5 Ocak 2011 Çarşamba

Uşağum bir tane Laz Marks Emice var

Bu güne kadar hakkında onlarca dava açılmış olan Laz Marks oyununun yönetmen ve oyuncusu Haldun Açıksözlü hakkında açılmış onlarca dava bulunuyor. Açıkgözlü hakkında en son Dersim Sulh Mahkemesinde açılan dava eğer ‘ceza ‘ ile sonuçlanırsa Açıkgözlü bir daha sahnelere çıkamayacak.

Tiyatrocu Haldun Açıksözlü’nün yönettiği ve oynadığı Laz Marks oyunu, şu ana kadar 10 aşkın yerde sahne aldı ve her gittiği yerde büyük bir ilgi ile karşılandı. Laz Marks’a olan ilgi sadece tiyatro severlerden değil savcılar da Laz Marks’a büyük bir ilgi gösterdi. Savcıların bu ilgisi nedeniyle oyuncu Açıksözlü hakkında açılmış çok sayıda dava bulunuyor. Açılan davaların sonuncusu da Dersim’den. Laz Marks’ın Dersim turnesi sonrası Açıksözlü hakkında “Suçu ve suçluyu övme” suçundan açılan dava eğer ceza ile sonuçlanırsa ‘Laz Marks’ sahnelere veda edecek. Açıksözlü ile onun üslubuyla Laz Marksı ve savcıların ilgisini konuştuk.

* Marks Emice, bu güne kadar kaç dava açıldı, adliyelerdeki hakemlerin tutumu nedir?

- Uşağum, şu ana kadar iki davamız devam ediyor. 3 tane de soruşturmamız var. Tabi bunlar bizim haberdar olduklarımız, ifade verdiklerimiz. İlk davamız da ilginç bir şekilde açıldı. Ben Rizeliyim. Rize’deki oyunumuzda, yine Rizeli başbakana hakaret ettiğimiz gerekçesiyle Rize’de dava açıldı. Üstelik oyunumuzun yazarı da Rizeli

* Acaba savcı da Rizeli olabilir mi?

- Vallahi olabilir. ‘Ayda yılda memleketimizden bir başbakan çıktı onunla da dalga geçiyorsun’ deyip davayı açmış olabilir. Ben Hamburg’daki oyunda, bu Rizeli yazarın, Rizeli oyuncunun, Rizeli Başbakanın durumunu anlattım. Bir seyirci kalkıp dedi ki, “Bizi aile işlerinize karıştırmayın” böyle güzel şeylerle de karşılaşıyoruz maçlarda. İkinci davamız Dersim’de açıldı. Oradaki duruşmamız geçen gün oldu. Rize’deki duruşmaya ifade verdim. 3 şubatta sonuçlanacak. Dersim’deki ise suçu ve suçluyu övme gerekçesiyle açıldı. Burada suç ve suçlu olarak da maçımız sırasında Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve Mazlum Doğan isminin geçmesi. Bu isimleri hala suçlu sayıyorlar. Özellikle tabi burada ki ifadede, Kaypakkaya ve Mazlum Doğan rahatsız etmiş arkadaşları. O yüzden üstüne basarak o isimleri tekrarlıyorlar. İfademde de belirttiğim gibi, bu isimler bizim şehitlerimizdir. Ölümsüzlerimizdir. İşkencede devletin darbı ile yok edilmiş insanlardır. Sahip çıkıyoruz dedim fakat burada bir örgüte, suça yardım ve övgü yok. İnsanımıza sahip çıkıyoruz. Bunu da tekrarlıyorum.

* Hangi maddelerden dava açıldı?

- İşin garip tarafı suç ve suçluyu övme maddesi var bunu anladık. 251. Maddeden davayı açmış. Yalnız savcı sadece bundan ceza almamı istemiyor. Bir de diyor ki 53. Madde uyarınca güvenlik tedbiri konulsun. Bu şu anlama geliyor, tiyatro yapmasından da men edelim diyor. Yani maçlara çıkmamızı engellemek istiyor. Hakim beni suçlu bulursa diyecek ki şu kadar süre suç işlemeyeceksin, yani tiyatro oynamayacaksın. Sahalardan uzak kalmamızı istiyorlar.

HÜKMEDENLER DİKENSİZ GÜL BAHÇESİ İSİTYOR

* Oynadığınız yerlerde Laz Marks nelerle karşılaşıyor?

- Tabi ilk başta fark etmemişlerdi. 120. Oyunumuzu oynadık. Davalar ise 100. Oyundan sonra açılmaya başlandı. Bu kadar uzun soluklu olacağını tahmin etmiyorlardı. Bir de şu an genel bir uygulama var. Hükmedenler bir çatlak ses, muhalefet istemiyorlar. Dikensiz gül bahçesi istiyorlar. Bir tane Laz Marks Emice var, bu kadar maça çıkmış, Avrupa ve her tarafa gitmiş. Türkiye’de bildiğiniz gibi bir hayat yok, Anadolu’da insanlar hala yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşıyor diyor. Bu ülkede demokrasi yok, bir arada yaşama kültürü üretilmedi diyor. Sadece liboşların bir balon şişirdiklerini söylüyor. Sahnede bunları söylememiz birilerini rahatsız ediyor. Söylemek de yetmiyor. Karşılık da bulunca zorlarına gidiyor. Türkiye’nin her yerinden oyuna talep var. Bunlar tabi rahatsız ediyor. Nasıl ki köşe yazarlarını arayıp ‘at şu muhabiri’ diyorsa, aynı şekilde tiyatro camiasında da bunu işliyor. Bu seneki oyunlara bakın, bir tane politik jargonu olan bir oyun yok. Bugünün Türkiye’sine, insanlarına söylenen bir cümlesi olan bir oyun yok. Bir tane Laz Marks var bunun da sesini kısarsak, “ne güzel işte Avrupa başkenti İstanbul, ne güzel Türkiye” söylemleri devam edecek ve birbirimizi kandıracağız diye düşünüyorlar. Ama gerçek böyle değil. Biz bu gerçeği söylemeye devam edeceğiz.

KENAR MAHALLEDE OYNAMAYA DEVAM EDERİZ

* Yani Lazcası şu, Marks Emice’nin sahasına karışmıyorlar ama topunu patlatmak istiyorlar?

- Şimdi şunu söylemekte yarar var, çok güzel söyledin, gerçi saha kapatma da yapıyorlar. İdil ve Cizre’de maç sahamızı da elimizden aldılar. Kimi yerlerde salon vermemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Şimdi de topumuzu patlatmaya çalışıyorlar. Biz de yeni bir Laz Marks top alanı yaratırız. Sahalar elimizden alınsa bile kenar mahalleler duruyor biliyorsun. Gecekonduda büyüyen çocuklarız. İki taş yan yana koyduğumuzda, iki taşı da karşıya koyduğumuzda maç sahası oluyor. Biz yine öyle sahalar yapar maçlara devam ederiz.

* Marks biraz dinleniyordu ve uykusundan kalktı. Kapitalizme bundan sonra ne diyecek?

- Marks şunu diyecek. Bir kere liberallerin bizi kandırdığı gibi bir durumun olmayacağı, emek değer çelişkisinin kapitalist sistemin devamlılığında her daim olacağını söyleyecek. Bu noktada da emekçiler, proleterya ve ezilenlerin mutlaka nihai sona doğru çalışmaları gerek. Emeğin sömürülmediği, insanların sömürülmediği, bütün etnik kimliklerin, ulusal kimliklerin dini, dili ve varlığıyla yaşayabileceği bir tek sistem var o da sosyalizmdir. Ondan daha kıymetli bir şey olana kadar Marks söylemeye devam edecek.

* Soruşturmalar daha çok ne üzerine kuruluyor?

- Aslında, gelin de şu iktisadi meseleyi tartışalım diyoruz bütün maçlarda. Marks’ın iktisadi söylemleri var maçlarımızda. Bu sahaya gelmiyorlar ama. Bu ülkedeki gelir dağılımının dünya üzerindeki 137. sıraya kadar düşmüş olmasını kimse konuşmuyor. Dava konuları bunlar olmuyor. Hep, acaba nasıl başka yerden vururum meselesi oluyor. Fıkrayı iddianameye koyuyor, Deniz ve Mazlum ismini zikrettiğimizi söylüyor. İfademde de yazılacak, o zaman bu gün Tayyip Erdoğan adını söylemek de suç olsun. O da cezaevinde yattı suçlu bulundu. Tc kanunları bunu yazdı. Suçlu ve de suç işledi yasalara göre. Bu gün Adnan Menderes’in adını söylemek de aynı şekilde suç sayılabilir mi. O zaman onlar da tırnak içinde suçluydu. Aynı mantıkla bakarsan hiçbirinin ismini söylemeyiz. Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Nazım ve daha niceleri için suçlu denildi. Ama devlet daha sonra nasıl bir dönüş yaptı. Biz bunların isimlerini sahneden söylüyoruz. Onlar da kendi sahnesinden. Meclis kürsüsünden Necdet Adalı’nın adını anıp ağladı. Suç işledi o zaman. Biz buradan muhbirlik mi edelim yani. Tabi burada şöyle bir şey var. Hani bir laf vardır. Kendine Müslüman. Bunların iktidara gelişinden beri kendilerine demokrasi, kendilerine ekonomi kendilerine Müslümanlık durumu sürüyor. 215. Maddenin yanına bir de 53. Madde eklemiş ve bizi sahalardan men etmek istiyorlar. Ama biz bu tür şikelere gelmeyiz. Mars onları ters köşe yapmaya devam ediyi uşağum…

Laz Marks Emice'ye Sorular- 4


Laz Marks Emice;

Haçan bi' şey soracağum. Farzu misal, ha boyle biz Yali Kahvesu ahalisi olarak, Subçomandante Marços Uşak ve yoldaşlari cibi kar maskesu taksak, sırtimiza HİM marçetler zinciri poşetlerundan geçursek, ensumuza da gaybana kapitalizumdan once davranup ha boyle barçod etiçeti yapiştirsak dumenden, sonra her birimuz, bir HİM marçetine sotelensek diyrum,
1- Boyle bir taktik ve strateju ile HİM marçetler zincirinun patroni Hazreti Bilal Efendu'nun dergahina sizabilir miyuz?
2- Oradan hareçetle, Baba Tanri Teyyip Şerdoğan'ın yanina ulaşmamiz mümkün midur?
3- Akabinde, buradan haraçetle "Teslis"u tamamlamak içun, Barrah Ohara'nun kılçığina siçtiminun Beyaz Sarayi'na ulaşabilir miyuz?
4- Ha bu üç kafadaru birden paketleyup kapitalizum ile birlikte tarihun çöpluğune atabilmemuz olasi midur?
5- Ha bu uç yanlişu toplasak bir doğru adami cöturür mi?
6- Ula ben yoksa "Troya Ati" taktiğundan çalinti yapmiş olabilir miyum? Peçi, senun deden Trierli Karl Marx Emicemiz'un arkadaşi Proudhon Uşak "Mülkiyet hırsizliktur " demişti ya, bak aklima celdi şimdu. Şimdi ben Tarih'ten "Troya Ati" taktiğuni çalmiş durumdaysam, mülkiyetçiliğe de kafa atmiş sayilir miyum? (Ula mülkiyet demuşken aklima geldu, eli öpulesu bir ablamiz vardu, Ursula K. Le Guin, ula ne cüzel kitap yazmişti "Mülksuzler" deyi)
7- Fazla sigaran var midur, benim tabakamdaki sarma tütunlar bittu da, emicecuğum?
Not: Baştan diyeyum Laz Marks Emicecuğum, ola ki çok sori sordum deyi da bağa " Ula artistluk yapma. Ha anani da al cit" demeye kalkişursan, evet anami da alir ciderum, ama sonra babam ile birlikte celirum, hatta belçi arkamizdan ufak ufak da olsa piroletarya celebilur. Emicem sağa diyrum, ha o kot kafali birisu var ya o anlayasun.
İmza: İkizdereli Deli Ismayıl
"Ula 'hepimuz Terzi Fiçriyuz' deyi de bağirmali caddelerda, sokaklarda, arka mahallelerda, varoşlarda ve ha o meclisun da onünda, tam bir milyon kişu olarak, birgun illa" /2010/ Fatsa/ İkizdereli Deli Ismayıl

Laz Marks Emice'ye Sorular - 3

Laz Marks Emice,

Ha sağa bi’ şey danişacağum. Sen de bilirsun ki bu Hitler denen gaybana oğli, zamaninda hiçbir işte tikiş tutturamayunca “Ula bari diktator olayum” demuş ve askerliğe dalmuş. Efendum bu kot kafali rahip olmak istemuş, ama bahçede sigara içeyi deyi buni okuldan atmişlar. Ressam olayum demuş, ama akademudaki hocalar resimleruni beğenmemuş, kapidan içeri sokmamişlar. Ha bu sümük biyiğina siçtiminun Hitleri de son çare askerluk mesleğu demiş, kerhen işe girmuş, sonra da Alaman ordusini kerhaneye çevurmeyu başarmuş bildiğunuz cibi. Efendum bilirsunuz ki “Her Turk asker, her Alaman nazi, her Mozambikli filozof, her Hintli gani gani Gandi, her Perulu Lama (Da Lay Lama değul uşağum, bu hani faşizmin suratina tükuran cinsten), her Firansuz jakoben, her Çorumli da allahina kadar adam doğar”. Şimdi emicecuğum, bir önceki tumcede animsattuğum şu muthiş, evrensel onerme ha bi' kenara dursun da, senin de bildiğun cibi ha bu Hitler kutavi gokten zembulle enip diktator olmadi (Gerçi bizum memleketteki pek çok kot kafali da Mustafa Çemal, Samsuna zembulle endi da sonra da tek başuna sihirlu değneğu ile emperyalustlari hokus pokus etti sanayi ya, neyse). Elbetta ki Hitler, palazlanan Alaman burjuvazisinin ekonomide ağirliği olan Yahudi burjuvazisinin mallarini gasp edup boylece Alaman ekonomisinu ulusallaştirmak istemesuyla ortaya çiktu (Ula bu bağa taniduk geliyi, 6-7 Eylul muydu neydu, yağma, talan, gasp mi olmuştu neydu). Sonra emicecuğum, bilirsun bu burjuvazi, "aha da doydum, bu kadari bağa yeter" der mu, demaz tabi ki, burjuvazinin varoluşi sonsuz bir kâr hırsi üzerinedur ki ancak boyle kendu varliğinu surdurabilur zaten. Akabinde, "Ula bir da diğer ülkelerun sermayesunun tadina bakalum" deyip Kıta Avrupasi'na yayilmak isteduler Hitler kutavi aracılığiyla. Efendum, yani Hitler oyle tek başina mantar cibi yerden bitmedu, Nazizmin sebebu değul, sonucu idu ve nihai ürun ise milyonlarca insanun vahşice katledulmasi oldu, hepumuzun malumu olduğu cibi.
Şimdi Laz Mark Emicecuğum, elbetta Hitler denen kutavin önda koşani olmasaydu, Alaman burjuvazisi başka bir kutava diktator olmasi içun "Yürü ya Führer" diyeceğdu, ama elbetta ki her insan (ula bu tumcede mecburen da olsa Hitler'e "insan" demak zorunda kaldiğum için kendimden utaniyrum) biriciktur, kendine özgudur, yani bir başka kutav führer olsaydi, elbetta ki farkli sonuçlar olacağdu, gene benzer tezgah devam etsa da. Belki çok daha az sayıda insan katledilurdu. Yani demem o ki Laz Marks Emicecuğum, ha o akademu hocalari, fasulyadan da olsa bu Hitler'i okula kabul etseydu, tarih başka olurdi ve sanirim o hocalar da ilerde bu gaybana oğlinin yapacağu katliamlaru bilebulse, ha bu kot kafaliyi hemen okula oğrenci deyi alirlar, hatta sonrasinda oğretim cörevlusu yaparlardi, yeter ki rahat dursun deyi. Hitler de "memur sanatçi" olurdu, ha bizum memlekette sürusuna bereket bu tip "sanatçilarun", bilirsun emice, bir tane da Avrupa'da olmuş, çok midur.
Ha şimdi celelum bizim buralara emicecuğum, bu üç yani denuzler ile çevrulu ama denuzculuktan sinifta kalmişlarin coğrafyasina. Şimdi emicecuğum, hani bizum 30 senedur "asmayip da bal borek ile besleduğumuz" bir emekli diktator vardur ya, hani Marmaris dolaylarinda, altmışindan sonra resme sarkup, Fiçret Otyam Ustamiz'un resumlerinden araklama figürlerle çakma resimler yapan.
Ha, işte tum bu girizgahtan sonra şunlari soracağum emicecuğum:
1-Ula bütun diktatorler hep boyle ressam olma heveslisi midur?
2-Her ressamdan tırsmali miyuz, her an içinden rahmetli "Alien" cibi bir kuçuk diktator firlayabilur deyi?
3- Her resim heveslusu gencu "aman ula diktator olmasun" deyi akademiye sinavsiz almak caiz midur?
4- "Ben ozledum yarimi, ağlasam ayip midur?"
İmza: İkizdereli Deli Ismayıl
Not: Hitler içun "kutav" deduğumdan öturu saygideğer dostlarim tüm sokak kutavlarindan ozur dileyrum; bekçi kutavlari, evlerdeki süs kutavlari, çoban kutavlari hariç! (hele ki iki ayakli erk yalakasi kutavlardan ASLA!)

Laz Marks Emice’ye Sorular -2


Laz Marks Emice;

Ha bu boyuk eserinuz Laz Kapital 1’de demişsunuz ya: “Bu bizum uşaklarda küçucuk bir sınıf bilinci yok. Yillardur anlatiyirum bunlara, “Ula siz işçisunuz, bir araya gelursenuz hakkunuzi yedurmezsunuz” ama nafile. Efendum, bizum Lelipop İhsan vardur. Tirabizon limanında çalışır. Bir gün bu Lelipop İhsan’a “Ula sen proletersun” dedum, 3 ay benumle konişmadi. Artuk ne anladiysa kot kafali.”, deyi…
Şimdi Laz Marks Emice, haçan bugünki piroletarya, ha o 80 öncesindeki cibi olmaduğundan, hani ilaç niyetune bile sinuf bilincine sahip olmaduğundan, zinhar demeyesun bir işçiye "Sen işçisun ula", deyi. Mazallah adami Pazar'dan taa Arhave'ye kadar odunla döve döve kovalar bu kot kafalilar. Çunki sinuf atlama düşlerine sarilan işçiye işçi demek hem harakettur onlarin cözünde, hem de düşlerune saldiridur. Ha boyle az dikkat et, TeVe'de adamlara sorayiler: "Ne iş yapaysun", deyi. Adam, "Tekstilciyum", deyi, sanirsun emicemun tekstul atölyesi varidur. Göğsünü gere gere "İşçiyum ula, piroleterum", diyen işçi bulursan, ha bağa da haber ver ki cidip opeyum bu artik zor bulunan, nadide cüzel insanları alnindan.
Not: Pek soru cibi olmadu, ama idare et artuk emicecuğum, n'eylersun ki serde deliluk var, bir de bizum cüzel uşak Marços cibi "Sözumuz silahimizdur ula" demekteyuz. Ha buni da hayata sorulmuş bir soru sayalum hep beraber da.
İmza: İkizdereli Deli Ismayıl
"Kizil bir Laz takasuyum Kürdistan dağlarinda yuzen" İkizdereli KÜRT Deli Ismayıl/ 2010/ Kürdistan dağlari

Laz Marks Emice'ye Sorular- 1


Laz Marks Emice;

Ha boyle surekli, “Uy Tirabizonsipor şoyle eyidur, boyle halkin takimidur, Constantinapolis dükâliğindan uzaktur, Anatolya’nin bağrindandur, saftur, Ace ile yikanmiştur” demektesun, karşisina da diyalektuk açidan zıddi deyi Fenerbahçe’yi koyaysun, “Devlet ve Fener sonümlenecek elbet” demektesun. Haçan sorayrum sağa, ula ister Tirabizonsipor olsun, ister Fenerbahçe, ister Bursasipor, ister Real Madrid, ula ha bu bok yiyenun uşaklarinin hepsu da endustiriyel fitbola dahil değil midur. Ha bu kot kafali taraftarlar, yani halk değil midur kendileru aç gezerken, ay sonuni zor getururken, kıçina tuman alamazken, bu fitbolcu uşaklarin manken paçilerle diskolarda fink atmasini, “havuzlu villalarda” alem yapmasini, anasinin çeyizinden beyuk sipor arabalarla gezmesuni finanse eden. Haçan, diktasina siçtiminun Salazar denen faşist kutav değil miydi peçi, “Ula kot kafalilar, Porteçiz’i uç şeyle yonettum: Fado-FUTBOL-Fiesta, siz daha uzayli cörmüş köylü gibi bakin durun ha oyle aval aval” diyen. Ha sahi, bir de “Forza Livorno” mu ne vardu değil mi Laz Mark Emice, hatta manifesto mu ne yayimlamişlardi değil mu.
İmza: İkizdereli Deli Ismayıl
*****
İkizdereli Deli Ismayıl Kimdur:
Yaş: 35 (Ömrun bilmem neresu)
Meslek: Serbest Odunci
(Dağdan kestum kereste, şiirli kuş besledum cankafeste)
Ana-Baba Durumi: Hem öksuz hem yetum
(“Anam serçelerdur” deyi, “Babam ise dağlardur”)
Medeni Hali: Pek bi’ bekar
(“Benim yarim Karadenuz'dur” deyi, “ne baliktan ne Hâlik’ten bir beklentum yoktur; nasil olsa, illa ki benim yarim denuzun koynunda birkaç tane inci bulunur ” deyi, “Karadenuz’de inci olmasa da ablasi okyanus var ula…”)
Adres: “Benim meskenum dağlardur dağlar” (Sabahattin Ali)
Hobiler: Arada sırada,“dağdan indim kasabaya” edup Yali Kahvesu'nde Laz Marks Emice’ye zırt pırt gıcik sorular sormak, çocuklarin cemi cümlesiyle ve tüm sokak kutavlariyla can ciğer dostluk etmek (ula buna hobi denmaz ya neyse); öncelukle bizzat kendisune, sonra Yali Kahvesu ahalisinin cumlesine, sonra hayatin ve kapitalizmun silsilesine kalbinun ve kafasinin tum gucüyle nanik yapmak.

Yeni Toplumsal Hareketler: Özgürlüğün Değişen Grameri

“İmparatorluk” Çağının Tahakküm Haritası
"İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur" [Deleuze]
Seksenli yıllar boyunca soğuk savaştan “kapitalizmin” galip çıktığı naraları eşliğinde her karşı çıkışın nafile olduğu ve neo-liberalizmin Batı’nın aşılmaz ufku olduğu yanılsaması egemendi. Devrimci kuşaklara vaat edilmiş “gelecek güzel günler”e, özgür ve eşit bir siyasal tahayyüle artık kimse inanmıyordu elbette. Daha birkaç yıl öncesine kadar “kapitalizm” terimini kullanma riskini göze alan ya da neo-liberalizmi tartışma konusu etmeye kalkışan kişi dinozorların sonuncusu, hatta herhangi bir totalitarizmin karanlık ajanı olarak görülüyordu. Devrimi beklemek, bir nevi “Godot”yu beklemekti. Haklı olduğuna hükmedilmiş davaların bekçileri ortalıktan kaybolmuştu. Kendi kendilerini öncü devrimci ilan edenler açısından “küçük kızıl kitap” formatındaki politika kendiliğinden bir tükenişe varmıştı. Çoğu muhalif insan için toplumsal değişim fikri devletin tepesindeki bir erk değişimi olarak adeta kanıksanmış durumdaydı. “Keza isyanları ya da devrimleri yüzyıllardan beri iktidarı ele geçirme teşebbüsleri olarak kabul ediyorduk, sanki yeni toplumları imal etme makinesi buymuş gibi gelmekteydi”. Klasik örgütlenme modelleri, devletçi sosyalizmin yıkılmaz görünen kaleleri iskambilden şatolar misali birbiri ardına yıkılıyordu. Artık partiler kurulmuyor, liderler reddediliyor, hiçbir politik metin kutsal kitap hizmeti göremiyordu. Forrest Colburn’a göre: “Vaatlerini yerine getirmeye muktedir yeni bir devrimci siyasi kültürün doğması” ancak 1989 sonrasındamümkün hale gelecekti. 1980’ler radikal siyasetler açısından “olmayan yıllar” makamında sürerken, kapitalizm cephesinde “imparatorluk” dönemi olarak adlandırılan yeni bir yönetim ve egemenlik biçiminin doğuş yılları demekti. Ekonomik ve kültürel değişimlerin karşı konulamaz ve geri döndürülemez şekilde küreselleştiği, merkezsizleşmiş ve bölgesizleşmiş bir “imparatorluk” çağına girmiştik. Kapitalist dünya sistemindeki değişim, “fabrika üzerine kurulu bir hayattan, toplumun fabrikaya dönüştüğü bir hayata” geçmesi şeklinde de özetlenebilinir. Bütün toplumsal ilişkilerin fabrikaya dönüştüğü, sanayi işçisinin yerini “toplumsal işçi”nin aldığı bu dönemde, ne emek-sermaye çatışması fabrikanın dar duvarları arasına hapsedilebilinir ne de belli bir sınıfsal özneye sınıfsal öncülük ya da merkezi bir konum atfedilebilinir. Sermayenin merkezsiz bir eğilim şeklinde işleyen sınıflaştırma ilişkisine direnen bunu reddeden bütün öznellikler sınıfsızlaşma politikasının bir bileşenidir artık. Biyo-iktidar, kamusal alanda gerçekleşen hukuksal egemenlik paradigmalarından farklı olarak, yaşamın tamamı üzerinde tesis edilen iktidardır. Toplumsal hayatı, onu izleyerek, özümleyerek ve yeniden eklemleyerek, içeriden düzenler. Biyo-iktidar durumunda iktidar için mesele, bizzat hayatın üretimi ve yeniden üretimidir.“Yeni iktidar biçimi olan biyo-iktidar sürecinde toplumsal yaşamın içkin bir biçimde üretimi ve yeniden üretimi sağlanır. Biyo-iktidar yapısı içinde sömürülen artık ne yalnızca işçi, ne yalnızca bir azınlık grubu ne de yalnızca herhangi bir birimdir. Burada sömürülen yaşamın kendisi ve tamamıdır. Sömürü sadece fabrika ve işyerini değil, yaşam tarzları ve özgürleşme arzularını da kuşatmaktadır. Toplumsal yaşam artık iktidarın bir nesnesi konumuna gelmiştir. Bu iktidarın en önemli işlevi hayatı tüm yönleri ile kuşatmak iken, asli görevi de hayatı yönetmektir. Dolaysıyla biyo-iktidar, insanların bilincinin ve bedenlerinin yani tüm toplumsal ilişki ve yaşantıların derinliklerine işleyen bir kontrol mekanizması olarak kendini göstermektedir. Bu yeni iktidar yalnızca itaat ya da itaatsizlik gibi biçimsel politik alanla değil, tüm hayat, ölüm, servet ve yoksulluk üretimi, toplumsal yeniden üretim gibi bütün alanları kapsamaktadır. Artık iktidar ve sömürünün bir merkezi yokken, iktidar ve sömürü her yerdedir”. Denetim toplumu, disiplin toplumunun baskıcı aygıtlarıyla (okul, ordu, hastane, hapishane) bireyi zapturapt altına almaktan çok, tüketim, arzu, bedenin sağlığı, ölüm, boş zaman gibi alanları yapılandıran, kapsayan, gözetleyen bir biyo-politik iktidar biçiminde işlemektedir. Yani iktidar, toplumu ve bireyi kapatmaktan çok, arzularıyla denetlenecek bir özgürlük tekniklerine tabi tutmaktadır. Denetim toplumunda, Foucault’un vurguladığı gibi “insanların hayatlarının en ince ayrıntılarını ve tüm nüfusu idare etmeye yarayan çok geniş düzenlemeler ve araçlar dizisi” hâkimdir. İktidar, kodlanmış, önceden belirlenmiş tercih ve arzuları, özgür kişiliğin bir ölçütü veya özneleşme olarak sunmakta ve söylemleştirmektedir. Denetim toplumunda, “bireyin bütün isteklerinin düzen içine dâhil edilmesiyle oluşan “özgürlükler” dâhilinde yapılandırılır. İşte bu bakış, dışarının içeriye dâhil edilmesi dediğimiz merkezin yersizyurtsuzlaştırılması olan biopolitik iktidarın mekanik varlığıdır”.
 
Michael Hardt ve Antonio Negri’nin birlikte yazdıkları “İmparatorluk” metni kapitalist sistemin günümüzde değişen iktisadi ve siyasal yönetim biçiminin en etkili analizi olarak kabul görmektedir. İmparatorluk’un temel tezi: “Açık sınırlarla ayrılmış ulus devletlerden oluşan emperyalist sistemin merkezsiz ve içkin bir imparatorluğa dönüşümü, sürekli bir kriz hali olarak tanımlanan modernlik durumundan postmodern duruma geçiş, enformasyon ekonomisinin mahal verdiği maddi-olmayan emek, gerileyen Avrupa karşısında emperyal ve genişlemeci karakteriyle Amerikan demokrasisi ve biyo-iktidar” olarak özetlenebilinir. İmparatorluk üç temel özelliğiyle emperyalizm teorisinden kopmaktadır: Bir merkezin olmaması, karma bir kuruluş yapısına sahip olması ve dışarının olmamasıdır. Yazarlara göre imparatorluk; “Giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim aygıtı”dır. Bir yönetim aygıtı olmakla birlikte imparatorluk, devlet ya da devlet benzeri kurumlardan özellikle farklıdır. Tek bir hükmetme mantığı altında birbiriyle eklemlenmiş bir dizi ulusal (ulus-devlet hükümetleri), ulus-üstü (Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler) ve ulus-altı (STK) organı bir araya getiren bir tüzel yapı ve bu tüzel yapıya işlerlik kazandıran bir hak nosyonu imparatorluğun esasını teşkil eder. İçerisinde ulusal, ulus-üstü ve ulus-altı birimlerin yer aldığı hegemonik bir yapılanmadır imparatorluk. Karşılaştığı her yeni durumda, karşısına dikilen her yeni sınırda, dayandığı uzlaşma alanını yeniden kurmak ya da genişletmek zorunda kalan bir egemenlik biçimidir. Dışarısının olmaması hali ve içkinlik imparatorluğun emperyalist olmayan emperyal yönünü karakterize etmektedir. Yeni dünyayı tanımlayan temel özellik, bu yapının emperyalist değil, emperyal olduğudur. Dışarısının olmadığı bir dünyada, aynı zamanda birinci, ikinci veya üçüncü dünyalar arasındaki kültürel ve coğrafik ayrımlarda geçersizleşmiştir. Küresel sermaye akışının ve kitlesel göçlerin bütün sınırları kestiği günümüz dünyasında, Üçüncü Dünya’nın içinde bir Birinci Dünya olduğu gibi, Birinci Dünya’nın içinde de bir Üçüncü Dünya barınmaktadır artık. Dünya ekonomisi yerküreyi tamamen farklı sınırlara ayırmışken, ulusal tabanlı veya kültürel farklar üzerinden bir “dışarı” oluşturma çabası bir anlam taşımamaktadır. Çünkü İmparatorluk, sadece bir kültürel, politik ve ekonomik homojenleştirme rejimi olarak değil, bir farklılık üretim rejimi olarak da işlemektedir. Toplumsal sömürü ve tahakkümün tüm yaşam alanlarına yayılan merkezsiz işleyişi, belli tarihsel özneleri ( işçi sınıfı, ezilen halklar, sömürge uluslar) merkezileştiren siyasal söylemleri ve örgütlenme modellerini de geçersiz hale getirmiştir. Direnişin yeni sahası mümkün olan her yerdir. Direnişin yeni politik öznesi artık ne sendika, ne parti ne de herhangi bir hiyerarşik kurumsal yapıda ikamet etmektedir. İmparatorluk durumunun politik öznesi, çokluğun örgütlenmesi olarak kurgulanmaktadır. Bu yeni politik özneyi tarif etmek için, “kolektif öznellik”, “mücadele makinası”, “üretken öznellik”, “moleküler hareketler”, muhalif tekillikler, “proleter bileşenler” gibi birçok tanım da kullanılmaktadır. Çokluk, farklılık ve tekillikleri kapsayan bir ilişkiler toplamı olarak, kendi dışındakileri kapsamaya muktedir bir öznedir. “Çokluk; ne halk, ne kitle ne de işçi sınıfı gibi belli bir siyasal yapılanma değildir. Halk üniter ve homojen bir kavramsallaştırmadır. Nüfus içinde bir özdeşlik ilkesine dayanır ve birlik esasında temellenir. Çokluk ise asla bir tekilliğe indirgenemez. Sayısız içsel farklılıktan oluşur. Kitle kavramına bakıldığında ise öznelerin içinde taşıdıkları farklılıkların kitleler içinde eridiği söylenebilmektedir. Oysa çokluk esas olarak farklar üzerine inşa edilir” Çokluk, güruh ya da kalabalık gibi doğası gereği edilgen, süreksiz ve yönsüz kategorilerle de karıştırılmamalıdır. Bunlardan farklı olarak çokluk, etkin bir varlıktır. Çokluk, sömürülen, kapitalist tahakküme tabi olan herkesin dâhil edildiği yeni proletaryayla özdeştir. Emeğin ve devrimin öznesinin temelli değiştiğini savunan Hardt ve Negri’ye göre, yeni durumda proletarya, emekleri kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi kapsayan geniş bir kategoridir.  Hardt ve Negri, çokluğun bugünün dünyasındaki tezahürlerine son dönemlerin küresel direniş hareketlerini, yani yeni sosyal hareketleri örnek göstermektedirler. Çokluk, maddi olmayan emek biçimlerinin yönlendirdiği (entelektüel emek), ağ modeli hareket tarzına sahip, demokratik, çok merkezli, hiyerarşi ve disipline dayanmayan, esnek, iletişim ve işbirliği temelli, otonom ve ortak payda temelinde hareket eden hareketlerdir. Farklı amaç, tema ve örgütlenme özellikleri sergileyen bu yeni toplumsal hareketlere “hareketlerin hareketi” de denmektedir.
 
 
 
Yeni Hareketleri Yeni Kılan Özellikler Nelerdir?
 
 “İktidarca körleştirilmek iki türde olur; ya iktidara göz dikilir ya da iktidarla çatışılır” [Miguel Benasayag]
 
İşte bu tükenmiş gökyüzünün altında yeni bir karşı çıkış doğuyordu, beklenmedik bir isyan tufanı tüm dünyayı sarsacaktı. Latin Amerika’da, Avrupa’da, ABD ya da Kuzey Afrika’da aynı zamanda ve birbirlerine akraba biçimlerde, koordinasyonsuz, anti-kapitalist bir yönelimle ancak tek bir görüşe dayanmayan hareketler olarak doğuyordu. 68’in verdiği ilhamla, bilhassa Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve 90’ların sonunda ortaya çıkan yeni toplumsal hareketler, mutlak egemenliğini ilan etmiş küresel kapitalizmin mağdur ettiği ancak belli bir kimliğe indirgenemeyecek çeşitlilikteki kesimleri ifade eden bir kavram olarak literatürümüze girdi. Bu “yeni radikal” hareketler ne önceden tarif edilmiş toplum modellerine göre hareket ediyorlardı, ne de iktidarı fethe çıkmış bir partinin direktifleriyle. Bu yeni radikalliğin doğuşu, sembolik olarak, 1 Ocak 1994’te Chipas’ta Zapatist hareketin doğuşu tarihidir. Zapatist hareket, “yerel bazlı küreselleşme” siyasetinin kilit aktörü kabul edilir. Toplumsal bir hareket olarak Zapatistalar, eylemlerinin yapıcı içeriği, kendi kendini dönüştürmeye yönelik etik projeleri, muktedir olmanın daima yeni yollarını aramaları, otonomi ve özyönetim pratiklerinden doğan eylem özgürlükleriyle, radikallerin yeni moral ve model kaynağı olmuştur. Dönüştürücü eylemin yeri ve zamanı olarak burada ve şimdi’yi seçen Zapatistalar, yerel yönelimlerini korurken dünyanın dört bir yanında birçok kişiye de politik enerji vermişlerdir. İsyanın kolektif kimliğini, özgürlük ilkelerini ve ahlaki dayanışmasını daha etkili bir şekilde görünür kılmak için kendi yüzlerini bir maskenin ardına gizleyen bir harekettir. Muhataplarının kalplerine ve ruhlarına büyülü bir şiirsel dille seslenen Zapatistalar, donmuş politik modellerden, soyut tarihsel kurgulardan bir “kaçış çizgisi”dir. Marcos, tarihe ve siyasete davetsizce dalıvermişti. Geçmişteki devrimci liderlerden farklı olarak bir azize dönüşmek yerine madunların sözcüsü (temsilcisi değil) olmayı yeğlemişti. Komutan yardımcısı Marcos, üniformalı devrimcilerin narsizminden, haklı dava şehitlerinden ve şiddeti adeta bir amaç haline getiren klasik sol hareketlerden kopuşlarını şu sözlerle dile getirmektedir: “Zapatizm toplumsal bir harekettir ve silahlı isyan hareketleri örneğinde, kazanan ya da kaybeden değil, ayak direyen olmak gerekir. Bugün önemli olan şey, çatışmaya bir çözüm bulmaktır ve biz herkesten şunu istiyoruz: Kaybetmemize yardım edin. Biz bu ülkeye yeni bir istiklal marşı vermek istemiyoruz, ezbere bildiğimiz bozgunlar listesine eklenecek yeni bir ketlenmiş kahraman daha vermek istemiyoruz. Bu anlamda artık ölüme eğilim duymuyoruz. Bir asker (bende onlardan biriyim) kesinlikle saçma ve irrasyonel biridir, çünkü ikna etmek için silaha sarılma imkânı vardır. Sonuçta bir asker emir verdiğinde bunu yapar: Silahların gücüyle ikna eder. Bu nedenle bizce, bizde dâhil, askerler asla yönetmemelidir, çünkü kendi fikirlerine değer kazandırmak için silaha başvuranların fikri kıttır. Bizce silahlı hareketler, her ne kadar devrimci olsalar da, esasen keyfi hareketlerdir. Her koşulda, silahlı hareketlerin yapması gereken şey sorunu ortaya koymak, sonra da bir kenara çekilmektir”. Zapatistalar başka hareketlerle bağlantıları olan 1990’lardaki yerli hareketlerden birisiydi. Hareketin bel kemiğini, kent yoksulları, topraksız köylüler, kadınlar, 1968 öğrenci hareketinden geriye kalan Maoist gruplar ve Piskopos Samuel Ruiz’in kurtuluş teolojisi etrafında örgütlenenler oluşturmaktadır. Ütopyalar çağının belki de son çığlığı olan Zapatist hareketi özgün kılan siyasal yenilikler; “hükmederken itaat etmek”, “ağır adım yürümek”, “siyasal iktidarı amaçlamamak” ve her topluğun ve kimliğin kendi otonomunu oluşturması için gerekli ekonomik ve siyasal koşulları yaratmaktır. Hareketin amacı 1994’te yayınlanan Lacandon orman bildirisinde: “Bu devrim, yeni bir sınıfın, bir sınıfın hizbinin ya da bir grubun iktidarıyla sonuçlanmayacak. Politik mücadele için özgür ve demokratik bir alan yaratacak” şeklinde ortaya konmaktadır. Subcomandante Marcos’a göre “bu demokratik alan tarihsel olarak birbirinden ayrılmaz üç temel öncüle dayanıyor: Demokratik biçimde hangi sosyal projenin baskın çıkacağını belirleme hakkı, herhangi bir projeyi destekleme özgürlüğü ve her projenin adaleti hedeflemesi zorunluluğu” şeklinde tanımlanmakta ve hayat bulması için kızıl devrim şafağını beklemeden kurucu bir politikaya dönüştürülmektedir.
 
Ardından 1999'da Seattle’de daha sonra Prag, Cenova ve Brüksel'de kapitalizm ve iktidar karşıtı binlerce kişi Zapataların ateşlediği isyan dalgasına ciddi bir karşılık verdi. 2001'de Brezilya'nın Porto Alegre kentinde toplanan ve on binlerin katıldığı Dünya Sosyal Forumu "Başka bir dünya mümkün!" sloganının tüm dünyada bulduğu yankının ifadesiydi. Şimdi dünyanın her yanındaki sosyal forumlarda ve sokak gösterilerinde Anarşistlerin, Savaş Karşıtlarının, Kâğıtsızların, Troçkistlerin, Topraksızların, Öğrencilerin, Ekolojistlerin, Göçmenlerin, Kadın ve Eşcinsel hareketlerinin oluşturduğu bu gökkuşağını andıran muhalefet örneklerini görmek mümkün. Seattle eylemi küresel özelliği ve yarattığı etkiler dolaysıyla antikapitalist direnişin simgesine dönüştü. İnsanlar “Seattle ruhu”ndan ve “Seattle nesli”nden bahsetmeye başladı. Neoliberal kapitalizm küresel bir sistem olarak, kendisine yönelen direncinde küresel olmasını sağladı. Hareketin biçimi ve örgütlenme tarzı beklenmedik nitelikteydi. Merkezi olmayan fakat düzenli ve etkili bir biçimde hareket etme kabiliyetine sahip bir eylem organizasyonu olmuştu. Seattle eylemlerinde dikkat çeken farklılıklardan biride sokak eylemlerini kutlamaya, karnavala dönüştürerek, protestoları teatral bir niteliğe bürüyerek doğrudan eylem konusunda yeni bir anlayış getirmişti. Her yerde, sokak başlarında kuklalar, hokkabazlar, palyaçolar, dansçılar ve müzik yapan insanlar vardı. “Seattle Savaşı”ndan sonra Batı dünyasını etkilemiş olan anti-kapitalist küreselleşme karşıtı eylemler pek çok kişiye 1960’lardaki asi gençlik ruhunun geri döndüğünü düşündürttü. 2000 yılı Eylül ayında, Avrupa’nın dört bir yanından on bin göstericinin, Uluslar arası Para Fonu ve Dünya Bankası toplantısını engellemek üzere Prag’da toplandığı olayla birlikte hareket yeni bir safhaya girdi. Prag, şirket küreselleşmesine karşı hareketin gerçekten uluslar arası ve küresel bir nitelik kazandığı yer oldu. Küreselleşme karşıtı hareket aynı zamanda enternasyonalist olduğunu da gösterdi. “Seattle’da kapitalizm karşıtı bir ruh ve tutum galip gelmişse Prag için çok daha kesin biçimde formüle edilmiş kapitalizm karşıtı bir mesaj verildiğini söylemek mümkündür. Burada, siyasi kültürler arasındaki fark kendisini hissettiriyordu, Avrupa çok daha güçlü bir sosyalist geleneğe sahipti”. 2000 ve 2001 yıllarında gerçekleştirilen Avrupa eylemleri Cenova’daki olaylarla doruğa ulaştı. Cenova’da bulunan eylemcilerin büyük çoğunluğu İtalyan’dı ama yedek kuvvetleri oluşturanlar Fransa, Yunanistan, Britanya, ispanya ve Almanya’dan geliyordu. Cenova’daki zirve Avrupa standartlarına göre, eşi benzeri görülmemiş bir şiddet olayına dönüştü. “Büyük sekizler” zirveden istediklerini alamadı. Bütün ilgi toplantıya değil, yalnızca sokak çatışmalarına yönelmişti. Cenova’daki çatışma aynı zamanda sokak protestosunun sınırlarını da gösterdi. Şiddet kültürü aktivistler arasında yoğun bir tartışma konusu haline geldi ve kimi politik grupların şiddet eylemlerine yönelik keskin eleştirileri, politik ayrışmalar hareketin zamanla kitlesel gücünü zayıflatan bir etken oldu. Herbert Marcuse’un, devrimin şiddet açısından tutumlu olması gerektiği sözünü hatırlama zamanıydı.
 
Peki, bu sosyal hareketlerin temel özellikleri nelerdir onları eski siyasal hareketlerden hangi özellikler ayırmaktadır? Kapitalizmin ilk dönemlerinde belli ekonomik ve siyasal çıkarlar üzerinden örgütlenen belli bir sosyal sınıfa dayanan, devrim yaparak iktidarı ele geçirmek için merkezi şekilde örgütlenmiş işçi sınıfı hareketlerine eski hareketler denmektedir. “Bu hareketin içindeki işçiler, birer aktörden ziyade tarihsel bir zorunluluğu yerine getirmek için mücadele eden figürlerdir”. Melucci, eski tip sosyal hareketlerin aktörlerini “ tarih sahnesinde duruma göre kahraman ya da hain rolüne soyunan, fakat daima büyük ideallere yahut dramatik bir kadere yönelmiş trajik karakterler” olarak resmeder. Oysa yeni sosyal hareketler direniş hareketleridir, hedef iktidarı ele geçirmek değil siyasal özneleri hareketlendirmektir. Touraine’e göre günümüz hareketleri kendilerini devlet gücünü kontrol etme fikrinden ayrıştırdıkları ve sivil ilişkileri dönüştürmeyi amaçladıkları için yenidir. Modern siyasal hareketler toplumsal, politik ve ekonomik alanı modern öncesi bir cemaat anlayışı içinde eritmeyi amaçlarken, yeni sosyal hareketler toplumun yapısal farklılaşmasını ve özerkliği savunmakta ve stratejik olmayan hareket için alan açmaktadır. Cohen, bu olguyu” kendini sınırlayan radikalizm” olarak adlandırır. Kurumsallaşma, toplumsal hareketi zayıflatan bir unsur olarak görülür. Bu tarz hareketlere gerekli örgütlenme tipi gerçekte esnek, hızla vakit kaybetmeksizin uyum yeteneğine sahip, otoriter ve hiyerarşik olmayan yapılanmalardır. Geleneksel bürokratik ve hiyerarşik örgütlere şüpheyle bakılır. Politik özneler, partilerle veya sendikalarla değil, hareketin hedefleri doğrultusunda kamuoyu ve medya desteği sağlamaya çalışan profesyonel sosyal hareket örgütleri ile mobilize olmaktadırlar. Eski hareketlerin “büyük liderler” eşliğinde merkezi örgütlenmeleriyle karşılaştırıldığında, yeni sosyal hareketler esnek ve adem-i merkeziyetçidir. Örgüte katılım bireyin iradesi dâhilindedir ve kararlar müzakere yoluyla alınır. Bu hareketler tek bir konuya bağlı birçok yan konu etrafında organize olmaktadırlar. Girişimler genelde yerel konular etrafında biçimlenmektedir. Fakat bu yerellik, ilişki ağları (gazete, yerel radyo, artık daha yaygın kullanılan internet vs.) ile birbirine bağlanabilmektedir.Bu nedenle yeni sosyal hareketlere örgüt tanımlamasından çok sosyal network tanımlaması da yapılmaktadır. Birçok harekete katılan Luciana Costellina bu durumu şöyle ifade eder ; “Biz bir hareketiz çünkü biz hareket ediyoruz”. Yeni sosyal hareketlerin toplumsal tabanını oluşturan öznelerin sınıfsal profili de farklılık arz etmektedir. Eski sosyal hareketler ekonomik olarak tanımlanan sınıf tabanına sahip iken, yeni hareketlerin toplumsal tabanı farklı sınıflardan oluşmaktadır. Eski hareketlerin öncüleri, işçileri ve orta sınıfı mobilize ederken, yeni sosyal hareketler, yeni orta sınıftan (genç nesil ve yüksek eğitim düzeyli gruplar) destek bulmaktadır. Bu yeni “orta sınıf radikalleri” daha genel hedeflere sahip ve sınıf farkındalığına sahip bir gruptur. Yeni hareketlerin toplumsal temelini yeni bir orta sınıfla açıklayan tezlere karşı, bu hareketlerin tabanının sınıfsal terimlerle açıklanamayacağını ileri süren görüşlerde vardır. Çatışma ve talepler tek bir sınıftan değil, farklı sınıflardan ve “sınıf olmayanlardan” gelen değişik unsurların toplumsal ittifakı sayesinde sahneye konmaktadır. Ayrıca kolektif hareketi tanımlayan grup kimliklerinin, artık sınıf kavramından statü, ırk, toplumsal cinsiyet ve millete kaydığı da ileri sürülmektedir. “Kişisel olan politiktir” sözü doğrultusunda modern hayatın dışladığı tüm kimliklerin kendi farklılığını görünür kılma, haklar alanını genişletme ve alternatif bir yaşam alanı inşa etme politikası yeni hareketlerin temel yönelimlerinden birini oluşturmaktadır.
Yeni radikallere göre kapitalizm “Büyük Birader” değildir; her birimizde cisimleşmiş bir değerler sistemidir. Kapitalizm tarihsel bir sıçrayış değil, bir uygarlık biçimidir, hepimizin parçası olduğu düşüncenin, kültürün, yaşamın uzun güzergâhıdır. Yeni direniş özneleri bu bağlamda, sistemi değil, sistem içindeki yerlerini sorguluyorlar. Hazır bir düşünme olmaktan çok bir duygu, şekillenmiş bir eleştiriden çok bir “ikrah” dalgası. “Direnmek yaratmaktır” diyordu filozof Gilles Deleuze; yani, “olmasını gereken”i bir yana bırakıp “yapılması gereken”e geçişi sağlayan sayısız deneyim geliştirmek. Özetle yeni direniş politikası bir “şimdiki zaman” politikasıdır. “Artık soru, tehlike altındaki hayat tarzlarının nasıl savunulacağı ya da yeni tarzlarının pratiğe nasıl aktarılacağıdır. Kısacası yeni çatışmalar bölüşüm probleminden kaynaklanmamakta, hayatın grameri konusunda yoğunlaşmaktadır”. Günümüzün radikalizmi kapitalizmin ötesinde yer almaktadır, sadece kapitalizmle çatışma içinde değil.
 
 
Yeni Sosyal Hareketlere Yönelik Eleştiriler
 
Kimi eleştirmenlere göre bu yeni toplumsal hareketler sanılanın aksine yeni olmayıp kökleri 19. yüzyıla kadar dayanmaktadır. “Siyasal ve ideolojik dayanakları, üslupları bakımından 1960’ların sosyalizan/anarşizan hareketlerine” dayanmaktadırlar. Yani “alttakilerin küreselleşmesi” 1968 deneyimlerinin (kadın hareketi, çevreci hareket, hayat komünleri, barış hareketi) bir devamı olma özelliğini korumaktadır. Modern toplumsal yapının farklı kimlik ve eğilimler yönünde çözülmesi, ekonomik ve politik sorunların küresel bir boyut kazanması yeni hareketlerin esnek ve yerel örgütlenme modellerini tercih etmeye götüren zorunlu bir sonuç olarak görülmektedir. Aşağıdan küreselleşme hareketinin daha merkezi bir küresel yapıyı değil, bunun yerine aşağıdan özörgütlenmeye dayalı bir yapıyı gerektirdiği ortaya çıktı. Gerçekte, kürsel bir bağlantıyı mümkün kılan yeni örgütlenme formları doğdu. Bunlar, bazı örgütçü dehaların parlak fikirleri değil, yeni duruma yanıt veren çok sayıda insanın eseriydi. Bu yeni oluşan örgütlenme formu çoğu kez uluslar arası sivil toplum, hükümet dışı kuruluşlar ya da uluslar arası savunma ağları gibi terimlerle anılmaktadır.
Bu yeni hareketlerin bir iktidar ve sınıf perspektifinin olmadığı, kimlik politikasının veya orta sınıf gençliğinin tüketim kültürüne yönelik nihilist tepkilerinin kapitalizmin yarattığı derin toplumsal eşitsizliklerin altını oyamayacağı eleştirilerini de beraberinde getirmektedir. Bu görüşe göre politik mücadele, en alttakilerin eylemi haline dönüşmedikçe verili muhalefet iktidar için “zengin beyaz çocukların iyi kalpli eylemleri” olarak kalacaktır. Marksist cepheden gelen diğer eleştirilerden biride, sermayenin kürselleşmesinin doğurduğu çetrefilli sonuçlarla ancak bütünlüklü bir analiz gücüne sahip Marksizmin başa çıkabileceğidir. Arif Dirlik’e göre “Kürenin günümüzdeki biçimlenişini analiz etme de Marksist teorinin ortaya attığı görüşler büyük önem taşımaktadır”. Eylemlerin nizami bir disiplinden uzak, merkeziyetçi olmayan karakteri ve protestoların davullu, zurnalı bir karnaval havasında olması çoğu kez “küresel palyaçoluk” olarak nitelendirilmiştir. Michael Mann’a göre, “toplumsal sorunlara yönelik yeni çözümler karakteristik olarak, ne devrim, ne de reform yoluyla ortaya çıkıyor. Yeni çözümler, daha ziyade, Hâkim kurumların içindeki gedik ve yarık yerleri olarak adlandırılan alanlarda gelişiyor. İlk önce marjinal konumda olanlar, daha sonra bu kurumları zayıflatmalarına olanak sağlayacak yollarla bir araya gelip birleşirler ve statükonun yeniden düzenlenmesini zorlarlar”. Hareketin birleştirici amacının, “insanların ve gezegenin hayatta kalabilmesine ve güvenilir bir gelecek şekillendirmeye başlamasına imkân tanımak için devletler, pazarlar ve şirketler üzerinde yeterli demokratik kontrol sağlamak” olduğu bu bağlamda yeni hareketleri tüm iktidarı ve kapitalizmi aşan bir potansiyele sahip hareket olarak görmenin yanıltıcı olacağının da altı çizilmektedir. Sosyal forumlarda tüm grupları oluşturan bireylerin karar alma süreçlerine katılma imkânsızlığı, hareketin dünya konjöktürüne bağlı bir seyir izleyip kalıcı bir gündeminin olmaması, yerler arası dayanışma ve ortak eylemler oluşturmanın ekonomik ve fiziki mesafelerden kaynaklanan zorlukları hareketi bekleyen sorunlar olarak varlığını korumaktadır. Kısacası eylemler, isyanlar, devrimler gibi çeşitli direniş örüntüleri, farklı zaman ve mekânlarda değişik hal ve biçimler alsa da “yaşanılan tarih”te hep var olmuşlardır ve olmaya devam edeceklerdir. John Walton’a göre yeni sosyal hareketlerin üzerine çalıştıkları “büyük ders, yeni bir küresel siyasi bilincin doğuşudur ki bu bilinç, yerli halkları, köylüleri, şehirli yoksulları kucaklayan tutarlı bir küresel adalet kodu” yaratmaktır. Yazıyı Arif Dirlik’in bir sözüyle bağlayacak olursak “ütopyalardan korkmak, gidecek yönün olmaması endişesini de beraberinde getirir. Tasavvur etmeyi öğrenmemiz gereken ütopya daha adil bir dünya umudunda gizlidir”.
 
Kaynakça:
 
1)- Toplumsal Hareketler, Tarih, Teori ve Deneyim - Derleyen: Y. Doğan Çetinkaya – İletişim Yayınları
2)- Küreselleşme, Direniş, Ütopya, Yeni Toplumsal Hareketler – Kalkedon Yayınları
3)- Orta Sınıfın İsyanı – Boris Kagarlitski – Phonenix Yayınları
4)- Toplumsal Hareketler, Dipten Gelen Dalgalar (1750-2005) – Wıllıam G. Martin – Versus Yayınları
5)- Yeni Sosyal Hareketler, Teorik Açılımlar – Derleyen: Kenan Çayır – Kaknüs Yayınları
6)- Direnmek Yaratmaktır – Miguel Benasayag - Florence Aubenas – Versus Yayınları
7)- Aşağıdan Küreselleşme – Jeremy Brecher, Tim Costello, Brendan Smiıth – Aram Yayınları

Marks Niçin ve Nasıl Bir Milliyetçiydi? - Milletler ve Miliyetçilik Üzerine (01)

Kendini sosyalist ve demokrat olarak niteleyenlerin çoğu, milliyetçiliği olumsuz bir “şey” olarak görürler ve kendilerinin de milliyetçi olmadıklarını düşünürler.
Ne var ki, bütün bu kendilerinin milliyetçi olmadığını düşünenlerin bilmediği, anlamadığı ve kolay kolay da anlayamayacağı gerçek şudur ki, bu milliyetçi olmadığını düşünen sosyalist ve demokratların hepsi milliyetçidir.
Sanılanın aksine, milliyetçi olmamak çok zordur.
İnsan milliyetçi olmadığını, hatta milliyetçiliğin düşmanı olduğunu düşünürken bile, milliyetçiliğin ne olduğunu bilmiyorsa, tam da bunu bilmediği için milliyetçi olur.
Bunun da çok basit iki nedeni vardır.
1)     Milliyetçiliğin ne olduğunu bilmemek, nötral bir durum değildir; miliyetçiliğin ne olduğun bilmeyenler otomatik olarak milliyetçidirler.
2)     Milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu, dolayısıyla da kendilerinin milliyetçi olduğunu anlayamazlar.[1]
Bugün yeryüzünde milliyetçiliğe düşman veya karşı olduğunu düşünenlerin hepsi de milliyetçidir, çünkü milliyetçiliğin ne olduğunu bilmezler.
Komedi olan şudur ki, tam da milliyetçi oldukları için milliyetçiliğin ne olduğunu bilemezler.
Ve trajedi olan şudur ki, milliyetçiliğin ne olduğunu bilmedikleri için de kendi öznel yargılarına rağmen milliyetçilidirler, hem de genellikle en gericisinden.
Bu durumdan çıkabilmek gerçekten çok zordur[2].
Neden ve Nasıl?
Bu yazılarda tam da bunu açıklamaya çalışacağız.
Ama geçici olarak şöyle bir imge, belki bu zorluğun çapı hakkında bir fikir edinmeyi sağlayabilir: Bir insanın bir kuyunun dibihde olduğunu, ama bir kuyunun dibinde olduğunu bilmeden, bir kuyuya düşmemek için hep önüne baktığını varsayalım. Bu insan kuyuya düşmemek için yere baktığı sürece, bir kuyuda olduğunu kavrayamaz. İşte kendilerinin milliyetçi olmadığını düşünen, hatta milliyetçiliğin düşmanı olduklarını düşünen sosyalistlerin durumu budur. Milliyetçi oldukları için milliyetçi olduklarını göremezler.
Ama imgeler yetmez, bu durumu kavramlarla da açıklamayı deneyelim, hem de bizzat Marks örneği üzerinden. Çünkü Marksizmin bu zorluğu aşabilmesi için 150 yıl gerekti[3].
Eğer Marks’ın neden ve nasıl bir milliyetçi olduğu gösterilirse, belki kendilerine Marksist ve Sosyalist diyenlerin de bir parça olsun yukarı bakmaları ve kuyunan ağzını görmeleri, yani aslında birer milliyetçi olduklarını görmeleri sağlanabilir.
Bilindiği gibi bugün dünyadaki Marksistler, sosyalistler hatta demokratlar, milliyetçi olmadıklarını ifade ederken, bunun en özlü ifadelerinden biri olarak Marks’ın “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz[4]  sözünü zikrederler.
Bu yazıda, Marks’ın bu veciz sözünün nasıl olup da milliyetçiliği, hem de gerici bir milliyetçiliği savunduğunu ve ifade ettiğini göstereceğiz.
Ama bunun için önce Marks’tan ve bu sözden biraz uzaklaşalım[5]. Oku ileri fırlatmak için yayı gerelim; ileri sıçramak için geriye gidip hız alalım.
*
Milliyetçi olmadığını düşünenler neden milliyetçidirler?
Çünkü bu milliyetçi olmadığını düşünenler, milliyetçiliğe karşı olduklarını söyleyenler, milliyetçilerin milliyetçilik anlayışına sahiptirler.
Bu anlayışa göre milliyetçilik, başka milletlerin varlığını veya bu milletlerin haklarını inkar etmek, onları baskı altına almaktır
Somutlarsak, bu anlayışa göre, örneğin bugü Türkiye’de Kürtlerin varlığını ve ayrılma hakkını inkar ediyorsanız veya inkar etmiyorsanız bile örneğin Kürtçe eğitim ve Kürtçe konuşma gibi haklarını reddediyorsanız milliyetçisinizdir.
Yine bu anlayışa göre, örneğin, Kürtlerin diyelim ki anadilde eğitim haklarını, bölgesel özyönetim haklarını hatta ayrılma haklarını tanıyorsanız milliyetçi değilsinizdir.
Türkiye’deki sosyalistlerin büyük bölümü, pratikte değilse bile ilke düzeyinde, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımakta, bu ilkeye bağlı olarak da Kürtlerin ayrılma hakkını da savunmaktadırlar veya öyle yaptıklarını düşünürler. (Bunu kendi kabul ettikleri ilkeler çerçevesinde ne kadar yaptıkları ayrı bir konu.) Dolayısıyla da enternasyonalist olduklarını ama milliyetçi olmadıklarını düşünürler.
Üzerinde hiç düşünülmemiş bu kabul aslında baştan aşağı yanlıştır.
Çünkü bu kabul, milliyetçi olmadığını düşünen milliyetçilerin milliyetçilik tanımıdır.
Bunu basit bir akıl yürütmeyle bile görmek mümkündür.
Örneğin Kürtlerin anadilde eğitim hakkını veya ayrılma hakkını sözde değil fiilen de kabul etmek ve savunmak, bırakalım milliyetçi olmamayı gerektirmek bir yana, Türk milliyetçisi olmakla bile çelişmez.
Milliyetçilik, başka milletlerin haklarını reddetmek veya onları baskı altına almak olarak değil de bir milletin çıkarlarını savunmak olarak tanımlandığında bu apaçık ortaya çıkar.
Çünkü pekala Kürtlerin haklarını tanıyarak da Tük milletinin çıkarlarını savunulabilir.
Kürtler ayrıldığı veya kendi iradeleleriyle özgürce Türklerle aynı devlet içinde birleştiği takdirde Türklerin daha özgür, daha demokrat ve daha müreffeh bir yaşam sahibi olabileceği düşünülebilir, ki bu gerçekten de isabetli bir düşüncedir[6].
Böyle bir akıl yürütmeyle  tam da Türk milletinin çıkarlarını savunmak için, Kürtlerin haklarını savunabilirsiniz.
Bu akıl yürütmeden hemen çıkarsanabileceği gibi, Türkiye’nin milliyetçi olmadıklarını düşünen ve buna içtenlikle inanan bütün demokrat ve sosyalistleri aslında birer Türk Milliyetçisidirler.
Çünkü sosyalistler, Kürtlerin ana dilde eğitim hakkını veya ayrılma hakkını, dünyanın en “Enternasyonalist”, en “Marksist”, en “Devrimci” veya en “Demokrat” gerekçeleriyle de savunsalar da, somut sonuçları itibariyle ve pratik olarak, akıllı ve uzak görüşlü bir Türk milliyetçisinin savunabileceklerinden farklı bir şeyi savunmuş olmazlar.
Birisi, enternasyonalist gerekçelerle de olsa fiilen, nesnel olarak sonuçları itibariyle Türk milletinin daha müreffeh, daha demokratik ve özgür yaşamasını savunmuş ve sağlamış; diğeri Türk milletinin çıkarına yönelik  gerekçelerle olsa da nesnel olarak ve sonuçları itibariyle örneğin Kürtlerin özgürlüğünü, baskıdan kurtulmasını, ayrı devlet kurma hakkını, yani Enternasyonalizm veya Marksizm veya devrimcilik adına savunulmuş olanları savunmuş olur.
O halde, genel olarak “ulusal sorun”da veya daha somut olarak “Kürt Sorunu”nda, Türkiye’deki “Devrimci”, “Demokrat” ve/veya “Enternasyonalist”lerin savunduğu her şey, pek ala bir Türk Milliyetçisi olarak da savunulabilir.
Dikkat edilirse, burada milliyetçiliğin tanımları farklıdır, biz bir ulusun çıkarlarını genel olarak savunmayı milliyetçilik olarak tanımlarken, bir ulusun çıkarlarını akıllıca ve uzun vadeli olarak savunanlar veya milliyetçi olmadığını düşünen enternasyonalistler, Marksistler, milliyetçilikten başka ulusları baskı altına almayı ve onların haklarını inkar etmeyi anlamaktadırlar.
Demek ki, milliyetçiliği başka bir ulusun haklarını ve eşitliğini reddetmek olarak tanımlamanın kendisi, bir ulusun çıkarlarını akıllı bir şekilde savunmanın veya “enternasyonalizmin” milliyetçilik tanımından başka bir şey değildir. Yani enternasyonalizmin ve akıllı milliyetçiliğin milliyetçilik tanımları özdeştir. Diğer bir ifadeyle, Enternasyonalistler, akıllı ve uzun vadeli düşünen milliyetçilerle aynı milliyetçilik tanımını paylaşırlar.
O halde milliyetçiliğin karşıtı olduğu, enternasyonalizm olduğu söylenen şey, akıllı ve uzun vadeli olarak bir ulusun çıkarlarını savunmaktan, yani milliyetçilikten başka bir şey değildir.
Kendilerinin milliyetçi değil, enternasyonalist olduklarını söyleyenler, başka ulusları ezmeye karşı olduklarını söyleyenler, farkına varmadan aynı zamanda akıllı bir milliyetçi olduklarını söylemiş olurlar.
En başta söylediğimize  tekrar dönersek: o milliyetçi olmadığını düşünenlerin aslında milliyetçiler olduklarını, ama milliyetçiliğin milliyetçilik tanımıyla milliyetçiliği tanımladıkları için milliyetçi olmadıklarını düşündüklerini söylemiştik.
Bu örneklerle ne demek istediğimiz daha somut ve iyi olarak anlaşılmış olsa gerektir.
Burada Marks’ın sözüne gelirsek: “Başka ulusları ezen bir ulusun özgür olamayacağı” ilkesi, enternasyonalizmin olduğu gibi aynı zamanda akıllı bir milliyetçiliğin; bir ulusun çıkarlarını daha akıllı ve uzun vadeli olarak savunmanın ilkesidir.
Sonuç, Marks’ın sözü, milliyetçilerin milliyetçilik tanımını kabul eder ve çıkarsamasını öyle yapar.
Ergo: Marks bir milliyetçidir.
 
*
Burada küçük bir hatırlatma yapalım.
Biz tam da bu gerçekten hareketle, yani enternasyonalist veya marksist veya milliyetçi olmadığı düşünülen gerekçelerle savunulan her şeyin milliyetçi gerekçelerle savunulabileceği gerçeğinden hareketle ve bizzat bunu gösterebilmek için, bir zamanlar “Bir Türk milliyetçisi olarak” yazılar yazıyorduk. O yazılarda en enternasyonalistlerden daha radikal pozisyonları bir Türk milliyetçisi olarak savunuyorduk.
Hem de bunları, 2000’li yılların başlarında, herkesin Kürt hareketinin ve Öcalan’ın bittiğini düşündüğü; Kürtlerin, PKK’nın ve Öcalan’ın yanında görünmekten korktuğu; bizzat Kürtlerin ve PKK’nın bile çok ciddi bir demoralizasyon yaşadığı bir dönemde, Avrupa’da çıkan Özgür Politika’ya yazdığımız ilk yazılarda yapıyorduk.
Böyle yapmamızın nedeni tam da yukarıdaki açıklamaların dayandığı mantıktı.
“Bir Türk Milliyetçisi” olarak yazarak, sosyalistlere, enternasyonalistlere, aslında sosyalizm, demokrasi ve enternasyonalizm adına savundukları her şeyin bir Türk milliyetçisi olarak da savunulabileceğini göstermeye ve onları milletler ve milliyetçilik üzerine düşündürmeye çalışıyorduk.
Ancak, bu yapmaya çalıştığımız hiçbir zaman anlaşılamadı. Milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar ilkesi burada da yürürlülüğünü sürdürüyordu.
O dönemde yazdığımız yazıların bir derlemesi olan “On Yıl Öncesinden Bugünkü Gelişme ve Tartışmalara İlişkin Yazılar” başlıklı kitap şuradan indirilebilir:
Doğrudan PDF dosyası olarak adresi şöyle:
*
Yukarıda, “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” sözünün aslında milliyetçi bir ilkeyi savunduğunu gösterdik.
Şimdi bir adım daha atalım, Marks’a ve ortaya koyduğumuz ulus teorisini yok sayan, okumamakta ısrar eden Marksistlere daha ağır bir ithamda bulunalım.
Başka ulusların varlığını inkar etmeden, başka ulusları ezmeden ve onlar üzerinde tahakküm kurmadan da bir ulusun çıkarlarının savunulabileceği anlayışı, sadece milliyetçi bir anlayış değildir, aslında gerici milliyetçi bir anlayıştır.
Neden ve nasıl?
Bunu anlayabilmek için önce “Gerici Milliyetçilik” dediğimiz şeyin ne olduğunu tanımlayalım.
Aslında bizim görüşümüze göre, milliyetçiliğin kendisi kategorik olarak her biçimiyle gericiliktir. Ama bizim milliyetçilik tanımımıza henüz gelmediğimizden şimdilik bunu bir yana bırakıyoruz. Burada, piyasada yaygın, eleştirdiklerimiz ve muhataplarımızca kabul edilebilir kavramlar içinde konuşuyoruz.
İşte bu genel gericilik içinde nispeten daha demokratik olarak tanımlanabilecek milliyetçilikler de vardır. Bu bağlamda bir açıklama yapalım.
Sık sık gazetelerde ya da politika ve sosyoloji kitaplarında “Alman usulü kültüre, tarihe vs.” dayanan millet anlayışı ile “Fransız usulü” bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlanan millet anlayışının ve kuruluşlarının olduğundan söz edilir[7].
Bu farklı olduğu söylenen millet anlayışları yani milliyetçilikler, aslında sadece nötral bir farklılık şeklinde ifade edilemeyecek, çok temelden, birbirine zıt bir farklılığa karşılık düşerler. Biri daha demokratik, diğeri daha gerici bir millet ve milliyetçilik anlayışını ifade eder.
Diyelim ki, milletlerin tarihte derin kökleri olan, aynı soydan ve dilden gelen insanlardan oluştuğuna dair bir millet ve milliyetçilik anlayışına sahipsiniz. Bu milleti de böyle tanımlamaya yol açar, ama böyle bir millet ve milliyetçilik, otomatikman diğer soydan, dilden, dinden, tarihten olduğu düşünülenleri dışlama ve baskı altına alma sonucunu doğurur. Bu tür gerici bir ulusun ve ulusçuluğun tipik örneği Alman ve Türk milletleri ve milliyetçilikleridir.
Ama ulusu bir toprak parçasında yaşayanlarla ve ortak demokratik ideallerle tanımlayan; dil, din, soy vs. körü olan, ulusu bunlarla tanımlamayan, hatta bunlarla tanımlamaya karşı tanımlayan, bunlara hiçbir politik anlam vermeyen  bir  milliyetçilik ve milletler de vardır. Bunlar milleti dile, soya, dine vs. göre tanımlanmadıklarından, kimseyi dilinden, soyundan, dininden dolayı baskı altına almazlar. Devlet veya ulus, tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki devletin dinler karşısında tarafsız ve dinsel farklılıklara kör olması gibi, dil, soy, ırk, tarih vs. farklılıkları karşısında da tarafsız ve kör olur. Bu tür uluslara ve ulusçuluğa örnek olarak Amerikan ve İsviçre ulusları ve ulusçulukları gösterilebilir.
O halde, bir ulusu, dile, dine, tarihe, soya, ırka vs. göre tanımlayan; ulusların böyle birimler olduğunu söyleyen uluslar ve ulusçuluklar, tanımı gereği gerici, demokratik olmayan bir ulus ve ulusçuluk anlayışını yansıtırlar. Biz bu nedenle bu tür ulus anlayışına dayanan ulusçuluğa “gerici ulusçuluk” diyoruz.
Ulusu ve ulusçuluğu böyle tanımlamayı reddeden, böyle dile, dine, soya, ırka göre tanımlamaya karşı tanımlayan ulusçuluklara ise “demokratik ulusçuluk” diyoruz.
Tekrar edelim, bu iki biçim de tarihsel olarak bir karşı devrimi ifade ederler ve her ikisi de gericiliktir; ama gerici milliyetçilik, bir karşı devrim içinde karşı devrimdir; katmerli gericiliktir.
Özetle “gerici ulusçuluk” derken, ulusu bir dil, din, tarih, soy, etni, “ırk” vs. veya bunların bir kombinasyonuyla tanımlayan ulusçuluğu anlıyoruz. Ulusu bunlarla tanımlamayı reddeden, belli bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlayan ulusçuluğa da “demokratik ulusçuluk” diyoruz.
*
Şimdi bu iki farklı ulusçuluğun ilişkisine bakalım.
Bu iki ulusçuluk sadece farklı değildir, birbirine zıttır ve bir arada bulunamazlar.
Nasıl hem Allaha hem de Putlara tapılamaz ise, biri diğerini dışlar ise, demokratik ulusçuluk ile gerici ulusçuluk bir arada bulunamaz, biri diğerini dışlar. Puta tapıldığı an Allah’a tapmanın ortadan kalkması gibi, bir ulus bir dille, bir dinle, bir tarihle vs. tanımlandığı an demokratik, yani bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmış olma niteliğini yitirir. Bu nedenle bu iki farklı ulusçuluğun olduğu yerde bu farklı ulusçuluklar arasında bir savaş kaçınılmazdır.
Bunun en tipik kanıtı ve örneği, ABD’deki meşhur iç savaştır.
Bu iç savaş, ekonominin ve sınıfların kavramlarıyla açıklanabileceği gibi[8], üstyapının kavramlarıyla da aynı şekilde açıklanabilir.
Güney eyaletleri, ırka dayanan ve ulusu beyazlarla tanımlayan bir ulusçuluğu savunuyordu. Kuzeydekiler ise, ulusun böyle tanımlanmasını reddediyordu. Kuzey ve Güney savaşı, iki farklı ulusun değil; iki farklı ulusçuluğun ve ulus anlayışının savaşıydı: demokratik ulus ve ulusçulukla gerici ulus ve ulusçuluğun.
Amerika’yı Amerika yapan da, gerici ulusçuluğa karşı demokratik ulusçuluğun kazandığı zaferdir[9].
*
İki gerici ulus ve ulusçuluk, ortak çıkarlar varsa ve konjonktür uygunsa bir arada aynı devlet içinde bulunabilir. Ama biri demokratik biri gerici iki ulus ve ulusçuluk bir arada ve aynı devlet içinde bulunamaz.
Yani örneğin bugün Türkiye’de milleti hem Türklük veya Kürtlükle tanımlamaya karşı tanımlayıp, hem de Türklük veya Kürtlükle tanımlayamazsınız, tıpkı hem Allah’a hem putlara tapamayacağınız gibi. Biri varsa diğeri olamaz.
Ama biri Türklükle, diğeri Kürtlükle tanımlanmış iki ulus, ayrı ayrı karar verip aynı devlet çatısı altında birleşebilirler. Ama böyle bir devlet veya ulusta da ulusu Türklükle veya Kürtlükle tanımlamaya karşı bir ulus var olamaz. Tıpkı putlara tapanın aynı zamanda Allah’a tapamayacağı gibi. Bu ikisinden birinin var ve egemen olması diğerinin yok olmasıyla sonuçlanır.
Tekrar edelim, demokratik ve gerici ulusçuluk bir arada bulunamazlar. Ama iki gerici ulus ve ulusçuluk bir arada bulunabilir. Yani ulusu bir dille tanımlayan Kürtler ve Türkler diyelim, aynı devlet içinde bir arada yaşamaya karar verebilirler. Bu uzlaşmayı güçlerin durumuna göre yapabilirler. Ama dikkat edilsin burada birleşenler, kendini dille tanımlamış iki gerici ulus ve ulusçuluktur. Birleştikleri gibi ayrılabilirler de.
Demokratik bir ulus ile gerici bir ulusun ve ulusçuluğun farkını şöyle somut olarak anlatabiliriz.
Gerici ulusçuluğa göre tanımlanmış iki ulusun aynı devlet içinde yaşadıkları bir durumda, okullarda Kürtler Kürtçe derslerde Kürt Tarihi, Türkler Türkçe derslerde Türk Tarihi okur. Türkçe ve Kürtçe, bu uluslarda linguistik, nötral değil, politik kavramlar ve dillerdir.
Ama demokratik bir ulusçuluğa göre şekillenmiş bir ulusta, herkesin istediği dili ana dil olarak seçme ve ana dilinde eğitim hakkı olur. Ortak bir haberleşme diline gerek olup olmadığına veya bunun ne olacağına o demokratik ulusun yurttaşları demokratik olarak karar verebilirler. Ve örneğin İngilizce’yi böyle bir dil olarak seçebilirler. Dilin hiçbir politik anlamı olmadığından, o ulus İngilisce’yi ortak konuşma dili olarak seçtiği için ingiliz ulusu olmaz. Yani dillerin, dolayısıyla Türkçe ve Kürtçe’nın politik bir anlamı yoktur, sadece linguistik, politika dışı bir anlamı vardır. Yani Türkçe Türkçe değildir, Kürtçe Kürtçe değildir. İkisi de birer dildirler.
Ama daha da ötesi var. Demokratik bir ulusçuluğa göre kurulmuş demokratik bir ulusta, herkes kendi ana dilinde, aynı tarihi, yani Kürt ve Türk uluslarının tarihini değil; ulusların tarihi olmadığını anlatan, ulusların tarihi olduğu fikrinin gerici ulusçuluğun bir yalanı olduğuna dair demokratik bir ulusçuluğun anlayışını yaratan tarihi okurlar.
Demokratik ulusçuluk ile gerici ulusçuluk arasındaki uzlaşmazlık çok açıktır. Hem ulusların tarihi olmadığını (yani Kürt ve Türk tarihi diye bir şey olmadığını, bunların uydurma olduğunu) okutup hem de ulusların tarihini, yani Kürt ve Türk tarihini okutamazsınız. Bu ikisi birbiriyle çelişir.
Elbette demokratik bir ulusta ve ulusçulukta, fikir ve örgütlenme özgürlüğü mutlak olduğundan, okulun dışında insanlar, Türkler veya Kürtler olarak bir araya gelebilirler, Kürtlerin ve Türklerin tarihleri üzerine yayınlar yapabilirler vs.. Ama bunların hiçbir politik anlamı olmaz.
Bu tıpkı, okullardaki derslerde Darwin yasalarını, DNA’ları, Fosilleri vs. öğrenip okuldaki dersten çıktıktan sonra Cami’de , Kilisede veya Havra’da İnsan’ı Allah’ın çamurdan yarattığını ve cennetten kovduğunu öğrenmek ve öğretmek gibidir. Demokratik bir ulusçuluk, insanların bu hakkını da garanti eder. Ama bütün bunların politik bir anlamı olmaz. Tıpkı Fenerbahçeli ve Beşiktaşlıların birlikler kurması gibi bir anlamdan fazlasına sahip olmaz bütün bunlar.
Evet demokratik bir ulus ve ulusçulukla gerici bir ulus ve ulusçuluk bir arada var olamaz ama iki gerici ulus ve ulusçuluk bir arada olabilir. Yine okul örneğine dönersek, Pekala Türk okullarında Türk Tarihi, Kürt okullarında Kürt tarihi okunabilir. Tabii konjonktür, bir arada yaşamayı zorluyorsa ve çıkarlar ortaksa birlik olabilir ve sürebilir ama bu tür birlikler ilk krizde bölünmeyle ve gerici ulusların ve ulusçulukların karşılıklı savaşlarıyla son bulur. Balkanlar ve Rusya bunun en açık örneğidir.
Şimdi, Selahattin Demirtaş veya Abdullah Öcalan “biz” derken Kürtleri kastettiği sürece, henüz demokratik ulusçu değiller gerici ulusçulardır. Türk aydınları, sosyalistleri, enternasyonalistleri veya komünistleri, var olan Türklükle tanımlanmış ulusa ve devlete karşı, her hangi bir dille, dinle, soyla, tanımlamayı reddeden bir ulus ve devleti savunmadıkları sürece, Kürtlerin haklarını istedikleri kadar savunsınlar ve kabul etsinler, gerici ulusçulardır.
Yani bugün Türkiye’deki tartışmalar aslında iki gerici ulusçuluk arasında olmaktadır. İki gerici ulusçuluk nasıl birlikte ayrılmadan yaşayacaklarını tartışmaktadırlar. Kürtler “Ben de senin eşitin olayım, Devletin adının Türkiye olmasını, resmi Dilin Türkçe olmasını sorun yapmıyorum” demekte Türkler henüz bunu hazmetmeye hazır olmadığını ifade etmekte ve bunun sonunda bölünmeye yol açacağını söylemektedirler.
Ancak, aynı gerici ilkeye göre bir araya gelmiş iki ulus, ilk zorlukta, çıkar ortaklığı kalktığında  uzun vadede bölünürler. Ve bu ayrılma da muhtemelen, Çek ve slovakların, İsveç ve Norveçlilerin ayrılığı gibi uygarca da değil, gezatalarin üçüncü sayfalarından da görüleceği gibi çok da kanlı olur.
Ama kanlı veya kansız, bu bölünme aynı gerici ulusçuluğa dayanan iki gerici ulusun bölünmesi olur. Bu bölünme insanlığa ve o ulusları oluşturan insanlara hiçbir şey kazandırmaz, ikisi de gericiliğin batağında boğulur.
Ama Türkiye ve Kürdistan’da ulusu Kürtlükle veya Türklükle tanımlamayı reddeden demokratik ulusçuluk ve uluslarla; ulusu Türklük ve Kürtlükle tanımlayan ulus ve ulusçuluklar arasında, tıpkı Amerika’daki iç savaş gibi bir bölünme ve savaş olursa, demokratik ulus ve ulusçuluk yenilse bile, insanlara daha kurtarıcı bir mesaj bırakmış, geleceğin başarılarının tohumunu atmış olur.
Gerçi şimdilik Avrupa Birliği perspektifi ve Kürtlerin, Türklerle birlikte Orta Doğu’dan çıkıp Avrupa’ya katılma hedefi bir Kürt ve Türk ayrılığı ve savaşını uzak bir ihtimal olarak gösteriyorsa da, uzun vadede bir alt üstlük, bir kriz ve bu perspektifin yitirilmesi durumunda Yugoslavya’daki gibi bir savaş kaçınılmazdır.
Yani Türkiye’deki en ciddi Demokratik Hareket olan Kürt hareketi bile aslında gerici bir ulus ve ulusçuluk anlayışından kopmuş değildir. İşin ilginci bu hareket tıpkı sosyalistler gibi, milliyetçi olmadığını düşünmekte ve milliyetçiliğe karşı olduğunu da iddia etmektedir[10].
Bir de karşı tarafa, Türk tarafında ulusçu olmadığını düşünenlere bakalım.
Her hangi bir liberal yazarı alın bakın, şöyle satırlar göreceksinizdir. “Avrupa ya da globalleşme artık ulus devletle bir arada yaşayamıyor. Ulus devletin sonu geliyor. Avrupa Birliği ulus devlete son veriyor.
 Bu gibi satırlarda ifade edilen ulus ve ulusçuluk anlayışı, tam da ulusların bir dil, din, tarih, soya dayandığı anlayışıdır. Yani bir dile, dine, tarihe, dayanmayan bir ulusun veya ulusçuluğun artık ulus veya ulusçuluk olmadığını düşünmektedir. Ama ulusu ve ulusçuluğu böyle tanımlamanın kendisi tamı tamına gerici bir ulusçuluktur: yani ulusları tarihe, dile, soya vs. dayanan birlikler olarak anlamaktadır
Görüldüğü gibi, aslında Türkiye’de bırakalım ulusçu olmamayı bir yana, henüz demokratik bir ulus ve ulusçuluk anlayışı bile yok. Ve gerek entelektüel, gerek politik hayata, Marksistinden liberaline, beyaz Türkünden Kürdüne kadar, bütünüyle gerici bir ulus ve ulusçuluk anlayışı egemendir.
Zaten eğer demokratik bir ulus ve ulusçuluk anlayışı olsaydı, ulusçuluk olmayanı şimdilik bir kenara bırakıyoruz,  şimdi Kürt ve Türk uluslarının ve ulusçuluğunun tarihleriyle alay eden, onun saçmalıklarını ve yalanlarını ortaya çıkarmış zengin bir literatür bulunur, en azından aydınlar ulusların tarihleri olduğu anlayışıyla alay eder bir durumda olurdu.
Böyle bir entelektüel egemenlik uzun vadede, demokratik ulusçu, politik ve sosyal bir harekete temel olur; Kürt ve Türk ulusçularıyla demokratik ulusçular arasında gerçek bir mücadelenin temelleri atılmış olurdu.
O zaman diyelim ki aydınlar veya demokrat veya sosyalist olduğunu düşünenler, “Biz” derken Türkleri veya Kürtleri değil Kendini politik olarak Türklük veyla Kürtlükle tanımlayanlara karşı olanları kastederdi.
Çünkü, demokratik bir ulusçuluğu içselleştirmiş birinin “biz”i, Türkleri veya Kürtleri değil, Demokratik Ulusçuları içerir, yani ulusu Kürt veya Türklük ile tanımlamayı reddedenleri; “Biz”i Türk ya da Kürt ulusu olanlar, onun için “öteki”dir, kendisiyle savaşılacak bir düşmandır.
*
Buraya kadar söylenenleri toparlarsak, bir Türk ulusçusu, pekala Türk ulusunun çıkarlarına daha uygun olacağı için, Kürtlerin üzerindeki baskıya karşı çıkabilir  ve örneğin Kürterin ayrılma hakkını ve kendi özgür iradeleriyle birleşme hakkını savunabilir.
Böyle yapmakla, ulusçu olmaktan çıkmayacağı gibi, bunun için gerici bir ulusçuluk anlayışını terk etmesi gerekmez. Aslında Türk ulusu olarak Kürt ulusunun haklarını tanımak, kabullenmek veya savunmak gerici bir ulusçuluğu akıllıca savunmaktan başka bir şey değildir.
Bunun en somut örneği de bizzat Kürt Ulusul hareketidir. Kürt hareketinin durumu tamı tamına böyledir. Kürt ulusu ve ulusal hareketi, Türk ulusunun varlığını reddetmemektedir. Hatta Türklerin ayrılma hakkını savunduğu bile söylenebilir. Yani Türklerin kendi özgür iradeleriyle Kürtlerle birleşmesinden yanadır aslında bu günkü Kürt ulusçuluğu.Yani başka ulusların varlığını inkar ve onları baskı altına alma yoktur bu ulusçulukta. Ama ulusu bir dille, bir tarihle tanımladığı için gerici bir ulusçuluktur.
Ulusların tarihi olmadığı, demokratik bir ulus olmak için, ulusun tarihle, dille, dinle, soyla tanımlanmasını reddetmek gerektiği anlayışının burada yeri yoktur.
Ama birbirlerini tanıyan ve birlikte bir devlet içinde olabilen her iki ulus ve ulusçuluk da ulusların böyle tanımlanmasını reddeden demokratik ulusçuluk karşısında birer diktatörlüktür ve demokratik bir ulusun varlığını tanımazlar ve tanıyamazlar. Çünkü tanıdıkları an kendileri yok olurlar.
Burada denklemi tersinden, eşitliğin diğer tarafından formüle edersek, Demokratik bir ulus veya ulusçuluk da, ulusu Kürtlük veya Türklükle tanımlamayı reddeder. Ulusu böyle tanımlamayı reddetmekle tanımlar. Demokratik bir ulus veya ulusçuluk da gerici ulus veya ulusçuluk karşısında bir diktatörlüktür.
O halde bu formülü şöyle de ifade edebiliriz: Demokratik bir ulus veya ulusçuluk, ulusu bir dille, bir dinle, bir tarihle vs. tanımlayan ulusları ve ulusçulukları ezmek zorundadır. Aksi takdirde kendisi onlar tarafından ezilir.
O halde, “gerici ulus ilkesine göre tanımlanmış ulusları ve ulusçuları ezmeyen bir ulus özgür olamaz” sonucuna ulaşırız.
Görüldüğü gibi, demokratik bir ulusçuluğun geçerli olması için, Marks’ın formülünün tam tersi doğrudur.
Toparlarsak, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” sözü, gizli bir varsayım olarak, ulusların tarihe, dile vs. dayandığı şeklindeki gerici ulusçuluğun ulus anlayışına dayanır ve ancak böyle bir varsayım üzerinden formüle edilebilir.
Demokratik bir ulus ve ulusçuluk açısından böyle bir formül mümkün değildir.
Çünkü demokratik bir ulus veya ulusçuluk açısından bu denklem ancak söyle ifade edilebilir: Dile, dine, tarihe göre tanımlanmış ulusları ve ulusçuluğu ezen bir ulus özgür olabilir.
Görüldüğü gibi, Marks’ın enternasyonalizmin en özlü ifadesi veya ulusçuluğun panzehiri olarak ifade edilen formülü aslında hem milliyetçi bir formüldür hem de gerici milliyetçiliğin millet anlayışına dayanan bir formüldür.
*
Yukarıda Abdullah Öcalan veya Selahattin Demirtaş’tan gerici ulusçuluğun sınırları içindeler diye söz ederken onların bir demokratik ulusçuluğa kapalı olduğunu söylemek istemiyoruz. Aslında onlar gerici bir ulusçuluğun kavramları içinde gerici bir ulusçuluğa karşı çıkmaya çalışıyorlar. Abdullah Öcalan örneğin bir çok yerde örnek olarak Amerikan ve İsviçre uluslarını örnek gösterir. Sık sık “Anayasal Vatandaşlıktan” veya “Türkiye Ulusundan” söz ederler.
Diğer yandan Marks da, bir yandan böyle milliyetçi ve aynı zamanda gerici milliyetçiliğe dayanan formülasyonlar yapar ama aynı zamandaKuzey’in Güney’e karşı savaşını destekler. Bu çelişkiler aynen bütün Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi bayak marksistlerde görülebilir.
Zaten sorun buradadır, bu çelişkili bir durumdur. Birbiriyle uzlaşamayan iki anlayış, iki farklı ulusçuluk bir aradadır. Bir arada omasının nedeni de ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun bilinmemesidir. Ulusların ve ulusçuluğun ne olduğu bilinmediği an genellikle gerici ulusçuluğun ulus anlayışı egemen olur, politik olarak buna karşı olunsa bile.
Marksizm egemen ve yaygın biçimiyle bu çelişkiyi, demokratik ulusçuluk ve ulusluru karşı savaş yönünde aşamadı; aksine gerici ulusçuluk anlayışı demokratik ulusçuluğa dayanan programları Stalinizmin yükselişiyle birlikte tasfiye etti. Bırakalım uluslara karşı savaşı bir yana, en gerici ulusçuluk Marksizm biçiminde ortaya çıktı.
Elbette zındık Marksizm, devrimci ve eleştirel ruhu yaşatan ve resmi marksizmlerce lanetlenip, koğuşturulan, susuşa boğulan Marksizm, Demokratik milliyetçiliği de eleştirip aşarak uluslara karşı mücadeleye de ulaştı ama bütün bunlar bilinmez kaldı ve kalıyor.
Peki Kürt Özgürlük hareketinin evrimi nasıl olacak?
Kürt hareketi bu çelişik durumdan demokratik bir ulusçuluğa doğru mu evrilecek yoksa gerici ulusçuluk anlayışı, demokratik ulusçuluğun ögelerini iyice bastırıp yok mu edecek?
Şu an verili koşullar çok olumsuz sinyaller veriyor. Şimdilik bunu başarabilecek kavramsal araçları yok. Dünyada böyle bir entelektüel bir birikim ve iklim yok. Bizim bu yöndeki çabalarımız hiçbir yankı bulmuyor hem türk sosyalistlerinin hem de gerici Kürt milliyetçilerinin suskunluk ve düşmanlık duvarına çarpıyor. Şimdilik gerici bir ulusçuluğa dayanarak şekillenmiş bir biçim içinde ulusa demokratik ögeleri doldurarak bunu aşmaya çalışıyorlar. Abdullah Öcalaan’ın kitaplarının özü budur. O Kürt ulusuna Demokratik geleneklere dayanan bir tarih yazmaya ve yaratmaya çalışıyor. Ama en demokratik ögelerle de doldursa, yazdığı tarih gerici ulus anlayışının dayandığı bir tarih olmaktan çıkmaz. Şimdilik bu demokratik içeriğin gerici biçimi parçalayacağı yönünde bir ize pek rastlanmıyor. Gelişmeler aksi yönde.
Türkiye’nin sosyalistleri bir mucize olup demokratik ulusçular haline dönüşseler Kürt özgürlük hareketinin önemli bir bölümü de aynı yolu izleyebilir. Ne var ki, Türklerdeki çürüme, Türk sosyalistlerini de iyice sardığı için, Kürt özgürlük hareketinin böyle bir dönüşüm geçirmesini destekleyici değil engelleyici bir işlev görüyorlar. Kürt hareketi el yordamıyla bir şeyler bulmaya, Kürt hareketi olmaktan çıkmaya çalışıyor.
*
Marks’ın öğretisi zorunlu bir koşul veya sonuç olarak ulusçuluğu veya gerici ulusçuluğu içermiyordu. Bunlar onda geçmişin kalıntıları, öğretiyi mantık sonuçlarına götürememenin, yeterince olgunlaşmamanın sonuçları olarak vardılar.
Tıpkı Hegel’in sistemi ve yöntemi arasında olduğu gibi çelişkili bir yan, Marksizm’de de, onun altyapı ve üstyapıya ilişkin kavramları ve teorileri arasında vardı.
Bu nedenle Marks, Altyapının kavramlarıyla Kuzey’i destekler ve iki farklı ulusçuluğun bir arada bulunamayacağını zımnen ifade ederken; aynı Marks, üstyapının kavramlarıyla bununla çelişen ve gerici bir milliyetçiliğe dayanan ve onu savunan formülasyonlar yapmaktaydı.
Egemen Marksizm tıpkı diğer Hegelciler gibi bunun gerici yanını aldı ve geliştirdi, bugün dünyada egemen olan görüş budur.
Ama Tıpkı Marks ve Engels’in Hegel’in yöntemini alırkan yaptığı gibi, onun devrimci ve eleştirel yanını alıp geliştirenler ve o gerici sistemi atanlar da olabilirdi ve olmuştur.
Biz tam da bunu yapmaya çalıştık ve kanımızca yaptık. Bunu yaparken, Marksizm’e yabancı olan kavramları atmamaz, ya da kimi kavramların Marksizmle bir arada bulunamayacağını göstermemiz yetti.
Bu yazıda bunun küçük bir örneğini vermeye çalıştık.
Bugün Türkiye’de ihtiyaç olan şey kendine sosyalist diyen gerici milliyetçiler değil; şurada anlatılan türden demokratik bir milliyetçiliği savunabilecek radikal demokratlardır.
Demokratik veya değil, milliyetçi olmamak ve milliyetçiliğe karşı olmak ise, milletlere karşı olmakla mümkün olur.
Milletler politik olanı ulusal olanla tanımlamış topluluklardır.
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın ulusal olanla tanımlanmasına karşı olmadan; yani en demokratik biçimiyle bile olsa milletlere; dolayısıyla devletlere, sınırlara karşı savaşmadan ve bu savaşı en başa almadan milliyetçi olmaktan kimse kurtulamaz.
Zaten uluslar ortadan kaldırılmadan, bırakalım sınıf farklılıklarını bir yana, insanlığın yok olma tehlikesi ortadan kaldırılamaz.
O halde, bu sonuçları politik olarak şöyle ifade edebiliriz:
Türkiye’de acil olarak, demokratik bir ulusçuluğu savunacak radikal demokratlara ihtiyaç vardır.
Dünyada, uluslara karşı insanlık bayrağını açacak insanlara ihtiyaç vardır.
Sosyalizm değildir insanlığın acil gündemi.
Sosyalist olduğunu düşünenler, Türkiye’de Radikal Demokrat, dünyada da İnsan olmalıdırlar.
Bugün Türkiye’de sorun, Liberaller ve Ulusalcılar karşısında sosyalistlerin birliği değil; gerici ulusçulara ve uluslara karşı demokratik bir ulusçuluğun propagandası ve örgütlenmesidir.
Bugün dünyada sorun, ulusal devletler içinde işçilerin kapitalistlere karşı mücadelesi değil; İnsanların, yani politik olanın ulusal olanla çakışmasını reddedip buna savaş açanların; Türk, Alman, Fransız, Amerikan vs. uluslarına karşı dünya çapında bir hareketinin yaratılmasıdır.
Bunun için de Marks’tan başlamak, Marksizmi ulusçuluktan arındırmak gerekiyor.
Çünkü Marksizm ulusçuluğun ne olduğunu çözemediği için fiilen ulusçu olmuştur.
Demir Küçükaydın
02 Ocak 2011 Pazar