5 Ocak 2011 Çarşamba

Kapitalist Modernitenin Zamanı


Uygarlık tarihinin ilk, orta ve yeniçağ biçiminde üçe bölünmesi yanlış değildir. İhtilaflar daha çok tanımlamaların içeriğine ilişkindir.

Uygarlık tarihinin ilk, orta ve yeniçağ biçiminde üçe bölünmesi yanlış değildir. İhtilaflar daha çok tanımlamaların içeriğine ilişkindir. Savunmamda dayandığım anlatım biçimi ve içeriğinin aydınlatıcı olduğu kanısındayım. Kapitalizmi bir uygarlık olarak ele almanın doğru olup olmadığı tartışılmıştır. Benim uygarlık tartışmamın temelinde uygarlığın bir bütün oluşturduğu ve ‘ana nehir’ gibi bir akış düzenine sahip olduğu gerçeği vardır. Şehir, sınıf ve devlet üçgeni üzerinde hareketlenir. Bu üçgenin aldığı biçimler uygarlığın da biçimini belirler. Sümer ve Mısır uygarlığını ilk klasik biçim, Grek-Romen, İslam ve Hıristiyanlık dönemini olgunluk dönemi, Avrupa uygarlık dönemini ise çözülüş ve kaos olarak değerlendirebiliriz. 
Yapmak durumunda olduğum bir ayrım da Demokratik Uygarlık boyutudur. Ana nehir uygarlığında bulunmakla birlikte aynılaştırılamaz. Kaldı ki, uygarlık son derece çelişkili bir bütündür. Temel çelişki devlet tekelli uygarlıkla devletleşmemiş toplumun demokratik uygarlığı arasındadır. Devletli uygarlıkla demokrasili uygarlık arasındaki çelişkiyi en iyi antikçağdaki iki Grek kenti arasında görmekteyiz: Krallıkla yönetilen Isparta ile demokrasiyle yönetilen Athena arasında. Avrupa uygarlığı geliştiğinde de benzer yoğun bir çelişki yaşandı. 14. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar devlet ve kent demokrasileri arasında yaşanan yoğun çatışmalar, özünde devlet ve demokratik uygarlıklar arasında geçmektedir. 
Marksizmin en önemli bir eksikliği de bu çatışmayı dar sınıf eksenli görmesidir. Sınıfların direkt çatışması analitiktir. Somut çatışma toplumsal gövdeler arasında olur: Devlet toplumuyla demokratik toplumlar arasında. Dar sınıf bakış açısının sonuçları bilinmektedir. Kaldı ki, sınırları hiçbir zaman kesin çizilemeyen ve her gün geçişler yaşayabilen sınıflarda asıl olan içinde yaşadıkları bilinç durumudur, kültürüdür. Kendi uygarlığını tanımayan veya oluşturamayan sınıf zaten yokluk durumundadır. Uygarlıksız sınıf mücadelesi olmaz. Tek uygarlık içinde iki sınıfın mücadelesinin ne denli vahim bir hata olduğu Sovyet deneyiminde görüldü. Avrupa devlet uygarlığının kalıplarını kıramadığı için, özgün bir Sovyet uygarlığı oluşturulamadı. Kapitalist modernite kalıplarını büyük oranda esas aldığı için, sonunda onlar gibi olmaktan kurtulamadı. Tarihte bu durumun birçok benzeri yaşanmıştır. Başkalarının silahlarıyla (uygarlık yaşam tarzı) savaşırsan, başkaları gibi olursun. Bu durumların ortaya çıkması, devrimlerin kendi uygarlık biçimlerini belirleyememeleri ile ilgilidir.
Kapitalist uygarlık bu anlamda dar bir kavramdır. Fakat Avrupa uygarlığı gibi içinde çok güçlü demokratik öğeleri bulunduran bir uygarlığı, sanki iki sınıfın (işçi-kapitalist) ortak uygarlığıymış gibi yansıtmak da içinde çok yanlış anlamlar barındırır. Tek bir Avrupa uygarlığı yerine, demokratik ve kapitalist Avrupa ayrımı daha öğretici olabilir. Günümüzdeki AB bu iki uygarlık arasında geliştirilmeye çalışılan bir uzlaşmış uygarlıklar Avrupa’sıdır. İncelenmeye değer ilginç bir deneyimdir. Avrupa’nın katı devlet uygarlığını çok güçlü demokratik geleneklerle, mantık ve hukuk gibi yumuşak güçlerle dengeleme zorunluluğu, uygarlığın (devletli) son dönemine ilişkin tanımlamamızla (uygarlığın krizlerle iç içeliği) uygun düşmektedir. Dört yüz yıllık yoğun savaşlar krizli yapının diğer bir kanıtıdır. Yoğun sistem tartışmalarına Sovyet sistemi de kanıtlayıcı örnek sayılabilir. AB’nin yapısı, geleceği tartışmaları tek başına modernitenin kararsızlığını ve krizden kurtulamadığını yansıtmaktadır.
Bu yargıya varmamızın temel nedeni kapitalist tekelin yapısıyla bağlantılıdır. ‘Kapital’de Marks’ın kanıtladığı gibi, kriz sermayeyle, yani tekel için yapısal olmasıyla ilişkilidir. Sermaye birikimi ve kâr krizsiz başarılamaz. Sermaye kârsız duramayacağına göre krizsiz de olamaz. Devrimlerin, demokratikleşmenin ve insan haklarının sürekli gündemde yer almaları, sadece kendi iç sorunlarından ötürü değil, krize yanıt arama ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Dünyanın yönetilemez durumudur. Küresel sermaye her döneminde dünyayı yönetmedi; dünyayla savaştı. Doğasındaki krizden dolayı savaşımlar dünya çapında yaygınlaştı. Uygarlığın doğuşuyla birlikte ilk profesyonel ordu ve savaşlar hep oldu. Devlet uygarlığı, özü gereği, topluma egemen olmadan gelişemez. Egemenlik ise iktidar demektir. İktidar hâkimiyetsiz, o da zor olmadan gerçekleşmez. Hegel’in tarihi ‘kanlı mezbaha’ya benzetmesi bu nedenledir. 
Her iki önceki uygarlığın kapitalizmden farkları sınıf, kent ve devlet yapısının niceliğiyle ilintilidir. Kentler küçük, sınıflar sınırlı, devletler az ve küçüktü. Dolayısıyla savaşlar az ve kısa süreli olup biterlerdi. Yine de şiddet, uygarlığın yapısal karakteri olmasından ötürü önemlidir. Fakat kapitalizmde kent, sınıf ve devlet tüm toplumu yuttuğu gibi, çevreyi de, yerin altını ve üstünü de yutar. Kaotik durumlar hem toplumu hem çevreyi sarar. I. Wallerstein, kapitalizmin 1970’ler sonrası yapısal krize girdiği ve bu krizin 25-50 yıl sürebileceği gibi bir yargıda bulunur. Sonucu ise bilim + örgüt + eylemin niteliğinin belirleyeceğini söylerken, kısmen olgu ve ilişkileri dile getirmektedir. Halen Marksist devrevi bunalım anlayışından kurtulamamıştır. Kapitalizmin tüm zamanı açısından bunalımı varsaymak bana daha doğru gelmektedir. Bu bölümde kısaca kapitalizmin zamanını bölümleyerek hem yapısını, krizsel halini, hem de değişim sorunlarını taslak düzeyinde tartışmaya çalışacağım.

A-Tekelci Ticaret Kapitalizmi
Sermayenin en eski alanı ticarettir. Tarihte M.Ö. 4000-3000 döneminde Uruk sitesi etrafında bir ticaret çağından bahsetmek mümkündür. Asurluların Anadolu’dan Hindistan’a kadar ticaret kolonileri kurduklarını bilmekteyiz. Fenikeliler ilk ticaret kolonilerini Akdeniz’in her tarafında kurma yeteneğini gösteren ilk kavimdir. Pers İmparatorluğundaki genişleme ve güvenlik ticaret açısından en geniş küresellik anlamını taşır. Greko-Romen uygarlığında ticaret tüm etkinliğini sürdürmüştür. Ticaret olmadan büyük kentlerin ayakta durması zordur. Büyük kent, büyük ticaret demektir. Ortaçağda küresel güç olan İslam uygarlığı, Batı ticaretine giden yolda son büyük merhaledir. Ticaret için gerekli tüm gelenekler oluşmuş gibidir. Para, kredi, banka, senet, pazar, taşıma gibi unsurlar, İslam uygarlığında eski ve yeni argümanlar olarak en çok ağırlık teşkil eden sektör olmuştur. İtalyan ticaret kentleri esas olarak Doğu Akdeniz’in, İslam ve Bizans ticaretinin geleneklerini devralmışlardır. 
13. yüzyılda ticaret üstünlüğü İtalya üzerinden Avrupa kıtasına taşınır. İtalyan ticaret kentleri 13. ve 16. yüzyıllar arasında üstünlüklerini sürdürürler. 16. yüzyıldan itibaren üstünlük Hollanda ve İngiltere şehir tekellerine geçer. Ticari kapitalizmin zaferi büyük oranda bu yüzyıldan itibaren bu iki ülkenin başkentleri London ve Amsterdam üzerinden sağlanmıştır. Atlantik ve Ümit Burnu üzerinden Amerika ve Güneydoğu Asya’nın keşfi ve ticaret yollarına katılması en büyük ticari devrimlerden biridir. Bu yollarla birlikte Ortadoğu’nun geleneksel Doğu-Batı, Kuzey-Güney ticaret yollarına hâkimiyeti 16. yüzyıldan itibaren büyük darbe yemiş ve eski önemini yitirmiştir. Ortadoğu uygarlığının 16. yüzyıldan itibaren sürekli gerileme sürecine girmesi, yeni açılan bu ticaret yollarıyla yakından bağlantılıdır. Endüstri devrimiyle de en stratejik darbeyi yiyerek günümüze kadar bir daha kendini toparlama şansını ve gücünü bulamaz. 
Avrupa’nın ilk büyük sermaye birikimi 15. ve 18. yüzyıllarda başat rol oynamaktadır. 10. yüzyıldan itibaren yükselişe geçen kent zanaatçılığı ve tarım üzerinde ilk hegemonyasını kurar. İlk ciddi sanayi hareketi olan manifaktürün tekelleşmesi ve yaygınlaşması, hacimce büyümesi ticari tekel hegemonyacılığıyla yakın bağ içinde oluşmuştur. Hollanda ve İngiltere’nin dönemin en büyük ticaret şirketleri olan Doğu ve Batı Hint Kumpanyaları öncü konumlarını uzun süre devam ettirmişlerdir. Sermayenin etkin araçları olan banka, senet, kredi, kâğıt para, muhasebe, fuarcılık bu dönemde güçlü kurumlara dönüşmüşlerdir.
Bu dönemde bir kez daha görüyoruz ki, özel ticaret tekelleriyle devlet tekelleri arasında sıkı bir birlik mevcuttur. Esasen tekel olarak devlet olmadan, kendi başına ticaret tekellerinden bahsetmek mümkün değildir. İlk ticari çağdan Avrupa ticari çağına kadar devlet tekelciliği hep öncü olmuştur. Devlete rağmen liberalizm kocaman bir safsatadır. Liberalizmin esas anlamı, devleti tamamıyla ekonomik tekelciliğin hizmetine sokmak, siyasi devleti ekonomik devlet yapmaktır. Devletsiz liberalizm sahipsiz bahçe gibidir. Devlet üzerinde bu dönemde ticaretin ağırlığı, daha doğrusu ticaret tekelciliğiyle ilişkileri başat konumdadır. 
15. ve 18. yüzyılları arasındaki döneme bu etken nedeniyle merkantilist dönem de denilir. Özünde devletin ticaret üzerinden kendini toparlaması, bütçesine fazla verdirmesidir. Ticari milliyetçilik de denilebilir. Aldığından fazla satmak, üstün devlet haline gelmenin en etkili yoludur. Ulusal devletin, monarşinin yükselişe geçtiği dönem olarak da bilinir. Sosyal planda aristokrasinin ticarete yönelmesiyle tüccarın aristokratlaşmasının iç içe geçtiği, yeni modern sınıf olarak burjuvazinin ilk gelenek kazandığı çağ da bu dönemdir. Burjuva ideolojisinden tutalım yaşam tarzına, moda anlayışına ve kent mimarisine kadar köklü reformlar yaşanmaktadır. 
Reformasyon ve Aydınlanma bu çağda olmuştur. Fakat Reformasyon ve Aydınlanma dönemini birer burjuva hareket olarak düşünmek büyük yanılgı olur. Reformasyon özünde dinin ulusallaştırılmasıdır; ulusal şubelerinin açılmasıdır. Burjuvaziyle nedensel bir ilişkisi yoktur. Dinsel düşüncedeki zamanını doldurmuş dogmaları günün yeni koşulları altında yenilemeyi hedefler. Dinin zamana uyarlanması hareketidir. O da düşünce devriminin bir parçasıdır. Aydınlanma daha kapsamlı düşünce devrimidir. Eski düşünme paradigmalarının büyük oranda aşılması ve yeni paradigmanın döneme damgasını vurmasıdır. Düşünce tarzlarının her bakımdan yenilenmesidir. İki önemli alan, bilim ve felsefe devrimiyle de bağlantılıdır. Ticari çağa denk gelmesi tesadüfîdir, fakat burjuvazinin sınıf karakteri nedeniyle sahip çıkıp kendine mal ettiği görülür. Kendisine her iki alanı entelektüel sermaye yapar. Bu hareketinin büyük önemi vardır. Karşılığında meşru bir sınıf unvanını kazanır. Tekelciliğin en az mutlakıyet ve aristokrasi kadar asalak niteliğinin göz ardı edilmesinde Aydınlanma düşünürlerinin önemli rolü olmuştur. Burjuvazi yeni bir sınıfsal oluşum olduğu için doğuracağı sonuçlar pek düşünülmemiş, tüm olumsuzluklar eski sınıflara mal edilmiştir. Orta sınıf niteliğinin çağa damgasını vurmasında burjuvazi başat rol oynamıştır.
Burjuvazinin milliyetçiliği ideoloji olarak desteklemesi ulusal pazar üzerinde tekel kurma amacıyladır. Rakiplerini tasfiye etmede milliyetçilik etkili rol oynamıştır. Diğer ulus ve milliyetlerden ticari sermaye sahiplerini dışlamak; her tür ırkçılığın, ulusal, etnik ve dini düşmanlıkların temeli olmuştur. Karşılıklı milliyetçiliğin gelişimini körüklemiştir. Dünya genelinde Yahudiliğe karşı bu nedenle nefret duyguları yükselmiştir. Yahudiler kötülüğün ve ulusal emellerin önünde artık en ciddi engel konumundadır. Yahudiler de buna karşıt bir nevi uluslararası savunma ve dostlarını geliştirme, düşmanlarını tasfiye etme amacıyla masonluk teşkilatını geliştirmişlerdir. Kökeni ortaçağa dayansa da, asıl rolü bu dönemde önem kazanmıştır. Birçok ihtilalci hareket içinde payı olmuştur. Yahudi milliyetçiliği Siyonizm’in önünü açmıştır. 
Ticaret ve kolonyalizm ilişkisinin doğuş çağıyla bağlantısını ve daha sonraki gelişmesini göz önüne aldığımızda, merkantilizm döneminde sıçrama yapması beklenebilirdi. Bu dönemin kolonyalizmi karşımıza sömürgecilik olarak çıkar. Tarihin hiç koloni tanımamış iki kıtası, Amerika ve Avustralya ve binlerce ada bu dönemde sömürgeciliği tanımışlardır. Dünyanın tüm eski kıtaları, başta Afrika ve Asya, birer sömürge kıtasına dönüştürülmeleri için adeta yeniden keşfedilmişlerdir. Bu amaçla oryantalizm (şarkiyat bilimi) ve antropoloji (insan bilimi) gibi çalışmalar başlatmışlardır. Bu, bilimle yeni toplum arasındaki ilişkiler açısından iyi bir örnek sayılabilir. Üstün ırk teorileri de bu dönemde gelişme imkânı bulmuştur. Darwinizm topluma da uygulanmak istenmiştir. Bunların coğrafya ve tarih çalışmalarını yeni paradigma ile kazanmaları aynı amaçlar doğrultusundadır. Dünyanın kapitalizme açılmasının keşif çalışmaları gibidir. 
Kolonicilik veya daha sistematik sonuçları olan sömürgecilik, esas olarak ticaret tekellerinin yayılma politikalarıdır. Talanın daha modern biçimleri oluyorlar. Avrupa ticari kapitalizmi büyük oranda sömürge talanları temelinde oluşmuştur. Amerika’nın gümüş ve altınları talan edilirken, ucuz dokumalar görülmemiş fiyatlarla bu talanların önemli araçları olmuştur. Ticaret sadece dengesiz fiyat oluşumlarını değil, fiyatın bizzat tek taraflı belirlendiği dönemleri çok yaşamıştır. Kolonicilik, ticaret tekellerinin fiyat empoze etmelerinde ve dolayısıyla fahiş kazanç sağlamalarında başat rol oynamıştır. Zaten tüccar kazancının temelinde, pazarlar arasındaki fiyat farklarının ya kullanılması, ya da çeşitli yöntemlerle (mal stoğu, mal kıtlığı) bizzat oluşturulması yatmaktadır. 
Fernand Braudel, kapitalizmin oluşumunda büyük ticaretin spekülatif hareketlerinin belirleyici rol oynadığını söyler. Pazardaki sıradan değişimin rolünün olmadığını, bunların normal ekonomik faaliyetler olduğunu belirtir. Ekonomiyi değişimin gelişmesiyle başlatır. Kullanım amaçlı mal üretimi ekonomi sayılmaz. Değişim sürecinin eşiğine varıldığında ekonomi başlamış demektir. Kâr bu sahada söz konusu değildir. Tarafların değişim kazancından bahsedilebilir. Burası spekülasyon konusu değildir. Asıl spekülasyon büyük ticaret alanındadır. Kapitalizmin evi olarak tanımlanmaktadır. Fiyat farkları bizzat fiyatlarla oynanarak sağlanmaktadır. Dolayısıyla ekonomi sayılmamakta ve ona dıştan dayatılan bir ‘şey’ olarak sanki çok açık deşifre edilmek istenmemektedir. Burasından sonrasının pek tanımlanmaması büyük bir eksiklik olarak soru işareti bırakmaktadır. 
F. Braudel, devlet ve iktidar ayrımının farkındadır. Marks kadar olmasa da, yani devlet ve iktidarın işlevini önemsiz gibi göstermese de, ne kadar etkili olduğunu belirlememektedir. Marksizm’de devlet yoğunlaşmış ekonomi olarak tanımlanırken, bazen gerçeğe daha yakındır. Fakat bu çok soyut bir genellemedir. İktidar ve devlet, esas olarak ‘ekonomi olmayan ekonomi’dir. Yani ekonomiyi ürettiği artık-ürün ve değerleri sızdırma alanı olarak görmekte ve bu alanda tekel kurmaktadır. Bu anlamda ekonominin hemen üstündeki alandadır. Çok ilgilidir. Bütün mekanizmaları, artık-ürün ve değerlerin çeşitli yöntemlerle ele geçirilmesi içindir. Tarım, ticaret ve sanayi tekel kurduğu alanların başında gelir. Yöntemlerin başında vergi gelmektedir. Mesela dolaylı vergiler devletin doğrudan tüccar tekeli olarak hareket etme ilişkisidir. Devlet burada tam bir tüccardır. Yoğunlaşmış ifadesi değil, doğrudan tüccardır. Bu vergilerin payı bilindiği üzere gelirinin yarısını aşan kısmıdır. 
Devlet ayrıca çiftlikleri, tarım pazarlarını, tarım fiyatlarını belirleme konumu dolayısıyla da tam bir ekonomik tekeldir. Avrupa ekonomi literatüründe ekonomi-devlet ve iktidar ilişkisi sürekli muğlâk bırakılır. Hem sosyalistler hem liberaller on binlerce cilt kitap çıkarmalarına rağmen, bu alanı halen aydınlatmış olmaktan uzaktırlar. Marks’ın bu alana el atmaması veya ömrünün vefa etmemesi büyük bir eksikliktir. Büyük kargaşada bu eksikliğin payı büyüktür.
15. ve 18. yüzyıl arasındaki ticari çağın zafere erişiminde, nereden bakarsak bakalım, ekonomi dışı mekanizmaların temel rol oynadığını itiraf etmek gerekir. O zaman ekonomi değilse nedir? Genelde iktidardan, özelde hukuki ifadesi olarak devletten başka bir gücün bu sahayı dilediği gibi kullanması imkânsız olmasa da zordur. Belki çeşitli tekelci güç kliklerinden bahsetmek mümkündür. Fakat sonuçta bu güçler de ya iktidar, ya da onun somut ifadesi olarak devletle ilişkili olmak durumundadır. Bazen parasal alan da denilebilir. Para basit bir değişim aracı olmaktan çıktığında, gerçekten en az kılıç kadar güç rolü oynayabilir. Napolyon ordu konusunda boşuna ‘para, para, para’ dememiştir. Ama bu hangi paradır? Bu, değişim aracı para değildir; ekonomi olmayan paradır. Büyük ticari paradır, spekülasyon aracı olan paradır. Para bu alanlarda tam bir komutandır, yönetendir. Burjuvazi bu noktayı çok iyi kavradığından ötürü paraya büyük rol biçmiştir. Paranın, toplumun sürekli komuta gücü olması için, toplum adeta kasap bıçağıyla paramparça edilmiştir. Toplum, hatta devlet o hale getirilmiştir ki, para olmadan yaşamını sürdüremez. 
Bu noktaya taşırılma belki de burjuvazinin gerçek devrimidir. Paraya muhtaç toplum ve devlet burjuvazinin emrine girmiş demektir. Para ihtilali de diyebileceğimiz bu konuma tarihte ilk defa kapsamlı olarak Avrupa’nın bu döneminde erişilmiştir. Örneğin, bir işçiyi eskisi gibi köle ve serf olarak bağlamaya gerek yoktur. Yevmiyesini almadığında zaten aç kalacaktır. Açlık onu paraya mahkûm edecektir. İşçi paraya teslim olmaktan başka çaresi olmayan bir konuma sokulmuştur. Dolayısıyla işçinin elde edilmesi ve yönetimi için, klasik köleci ve feodal sahip olarak hareket etmeye gerek yoktur. Bu hem masraflıdır, hem de daha çok sorumluluk ister. Kapitalist ise, sadece paranın gücünü göstererek, işçiyi dilediği gibi elde eder ve kullanır. 
Emtia konusunda da benzer hususlar belirtilebilir. Mal olarak emtia, para olmadan hareket edemez konuma getirilmiştir. Emtianın her tür hareketi para ile bağlantılıdır. Üretilmesi, taşınması ve tüketilmesi parasız mümkün değildir. Bu da kapitalizmin büyük bir devrimidir: Ekonomiyi paranın mutlak komutasına vermek. Ekonomi artık paranın elinde bir oyuncak gibidir. Hiçbir çağda ekonomi bu denli paraya bağlanmamıştır. Burada para tam bir devlettir. Gibi de değil, devlet! Hatta devlet de paraya bu tür bir bağımlılık içindedir. Parasız devlet, parasız işçi mal durumuna sokulmuştur. Paradoksal gözükse de, devletin devleti aslında paradır. Devletin bu konuma getirilmesi, Hollanda ve İngiltere’nin 16. yüzyıl icadıdır. Güçlü devlet yaratılmıştır. Ama paraya bağlanan devlettir bu. Tarihçiler Fransa’nın bu başarıyı göstermediği için İngiltere ve Hollanda karşısında hegemonya savaşını kaybettiğini söylerler. Para konusunda finans çağında biraz daha tartışmak aydınlatıcı olacaktır. 
15.-18. yüzyılları arasındaki uygarlıksal gelişmede ticaret burjuvazisinin en önemli aktör olarak ortaya çıkmasının tüm toplum üzerindeki etkisi kapsamlı tartışılabilir. Ticari toplumun özellikleri bilinmektedir. Aşırı paracıl, faizci, tefeci, banker olarak toplumun belleğindeki yeri son derece olumsuzdur. Ahlaka en büyük darbeyi bu unsurların vurduğu, başta edebiyat olmak üzere sanatın bu yüzyıllarda en çok işlediği konuların başında gelmektedir. Sanki topluma bir virüs girmiş gibidir. Kemirir durur. Toplumun genel yozlaşmışlık düzeyinden sorumlu tutulur. Eski sıcak, insancıl ilişkileri paranın soğuk yüzünde dondurur. Parası olmayan yaşam savaşını kaybetmiş gibidir. Ayrıca eskisi gibi büyüklük taslamak için altın tahtlara, gümüşlü tabaklara, yaldızlı saraylara, ihtişama, kaba güç gösterilerine, alacalı kıyafetlere, lüks sofralara gerek yoktur. Parayı saklayacak bir yerin olsun yeter. Artık en büyük sensin. İnsanlığın bu duruma gelmesi bir yükseliş olamaz. Adı yeniçağ da olsa, herhangi bir yenilik arz etmemektedir. Olsa olsa ancak uygarlık krizinin başlangıcı olabilir. Topluma saygınlığını yitirmemiş biri açısından, bundan daha kritik ve alçaltıcı durum düşünülemez.
Ticari sermayenin bu dönemlerde diğer alanlarda pek istekli olmadığı görülmektedir. Arz ettikleri kâr oranı onu tatmin etmemektedir. Büyük ticaret kârıyla hiçbir alan boy ölçüşememektedir. Tarım ve manifaktür ancak büyük ticaret kârına yakın kâr sunduklarında el atılan sektörler olmaktadır. Dolayısıyla sınırlı bir gelişim imkânı bulmuşlardır.
Siyasi tarih açısından bu dönem büyük çalkantılarla geçmiştir. Büyük Roma İmparatorluğunun devamı olmak için aralarında büyük çekişme olan İspanya, Fransa ve Avusturya, eski tip imparatorluk eğilimleri taşımaları nedeniyle kaybetmekten kurtulamayacaklardır. Bunda para-devlet ilişkisi önemli rol oynamıştır. Hollanda ve İngiltere’yi peş peşe hegemonyaya götüren, büyük ticaret parasının komuta gücüdür. Devletlerini tüccar kredileriyle güçlendirirken, bizzat tüccar gibi de hareket ettirmişlerdir. Kâra geçen bir devlet ve siyaset söz konusudur. Paranın komuta gücünü, özellikle yeni ordu ve donanmalar oluştururken kanıtlamışlardır. Ekonomilerindeki kapitalizmin zaferi ucuz üretim olmuştur. Ucuz üretim ticaret üstünlüğü demektir. Bu da rakiplerin (dize getirmek istedikleri devletlerin) uluslararası alanda da kaybetmeleri demektir. Kaldı ki, askeri alanda da çoğunlukla kaybetmişlerdir. Hollanda ve İngiltere’nin komplovari devrim müdahaleleri, siyasi olarak da üstünlüklerini kanıtlamıştır. Tüm bu alanlarda rakiplerinden üstün olmaları açık ki hegemonik üstünlük olacaktır. Bu üstünlüklerini daha önceki İspanyol ve Portekiz sömürgelerinin el değiştirmesinde kanıtlamışlar, Asya ve Afrika’da benzer el değiştirme ve ticari üstünlükleri peş peşe gelmiştir. Kıta Avrupa’sında yürüttükleri ittifaklarla Fransızları etkisiz kılmışlar, Avusturya’nın Alman İmparatorluğu emelini yıkmışlar, Rus Çarlığını diledikleri gibi kullanmasını bilmişlerdir. Dönemin güçlü imparatorluklarından Osmanlı İmparatorluğunu yarı-sömürgeleşme sürecine sokmuşlardır. Kapitalist üretim ve devlet biçimi karşısında Osmanlıların da diğer hanedan imparatorlukları gibi çağı geçmiş bulunmaktaydı. Çin ve Hint İmparatorluklarını bekleyen akıbet sömürge ve yarı-sömürgeleşmeydi. Eski uygarlıkların tasfiye süreci hızla tarihin gündemindeydi. Yeni olan, ne olduğu fazla bilinmeden ilerlemeye dair olan her şeydi. Her yeni dinde olduğu gibi imanla bağlı olunuyordu. Dini ticaret, tanrısı paraydı. 

B- Sanayi Devrimi ve Endüstriyalizm Çağı
Çoğunlukla endüstri süreci sanayi devrimiyle eş tutulur. Hâlbuki tarih boyunca endüstri hep olmuştur. Hatta ilk yontma taş da bir endüstri veya sanayidir. Tarımın keşfi kendi alanında bir sanayi devrimidir. Zanaatçılık bir sanayidir. Üretimle ilgili her yeni araç, bilgi, yöntem sanayide bir gelişmedir. İnsan türü beslenme, giyinme ve barınma için araçla üretimini gerçekleştiren tek varlıktır. Sanayi, yani araçla üretim insana mahsustur.
18. yüzyılın sonunda Avrupa’nın Hegemonik ülkesi İngiltere’de gerçekleşen, daha doğrusu önderlik edilen olgu, uzun süredir devam eden yeniliklerin önemli bir halkasıdır. Buharla elde edilen enerjinin makine çarkını döndürmesi simgesel bir ifadedir. Buharın ve makinelerin gücü çoktandır biliniyor ve kullanılıyordu. Hollanda ve İngiltere’de daha önce tarım ve manifaktür alanında öcülük ele geçirilmişti. En ucuz ve kitlesel üretim gerçekleştiriliyordu. Bunlar da sanayi devrimi sayılırdı. Başta Fransa ve İtalya’nın da endüstride geri yanları yoktu. Ucuzluk ve kitlesellik avantaj sağlıyordu. Hegemonyacılığın temelinde bu olgu yatmaktadır. 19. yüzyılla hamle yapan sanayinin önemi, kâr yani sermayenin kazancı açısından ilk sıraya oturmasıdır. Devrim denilen olay; ticari ve tarımsal kazanca, kâra göre sanayi üretiminden doğan kârın hızla katlanarak büyümesidir. Tarihte ilk defa sanayi üretimi öncülüğü ele alıyordu. Devriminin özünde bu olgu yatmaktadır. Daha önceleri tarım ve tezgâh geleneksel üretim alanlarıydı. Ticaret her iki sahadaki üretim-artıkları üzerinde meta alışverişi biçimindeydi. Ekonomi denilen faaliyetlerin özü de buydu
Eğer sadece üretim açısından bakarsak, sanayi devriminden fazla bir şey öğrenilemez. Gerek çeşitlilik gerekse bolluk açısından her zaman üretim olgusuyla karşılaşılmıştır. Hatta denilebilir ki, tarımsal devrimle toplumların yaşadığı devrime, süre ve önem bakımından hiçbir devrim hala ulaşmış sayılamaz. Dolayısıyla sanayi devriminin önemi başka yerde yatmaktadır. Bir tek yerde değil, birkaç yerde yatmaktadır.
1- Tarihte ilk defa kent üretimi kır üretiminin önüne geçmiştir. Binlerce yıl zanaatkâr, kent kökenli bir üretici olarak, daima kırın yardımcı üreticisiydi. Kıra bağımlıydı. O olmasa da kır kendini sürdürebilirdi. 19. yüzyılın sanayi devrimi, binlerce yıl aradan sonra bu süreci tersine çevirdi. 15.-19. yüzyıllarını denge yüzyılları sayarsak, 19. yüzyıl dengeyi tamamen kentten yana çevirdi. Bu gelişme çok önemli sonuçlar doğuracak bir yeniliktir.
2- Daha önemli bir yenilik toplumsal alandadır. Şehir toplumu kır toplumunun önüne geçmektedir. Daha önceleri şehirler kırsal toplumun basit bir eki iken, sanayi devrimi şehir toplumunun gücünü olağanüstü arttırmıştır. Kırsal toplum artık tüm alt ve üstyapılarıyla şehir toplumunun tahakkümü altına geçiyordu. Bir nevi şehir-köy sömürgeci diyalektiği kuruluyordu. Köy toplumunun şehir toplumunca sömürgeleştirilmesine başlanmıştı. İdeolojik alandan üretim araçlarına, ahlakından sanatına kadar şehrin köy üzerinde bariz bir sömürgeci hâkimiyeti kuruluyordu. Zihniyet devrimi olanca hızıyla şehrin üstünlüğüne yol açıyordu. 
3- Sınıfsal açıdan da tarihsel dönüşümler söz konusudur. Burjuvazi sanayi devrimiyle birlikte üstünlüğünü diğer tüm sınıf ve tabakalara karşı ilan edebilecek duruma gelmişti. Yedeğine işçi sınıfını da takan burjuvazi, feodal dönemle birlikte zanaatçılıktan kalma kesimlere karşı kendini en ilerici, doğruların tek sahibi, modern yaşamayı bilen, paradigma sahibi; mitolojisi, dini, felsefesi ve bilimiyle toplumun, ulusun, tarihin kendisi demekti. Diğerleri geçmişte kalmış, kalması gereken müzelik değerler konumundaydı. 
4- Bilimin üretime ilk defa sanayi devrimiyle birlikte planlı katılımından bahsedebiliriz. Daha önceleri bilim ve üretim teknikleri kendi kanallarından ayrı gelişiyorlardı. Sanayi devrimiyle birlikte ilk defa el ele veriyorlardı. Bilim amaç olmaktan çıkıp araç konumuna indirgenmişti. Bilimin araçsallaşması toplumun ciddi düşüşünü de beraberinde getirecekti.
5- Sanayi kârı diğer bütün alanlardan sağlanan kârlılık oranını katladı. Toplumun yeni aktörleri sanayicilerdi. Sanayi her sahada stratejik üstünlük anlamına geliyordu. Bu silahı en etkili şekilde elinde tutanın sırtı yere getirilemezdi. Ticaret bile üstünlüğünü yitirmişti. Tarımcılar parya durumuna düşmüştü.
6- Sanayi devriminin siyasi sonuçları daha da önemliydi. Bir yandan ulus-devlete yol açarken, diğer yandan dışa doğru emperyalizm sürecini başlatacaktı. Sömürgeciliğe göre dünya üzerine daha sistemli bir yürüyüş söz konusuydu. Kilit sanayici ülke ve ülkeler artık dünyaya ikinci büyük küresel hamleyi dayatacak konumdaydı. Birinci hamle olan sömürgecilik, zorluklarla karşılaşmak kadar, pek verimli bir hâkimiyet yöntemi değildi. Sömürgecilik sermaye ihracıyla birlikte yerli işbirlikçilerle takviye ediliyordu. Kapitalizmin emperyalizmi sanayi devrimi temelinde olanaklıydı.
Görüldüğü üzere sanayi devriminin sonuçları kapsamlıydı. Devrimin sosyal ve siyasal sonuçları en az ekonomik sonuçları kadar etkili oldu. Avrupa uygarlığının zaferini kesinleştiren 19. yüzyılın sanayi hamleleri oldu. 
Endüstri devrimini değerlendirmede bazı anlayışları eleştirmek önemlidir. İlki, endüstri devriminin kapitalizmle bir tutulmasıdır. Sanki kapitalizmin direkt sonucuymuş gibi algılanmaktadır. Bu anlayışın kırılması gerekir. Tıpkı Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma gibi endüstriyel devrimin de kendine has tarihsel ve toplumsal bir süreci vardır. Uzun bir tarihsel toplumsal birikimin sonucudur. 
Genelde devlet tekeli, özel olarak kapitalist tekeller artık-ürün ve değerler üzerinde sürekli yoğunlaşan kurumlardır. Nerede bir artık birikim varsa, leş kargaları gibi hemen kokusunu alıp o yere sızarlar. Bu konuda burunları çok hassastır ve iyi koku alır. Enerji ve makinenin kendi kendine çalışması ve üretime uygulanmasının muazzam bir kâr kaynağına yol açtığının görülmemesi düşünülemezdi. Sermayenin sanayi konusunda becerdiği şey, bu iki olguyu en verimli kâr alanına bağlamaktı.
Enerji ilk defa kol gücüne bağlı olmaktan kurtuluyordu. Makineler kolun işini önemli oranda üstlenebilecek motor donanımına sahip oldu. Enerji kaynakları buhara ilaveten kömür, petrol, elektrik ve suyun yeni güç kaynağı haline dönüştürülmesiyle gerçek bir devrimi yaşadı. Kendi kendine çalışan makine düzeniyle enerjinin yeni türlerinin birleştirilmesi üretim patlamasının temeliydi. Günümüze kadar bu tür enerji ve makine düzenekleri milyonlara varan türleriyle doğayı ve toplumu halen nereye varılacağı kestirilemeyen bir hızla çoğu olumsuz olmak üzere çözmekte, parçalatmakta ve dağıtmaktadır. Bunu tarihinin en büyük fırsatı olarak değerlendiren sermaye, toplum ve doğa üzerinde görülmemiş boyutlarda iktidar biçimlerini kurgulamakta ve uygulamaktadır. Toplum ve doğa sermayenin görülmemiş saldırılarıyla karşı karşıyadır. Toplumu ve doğayı savunmak bir sınıfsal, hatta sosyal mücadelenin ötesinde varoluşsal (ontolojik) bir soruna dönüşmüş bulunmaktadır. Birkaç örnek olayla bu varsayımımıza somutluk kazandırabiliriz. 
a- Kentin kanserleşmesi, kırın çöküşü yaşanmaktadır. Toplum ve doğa ikililiği hem kendi içinde, hem de kendi aralarında bir yaşam biçimi olmaktan çıkarılmaktadır. Hasta toplum ve çevresel (ekolojik) doğanın sürdürülemezliği denilen olayla karşılaşmaktayız. Toplum, içinde yaşanılan bir varoluş biçimi olmaktan ziyade, tahakküm ve sömürü sisteminin makine düzeneğinin bir parçasına, uzantısına dönüştürülmektedir. Uygarlık tarihinin hiçbir döneminde görülmeyen tarzda toplumla birey ve doğa karşı karşıya bırakıldığı gibi, bireycilik ve ekolojik dengesi bozulmuş doğa, karşı saldırı etkenleri olarak, toplumdan ve ekolojik çevreden intikam alır duruma sokulmuşlardır. Bireysel kanserin toplumsal kökenli olduğu tıbbın her gün yüzlerce örnekle kanıtladığı bir olaydır. Yalnızca toplumsal bir alışkanlık (modernitenin körüklediği bir kapitalist kâr kaynağı, tütüncülük) olan sigaranın kanserin en temel nedeni olduğu göz önünde bulundurulursa, toplumsal kanserden bahsetmenin doğru bir kavramsallaştırma olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Toplum artık bir yaşam çerçevesi olmaktan çıkarılmıştır. 
Endüstriyalizmin (endüstriciliğe sadece kâr kaynağı olarak bakmak) en büyük tehdidi, anti-toplumsal boyutlara varmış bulunmasıdır. Marksizm’in en yetersiz kaldığı konulardan biri de budur. Pozitivist yapısı gereği endüstri toplumunu ideal olgu olarak itirazsız kabul etmekte, hatta tanrılaştırmaktadır. Çünkü işçi sınıfının onsuz oluşamayacağı ve yaşamayacağı varsayılmaktadır. Teorik özünde bu yatmaktadır. Endüstriye dair en ufak bir eleştiride bulunmamakla, bunun karşısında makine ve fabrika düzeneğini sınırsız yüceltmekle, endüstriyalizm denen dinin oluşumunda Marksistlerin payının en az kapitalistlerinki kadar etkili olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Endüstriyalizm en az ulus-devlet Leviathan’ı kadar küresel bir Leviathan haline çoktan gelmiş bulunmaktadır. 
Kent toplumsal kanserleşmenin temel dokusunu teşkil etmektedir. Kentlerin kuruluş tarihçesi ve işlevine sıkça değinmiş olmakla birlikte, toplumsal gelişmeyle bağını sıkça değerlendirmek durumundayız. Kent bir toplum biçimi olduğu kadar, bir sınıfsallaştırma olgusu ve devletleşmenin karargâhı konumundadır. Bu üç temel olgunun uygarlaşmak (sınıfsal, kentsel ve devletsel toplumlar) anlamına geldiği genel kabul gören bir görüştür. Uygarlaşmanın diğer adına boşuna ‘medeniyet’ dememişlerdir. Arapça olarak kente özgü, kentvari, kentli yaşam anlamına gelmektedir. Civilisation’un karşılığı da buna yakın anlam içermektedir. 
Öte yandan kenti sadece bir uygarlık olgusu olarak görmek dar yaklaşım olur. Kent illa uygarlaşmak, uygarlaşmanın mekânı olmak zorunda değildir. Nasıl ki köy kuruluşu toplumsal yaşamanın tarihsel bir olgusuysa, kenti de bu anlamda yorumlamak mümkündür. Toplum elbette ne sürekli mağara ve ağaç kovuklarında barınabilir, ne de köyden çıkmamak gibi bir durumda kalmak zorundadır. Mağara ve köyü aşan yaşam ve mekânlar inşa edilmek durumundaydı. Kent bu arayışların sonucu olarak tarihte yerini bulmuştur. Analitik aklın gelişmesinde kentin rolü önemlidir. Karmaşıklaşan toplum mekânı olarak kent, aklın analitik çalışmasını gerektirir. Buna zorlar. Artan toplumsal sorunlar çözüm yerini beyinde arayacağına göre, beynin ilgili kısmının analitik tarzda gelişmesi anlaşılır bir husustur. Zaten toplumun kendisi bu zekâ türünü gerektirir. Kent bunu üst aşamaya sıçratır. Ayrıca kent, köy gruplarının ortak ihtiyaç mekânı olarak da tanımlanabilir. 
Bu husus çok önemlidir. Kentin kuruluş felsefesini bu olguda bulmaktayız. Kentler köysüz kuruluşlar olarak düşünülemez. Kentizm olarak değerlendirebileceğimiz, ama adı konulmayan bu yaygın anlayış, özünde köyü kente karşıt olarak konumlandırmaktadır. Felaket bu anlayışla bağlantılıdır. Kenti köyün karşıtı konumuna yerleştirmek, anlayış olmaktan da öte, tarihsel gelişme içinde de çok tanıdık olduğumuz bir eğilimdir: Kenti köyün, kırsalın aleyhine bir olgu olarak görmek ve değerlendirmek. Aslında kentin kuruluş felsefesinde ve tarihsel temelinde bulunmayan bu eğilim dar bir sınıfsal ve devletçi anlayışı yansıtmaktadır. Köyün aleyhine daha çok artık-ürün ve iktidar anlamına gelen bu tutum uygarlığın da derinliklerinde yer tutmuştur. Köyü, kırı hor görme, aşağılama, idraksiz, cahil, incelikten yoksun, kaba gibi sıfatlamalar bu anlayışın tarih boyunca takındığı tutumdan kaynaklanmaktadır. Devlet ve kent adeta kır ve köy karşısında, dolayısıyla ağırlıklı olarak kırsal alanda yaşayan kabile ve aşiret birimlerine karşı da tarihsel bir ittifak kurmuş gibidir. Köy ve kent toplumu arasındaki çelişkiler bu biçimde haksız ve kenti kendi gerçek kuruluş felsefesinden uzaklaştırarak, çarpıtarak ve problemli hale getirerek günümüze kadar taşıdı.  
Hâlbuki kent ve köy-kır birbirini besleyen (simbiyotik) mekânlar olarak da toplumsal yaşamın vazgeçilmez yaşam alanları olarak dengeli, uyumlu inşa edilebilirler. Bilhassa ikisi arasında, genel olarak da toplum nüfusuyla köy ve kent nüfusu arasında ekolojik denge kurularak bir oran bulunur ve bu en ideali olurdu. Uygarlığın en büyük tahribatlarından biri de kenti sürekli köy ve kırın aleyhinde büyütmesi ve bir tahakküm ve sömürü merkezi, mekânı olarak tutmasıdır. Rolünü bu temelde saptırmasıdır. Kentleri asıl işlevinden boşaltmasıdır. Sadece bu alanın gerçek kuruluş felsefesine kavuşturulması büyük toplumsal eylem gerektirmektedir. 
Kent tarihinden çıkaracağımız diğer bir sonuç, çevreyle ilişkisine bakmadan bir kanser uru gibi büyümesidir. “Sınırı, mekânı nerede tutulmalıdır?” sorusuna yanıtı yoktur. Saptırılmış kent mantığı ve bu mantık altında gelişen uygarlıklar sanıldığının aksine aklın değil akılsızlığın, daha doğrusu bir teneke sesine benzeyen, yaşam ve duyguyla bağını yitirmiş analitik aklın eseridir. Felaketlerin boyutları ve muhtemelen geriye dönülemez biçimde önlenemezlikleri bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Kentler yine de ilk çağlarda daha görkemli yapılardı. Sağduyu o kadar yitirilmemişti. Sümer ve Mısır uygarlığında doğa ve kırsal-köy toplumuyla çelişkiler henüz derinleşmemişti. Denge halen kırsal ağırlıklıydı. İç ve dış kale etrafında büyüyen kentler yer bakımından tarımla bütünlük içindeydi. Hacimleri çok ender yüz binleri aşardı. Belki de birkaç başkent bu düzeye erişebilirdi. Çevreyi kirletme sorunu ağırlık teşkil edecek boyutlarda değildi. Anlamlı bir mimarileri vardı. Organik bir bütündü. Greko-Romen uygarlığında tapınak, pazar, meclis, tiyatro salonu ve jimnasyumlar orantılı ve görkemli bir mimariye dayanmaktaydı. Teras ve bahçeler, ev düzenleri organik bütünlüğü tamamlayıcı nitelikteydi. Bu kentlerin kalıntıları halen derin huşu ve heyecan yaratmaktadır. Belli bir kutsallık içeren, felsefi bir anlamı olan mekânlardı.
Ortaçağda artan ticaretle bütünlük bozulsa da devam etti. Manevi kültürün ağır basan etkisi dinsel mimariyi ön plana çıkardı. Hacimleri hiçbir zaman tehdit edici boyutlara varmadı. Kırsal alanla dengeye daha yakındılar. Birbirlerini bütünleme daha ağır basardı. Tarımın önemi, kent zanaatçılığını da gelişkin bir sektör haline getirdi. Zanaatkâr köylüye, köylü zanaatkâra muhtaçtı. Çelişkiden ziyade organik bütünlük içindeydiler. Tek riskleri doğal felaketler (deprem, kuraklık) ve savaşlardı. Sur ve kale düzenleri görkemliliğini devam ettiriyordu. Büyük ticaret henüz zanaatkârı ve köyü yutacak boyutlarda değildi. Ticaret ekonominin bir sektörü olarak normal yolundaydı. 13. ve 16. yüzyıllar arasında İtalyan kentleri, Rönesans’ın da etkisiyle bu dönemin son temsilcileriydi. Venedik, Cenova ve Floransa klasik uygarlıkla yeniçağ uygarlığını birleştiren köprü konumundaydılar.
Yeniçağla kentçilik başka anlamlar içermeye başladı. Pazarın egemenliği ufukta gözükmekteydi. Ticaret ağırlığını gittikçe arttırıyordu. Tarihsel denge yavaş yavaş kır-köy aleyhine bozulmaya başlamıştı. Tüccarın ihtiyaçlarını esas alan bir kent mimarisi ön plana çıkıyordu. Yaşam ve çevre bağlantısı yitirilmiş, kâr zihniyeti her şeyi belirler konuma gelmişti. Paris, London, Amsterdam ve Hamburg başta olmak üzere inşa edilen kentler yeni dönemin, merkantilizmin damgasını taşıyorlardı. Ticaret çağının kentleri hem klasik kent anlayışıyla farkını açıyor, hem de kırsal toplum ve doğayla olan çelişkilerini hızla yüze vuruyorlardı. Kent modern Leviathan’ın ana üssü olarak tüm toplum ve çevre alanlarına pençelerini uzatmaya başlamıştı. Endüstriyalizm çağı kentin ölümüdür. İşin daha ilginç boyutu, biyolojik kanser hastalığının da ağırlıklı olarak bir kent hastalığı olmasıdır. Kanser kesinlikle kentin kendi toplumunu hasta toplum haline getirmesiyle bağlantılıdır. 
19. yüzyılla birlikte hızla gelişen sanayi devrimi, toplumu önce doğuş merkezlerinde vurdu. Kentte çığ gibi büyüyen sanayi kuruluşları, doğası itibariyle yaşam ihtiyacından değil, kâr ihtiyacından kaynaklanıyordu. Modern köle olan proleterlerin barınması için, içine dolduruldukları gecekondular ve varoşlar kentin yabancısı olduğu ortamlardı. Kırın sömürgeleştirilmesini temsil ediyorlardı. Ticaret çağının kolonileştirme harekâtından daha vahim bir iç koloni hareketi olarak gecekondu ve varoş kentler geliştirildi. İster iş sahibi olunsun ister olunmasın, bu alanlar endüstri için emek deposuydular. Ticaret için depo ne ise, sanayici için de gecekondu ve varoş odur. Bu olguya bağlı olarak bir yığın yan olgu peydahlandı. Fabrika için fabrikacıklar kenti istila ediyordu. Klasik çağ modeli anlayış hatırlanmaz oldu. Kentler toplumun yutum merkezi oldular. 19. yüzyılın sonlarında endüstriyalizmin kent politikası sis tabakası altında zor nefes alıp veriyordu. Tarihte ilk defa milyonluk kentler baş göstermeye başladı. Milyon değil, yarım milyonu aşan kentin fonksiyonel olamayacağı, mimarlık bilgisinin öngörülerindendir. Milyon ve ötesi, hastalığın kriz boyutlarının açığa çıkmasıdır.
Kanserleşme denilen olgu, bir hücrenin tüm bünyeyi kapsayacak tarzda büyümesidir. Bu durumda diğer organsal hücreler görev yapamaz duruma düştüğü için hasta ölür. Kentin büyümesi de toplum açısından benzer sonuçlar doğurur. Tarihsel toplumsal olguların da boyutları vardır. Bu boyutlardan biri çığ gibi büyüdü mü, kanserleşme başlamış demektir. Milyonu, hele hele on milyonu aşan kent olmak, toplum olmaktan çıkmaktır; kitle denilen sürü toplumu haline gelinmesidir. Sürüler nasıl ağıla doluşursa, kentte de insan toplumunu ifade edecek en iyi kelime ağıllaşmadır. Sürüleşen insanlar kent denilen ağıla dolmaktalar. Basit birer tüketici kitlesi olmaya çoktan razı edilmişlerdir. Ağıldaki sürü de öyledir. Bir de yanı başlarına bir işsizler sürüsü konulmuştur. Onunla teskin edilirler. Yönetim merkezi ve özel villalı, bahçeli evleri kavram olarak kentin ruhuna uygun değillerdir. Yönetim merkezi dağın başında da kurulabilir. Villalı bahçeli evler şehir gerektirmez. Her yere kurulabilir. 
O zaman şehirden geriye ne kalıyor? Tapınak, tiyatro, meclis, jimnasyum ve pazar yerini çoktan simültane örneklerine bırakmıştır. Suni nefes alış verişinin yapıldığı yerler demek daha uygundur. Bu haliyle kentin geleceği belirsizdir. On milyonluk bir kenti beslemek, bir bölgenin ekolojik toplum olarak ölmesi demektir. Bu kentin sadece beslenmesi bile toplum ve çevrenin katliamını gerektirir. Bir ülkeyi öldürmek için birkaç beş on milyonluk kent yeterlidir. Trafiğin sadece hava kirletmesi bile şehrin ölümü için yeterlidir. Kent orantının çok üzerine çıkmayla anlamını yitirmiştir. Anlamın olmadığı yerde yaşamdan bahsedilemez. Nefes alıp vermeyi yaşam saymıyorsak tabii...
Kentler eskiden gerçeklerin keşfedildiği, felsefenin inşa edildiği sahalardı. Şimdi endüstriyalizmin çöken kentlerinde ise üç (S’nin); seks, spor ve sanatın tüm içeriğinden boşaltılarak sürüleşmenin sağlandığı hara çiftlikleri söz konusudur. Bu, kentin ölümü değil de nedir? 
b- Endüstriyalizmin diğer bir yok edici boyutu yaşam-çevre ilişkisidir. Kent daha çok içten toplumu kanserleştirirken, endüstriyalizm bir bütün olarak yaşam çevresine saldırır. Ulus-devletin halen önemini yitirmeyen endüstriyalizm politikası, tüm ülke ve toplum kaynaklarının endüstriye tabi kılınmasını gerektirir. Bunu bir kalkınma yolu olarak görür. Aslında bu politikanın ülke zenginliği ve kalkınmayla, güçlenmekle ilgisi yoktur. En temel neden sermayenin en yüksek ‘KÂR’ oranının bu sahada gerçekleştirilmesidir. Endüstriyalizm bir kâr yönetim harekâtıdır. Yatırım veya kalkınma kavramları asıl amacı gizleyen örtülerdir. Kâr varsa yatırım ve kalkınma olur. Yoksa kendi başına yatırım ve kalkınmanın hiçbir anlamı yoktur. Endüstriyalizm mülkiyetten binlerce kez daha büyük bir hırsızlıktır. Hem de tüm ülke halkından, doğasından yapılan bir hırsızlık. 
Kendi başına yatırımı, fabrikaya dayalı üretimi mahkûm etmediğimizi belirtelim. Toplum ve çevrenin esenliği esas alınarak, her zaman uygun bir yatırım ve fabrika modeli geliştirilebilir. Bunlar kendi başına kötülük saçmazlar. Kârın emrine girdiklerinde kanserleşmeye yol açarlar. Kâr için endüstri, toplumsal ihtiyaçlar için değildir. Azami kâr kuralı ihtiyaçtan kaynaklanmaz. Onun kendi mantığı vardır. İhtiyaç alanı kâr getirirse ilgilenir. Yoksa ölüme terk eder. Mevcut teknolojiler doğru geliştirilip uygulansa, ne işsizlilik, yoksulluk, ne de hastalık ve eğitimsizlik bir toplumsal sorun olarak kalır. En önemlisi, ne de kaynak uğruna çevrenin teknikle, fabrikayla yıkımına gerek kalır.
Kârlı bulunmayan, ama kesinlikle hayati ihtiyaçları rahatlıkla karşılayabilecek olan binlerce alan, sırf kâr getirmediği için atıl bırakılmaktadır. Kâr uğruna ise, bazen milyonlarca yıllık evrimin sonucu olan kaynaklar, hiçbir hayati sonucuna bakmadan kısa bir sürede tüketilir. Petrol, deniz, orman ve maden politikaları kârlılık nedeniyle çevreyi bir ölüm-kalım alanına dönüştürmüştür. Kâr denilen olayın vahşi boyutunu hiçbir olgu çevre katliamı kadar açıklayamaz. Kârlılık bu biçimde devam ederse, değil birkaç yüzyıl, birkaç on yıl daha devam ederse, çevresel felaketin kesin olduğunu tespit ediyor binlerce bilim adamı.
Endüstriyalizm analitik akıl için süper bir zaferdir. Fakat duygusal aklın da feci bir yenilgisidir. Dünyanın tüm canlılarını insanın hizmetine koyan en eski tanrısal vahyin bir hortlamasıdır endüstriyalizm. İnsan hizmeti demek yanlış oluyor. Bir avuç kâr hırslısının emelleri uğruna tüm canlılar kurban ediliyor. O zaman insanın bizzat kurban olarak sunulması bir zaman meselesi haline gelmiş demektir. Kutsal Kitaplardaki kötü tarifine uygun hiçbir örnek endüstriyalizm kadar emsal teşkil etmez. 
c- Endüstriyalizmi bir üretim sorunu olarak görmemek gerekir. Üretim üzerine kurulan kâr, sermaye tekeli asıl anlamını verir. Endüstri kâr tekellerinin hizmetine girmedikçe, temel toplumsal ihtiyaçlar ve çevre koşulları göz önüne getirilerek, bilim ve teknolojinin olanaklarına göre her zaman bir üretim, dolayısıyla yatırım politikası kurgulanabilir. Bunun makineli veya makinesiz olması özde pek fark etmez. Biri yavaş, diğeri hızlı üretir, o kadar. Kaldı ki, burada belirleyici olan, toplumsal ihtiyaçlar ve çevreyle, ekolojiyle uyum koşullarıdır. Hız ve yavaşlık kendi başına amaç değildir. Dolayısıyla makineleşme de kendi başına iyi ve kötü değildir. 19. yüzyıldan günümüze kadar endüstriyalizm denilen olguya, makineli ve makinesiz, hızlı veya yavaş tüm yatırım, üretim ve tüketim süreçlerine kâr amacı damgasını vurdukça, o zaman her şey soruna ve kangrene dönüşüyor. Bunun için kentler anormal büyüdü. Silahlar korkunç gelişti. Devasa ordular kuruldu. Korkunç ve dünya çapında savaşlar oldu. Çevre katliamları yaşanmaya başladı. Ulus-devlet canavarı türetildi. Yaşam tümüyle içeriğinden boşaltıldı. Politika yok edildi. Tekel olarak kapitalizm makineli üretime damgasını vurunca, endüstriyalizm canavarı peydahlanıyor. Can alıcı husus budur. 
Devlet tekeli önce tarımda, sonra ticarette artık-ürünü yakaladı. 19. yzyılla birlikte eşi görülmemiş sanayi üretimi üzerinde, tabii yeni enerji ve makine buluşlarıyla tekel kurulunca, tarihin hiçbir döneminde elde edilemeyen kârlar, diğer bir deyişle artık-ürünün karşılığı olarak sermaye elde edildi. Endüstrileşmeye kâr dayatılınca her şey çığırından çıkıyor. O halde endüstriyle kârlaşma olarak endüstriyalizm çok farklı kavramlardır. Endüstriyalizm ayrıca ekonomi de değildir; ekonomi tekelidir; sanayi üretimine dayatılan, devlet veya özel fark etmiyor, tekeldir. Toplumun binlerce yıldır el emeğiyle kendine yabancılaşmadan bir ekonomik faaliyet olarak yürüttüğü, çalıştığı üretim sahaları ister fabrikalı, ister tezgâhtar, ister tarım çiftliği, ister manifaktür olsun tartışılmıyor. Sorun bu sahalarda üretim yapmaktan kaynaklanmıyor. Pazarda değişimden geçirmekten de kaynaklanmıyor. Direkt devlet veya devlet adına bazıları dıştan insan ihtiyaçları için verili olan bu alanları denetim altına alıp vergili, talanlı, kârlı yöntemlerle fazlayı aşırmaya başladıklarında, işte o zaman çok ciddi ekonomik ve sosyal sorunlar doğuyor. 19. yüzyıldan günümüze kadar üretimin sanayi devrimi dediğimiz döneminden sonra anormal kâr alanı haline gelmesiyle birlikte, tekel dayatmaları sonucunda müthiş sınıfsal ve ulusal savaşlar başta olmak üzere, toplumun hem kendi içinde, hem dışındaki toplumlara, hem de doğaya karşı çatışmalar derinleşiyor. Toplum hiç olmadığı kadar tahakküm iktidarını yaşıyor. Herkes herkesle boğuşuyor. Bir anlamda Hobbes’un canavarı Leviathan “herkesin herkesle savaşını’’ sona erdirmiyor. Tersine “herkesin herkese”, doğaya ve kendisiyle savaşına dönüşüyor. Canavarın toplumu, toplumun canavarı yaşadığı veya getirdiği son aşama bu oluyor.
d– Sanayi toplumu kavramı da kendi başına anlamlı değildir. Sanayi tekelleri kurulduğunda, toplum daha çok emtialaşmanın, değişime sunulacak üretimin, üretim de sanayinin güdümüne veriliyor. Tekelci sanayi kapitalizmi, diğer üretim sahalarının tekelci sanayiye bağlı hale gelmesidir. Bu anlamda sanayi toplumu uygarlığın bir başka aşaması olarak anlam bulabilir. Böylesi bir uygarlık aşaması 19. yüzyıla damgasını vurdu demek gerçekçidir. Her dönemden daha fazla kâr sızdırmaya imkân verdiği için, kapitalizmin görkemli çağı demek de mümkündür. Tüm toplumu kâr hırsı sarar. Kapitalist olmak yaşamın amacı haline getirilir ve hayatın doğal tarzına indirgenir. İşte bu anlamda sanayi toplumu ilktir. Azami kapitalistleşme toplumudur. Kralın çıplak hale gelmesi, yani ilk defa önde gelen kapitalistlerin yeni, ama eskisinden daha farklı, süsü ve elbisesi normal olan, kendini vatandaş gibi sunan bir krallar grubu haline gelmesidir. Krallar da çoğalarak, eski görkemli, süslenmiş hallerinden soyunarak varoluş kazanıyorlar. Sanayi toplumu bu anlamda çıplak krallar toplumudur. 
Ücretle bağlanan işçinin durumu bu toplumda yaygınlık kazanır. Bir anlamda toplumdan koparılmış bir sınıftır. Klasik kölecilikten farkı, ücretli kölelikle bağlanmasıdır. Hangisinin daha iyi olduğunu söylemek etik açıdan doğru sayılmaz. Marksistlerin en önemli hatalarından birisi, bu toplumda sanayi burjuvazisi ve işçi sınıfını ilerici ilan edip, toplumun geri kalanına gerilik damgası vurmasıdır. Hâlbuki tersi doğrudur. Sanayi ve işçi sınıfı birlikteliği belki modernitenin bir özelliği olabilir; ama eşitlik, özgürlük ve demokratikleşme açısından tekelci devlet kapsamındadırlar.
Anti-toplumculuğa daha çok yakın bir duruş sergilerler. Aydınların bu sınıfsal ittifakla sözleşmesi sosyalizm açısından en talihsiz bir sapma olmuştur. Sanayici tekelleri toplumu, kavram olarak sürekli savaş toplumlarıdır. Ulus-devlet boşuna bu dönemin devlet biçimi haline gelmemiştir.
e– Sanayi tekelciliğinin siyaseti ve devleti, milliyetçiliğin en yoğun hali ve devletle tüm ulusal toplumun kaynaştırılması temelinde oluşan ulus-devlettir. Ulus-devlet en çok bu dönemde idealize ve realize olmuştur. Bunun temel nedeni, sermayenin aşırı kârı ve topluma yaygınlaşmasıdır. Kârın çoğalması, tüm toplumun sanayi tekellerine bağlılığını gerektirir. Bu ise iç savaştır. Ancak yoğun milliyetçilik ve yine iktidarın en yoğun yaşandığı ulus-devletle bu iç savaş bastırılarak, kârın azamileşme düzeni sağlama alınmış olur. Faşizmin yavaş yavaş bir sistem olarak bu dönemde gelişmesi özgün bir olay değildir. Toplumun sürüleşmesi ve iktidarın ince çeperlerine kadar yayılması, bunun da ancak milliyetçiliğin dinselleşmesiyle mümkün olabilmesidir. 
Endüstri, ulus-devlet ve kapitalist üçlüsünden oluşan Batı modernitesi tarihin en kanlı çağı, uygarlığı olma niteliğini bu kapsamı dolayısıyla kazanır. İç içe geçmiş bu üçlü modernite; hem toplum içinde iç savaş (faşizm), hem de devletlerarasında ulusal, bölgesel ve dünya savaşları konumuna düşer. Bunun temelinde, hep tekrarlıyoruz, kârın oluşum ve paylaşılma biçimi vardır. Ulus-devlet ana hedefini endüstrileşme olarak belirlerken, kapitalistleşme niteliğini veya arzusunu gündeme taşıyor. Kapitalistler siyasi hedeflerini ulus-devlet olarak belirlediklerinde, ancak milliyetçilikle ulusu zamklayarak ulus-devleti mümkün kılabileceklerini, bunun da kâr düzeni için en gerekli devlet düzeni olduğunu açığa vuruyorlar. Sanayi hem devlet, hem kapitalizm için ana hedef haline geldiğinde, 19. ve 20. yüzyılın kaderi belirlenmiş oluyor. Sanayi de tarım gibi, manifaktür gibi bir üretim çağıdır. Uygarlığın mirasına dayanır. Ama hiçbir üretim çağı, sanayi çağı kadar devlet ve kapitalist tekeline kâr ve iktidar çoğaltım gücünü vermemiştir. Bu nedenle devlet ve kapitalist sanayileşme için yarışır. Toplumu ve bireyi çok düşündükleri, ulusa çok saygılı oldukları için değil, tarihi bir kâr imkânını yakaladıkları için bu karasevdayı gösterirler.
Sanayi toplumu tarihsel olarak savaş ve hegemonya idealleriyle yakından bağlantılıdır. İngiltere ile Hollanda ittifakı Fransa tarafından zorlandıkça, bu devletler Hegemonik konumlarını yitirmemek için yine ucuz üretim zırhına sığındılar. Tarih, eğer sanayi devrimine öncülüğü olmasaydı, İngiltere’nin hegemonyasını muhtemelen 19. yüzyılın başlarında, özellikle Napolyon karşısında kaybedebileceğini gösteriyor. Fransa’nın yanı başında yeni yükselişe geçen ABD ve Rus Çarlığı’nın hegemonya şansının bulunduğu söyleniyor. Daha sonra bu yarışa Almanya katılacaktır. İngiltere’nin şansı, belki de tek çaresi olan sanayi devrimi oluyor. Bu durum bir kez daha zaruretin yaratıcılığı zorladığını gösteriyor. Buharlı makine ve dokuma mekaniği tarihin çarkını İngiltere lehine bir kez daha çeviriyor. Siyasi ve askeri yenilikler yeni sanayi üretimiyle hız ve güç kazanıyor. Bu da peşi sıra askeri başarıları getiriyor. 
Zincir bir defa kurulunca kırılması güç oluyor. Napolyon’un yenilgisi diğer etkenlerin yanı sıra, büyük ihtimalle esas olarak sanayi devriminin bir sonucu olsa gerekir. İngiltere hegemonyası koca bir 19. yüzyıl cihan imparatorluğuna bu sanayi devrimiyle kulaç atıyor. 19. yüzyıl İngiltere’nin muhteşem yüzyılıdır. ‘Üzerinde güneş batmayan imparatorluk’ unvanı ilk defa bu yüzyılda İngiltere tarafından kazanılır. Bu klasik bir imparatorluk değildir. Örneğin Roma ve Osmanlı tarzı bir uygulaması yoktur. Etkisi altında devlet düzeyinde birçok siyasi oluşumun mevcudiyeti imparatorluğuna halel getirmiyor. Kendine özgü çoklu siyasi oluşumları bağrında taşıyan bir model olarak, giderek zayıflasa da, günümüzde bile İngiliz Uluslar Topluluğu (Commonwealth) adıyla yaşamasını biliyor. 
Sanayi devriminin dünyaya ihracı her uygarlık biçimine benzer tarzda gelişir. Kendini kanıtladıktan sonra, önce Batı Avrupa’da, 19. yüzyılın sonlarında tüm Avrupa’da yayılımını sürdürür. 20. yüzyılın başlarında tüm dünyaya açılımı hızlanır. Sanayi tekelleri arasındaki rekabetin öncülüğünü İngiltere ve Alman tekelinin yaptığı bu açılımın dengesizliği, iki büyük dünya savaşı ve çok sayıda bölgesel ve yerel savaşa konu olur. Bir kez daha sanayi kârının tekel, tekelin ulus-devlet, ulus-devletin savaş olduğu karşımıza çıkıyor. Hiçbir ulus-devletin savaşsız kurulmadığını göz önüne getirdiğimizde, sanayileşme ve sanayi ihraç bölgelerini kazanmanın kanlı ve kârlı tarihini çarpıcı bir tarzda bu savaşlarda görüyoruz. Savaşın, ulus-devletçiliğin özünde kârın yattığı çok açıktır.
Sanayi döneminin emperyalizm olarak da anlam bulması bu dışa ihracıyla ilgilidir. Sanayileşmenin sömürge ve yarı-sömürgelerde, bağımlı alanlarda da sınırlı bir gelişim sağlaması, bekleneceği gibi iç ve dış savaşın başlaması demektir. 20. yüzyılın güçlü bir olgusu olan ulusal kurtuluş savaşları, özünde sömürge ve yarı-sömürge alanlarının sanayileşme programıyla bağlantılıdır. Öncülük konumları ne olursa olsun, hepsinin ulus-devleti, ulus-devletin de sanayileşmeyi en başa alması, dünya kapitalizmine gidişin temel köşe taşlarındandır. Bu anlamda Rus ve Çin Devrimleri de son tahlilde birer ulus-devlet ve sanayileşme devrimidir. Gelişmeler bu süreci çarpıcı biçimde doğrulamıştır. O halde 20. yüzyıl, ister ulusal kurtuluş savaşları ister başka yöntemlerle olsun, ağırlıklı olarak Avrupa dışının sanayileşme çağıdır.
Bu çağ ana hatlarıyla 20. yüzyılın son çeyreğine kadar bütün ağırlığıyla yaşanır. Daha sonra olan ise, Avrupa’nın kendisine artık fazla kâr getirmeyen ve çok yük teşkil eden (çevre kirliliği, yüksek ücretler) sanayiyi dünyaya ihraç etme aşamasıdır. Önce mal, 19. yüzyılda mal ve sermaye, 20. yüzyılda ise mal, sermaye ve sanayi ihracı biçiminde üçlü bir mekanizma ile dünyaya taşındı. Sanayileşmeyi tanımayan dünya bölgesi artık kalmamış gibidir. Böylelikle sanayi çağının esas ağırlığını yitirdiğini, daha doğrusu sanayiyi finans sermayesiyle ikame ettiğini belirleyebiliriz. İlk çağını ticaret, ikincisini sanayi devrimiyle yürüten Avrupa uygarlığı, son aşama olarak üçüncü küresel finans çağını yaşamaktadır. Finans çağı ağırlıklı olarak 1970’ler sonrası döneminde öncü rolünü oynamaya başlamıştır. Bundan sonraki bölümün konusudur.
Her çağ bir öncekini ortadan kaldırmaz, ikinci plana düşürür. Ticaret 19. yüzyılda devam etti. Fakat sanayiye göre kâr sağlamada eski gücünü yitirip ikinci sıralarda yerini korudu. Finans çağı çok önceleri temelini atmıştı. İtalyan kent cumhuriyetleri bir nevi finans cumhuriyetleriydi. Birçok krallığı finansla kendilerine bağladılar. Ticaret çağı döneminde de para işlemleri borç alıp vermede hızlı ve yoğun idiler. Kredi ciddi bir kazanç kapısı olmuştu. Fakat üçüncü sırada kâr getiren bir sektördü.
Sanayi eleştirmenleri ve eleştirileri, çevre tahribatının gözle görülür risklerinin gezegensel boyuta vurmasıyla artmıştır. Endüstriyalizmin doğurduğu felaketlerle nasıl boğuşulacağı yoğun tartışılan bir konudur. Bir bütün olarak yaşamla çelişkisi kaldırılamaz boyutlara varmıştır. Bilim ve tekniğin bu denli sorumsuz kullanımının kıyamet anlamına gelebileceği tartışma konusu haline gelmiştir. 
Tüm sorunların temelinde kâr ve sanayi ilişkileri yatmaktadır. İkisinin dizginsiz birleşiminin, kalkınma sağlamak şurada kalsın, sorun yumağına dönüştüğü görülmüştür. Tüm toplumsal alana sanayinin hükmetmesi, emtia konusuna dönüşmeyen bir toplumsal alanın bırakılmaması, toplumsal sorunları görülmemiş boyutlara taşıdı. Sanayi kaynaklı birçok gelişme toplumların doğasına olduğu kadar çevreye de aykırıdır. Kırsal alanın neredeyse tamamen yutulmasının sonuçlarıyla daha yeni karşılaşıyoruz. Kentin zıddına dönüşümünün sonuçları da yeni görünmeye başlamıştır. Alternatiflerin ne olması gerektiği tartışma düzeyini geçmemektedir. Şüphesiz toplum sanayisiz yaşayamayacaktır. Ama sanayi adına yapılanları kaldırması da artık beklenemez. Anti-endüstricilik giderek güç kazanabilir. Kent ve çevre çalışmaları bu yönlü birçok akımı bünyesine almıştır. Siyasal alana taşınmalar da gittikçe gündem buluyor. Reform sınırlarını aşmayan bu çabalardan, bozulan her iki doğa dengesini yeniden kazanmasını beklemek safdillik olur. Mevcut uygarlık paradigmasında kaldıkça, biçimsel değişimlerden öteye sonuç beklenemez.
Beş bin yıllık uygarlığın taşıdığı olumsuzlukları, belki de sanayi çağı tek başına birkaç kat arttırmıştır. Bu tüm gözlemcilerin üzerinde birleştikleri bir görüştür. Bunlardan iklim ısınması sadece bir örnektir. Yıkım sanıldığından çok daha derin ve kapsamlıdır. Sadece endüstri çağının eleştirisi değil, tüm uygarlık eleştirisi gereklidir. Marksistlerin ve diğer muhaliflerin sorunları ya dar sınıfsal ekonomizme, ya da çevrecilik, kültürcülük ve feminizm gibi kategorilere sıkıştırmaları bazı olumlu sonuçların sergilenmesine yol açmıştır. Ama ciddi bir siyasi program ve eylem haline erişememeleri de herhalde köklü yetmezlikleriyle bağlantılıdır. 
Demokratik uygarlık seçeneği üzerinde yoğunlaştıkça, bunun isabetli bir seçim olduğu her geçen gün daha iyi açığa çıkıyor. Ancak köklü demokratik uygarlık seçenekleri çok kapsamlı eleştiri ve programlarla birlikte, en az bunlar kadar hayata geçirici örgüt ve eylemselliklerle bütünleştiğinde doğaya, yaşama daha özgür, eşit ve demokratik toplum paradigmasıyla bakıp yol alabiliriz.

Hiç yorum yok: