenen bir alan. Dolayısıyla bir diktatörlüğü yıkmak, ikisini yıkmak, üçünü yıkmak hemen farklı bir siyasî sonuç ortaya çıkarmıyor. Çünkü bunların yerine hemen yenileri geliyor. Dolayısıyla Kürdistan'da uzun vadeli bir mücadele sürüyor. Bu nedenle “Araplar nasıl ayaklandılar, Kürtler hiç ayaklanamıyorlar” demek, yine “Kürdistan'da ayaklanma niye zayıf kalıyor, siyasî sonuç almıyor” demek yanlıştır. Kim Kürdistan'daki mücadele sonuç almıyor diye bilir ki? Peki, Kürt halk direnişi 1991’den bu yana kaç hükümet devirdi diye sormak gerekmez mi? Bu hükümetler ki hiçbirisi de Hüsnü Mübarek diktatörlüğünden geriye kalır değildi. Bu bakımdan Kürt toplumunda böylesi muazzam bir direnç var ve böylesi sonuçlar da ortaya çıkarmıştır. Kürt halk direnişinin bu gücü vardır ve dikkat edilirse bir sürekliliği, ısrarı da vardır. Bu sürekliliği daha çok derinleştiriyor, mücadeleyi daha demokratik, daha radikal kılıyor ve Kürdistan'ı radikal demokrasinin ocağı haline getiriyor. Bu konuda önemli bir düzey kazandığı nettir. 

Arap âleminde ve Mısır’daki gelişmelerin Kürdistan'daki mücadeleye etkisi ne olabilir? Her şeyden önce, tabi ki moral, heyecan, umut vermektedir. Kürt halkı yalnız olmadığını buraya bakarak görmektedir. Dolayısıyla daha cesur, daha fedakâr bir direniş mücadelesi içine girmektedir. Yani olumlu yönde etkilenmektedir bu kesindir. Bu temelde de direniş mücadelesini daha fazla arttıracaktır.

Diğer yandan ise, elbette Kürdistan'daki mücadele de Arap âlemindeki bu gelişmeleri etkileyebilir. Nasıl? Kendi direniş gerçeğinden aldığı güçle nevcut durumu kıracak bir düzey kazanırsa ve yine Mısır’da, Arap âleminde yaşanan gelişmelerin etkisiyle mevcut denge durumunu kıracak bir ileri gelişmeyi, hamlesel gelişmeyi, derinleşmiş demokrasi temelinde Kürdistan'da ortaya çıkarabilirse, bunun tersinden Mısır ve Arap alemi üzerinde, bütün bölge üzerinde etkisi olacaktır. Bu etki daha toplumsal, daha tarihle uyumlu, daha Ortadoğu'ya özgü bir seyir izleyecektir. Bağımsız, özgür, gerçek halk demokrasilerinin gelişmesi uzak değildir. Yine yaşanan hareketliliğin Demokratik Ortadoğu Birliği ve halkların kardeşliği, dayanışması temelinde gelişmesini dayatabilir. Mevcut bölgesel mücadeleyi bu yönde ilerletebilir. ABD’nin bunu engelleme çabalarını zayıflatıp, Büyük Ortadoğu Projesini zayıf düşürerek, onun yerine Önder APO’nun DEMOKRATİK ORTADOĞU BİRLİĞİ projesinin daha çok yaşandığı bir durum ortaya çıkarabilir. Bu yönlü gelişmeye de ortam açıktır.

Önder APO daha 2001’de hazırladığı ilk büyük savunmasında bu çatışmalı süreci, Ortadoğu'nun durumunu, buradan olası çıkış yöntemlerini değerlendirmiştir. Bu savunmasında, Ortadoğu'da hiçbir gücün yalnız başına etkili olamayacağı karma bir durumun, uzlaşmalı ve çatışmalı bir sonucun ortaya çıkmasının en büyük ihtimal olduğunu belirtti. Şimdi mevcut gelişmeler de bu görüşü doğruluyor. Yani gidişatın daha çok o yönde olabileceği ihtimalini daha güçlü kılıyor. Ne ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi bu gelişmelerden tek başına başarı elde ederek çıkacağa benziyor, ne radikal İslamcıların öyle çok fazla rol oynayacakları gözüküyor, ne de Kürdistan'da gelişen radikal demokrasi hareketinin kısa sürede hızla ve yalnız başına bir bölgesel sistem haline gelebileceği gözüküyor.

Esas olarak bu iki akım gittikçe daha fazla etkinliklerini bölge üzerinde hissettirecekler. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesindeki göstermelik demokratikleşmesiyle, Önder APO’nun geliştirdiği, Kürdistan’dan gerçekleştirilen Demokratik Konfederalizm hareketi bölgesel gelişmeler üzerinde daha etkili olacaklardır. Bölgenin her alanında daha fazla karşı karşıya gelecek, iç içe, ilişki ve çatışmalı bir süreç yaşayacaklar. Birlikte var olmaya, önümüzdeki süreci ilişki ve çatışma içerisinde beraber belirlemeye devam edeceklerdir. ABD sistemi bir statüko yaratmaya, yeni bir hegemonya oluşturmaya çalışacak; Demokratik Konfederalizm hareketi ise bunu hep değiştirmeye, daha çok demokrasiyi radikalleştirmeye, dolayısıyla her yerde demokratik devrim mücadelesini daha çok sürdürmeye çalışacaktır. Milliyetçi, radikal dinci akımlar gerileyeceklerdir. Önümüzdeki süreçte bölge üzerinde varlık gösteren, mücadele eden belirleyici akımlar büyük olasılıkla bu hale geleceklerdir.

Bu noktada da şu gözükmektedir: bir yandan Türkiye, diğer yandan Mısır gibi yerler üzerinden ABD kendi projesini dayatmaya çalışacaktır. Önderlik çizgisi de Kürdistan'da ulaştığı derinliğe dayanarak bölgenin diğer alanlarını etkilemeye çalışacaktır. Batıda Lübnan-Filistin alanı bunun için elverişli bir alandır. Güneyde Mısır gibi yerler aslında Demokratik Konfederalizmin gelişmesine uygun yerlerdir. Dahası Doğu, bütün İran alanı aslında ABD’nin o iki partili oligarşik demokrasisinin hayat bulmasından ziyade, Demokratik Konfederalizm temelinde bir demokratik yapılanmaya tarihsel olarak da, mevcut potansiyel kültürel birikim olarak da daha yatkındır. O bakımdan da aslında Demokratik Konfederalizm hareketinin toplumsal temelleri bölgenin birçok alanında çok daha güçlü konumdadır ve bu güce dayanarak da bu hareket varlığını koruyacaktır.

İstanbul'da 'Suriye Ulusal Meclisi' Tartışmaları


Suriye'nin parçalanmış 'sürgün muhalefeti' Türkiye’nin desteğiyle İstanbul’da toplantılarına devam ediyor. Küçük gruplar halinde İstanbul’un çeşitli üst sınıf otellerinde tartışmaları sürdüren muhalifler, Suriye halk temsilcileri olduklarını ileri sürüyorlar. Muhalefetin ayrılmaz parçası olduklarını her fırsatta dile getiren muhalifler esasında Suudi Arabistan, Türkiye, ABD ve AB’den destek alıyor. Mesela grup toplantılarında, Suudi Arabistan kralından her fırsatta bahsetmekten çekinmiyorlar. Toplantıdakilerden biri, ‘’Kral ile yemek yerken ona Esad rejimine karşı tavır almasının zamanının geldiğini söyledim ve Kral bir sonraki gün çıkıp Suriye halkını destekledi’’ diyordu.

Pan-islamist ve Kürt sorunu:

Suudi Arabistan’dan gelen pan-islamist ve Arap milliyetçiliğiyle bilinen bir grup Suriye’deki sorunlara cevap olacak radikal bir yol haritası hazırlamışlardı. Kürt sorunu çözümü noktasında yol haritasında şunlar yer alıyordu:

- Yüz binlerce ‘’ecnebi’’ ve ‘’mektum’’ Kürd’ün vatandaşlığını geri verilmesi ve mağdurların zararları tazminatla ödenmesi.

- Kürtlerin topraklarının iade edilmesi ve mağdurların zararları tazminatla ödenmesi.

- Kürt bölgesinde 1970’lerde yapılan 150 kadar Arap yerleşim birimini ortadan kaldırılması, Arapları asıl bölgelerine geri götürülmeleri ve zararları tazminatla ödenmesi.

- Kürtleri Suriye’nin ikinci ve kurucu ulusu olarak tanınması ve tüm meşru hakları-ulusal hakları- Suriye’nin yeni anayasasında güvence altına alınması.

- Komşu ülkelerdeki Kürtlerle dostane ilişkilerin geliştirilmesi.

GÜL RANDEVUYU İPTAL ETTİ

Ancak Kürt sorununa ve Suriye halklarının diğer sorunlarına en gerçekçi temelde yaklaşan bu grubun çıkarttığı yol haritası -onların dediklerine göre- Türkiye baskısıyla Arap medyasında yer almadı. Yine bu grubun dile getirdikleri gibi Türkiye Cumhurbaşkanıyla randevuları vardı ancak yol haritası çıktıktan sonra Türk makamları tarafından bu randevu iptal edildi.
Avrupa'dan ve Amerika’dan gelen Suriyeli teknokrat bir grubun 12 Agustus günü yaptığı toplantıya Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün danışmanı katılıp Suriye muhaliflerinin kendi aralarında bir anlaşmaya varmaları gerektiğini dile getirmişti. Türk yetkili, 'Türkiye'nin de Amerika kadar güçlü bir Suriye muhalefeti istediğini ve Libya’da olduğu gibi Suriyelilerin de kendi aralarında geçici bir hükümet kurmaları gerektiğini' vurgulamıştı.

Şu an İstanbul Marriott otelinde Antalya, Brüksel ve İstanbul konferanslarına katılan gruplar arasında toplantılar sürüyor. Toplantılarda geçici ulusal hükümetin yerini alacak ‘’Suriye Ulusal Meclis’’in ilan edilmesi beklenirken; Brüksel grubunun konferanstan çekildiği bilgisi geldi.

Türkiye’nin finansman sağladığı toplantıda, 60 kişi sürgündekiler, 60 kişi de yurtiçindeki muhaliflerden olmak üzere 120’ye yakın muhalif ‘’meclis’’te yer alacaktı. Ancak Brüksel grubunun çekilmesiyle böyle bir hükümetin ilanı şimdilik imkansız hale geldi. Ayrıca toplantıya sadece Türkiye’ye yakınlıklarıyla bilinen muhalifler katılabildi. Suriye’nin iç muhalefetinden ve özellikle Kürt siyasi partilerden davet edilen veya katılan olmadı. Bu nedenle, Suriyeli sürgün muhalefetin başarısızlığı garantilediğini ve bunun sorumlusunun Türk hükümeti olduğu düşünülmekte.

Türk devleti bir yandan Suriye muhaliflerini daha küçük parçalara bölerek onların toplantılarını finanse ederken diğer yandan da Lübnan’da Türk büyükelçi önceki gün Lübnan basınına verdiği röportajda,‘’Türkiye-Suriye ilişkilerinde bir değişikliğin söz konusu olmadığını ve her iki taraf arasında dostluk ve güven ilişkilerin arttığını’’ söylüyor.

Adnan Özyıldız, "Suriye’ye karşı komploların bir parçası olmayacağız, bunun gibi zor bir süreçte Türkiye’nin Suriye’den vazgeçeceği yoktur’’ dedi ve ekledi: "Suriye ile Türkiye arasında diplomatik ilişkiler durmadı, tersine Türk yetkileri son zamanlarda Suriye’ye birçok ziyarette bulunarak Suriyeli dostlarımızla ortak sorunlarımızı tartışmaya devam etti."

Dün Aljazeera TV olmak üzere birçok Arap televizyonu, ‘’Suriye’nin Türkiye sınırına 6 füze fırlattığı" haberini geçti. Aljazeera’ya göre füzelerin 4’ü sınıra düşerken diğer ikisi de Hatay’daki Suriyeli mülteci kampların yakınına düştü. Aljazeera TV haberi daha sonra internet sitesinden ve ekranından kaldırırken, Türk basınında böyle bir haber hiç geçmedi.

Türkiye ve Başbakanı Erdoğan Suriye'de gittikçe prestijini kaybetti. Geçen hafta da Hama’daki bir gösteride ‘’Erdoğan gel de arkadaşını al ve git’’ pankartı halk tarafından açılmıştı.

"Yok Et" Politikasının Başarı Şansı Ne Kadardır


"Cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan İslami muhalefetin birikimi, 1960’ların sonundan süregelen yasal siyasi parti tecrübesi, ve dış ortamın sunduğu uygun şartlarda, “politik islamı” AKP adıyla iktidara taşıdı.
 
    ABD’nin Ortadoğu konsepti içinde Hükümete getirilen ve desteklenen AKP, bu durumu, Türkiye devletini ele geçirme amacında ustaca kullandı. Gerektiği yerde geçmişini inkâra varan “esnek” yaklaşımla; Machivelli’in bile yüzünü kızartacak ilkesizlikle, kurnaz imam politikalarıyla, herkesi ve kesimi kullanarak, her çelişki ve fırsattan yararlanarak, 12 Haziran 2011 itibariyle, TC Devletini ele geçirdi. N.Erbakan, bu hedefi defalarca ilan etmiş, “kanlı ya da kansız” fetih hareketini muhakkak başaracaklarını söylemişti.
 
      Paslanmış ittihatçı zihniyeti, Kürt hareketinin güçten düşürdüğü ve yıprattığı Kemalist orduyu bertaraf etmeleri çok zor olmadı. Asla karşısına almadan, her fırsatta uzlaşarak, Kürt hareketi ile çatıştırarak ve 2007 sonunda ABD’nin tam desteğini alarak, yargı kılıcıyla doğradı.2010 Yaş toplantısını “küçük devrim” olarak değerlendiren Cemaat, 2011 YAŞ toplantısında Kemalist ordu tarihine noktayı koydu. Cemaatçi Polis ordusu, yeni “özel orduve burnuna hakla takılmış Kemalist orduyla tek güç durumunda.
 
      Direnen ve son ana kadar “hukuk” kılıcıyla çatışan ittihatçı Yüksek Yargı Kurumları da 12 Eylül referandumu ile birer birer düşürüldü. Bizzat Gülen, referandum için, “Türkiye tarihinin en önemli olayı” dedi.Yani özetle APK için net, tartışmasız bir hedef vardı;”ne pahasına olursa olsun, derini, yüzeyseli ile devleti ele geçirmek”.
 
     Demokrasi tartışmasını asla yapmayacağım; zira onlar zaten “küfür rejimi” olarak gördükleri bu kavrama karşıdırlar. Onlar için kullanma vardır. Bu konuda “liberal aydın”ların günahı çok büyüktür.
 
     Kürt hareketine yaklaşımı, 12 Haziran 2011 öncesi :  “devrime kadar, gerekirse uzlaş, ez, oyala, görmezden gel, yıprat, kullan, ele geçir ve (gücü keşfedilen)   ‘hukuk kılıcı’ ile biç”, şeklinde özetlenebilir. Bu süreci oldukça da başarılı idare ettiğini teslim etmeliyim.12 Haziran sonrası Kürt sorunu karşısındaki posizyonu değişti; artık devlet kendisidir ve tek muhatap konumundadır. Önünde üç seçenek duruyordu; bir, geçmişte İttihatçı milliyetçi hükümetlerin yaptığı gibi yeni bir topyekûn savaş başlatmak; iki, uzlaşarak çözmek; üç,”yok etmek”.
 
Hâlihazırdaki tablo üçüncü seçeneği gösteriyor. Acaba gerçekten stratejik yaklaşımı bu mu?
 
Şu anda yürürlükte olan gerçekten çok boyutlu bir paket politika. Hüseyin Gülerce’nin meşhur “katliam perspektifi” niteliğindeki yazısından da anlaşılacağı gibi. Kandil’i “Srilanka tarzı” imha et, yasal alanda etkili, yetkili olan, olabilecek olan herkesi içeri at, İmralı’yı tecrit et ve sorunun bittiğini ilan et. “AKP Kürdü”nü parlatarak öne çıkar ve seksen yıllık Kemalist iktidardan, Kürt İşgalini devralarak, Cemaat sömürgesi olarak güncelle.  Bu plan bir aydır uygulanıyor. AKP bu işi İran devleti ile ortak yapıyor. İran üzerinden saldıran bu koalisyondu. Tutmadı. Ardından hemen İmralı tecridi geldi. Ve Kürt siyasi partisine dönük, İttihatçı CHP’ye yaptıkları gibi “sıradanlaştır, hiçleştir, bitir” saldırıları devreye girdi. Son olarak da otuz yılın en büyük, daha daha büyük hava saldırıları, İran ile ortak Obüs ve havan atışları başladı.
Sonuç; tam bir belirsizlik hâkim.
 
“Açılım” adı verdikleri paket de çok basit bir stratejiydi ;“alicengiz oyunlarıyla gerillayı dağdan indirmek” olarak özetlenebilir. (kanımca AOÇ görüşmeleri dâhil birçok boyutu halen karanlıkta). Olmadı. Kimse Öcalan’ın, “bir tek kişi dağdan inmeyecek” açıklamasına, bazı siyasi operasyonlara da, çok anlam veremedi.
 
     Şimdi ne olacak?”Yok et” stratejisinin başarı şansı “yok”tur. Kürtler en az cemaat kadar güçlü bir dirence sahipler. Sorun Kandil değil, bu hareket toplumun kendisi ve yaşayan bir organizma gibi örgütlenmiş,”tırpanlamakla” bitmez. AKP’nin “toplumsal mücadele” mantığını bilmesi lazım. “Bu süreçte her kes, söylediği her söze dikkat etmeli” derim; zira geçici bir dönemdir ve halklar zor anlarında sergilenen tutumları asla unutmaz. Bu dönemde en devrimci ve onurlu duruş, katliamla tehdit edilen, KÜRT HALKININ YANINDA YER ALMAKTIR.
 
     Çatı partisi büyük umut, büyük proje, çünkü cemaatin gerçek yüzüyle karşılaşan toplum, şaşkın, çaresiz ve arayış içinde olacak.  “Türkiye İran olmasın” diyorsak yirmi dört saat “Çatı Partisi”ni örgütlemekle geçirmeliyiz.
 
Gelecek geçmişin köhne zihniyetinden daha güçlü olmalıdır.
 
      
     N.Mehmet Güler
  n.mehmetguler@hotmail.com