1 Şubat 2012 Çarşamba

Demirtaş: Kendi Kaderini Tayin Hakkı Tanınmalı

Londra - Temaslarda bulunmak üzere İngiltere'nin başkenti Londra'da bulunan BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve BDP Dış ilişkiler Komisyonu Başkanı Nazmi Gür'un katılımıyla İngiliz parlamentosunun alt kanadı House of Commons'da bir toplantı düzenlendi. Kürt özgürlük mücadelesinin ulaştığı nokta konusunda önemli değerlendirmelerin yapıldığı toplantıda konuşan Demirtaş, Kürt sorununun çözümünde kritik ve belirleyici olan noktanın Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı olduğunu belirterek öncelikle bu hakka saygı duyulması gerektiğini belirtti.

Demirtaş ve Gür'ün yanısıra işçi Partisi Milletvekili Jeremy Corbyn, Galler parlamentosu Plaid Cymru Partisi temsilcisi Hywel Williams ve Lord Rea'nın konuşmacı olarak katıldığı toplantı, İngiltere'de faaliyette bulunan çeşitli Kürt organizasyonlarının ve Kürdistan'da Barış Kampanyası'nın desteğiyle gerçekleştirildi.

'TÜRK YARGISININ GELDİĞİ NOKTA BİR FELAKETTİR'

Toplantının açılış konuşmasında Türkiye'deki genel siyasi durum ve son dönemde Kürdistan'da artan devlet baskısı hakkında görüşlerini açıklayan Demirtaş, BDP'nin Kürt kimliğinin tanınması, bütün halkların kendi dillerini özgürce kullanabilmesi, Kürtlerin kendi kimlikleriyle örgütlenme ve politika yapma özgürlüğünün sağlanması ve demokratik özerklik altında Kürt halkının kendi kendini yönetmesi olmak üzere dört temel talebi olduğunu söyledi. Demirtaş son yapılan seçimlerde Kürt halkının yarıdan fazlasının bu çerçeveyi desteklediğini ve aslında Kürt halkının kendi kaderini belirlediğini vurguladı.

Buna karşın AKP hükümetinin Kürt halkının BDP'ye verdiği desteği baskı ve zulümle ezmeye çalıştığını söyleyen Demirtaş, "Şu an itibariyle cezaevlerinde bulunan tutuklu arkadaşlarımızın sayısı 6200'ü geçti. Bunların arasında 6 vekil, 27 belediye başkanı ve meclis üyesi, 94 gazeteci, 34 avukat ve yüzlerce kadın ve genç siyasetçi bulunuyor. Bu kabul edilebilir bir durum değildir" dedi.

Kürdistan'da Barış Kampanyası üyesi avukat Margaret Owen da konu hakkında yaptığı konuşmada AKP hükümetinin sürdürdüğü tutuklama terörünü kınayarak, "Burada sorulması gereken asıl büyük soru Suriye'de Esad'ı yerden yere vuran Batı'nın sivil halka karşı aynı uygulamaları yapan Türk hükümetine karşı neden sessiz kaldığıdır. En temel insan haklarını talep ettiği için binlerce insan Türkiye'de cezaevlerine dolduruldu. Türkiye'de şu an yargının ulaşmış olduğu nokta bir felakettir" şeklinde konuştu.

'İMRALI'DA BÜYÜK BİR DİRENİŞ VERİLİYOR'

AKP'nin Kürt hareketine karşı sürdürdüğü baskı politikasının bir diğer boyutu olarak İmralı'da PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan hukuk dışı tecride de değinen Demirtaş, İmralı'daki uygulamaların bir kişiyle değil Kürt halkının bütünüyle ilgili olduğunu belirterek, şöyle konuştu: "İmralı'da 12 yıldır süren tecride karşı büyük bir direniş vardır. Bir halkın sembolize edilmiş bir direnişi vardır. Biz tecridin ortadan kalkmasını Öcalan'ın avukatlarıyla veya yakınlarıyla görüşmesinin sağlanmasıyla sınırlamıyoruz. Öcalan'ın özgür olması gerektiğini düşünüyoruz."
'ROBOSKİ'DE ULUSLARARASI GÜÇLERİN DE ROLÜ VAR'

Toplantıda söz alan konuşmacılar, Roboski'de 34 Kürdün Türk savaş uçakları tarafından katledilmesi üzerinde özel olarak durdular. Bu konudaki görüşlerini açıklayan Demirtaş, "Roboski katliamının üzerinden 34 gün geçti. Şimdiye dek tek bir yetkili hakkında soruşturma açılmadığı gibi halktan bir özür bile dilenmedi. Tersine, Başbakan Erdoğan bugün bile partisinin grup toplantısında partimize ve halkımıza hakaret etme tutumunu devam ettirdi" diye konuştu.

Roboski'de uluslararası güçlerin de sorumluluğu olduğunu söyleyen Demirtaş, şunları söyledi: "Katliamda uluslararası güçler hem istihbarat sağlayarak doğrudan, hem de katliamın ardından sessiz kalma yoluyla dolaylı olarak rol aldılar. Biz buna rağmen uluslararası mekanizmaları işletmeye çalışıyoruz. Savaş uçakları tarafından parçalanan insanların Kürt, Alman, Ermeni veya Arap olması farklı yorumlanmamalıdır. Eğer farklı yorumlanıyorsa o zaman insanlık değerlerinin ulaştığı noktayı sorgulamak gerekir."

Roboski katliamında Batı'nın gösterdiği ikiyüzlü tutumu eleştiren İşçi Partisi Milletvekili Jeremy Corbyn de, bu çifte standardın bir diğer örneğinin de AKP'nin Filistin politikası olduğunu söyleyerek, şöyle konuştu: "Erdoğan'ın Filistin'de yaşanan insanlık dramı hakkındaki sözlerini duyunca onaylıyorum ama sonra 'Sınırda kendi halkını bombalayan, binlerce insanı cezaevine dolduran da bu aynı hükümet değil mi' diye kendi kendime soruyorum. İngiltere, ABD ve NATO nasıl bu ikiyüzlülüğe sessiz kalabiliyor? Temel olan Kürtlerin tanınmasıdır."

'SORUN PAZARLIK KONUSU OLARAK KULLANILIYOR'

Toplantıda başta İngiltere olmak üzere Avrupa hükümetlerinin Kürt sorununda izlediği politikalar da ayrıntılı olarak ele alındı. Bu konuda Avrupa hükümetlerinin samimiyetsiz bir tutum takındığını belirten Demirtaş, sözlerini şöyle sürdürdü: "Ne yazık ki Avrupa hükümetleri Kürt sorununda çözüm yanlısı bir politika izleyeceklerine sorunu bir pazarlık konusu olarak kullanıyorlar. Fransa'nın Roj TV ile ilgili aldığı karar bunun en tipik örneğidir. ABD'nin Roj TV'yi susturmak için verdiği çaba bunun örneğidir. AKP'nin destekleniyor olması esasta bir karşı-devrimdir. Biz bu konuda Avrupa hükümetlerinden çok Avrupa halklarının vicdanına güveniyoruz. Kürt halkının doğal müttefikleri emperyalizme karşı çığ gibi büyüyen sosyal hareketlerdir, halklardır. Bizim yürüttüğümüz diplomasi, halklar arası diplomasidir".
İngiliz hükümetinin Kürt sorununun derinleşmesinde özel bir yeri olduğunun da altını çizen Demirtaş, "İngiltere'nin Kürt halkına yüz yıllık bir borcu vardır" dedi. Demirtaş, akan kanın durdurulması için İngiltere'nin artık çözümden yana ve barış lehine bir tutum takınması gerektiğini, özellikle yeni anayasanın yapım sürecinde Kürt halkına verilecek desteğin belirleyici olacağını belirtti.

'AKP'NİN SIFIR SORUN POLİTİKASI ÇÖKMÜŞTÜR'

Toplantının önemli konu başlıklarından biri de Orta Doğu'da son dönemde yaşanan demokratikleşme hareketleriydi. Orta Doğu'da yaşanan olaylarda bazı Batılı hükümetlerin AKP'yi bölgeye bir model olarak sunmaya çalışmalarına dikkat çeken BDP Milletvekili Nazmi Gür, "AKP, yanıltıcı bilgi verme konusunda çok başarılı bir parti. Türkiye, bu hükümet altında insan hakları bakımından tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşıyor. AKP'nin reformist bir parti olduğu iddiası doğru değildir" diye konuştu.

AKP'nin dış politikasında son dönemde yaşanan değişikliğin iç politikada Kürtlere karşı izlediği sertlik yanlısı tutumun bir devamı olduğunu vurgulayan Gür, Türkiye'nin şu anda İran'dan Suriye'ye, Irak'tan Yunanistan'a bütün komşularıyla ciddi sorunlar yaşadığına dikkat çekerek, "O çok bahsedilen komşularla sıfır sorun politikası artık çökmüştür. AKP, Orta Doğu'da iyi bir aktör de iyi bir model de değildir" şeklinde konuştu.

‘ULUSAL KONFERANSIN TOPLANMASI HAYATİ ÖNEMDEDİR’

Orta Doğu'nun kaderinin belirlenmesinde Kürtlerin son derece kritik bir konumda olduğunu belirten Selahattin Demirtaş da, özellikle Suriye ve Irak'ta Kürtlerin belirleyici bir dinamik olduğunu belirterek, "Bizim Türkiye için söylediğimiz her şey dört parçaya yayılmış Kürtlerin tümü için geçerlidir. Irak'ta da Suriye'de de Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde bir anlaşma sağlanmalıdır. Bu anlamda dört parçadaki Kürt partilerinin bir araya geleceği Kürt Ulusal Konferansının toplanması bizim için hayati önemdedir" diye konuştu.

Ruhi Su Gibi Ölüme Terk Edilen Demirbaş AİHM Yolunda




Amed - Yakalandığı ölümcül hastalığa rağmen ‘yurt dışı’ yasağı kaldırılmayan Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, ‘yaşam hakkı’ ihlali gerekçesiyle AİHM’e başvuruyor. Demirbaş, 12 Eylül askeri darbesinde ‘yurt dışı’ yasağı ile Ruhi Su’yu öldüren zihniyetin bugün kendisini ölüme terk ettiğini söyledi.
Bundan tam 26 yıl önce 12 Eylül Askeri Darbesi’ni gerçekleştiren Kenan Evren ve ekibinin ‘yurt dışı’ yasağı koyarak tedavisi engellendiği Ruhi Su hayatını kaybetti. Aradan 21 yıl geçti demokratikleştiğini iddia eden Türkiye’de zihniyet değişmedi ve AKP’nin 12 Eylül zihniyeti bu kez de hayati Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ı yine ‘yurt dışı’ yasağı ile adeta ölüme terk etti.
Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, 2007 yılında bir ilke imza atarak Çok Dilli Belediyeciliği başlattı. Kürt politikacılara yönelik sürdürülen operasyon kapsamında 25 Aralık 2009 günü tutuklanarak cezaevine gönderildi. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinin 5 Nisan 2010 tarihli hayati tehlikesi olduğunu belirten rapora binaen uzun uğraşlar ve girişimler sonucu serbest bırakıldı. Doktorlar, bacaklarında ortaya çıkan yüksek kan pıhtılaşması nedeniyle Demirbaş’ın hayati tehlikesinin bulunduğunu teşhis ettiler.

GÜL’DEN TRAJİK ‘RET’

Türkiye’de tedavisi mümkün olmadığı için Demirbaş’ın yurt dışına çıkması gerektiği raporlarla belgelendi. Demirbaş’ın gün geçtikçe sağlık duruma kötüye giderken, ayağındaki morarmalar ise tüm bacakları ve kollarına yayılmış durumda. Ancak Diyarbakır KCK Davası’na bakan 6. Ağır Ceza Mahkemesi, Demirbaş’ın doktor raporlarına rağmen ‘yurt dışı yasağı’nı kaldırmadı.

Demirbaş’ın avukatları bunun üzerinde bir üst mahkeme olan 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurdu, ancak sonuç değişmedi. Demirbaş için uluslararası kampanyalar düzenlenerek ‘yurt dışı’ yasağı kaldırılması istendi. Demirbaş’ta durumunun gün geçtikçe kötüleşmesi üzerine ‘yurt dışı’ yasağının kaldırılması için Türk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve TBMM’ye mektup yazarak, bu yasağın kaldırılması için girişimler de bulunulması istedi. Ancak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçtiğimiz günlerde Demirbaş’a gönderdiği yanıtta ‘yargı bağımsızlığı’ diyerek, bu en insani talebi kabul etmediğini açıkladı.

DEMİRBAŞ ÖLÜMDEN DÖNDÜ...

Durumu gün geçtikçe kötüleşen Demirbaş ise yaklaşık 15 gün önce İstanbul’da gördüğü tedavi sırasında ise ölümcül bir tehlikeyi atlattı. Demirbaş’ın tedavisi sırasında ayağındaki bir kılcal damarın patladığı öğrenilirken, bunun beyinde olması durumunda ise hayatını kaybedebileceği belirtildi. 

Demirbaş, yargı, Cumhurbaşkanlığı ve TBMM başta olmak üzere çaldığı tüm kapıların kapanması üzerine Türk devletinin yaşam hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle avukatları aracılığı ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde ‘adalet’ arayacak. Sağlık durumu ve ‘yurt dışı’ yasağının kaldırılmaması ile ilgili bilgi veren Demirbaş, yurt dışı yasağının kaldırılması için başvurduğu Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanlığı’nın da kendisine olumsuz yanıt verdiklerini söyledi. Son olarak İstanbul’da bir süre tedavi gördüğünü ve ölümden döndüğünü anlatan Demirbaş, “Tedavi sırasında bir kılcal damar patladı. Doktorlar zor kontrol altına aldı. Eğer bu beynimdeki bir kılcal damar olsaydı (ki bu riskte var) ölümüm yüzde yüzdü. Ancak her şeye rağmen ruhen ve moralen iyiyim” dedi.

‘RUHİ SU GİBİ ÖLÜME TERK ETTİLER’

Yurt dışı yasağının kaldırılmamasının tamamen politik olduğunu vurgulayan Demirbaş, şunları kaydetti: “Mahkeme ‘kaçma şüphesi’ var diyerek kaldırmıyor. Ancak yaşam hakkı kaçma şüphesinden daha kutsaldır. Ruhi Su için de darbeci general Kenan Evren ‘ya gider de dönmezse’ diyerek ölüme terk etmiştiler. Bugün ki zihniyet te bunu söylüyor. Ancak ben tanınan bir siyasetçisiyim ve benim kaçma gibi bir durumum olamaz. Bu durumda bana bir şey olursa bunun ahlaki, hukuki ve insani hesabını kim verecek? Bugün Hükümet vergi kaçıranlara yönelik ‘yurt dışı’ yasağını yasal olarak kaldırıyor. Ancak bizim gibi düşüncelerinden yargılananlara ise yasak koyuyor.”

YAŞAM HAKKI İÇİN AİHM’E BAŞVURUYORUM

Demirbaş, hayati tehlikesinin sürdüğünü ve yaşam hakkının ihlal edildiğine dikkat çekerek, ‘yaşam hakkı’ ihlali gerekçesiyle avukatları aracılığı ile AİHM’e başvuracağını belirtti. AKP Hükümeti’nin ‘yargıya karışamayız’!!! diyerek yasağın kaldırılması talebinin ret edilmesinin ise samimiyetten uzak olduğuna değinen Demirtaş, “Bugün Musa Anter’in oğlu Anter Anter’e özel bir izin çıkarıyorlar. Ben de seçilmiş biriyim ve ölümcül bir hastalığım var. Ancak, sanatçı Ruhi Su gibi ölüme terk etmişler” diye kaydetti.

AYNI ZİHNİYET SU’YU ÖLDÜRDÜ..


Demirbaş’ı ölüme terk eden zihniyet bundan tam 26 yıl önce sanatçı Ruhi Su’yu ölüme götürmüştü. 1912 doğumlu Ruhi Su, öğretmen okulu ve konservatuvar mezunuydu. Komünist Partisi'ne yönelik operasyonda tutuklandı, operadaki görevine son verildi. 5 yıl cezaevinde yattı. 20 ay Konya Çumra'da polis gözetiminde kaldı. Sanat yaşamı boyunca 16, 45'lik plak, 12 uzunçalar plak doldurdu. Ölümcül bir hastalığın pençesine düşen Ruhi Su, tedavi için yurtdışına gitmek istedi ama 12 Eylül rejimi izin vermediği için çıkamadı. Evren ve güruhu "gider de gelmezse" diye Ruhi Su'yu tedavi için göndermedi. Ruhi Su, yurtdışına çıkış vizesi beklerken son nefesini verdi.

Ruhi Su'nun cenaze törenine binlerce kişi katıldı ve cenaze 12 Eylül döneminin ilk büyük kitle gösterisi haline dönüştü. Cenazede gözaltına alınan 163 kişi İstanbul siyasi şubede 15 gün süreyle gözaltında tutuldu.

Kemal Burkay, Psikolojik Savaşın Bir Parçası

Mahmut Şakar


Kemal Burkay hikayesi adeta 'gökten bir elma gibi' Kürtlerin üzerine düştüğünde, şahsen ben bu işte de bir hayır olabileceğini düşünüyordum. Bu ve benzeri zatların 'oyun sahası'na girmeleri ve 'kaç kuruşluk adamlar' olduklarının anlaşılmasına vesile olacaktı hiç olmasa.

Avrupa'nın puslu ikliminde kendilerini bir şekilde aydın veya Kürt siyasetçisi olarak yaşatmaya çalışanların, siyasetin ve hayatın gerçek ritmi içinde ne yapabileceklerinin belirginleşmesi önemliydi.

Bu konuda sağolsun diyeceğim, Kemal Burkay beni yanıltmadı. Rolüne ve misyonuna uygun davrandı. Ben bazılarının tersine, Kemal Burkay'ın siyasi bir projenin bir parçası olarak transfer edildiğini düşünmüyordum. Alternatif bir Kürt partisi yada öncülüğü yaratmak için ona yatırım yapıldığına da inanmıyordum.

Kısa zamanda bu anlaşıldı zaten. Kemal Burkay, psikolojik savaşın bir parçası olsun, özel savaşa bir çeşni katsın diye getirildi. Ve bunun için çarşı pazar dolaştırılıyor zaten. Güvenlik mekanizması kime ve nasıl yönelecekse, bu yönelimi meşrulaştıran bir söylemin sahibi olarak ağzına tutuşturulan mikrofonlara bildik replikleri tekrar ediyor.

Mesela Leyla Zana'nın söylemine ilk tepkiyi kim verdi? Başbakan Erdoğan, tehdit ederek Sayın Zana'ya yönelik politik saldırıyı başlattı. Kemal Burkay, bunun argümanlarını 'içerden' biri olarak yineledi ve polis Zana'nın evini bastı. Mekanizma böyle işliyor anlaşılan...
Sayın Öcalan'a yönelik vahşi bir saldırı var. 12 yıldır, tek başına bir hücrede yaşıyor. 27 Temmuz 'dan beri kendisinden haber alamıyoruz. Sağlığı ve yaşamı konusunda kaygılarımız var. İslamcı-faşizan basının Sayın Öcalan'a yönelik seviyesiz saldırısı söz konusu. İşte 'idamın yeniden gündeme getirilmesi'ne varana kadar bir tartışmanın devlet içinde yürütüldüğü fısıldanıyor. Bir devlet göstere göstere, eğip bükmeden Öcalan ile avukatlarını görüştürmeyeceğini söylüyor ve bunu baki kılmak için de kanunlar çıkarıyor. Bu noktada Kemal Burkay, Sayın Öcalan'a yönelik saldırı korosu içinde hemen öne çıkıyor, son derece kalitesiz, çaptan düşmüş servis bilgileriyle bu saldırı korosuna dahil oluyor. Tecrit, işkencedir. Ve Kemal Burkay, işkencecilerin bir parçası olmak için nerdeyse takla atıyor.

Bir TV kanalındaki, söyleşisinde benimle ilgili bir 'yaratıcı' ve 'şairene' bir belirlemesi olduğunu, sonraki gün basında okudum. Söylediği aynen şu: 'Örgüt bir ara sendeledi. Kongreye son günde askeri helikopterle yetişen Öcalan’ın avukatı Mahmut Şakar ‘Başkan savaşacaksınız kararı aldı’ dedi.'

Son beş-altı yıldır ne kadar itirafçı, kaçkın ve kaçık tip varsa, devletin şefkatli kucağına koşa koşa atlamak isteyen ne kadar rant delisi varsa hepsine bu konuda mutlaka bir şeyler söyletildi ve hepsi de papağan gibi az çok benzer şeyleri söyledi. Ama ilginçtir, hiç biri Kemal Burkay kadar, bu yalanı ifrad sınırına vardırmadı. Adeta olay mahalindeymiş gibi, bizzat tanık olduğu bir olayı anlatıyormuş gibi, nefes nefese, bir yalanı gerçek diye tedavüle koyuyor. Bunu yaparken de yüzü hiç kızarmıyor...

Eğer Kemal Burkay konusunda, devletin bir fikri, politik bir projesi olsaydı, onun bu kadar kendini 'rezil' etmesine izin vermez, onu bu kadar yerlerde süründürmezlerdi. Devletin, inancını kıramadığı onurlu Kürtlerin karşısında onursuz ve itibarsız bir kişilik olarak piyasa çıkartıp, kısa zamanda bir palyaçoya çevirtmezdi.

Kemal Burkay, devletin tezlerini savunmaktan, istihbaratın ve psikolojik savaş aygıtının iftiralarını daha da 'zenginleştirerek' piyasa sunmaya varana kadar pek çok iş yapmaktadır. Eline sözde silah almamış olan, bu 'eli temiz büyüğümüz' esasında, devletin siyasi ve güvenlik mekanizmasına sırtını dayayarak Kürt halkının ve evlatlarının üzerindeki şiddetin devamını sağlamak hatta dozunu artırmak amaçlı bir misyon yüklenmektedir.

Öcalan'a yönelik tecrit işkencesinin bir parçası, Kürt siyasetçilerine ve aydınlarına yönelik polis saldırısının meşrulaştırıcı aygıtı, istihbarat yalanlarının taşıyıcısı olarak esasında devletin şiddet siyasetiyle örtüşen, onu tamamlayan bir duruşun sahibi oluyor.

Öcalan ve Kürt siyaseti hakkında kriminalleştirme nasıl uzun erimli bir devlet siyaset olarak varolduysa, Kemal Burkay gibilerinin de barışçıl ve şiddet karşıtı oldukları yolunda ki söylem de bir şehir efsanesi olarak devletçe üretilmiştir. Açık ki, ahlaki bir düzeye sahip olmadan, yalanı, iftirayı ve rantı yaşamının anlamı haline getirerek hiç kimse barışçıl bir kimliğe ve saygın bir sıfata sahip olamıyor.

Öcalan Tecriti Anlatıyor

PKK lideri Abdullah Öcalan, AİHM’e sunduğu son savunmasında ilk kez İmralı adasında kendisine uygulanan tecridi anlattı.

Uluslararası komplonun 14’üncü yılına girdiğimiz bu sıralarda PKK lideri Abdullah Öcalan’ın üzerindeki tecrit ve izolasyon politikaları daha da ağırlaştırılarak yürütülüyor. Bu politikalar nedeniyle avukat ve aile görüşmelerine izin verilmeyen Öcalan’dan yaklaşık 6 aydır haber alınamıyor.

Şimdiye kadarki tüm yazılı savunmalarında ve sözlü diyaloglarında kişisel yaşamına pek değinmeyen Öcalan, “Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak” adlı son savunmasında 21 Aralık 2010 tarihli ek bölümünde “İmralı adasında cezaevi yaşamıma dair” başlığıyla yaşadığı son 12 yıla değiniyor.

Öcalan, tecride karşı nasıl direndiğini ve yalnızlığa nasıl dayandığına değinirken en çok merak edilen konu olan mutlak yalnızlığa ve durağanlığa karşı geliştirdiği yaşam deneyimlerini aktarıyor.

TEK KİŞİLİK HÜCREDE 12 YIL

“Mitolojik tanrılar düşünselerdi, herhalde İmralı kayalarına bağlamak kadar ağır bir cezayı akıl edemezlerdi. Buna rağmen tek kişilik hücredeki on iki yılımı doldurmuş bulunmaktayım” ifadelerini kullanan Öcalan, şimdiye kadarki tüm yazılı savunmalarında ve sözlü diyaloglarında değinmediği kişisel yaşamına bu savunmasında yer veriyor.

TECRİDİN ADI HAVA MUHALEFETİ

İmralı’nın, tarihte devletin üst yetkililerine uygulanan cezaların infaz edildiği bir ada olduğuna dikkat çeken Öcalan, buradaki yaşam koşullarını şu sözlerle anlatıyor:

“İmralı iklimi hem çok nemli hem de serttir. Fiziki olarak insanın bünyesini çökertmeye yatkındır. Kapalı oda tecridi eklenince, bünye üzerindeki yıpratıcı etkisi daha da artar. Ayrıca yaşlanma sürecinin başlangıcında adaya alındım. Uzun süre Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın denetiminde tutuldum. Son iki yıldır sanırım Adalet Bakanlığı’nın denetimi devreye girdi. Birer kitap, gazete, dergi ve tek kanallı bir radyo dışında iletişim imkânım yoktu. Tabii birkaç ayda bir yarım saatlik kardeş ziyaretleri ve ‘hava muhalefeti’ gerekçesiyle sıkça kesilse de, haftalık avukat görüşmeleri iletişim evrenimi teşkil ediyordu. Şüphesiz bu iletişim etkenlerini küçümsemiyorum, ama ayakta durmak için yeterli ilişki değildirler. Ayakta durmayı, çürümemeyi zihnim ve iradem belirleyecekti.”

İMRALI’YA DAYANMA GÜCÜ İZAH EDİLEMEZ

İmralı’daki dayanma gücünü hiçbir şeyin izah edemeyeceğini belirten Öcalan, tecride ve izolasyon politikalarına karşı eski deneyimlerini örneklendirirken şu ifadelere yer veriyor:


“Daha dışarıdayken kendimi hem yalnızlaştırmış hem de yalnızlığa karşı hazırlamıştım. Çok önemli bir bağımlılık ilişkisi olan aile, yakın akraba, hatta yakın arkadaş ve yoldaş ilişkisini soyutlaştıracak deneyimlerim olmuştu. Kadın ilişkisi önemli olmakla birlikte, o da soyutlaştırdığım bir ilişki alanıydı. Nazım Hikmet’in tamamen tersiydim. Çocuk edinmemeye ahdım vardı. Daha lisedeyken edebiyat hocasından on numara alan kompozisyon yazımın başlığı şöyleydi: “Sen benim için hiç doğmayacak çocuksun!” Sanırım bu yazıyla zorlu geçen çocukluk yaşamlarını konu edinmek istemiştim. Fakat tüm bu deneyimler İmralı’daki dayanma gücümü izah etmeye yetmez.”


ÖCALAN’LA KÜRT HALKI ESİR ALINDI

Kürtlerin ulusal önderi olarak milyonlarca kişiyi temsil eden ve milyonlarca kişi tarafından kendi iradesi olarak kabul edilen Öcalan, daracık bir mekanda bir yandan idam cezasının infazı ve diğer yandan ise psikolojik savaşa karşı direnişini ise şöyle kaleme alıyor:

“İmralı sürecinde bana dayatılan komplo, umudun zerresini bırakmayan cinstendi. İdam cezasının infazı ve psikolojik savaşın uzun süre gündemde tutulması bu amaçlaydı. İlk günlerde nasıl dayanabileceğimi ben bile tahayyül edemiyordum. Yıllar bir yana, bir yılı bile nasıl geçirebileceğimi düşünemiyordum. Kendi kendime yerindiğim şöyle bir düşüncem oluşmuştu: “Milyonlarca kişiyi daracık bir odada nasıl tutabilirsiniz!” Gerçekten Kürt Ulusal Önderliği olarak, zindana giriş koşullarında kendimi milyonların sentezi haline getirmiş veya getirilmiştim. Halk da böyle algılıyordu.”

MEKTUP GÖNDEREMEDİM

“İnsan ailesinden ve çocuklarından yoksunluğa hiç dayanamazken, ben ölümüne birleşmiş milyonların iradesinden bir daha hiç kavuşmamacasına ayrılmaya nasıl uzun süre dayanabilecektim!” diyen Öcalan, üzerindeki ağır tecride dikkat çekerek, şöyle devam ediyor:

“Halktan insanların birkaç satırlık mektupları bile verilmiyordu. Şimdiye kadar zindandaki yoldaşların büyük kısmı verilmeyen ve sıkı denetimden geçmiş az sayıdaki mektupları dışında ve birkaç istisna haricinde, dışarıdan hiç mektup almadım. Mektup gönderemedim. Bütün bu hususlar tecridin yol açtığı durumu kısmen anlaşılır kılabilir. Fakat benim konumumun özgün yönleri vardı.”

Öcalan, toplumsal açıdan zindan sürecinin ne zaman başladığına değinirken çarpıcı bir örnek vererek, şunları ifade ediyor:

“Kürtlere ilişkin birçok ilke çıkış yaptıran kişi konumundaydım. Yarım kalan bu çıkışların hepsi özgür yaşamın olmazsa olmazlarıydı. Halkımızdan herkese, her toplumsal alana ilişkin ilk çıkışı yaptırmış, ama hiçbirini güvenilir eller ve koşullara terk edememiştim. Bir aşığı düşünün: İlk aşkı için çıkış yapmış, ama tam tutuşacakken elleri hep havada kalmış. Benim toplumsal alanlardan özgürlük çıkışlarım da hep böyle havada kalmıştı. Kendimi toplumsal özgürlük alanlarında adeta eritmiştim. ‘Ben’ diye bir şeyi de pek geride bırakmamıştım. Toplumsal açıdan zindan süreci böylesi bir anda başlamıştı.”

TECRİDE RAĞMEN BÜYÜK BİR YAŞAM

Öcalan, cezaevinin koşullarına değinirken nasıl bir ikna ile tecrit koşullarına karşı direndiğini ve nasıl bir yaşam sergilediğini şöyle anlatıyor:

“Aslında dış koşullar, devlet, idare ve cezaevinin kendisi saraylara özgü bir donanımda olsa dahi, bana özgü tecride nasıl dayanıldığını açıklamaya yetmez. Temel etkenler koşullarda ve devletin yaklaşımlarında aranmamalıdır. Belirleyici olan, benim kendimi tecrit koşullarına ikna etmemdir. Öyle büyük gerekçelerim olmalıydı ki tecride dayanabileyim, tecritte de olsa büyük bir yaşamın sergilenebileceğini kanıtlayayım.”

Öcalan, İmralı direnişinde ve büyük yaşam duruşunda önemsediği ikinci kavramsal düşüncesinin ise ahlaki ilkeye bağlılık olduğunu belirterek, “Kendini mutlaka bir topluma bağlı olarak yaşanabileceği konusunda bilinçli kılacaksın” diyor.

VARLIK VE ÖZGÜRLÜK SAVAŞI

Ahlâklı ve onurlu bir Kürt için yaşamın, günün yirmi dört saatinde varlık ve özgürlük savaşçısı olmasıyla mümkün olacağının altını çizen Öcalan, yaşanan yanılgıları şöyle açıklıyor:

“Kürtlerin mutlak köle hali -ki, halen öyledir- benim “özgür yaşam mümkünmüş” gibi hayal kurmamı kesin olarak engelledi. Şuna ikna oldum: “Senin içinde özgür yaşayacağın bir dünyan yoktur. Burada, yani İmralı’da iç ve dış cezaevi arasında epey mukayesede bulundum. Sonuçta dışarıdaki tutsaklığın birey için daha tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir Kürt bireyinin kendini dışarıda özgür sanarak yaşaması büyük bir yanılgıdır. Yanılgı ve yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam, kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. Bundan çıkardığım sonuç, dışarıda ancak bir şartla yaşanabileceği, onun da günün yirmi dört saatinde Kürtlerin (kapitalizm koşullarında Türk emekçilerinin) varlık ve özgürlüğü için savaşım içinde olmakla mümkün olabileceğidir. Ahlâklı ve onurlu bir Kürt için yaşam, kesinlikle günün yirmi dört saatinde varlık ve özgürlük savaşçısı olmakla mümkündür.”

SAVAŞSIZ BİR YAŞAM SAHTEKARLIKTIR

Savaşsız bir yaşamın sahtekârlık ve onursuzluk olduğuna işaret eden Öcalan, cezaevi koşullarına dayanmamayı yaşam gerekçesine aykırı bulduğunu şu sözlerle ifade ediyor:

“Dışarıdaki yaşamımı bu ilkeye vurduğumda, ahlâklı yaşadığımı kabul ediyordum. Bunun karşılığının ölüm veya cezaevi olması savaşın doğası gereğidir. Savaşsız bir yaşam koca bir sahtekârlık ve onursuzluktan ibaret olduğuna göre, ölüm veya cezaevine katlanmak da işin, eylemin doğasında vardır. Cezaevi koşullarına dayanmamak yaşam gerekçeme aykırıdır. Mücadeleden, varlık ve özgürlük savaşının her biçiminden nasıl kaçınılamazsa, cezaevinden de kaçınılamaz. Çünkü o da uğruna savaşılan özgür yaşamın bir gereğidir.”

Midyat Kaymakamı Değil AKP Kaymakamı


Midyat Kaymakamı Fatih Akkaya, 7 Ocak günü yapılan kongrede seçilmen AKP Midyat İlçe Başkanı Hüseyin Çelebi'yi, 12 Ocak günü kutlama ziyaretine gitti. Parti ilçe teşkilatında gerçekleşen ziyarette Kaymakam Akkaya, yeni seçilen yönetime başarılar diledi. Ziyaret sırasında çekilen görüntülerde Kaymakam Fatih Akkaya'nın yaptığı konuşmada BDP'ye karşı AKP İlçe başkanına tavsiye ve uyarılarda bulundu, Akkaya'ın söyledikleri bir ilçenin tüm parti ve topluma eşit yaklaşmadan çok AKP'in kadrolu çalışanı oldugu izlenimi verdi ve Midyat halkı tarafından büyük tepkiyle karşılandı.

İşte Kaymakam Fatih Akkaya'nın görüntülerdeki konuşması.

''Bu seçim Midyatımız ve bölgemiz için çok önemli. Midyat kaledir, burayı mahalli seçimlerde kaybetmemek lazım. 2014 mahalli idareler seçimlerine, yeni seçilen bu teşkilat ile girilecek olması isabetli olmuştur.

Midyat onların kızıl elması. Midyat kaledir, burayı mahalli seçimlerde kaybetmemek lazım. Burası gitti mi veya düştü mü, onlar için büyük anlam ifade edecektir. Bu kadar insana yazık olur, günah olur. Mahalli seçimler kaybedilirse, Estel'de (eski Midyat) ve Midyat’ta üzülen çok insan olacaktır. Bu yönetim ile 2014 seçimlerine girmek isabetli olmuştur. Midyat için hayırlısını diliyoruz. Belki mahalli seçimlerde Midyat’ta olamayacağız ama gözümüz de, gönlümüz de hep Midyat’ta olacaktır.''

Danske Bank, Roj TV Hesaplarını Dondurdu

Kopenhag - Danimarka mahkemesinin kararı ardından temyiz kararı beklenmeden uydu yayınları durdurulan Roj TV’nin uzun yıllardır birlikte çalıştığı Danske Bank da artık işlem yapmayacağını açıkladı.

Kopenhag Şehir Mahkemesi’nin 10 Ocak’taki Roj TV kararı henüz nihai bir hükme bağlanmamışken, çeşitli yöntemlerle fiili olarak uygulanıyor. Roj TV, mahkeme kararını temyize götürdüğü için, mahkemenin kararı mevcut durumda yok hükmünde.

Ancak buna rağmen yayınları durduran uydu şirketlerinden sonra Danske Bank da temyiz kararını beklemeden Roj TV’nin hesaplarını dondurdu.

Roj TV yaptığı açıklamada Danske Bank’ın kendilerine gönderdiği mektupta şunları yazdığını bildirdi: "Basından edindiğimiz bilgilere göre 114'üncü madde kapsamında cezaya çarptırıldığınızdan dolayı sizinle müşteri olarak çalışmama kararı almış bulunuyoruz.”
Danimarka Ceza Yasası'nın 114. maddesi "Bir kişi, grup veya organizasyon, hedefi terör eylemleri olan icraatlarından dolayı cezalandırılır" hükmünü içeriyor.

Kararı yorumlayan Roj TV, “Yani mahkeme şirketin ve yayınların devamı yönünde karar verdiği halde Danske Bank kararı okumadan ve bizim yaptığımız itirazı dikkate almadan böyle bir uygulamaya gitti” dedi.

Açıklamada şöyle denildi: “Şirket yöneticilerimizin yaptıkları girişimler sonucu diğer bankalar da aynı tavrı sergilediler. Öyle görünmektedir ki; Danimarka devleti adına gizli bir el, kendisini mahkeme yerine koyarak basın faaliyetlerini ve ticaret serbestisini keyfi bir şekilde engellemektedir.”

ABD BASKISI

Roj TV, bu uygulamaların ABD Ankara Büyükelçisi’nin yaptığı açıklamanın sonrasına denk geldiğine dikkat çekti. ABD'li elçi Francis Ricciardone, 27 Ocak günü Türk gazetecilerle yaptığı sohbet sırasında, “Roj TV sustu. Türkiye için yapabileceğimiz her şeyi yapıyoruz” diyerek Türkiye ile ABD arasındaki işbirliğine işaret etmişti.

Roj TV, “Wikileaks belgelerinde de açıkça göründüğü gibi ABD-Türkiye ve Danimarka devletleri ROJ TV’ye karşı hukuk dışı yollarla ve tamamen siyasi yöntemlerle basın-yayın ve ifade özgürlüğünü engellemiştir” dedi.

DANİMARKA HÜKÜMETİNEÇAĞRI

Danimarka hükümetine çağrıda bulunan Roj TV şöyle dedi: “Danimarka hükümeti, televizyonumuzun bağlı olduğu şirketin banka işlemlerini hangi yasa veya hangi mahkeme karar ile dondurulduğunu açıklamak durumundadır. Bu fiili uygulamalar Danimarka mahkemesinin kararını tanımama anlamına gelmektedir. Danimarka şehir mahkemesinin kararının Danimarka Devleti eliyle islemez kılınmıştır. Danimarka halkı ve kamuoyu ve basın kurumlarını duyarlı olmaya çağırıyoruz.”

Fransız uydu şirketi Eutelsat, 19 Ocak günü aldığı hukuksuz bir kararla Roj TV yayınlarını tek taraflı olarak durdurmuştu.. 22 Ocak’ta ise Roj TV tamamen karartılmıştı. Bunun üzerine İntelsat 1 W uydusundan Yunanistan üzeri devam eden Roj TV yayınları, aradan bir gün geçmeden bu kez Amerikan müdahalesiyle karşılaşmış, Yunan hükümetine uygulanan baskılar sonucu yayınlar tekrar karartılmıştı. Roj TV yayınları mevcut durumda internet üzeri devam ediyor.