Uluslararası komplonun 14’üncü yılına girdiğimiz bu sıralarda PKK lideri Abdullah Öcalan’ın üzerindeki tecrit ve izolasyon politikaları daha da ağırlaştırılarak yürütülüyor. Bu politikalar nedeniyle avukat ve aile görüşmelerine izin verilmeyen Öcalan’dan yaklaşık 6 aydır haber alınamıyor.
Şimdiye kadarki tüm yazılı savunmalarında ve sözlü diyaloglarında kişisel yaşamına pek değinmeyen Öcalan, “Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak” adlı son savunmasında 21 Aralık 2010 tarihli ek bölümünde “İmralı adasında cezaevi yaşamıma dair” başlığıyla yaşadığı son 12 yıla değiniyor.
Öcalan, tecride karşı nasıl direndiğini ve yalnızlığa nasıl dayandığına değinirken en çok merak edilen konu olan mutlak yalnızlığa ve durağanlığa karşı geliştirdiği yaşam deneyimlerini aktarıyor.
TEK KİŞİLİK HÜCREDE 12 YIL
“Mitolojik tanrılar düşünselerdi, herhalde İmralı kayalarına bağlamak kadar ağır bir cezayı akıl edemezlerdi. Buna rağmen tek kişilik hücredeki on iki yılımı doldurmuş bulunmaktayım” ifadelerini kullanan Öcalan, şimdiye kadarki tüm yazılı savunmalarında ve sözlü diyaloglarında değinmediği kişisel yaşamına bu savunmasında yer veriyor.
TECRİDİN ADI HAVA MUHALEFETİ
İmralı’nın, tarihte devletin üst yetkililerine uygulanan cezaların infaz edildiği bir ada olduğuna dikkat çeken Öcalan, buradaki yaşam koşullarını şu sözlerle anlatıyor:
“İmralı iklimi hem çok nemli hem de serttir. Fiziki olarak insanın bünyesini çökertmeye yatkındır. Kapalı oda tecridi eklenince, bünye üzerindeki yıpratıcı etkisi daha da artar. Ayrıca yaşlanma sürecinin başlangıcında adaya alındım. Uzun süre Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın denetiminde tutuldum. Son iki yıldır sanırım Adalet Bakanlığı’nın denetimi devreye girdi. Birer kitap, gazete, dergi ve tek kanallı bir radyo dışında iletişim imkânım yoktu. Tabii birkaç ayda bir yarım saatlik kardeş ziyaretleri ve ‘hava muhalefeti’ gerekçesiyle sıkça kesilse de, haftalık avukat görüşmeleri iletişim evrenimi teşkil ediyordu. Şüphesiz bu iletişim etkenlerini küçümsemiyorum, ama ayakta durmak için yeterli ilişki değildirler. Ayakta durmayı, çürümemeyi zihnim ve iradem belirleyecekti.”
İMRALI’YA DAYANMA GÜCÜ İZAH EDİLEMEZ
İmralı’daki dayanma gücünü hiçbir şeyin izah edemeyeceğini belirten Öcalan, tecride ve izolasyon politikalarına karşı eski deneyimlerini örneklendirirken şu ifadelere yer veriyor:
“Daha dışarıdayken kendimi hem yalnızlaştırmış hem de yalnızlığa karşı hazırlamıştım. Çok önemli bir bağımlılık ilişkisi olan aile, yakın akraba, hatta yakın arkadaş ve yoldaş ilişkisini soyutlaştıracak deneyimlerim olmuştu. Kadın ilişkisi önemli olmakla birlikte, o da soyutlaştırdığım bir ilişki alanıydı. Nazım Hikmet’in tamamen tersiydim. Çocuk edinmemeye ahdım vardı. Daha lisedeyken edebiyat hocasından on numara alan kompozisyon yazımın başlığı şöyleydi: “Sen benim için hiç doğmayacak çocuksun!” Sanırım bu yazıyla zorlu geçen çocukluk yaşamlarını konu edinmek istemiştim. Fakat tüm bu deneyimler İmralı’daki dayanma gücümü izah etmeye yetmez.”
ÖCALAN’LA KÜRT HALKI ESİR ALINDI
Kürtlerin ulusal önderi olarak milyonlarca kişiyi temsil eden ve milyonlarca kişi tarafından kendi iradesi olarak kabul edilen Öcalan, daracık bir mekanda bir yandan idam cezasının infazı ve diğer yandan ise psikolojik savaşa karşı direnişini ise şöyle kaleme alıyor:
“İmralı sürecinde bana dayatılan komplo, umudun zerresini bırakmayan cinstendi. İdam cezasının infazı ve psikolojik savaşın uzun süre gündemde tutulması bu amaçlaydı. İlk günlerde nasıl dayanabileceğimi ben bile tahayyül edemiyordum. Yıllar bir yana, bir yılı bile nasıl geçirebileceğimi düşünemiyordum. Kendi kendime yerindiğim şöyle bir düşüncem oluşmuştu: “Milyonlarca kişiyi daracık bir odada nasıl tutabilirsiniz!” Gerçekten Kürt Ulusal Önderliği olarak, zindana giriş koşullarında kendimi milyonların sentezi haline getirmiş veya getirilmiştim. Halk da böyle algılıyordu.”
MEKTUP GÖNDEREMEDİM
“İnsan ailesinden ve çocuklarından yoksunluğa hiç dayanamazken, ben ölümüne birleşmiş milyonların iradesinden bir daha hiç kavuşmamacasına ayrılmaya nasıl uzun süre dayanabilecektim!” diyen Öcalan, üzerindeki ağır tecride dikkat çekerek, şöyle devam ediyor:
“Halktan insanların birkaç satırlık mektupları bile verilmiyordu. Şimdiye kadar zindandaki yoldaşların büyük kısmı verilmeyen ve sıkı denetimden geçmiş az sayıdaki mektupları dışında ve birkaç istisna haricinde, dışarıdan hiç mektup almadım. Mektup gönderemedim. Bütün bu hususlar tecridin yol açtığı durumu kısmen anlaşılır kılabilir. Fakat benim konumumun özgün yönleri vardı.”
Öcalan, toplumsal açıdan zindan sürecinin ne zaman başladığına değinirken çarpıcı bir örnek vererek, şunları ifade ediyor:
“Kürtlere ilişkin birçok ilke çıkış yaptıran kişi konumundaydım. Yarım kalan bu çıkışların hepsi özgür yaşamın olmazsa olmazlarıydı. Halkımızdan herkese, her toplumsal alana ilişkin ilk çıkışı yaptırmış, ama hiçbirini güvenilir eller ve koşullara terk edememiştim. Bir aşığı düşünün: İlk aşkı için çıkış yapmış, ama tam tutuşacakken elleri hep havada kalmış. Benim toplumsal alanlardan özgürlük çıkışlarım da hep böyle havada kalmıştı. Kendimi toplumsal özgürlük alanlarında adeta eritmiştim. ‘Ben’ diye bir şeyi de pek geride bırakmamıştım. Toplumsal açıdan zindan süreci böylesi bir anda başlamıştı.”
TECRİDE RAĞMEN BÜYÜK BİR YAŞAM
Öcalan, cezaevinin koşullarına değinirken nasıl bir ikna ile tecrit koşullarına karşı direndiğini ve nasıl bir yaşam sergilediğini şöyle anlatıyor:
“Aslında dış koşullar, devlet, idare ve cezaevinin kendisi saraylara özgü bir donanımda olsa dahi, bana özgü tecride nasıl dayanıldığını açıklamaya yetmez. Temel etkenler koşullarda ve devletin yaklaşımlarında aranmamalıdır. Belirleyici olan, benim kendimi tecrit koşullarına ikna etmemdir. Öyle büyük gerekçelerim olmalıydı ki tecride dayanabileyim, tecritte de olsa büyük bir yaşamın sergilenebileceğini kanıtlayayım.”
Öcalan, İmralı direnişinde ve büyük yaşam duruşunda önemsediği ikinci kavramsal düşüncesinin ise ahlaki ilkeye bağlılık olduğunu belirterek, “Kendini mutlaka bir topluma bağlı olarak yaşanabileceği konusunda bilinçli kılacaksın” diyor.
VARLIK VE ÖZGÜRLÜK SAVAŞI
Ahlâklı ve onurlu bir Kürt için yaşamın, günün yirmi dört saatinde varlık ve özgürlük savaşçısı olmasıyla mümkün olacağının altını çizen Öcalan, yaşanan yanılgıları şöyle açıklıyor:
“Kürtlerin mutlak köle hali -ki, halen öyledir- benim “özgür yaşam mümkünmüş” gibi hayal kurmamı kesin olarak engelledi. Şuna ikna oldum: “Senin içinde özgür yaşayacağın bir dünyan yoktur. Burada, yani İmralı’da iç ve dış cezaevi arasında epey mukayesede bulundum. Sonuçta dışarıdaki tutsaklığın birey için daha tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir Kürt bireyinin kendini dışarıda özgür sanarak yaşaması büyük bir yanılgıdır. Yanılgı ve yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam, kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. Bundan çıkardığım sonuç, dışarıda ancak bir şartla yaşanabileceği, onun da günün yirmi dört saatinde Kürtlerin (kapitalizm koşullarında Türk emekçilerinin) varlık ve özgürlüğü için savaşım içinde olmakla mümkün olabileceğidir. Ahlâklı ve onurlu bir Kürt için yaşam, kesinlikle günün yirmi dört saatinde varlık ve özgürlük savaşçısı olmakla mümkündür.”
SAVAŞSIZ BİR YAŞAM SAHTEKARLIKTIR
Savaşsız bir yaşamın sahtekârlık ve onursuzluk olduğuna işaret eden Öcalan, cezaevi koşullarına dayanmamayı yaşam gerekçesine aykırı bulduğunu şu sözlerle ifade ediyor:
“Dışarıdaki yaşamımı bu ilkeye vurduğumda, ahlâklı yaşadığımı kabul ediyordum. Bunun karşılığının ölüm veya cezaevi olması savaşın doğası gereğidir. Savaşsız bir yaşam koca bir sahtekârlık ve onursuzluktan ibaret olduğuna göre, ölüm veya cezaevine katlanmak da işin, eylemin doğasında vardır. Cezaevi koşullarına dayanmamak yaşam gerekçeme aykırıdır. Mücadeleden, varlık ve özgürlük savaşının her biçiminden nasıl kaçınılamazsa, cezaevinden de kaçınılamaz. Çünkü o da uğruna savaşılan özgür yaşamın bir gereğidir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder