11 Mart 2010 Perşembe

Dört duvar arasına sıkıştırılan demokrasi savunucuları: Beni duyuyor musunuz?

Merhaba, Demokrasi Mücadelesinin Neferleri Olan Dostlar!

Toplu bir şekilde Nisan 2009'dan itibaren Siz DTP eşbaşkan yardımcıları, yönetici ve üyelerine yönelik gözaltı ve tutuklamalar, 2010 yılında da hızını kesmeden İHD gibi farklı demokratik yapılarda görev yapan kişileri de kapsamış, BDP'nin kuruluşuyla birlikte yeni partinin belediye başkanları, yönetici ve üyeleriyle devam etmiştir.

Vicdan sahipleri, bu durumun bir zulüm olduğunu biliyorlar. Peki, bu zulme maruz kalan sizlerin nedir ortak paydası? Niye bunca hakaret ve haksızlığa uğratılıyorsunuz?

Sizlerin Kürt olmanız,

Yıllardır savaştan ve kandan nemalananlara karşı her platformda bas bas bağırmanız,

İfşasını siyasi iktidarın kendisine mal ettiği, Fırat'ın doğusunu kan gölüne çeviren, batısını da çevirmek için planlar kuran Ergenekon zihniyetini teşhir etmek için sarfettiğiniz mücadeleniz,

Yurt içinde yürüttüğünüz mücadele kadar yurtdışında da Kürtlerin ve ezilen her kesimden mazlumun sesi olmanız,

Başkanı, yöneticileri, üyeleri olduğunuz kuruluşlarınızla, savunduğunuz dava uğruna canlarından, mallarından olanların mirasına sahip çıkmanız; bu mirasa sahip çıkarken dürüstlüğün, samimiyetin gerekliliğini hiçbir zaman unutmadan kirli siyasetten, nemalanmalardan, kişisel ihtiraslardan, zevk ve sefadan uzak bir şekilde, bir örneklik sergilemeniz,

Yerel yönetici ve sivil toplumcu olarak başarılı örnekler segilemiş ve sergilemeye devam ediyor olmanız,

Kendi çıkarlarına göre düzenlenmiş seçim kanunlarıyla avantajlı duruma sahip olanlara karşı, pes etmeden alternatif yollar arayan, kıt maddi imk‰nlarla, devletin hazinesini arkalarına almış güçlere karşı seçim mücadelesi vermenizin neticesinde bu mücadelede zaferle çıkmış olmanız,

En zor anlarda bile doğru yerde durup, doğru olanı seçerek, yürüttüğünüz onurlu davanın olmazsa olmaz istemlerini söz konusu yaptığınızda, güvenlik tedbirleri yetmiyormuş gibi, bürokrasisi, siyasi iktidar ve muhalefeti ile birlikte topyekžn seferberlik ilan eden güçlere karşı 'kesmeye gelir ama çekmeye gelmez boynum' anlayışıyla dimdik mücadele etmeniz,

Öldürülerek kimisi kör kuyu diplerine atılmış, kimisi bir dağın başında, kimisi kimsesizler mezarlığına gömülmüş insanların kemiklerini, onları bu hale getirenlerle yüzleştirmek ve ailelerini, ortaya çıkarttığınız bu kemiklerin konulduğu bir mezara kavuşturmak için sığınılan biricik liman olmanız,

Yaptığınız ve daha da yapacaklarınızı saymakla bitiremeyeceğim pek çok önemli işler...

İşte budur ortak paydanız. İşte budur size reva görülen haksızlığın nedeni.

Sizler, arzu edildiğinde çözümü kolay ama yıllardır çözümsüz bırakılan bir sorunun neden olduğu ağır yükün şerefli taşıyıcılarısınız.

Davanızın samimi erleri, halkınızın yılmaz hamallarısınız.

Sizler, her onurlu Kürt gibi, kendilerine reva görülen haksızlık ve hukuksuzluğa karşı mücadelede alıkonulup gözaltına alınırken; kiminiz evin merdivenlerinde, kiminiz yatağında tatlı uykusunda olan minik yavrularınızı geride bırakarak yürüdünüz karakollara.

Haksızlık ve haksızlara karşı mücadelede sembol haline gelen sizler, tıpkı 12 Eylül cuntacılarının yaptıkları gibi, aklınıza dahi gelmeyeni başınıza getirerek elleriniz kelepçeli bir şekilde mahkemeye çıkarıldınız. Sizlere yöneltilen sorular, insanı güldürdüğü gibi bir o kadar da düşündüren tarzda trajikomik olduğu için bunun üzerinde durmaya bile gerek yok.

Sonuç olarak sizler mazlumlar adına siyaset yapmış, insan haklarını savunmuş; bu uğurda canlarından, yurtlarından, mallarından, sevenlerinden olmuş onurlu kişilerin mirasına en zor şartlarda bile sahip çıkan kişilersiniz. Sizlere bu eziyet ve cefa reva görülürken, sadece kendine müslüman, sadece kendine solcu, sadece kendine demokrat düşünce çemberinin gittikçe genişlediği bir ülkede, önemli olan bizlerin sizin ateşlediğiniz demokratik mücadele meşalenizin sönmesine fırsat vermeden sizlere layık birer mirasçı olmamızdır. Sizler her şeyleriyle aynileştiğiniz halkınızdan alıkonulurken, bizler suskun mu kalacağız? Bizler rahat uyku mu uyuyacağız?

Hayır, rahat uyumayacağımız gibi, bizi ve bizimle aynileşen sizleri uyutmayanların da rahat uyumalarına fırsat vermeyeceğiz.

Rahat davranırsak bize yuh olsun. Durum böyleyken rahat davranmak, zillettir, zulme rıza göstermektir, zalimlerin suç ortağı olmaktır. Hz.Ali'nin deyimiyle 'haksızlığa boyun eğmektir. Haksızlığa boyun eğildikçe hakkımızla birlikte şerefimizden de olmaktır.'

Türkiye'nin hukuk tarihine kara bir leke olarak giren 'yüksek mahkemenin' 367 kararıyla birlikte hukukun ve hukukçuluğun bir kez daha anlamsızlaştığı bir yerde, bir yandan bıkmadan usanmadan mücadeleye devam ederken; diğer yandan da, inancımın gereği, çıkarılmaktan zerre kadar şüphemin olmadığı Mahkemeyi Kübra'yı da unutmadan asıl mahkeme günü için de sabırlı olmak gerekir diye düşünüyorum.

Sabırlı olmak, pes etmek demek değildir. Boyun eğmek hiç değildir. Tam tersine davasında motive olmak ve direnmektir. Onurlu direnişçiler olarak sizlere sabır ve bununla birlikte motive amaçlı; yeri geldiğinde dini sömürüden geri kalmayan din istismarcılarına da dini hatırlatma ve uyarma amaçlı olarak, zulme karşı mücadelede bir sembol haline gelen Hz. Ali'nin 'Mazlumun zalimden intikam alacağı gün, zalimin zulmünden daha şiddetli olacaktır.' sözünü zikretmekte fayda görüyorum.

Selam ve saygılarımla...

NİHAT AKSOY *
naksoy12@hotmail.com
*İHD Bingöl Şb. Bşk.

Modernitenin Bilinçaltı


Geçmiş tarihsel düşünüşlerin halen günümüz toplumsal yapısına ve düşünüşüne büyük bir etkisi olmaktadır. Yanlış düşünüşlerin yanlış yaşanması, algısı halen varlığını sürdüre gelmektedir. Yanlış düşüncelerin başında; kökenini Tevrat'a dayalı seçilmiş halk, seçilmiş topluluk anlayışı diğeri ise, modernizmin ilerleme anlayışıdır. Seçilmişlik algısı, hem geçmiş tarihsel süreçlerde hem de günümüzde Protestanlığın seçilmişlik ahlakında, düşüncesinde varlığını sürdürmektedir. Nasıl ki tarihi süreçlerde seçilmişliğin insanoğlunun toplumsal hafızasında onarılmaz yaralar açtıysa, birçok değeri kaybettirdiyse, son iki yüzyılın yani sanayi devriminden bugüne aynı hastalık devam etmektedir.

Modernite; seçilmişlik (ırkçılık) ve ilerleme hastalığına saplanmıştır. Bu iki algı modernitenin algısında yerini almıştır. Bu iki algı birçok kıtada, coğrafyada bu anlayışlar yüzünden büyük tahribatlar ve trajediler ortaya çıkarmıştır. Bu anlayışlar Doğa-Toplum-İnsan üçlemesinin doğasını alt üst etmiştir. Halen de alt üst etmeye devam etmektedir. Seçilmişlik ve ilerleme hastalığı, insanoğlunun vicdanında onarılmaz büyük yaralar açmıştır. Bu hastalığın türevleri de, aynı şekilde hastalığı daha da yaygınlaştırmaktadırlar. Bu hastalığın yan etkileri açıkça seçilmişlikle alakalı ırkçılık (açık) bazen de modernizmin ilerlemecilik adı altında gizli ırkçılık şeklinde ortaya çıkmakta, hortlamaktadır. Halen de hortlamaya devam etmektedir.

Bunun için bu kavramları daha da detaylandırmak, açıklamak gerekiyor. Başta ırk; anlayışı insan türünün soydan gelimle gerçekleşmiş çeşitlemelerinden oluşan her bir türü olmaktadır. Irkçılık soyların çeşitliliğine dayanarak iki anlayış temelinde ortaya çıkmıştır. Biri aleni ırkçılık diğeri ise gizli ırkçılıktır. Biz daha çok gizli ırkçılık kavramı üzerinde duracağız. Buna göre gizli ırkçılık, farklılığı genetik özelliklerinden çok kültürel, kurumsal ve çevresel kriterler üzerine kurmaktadır. Daha çok bilinçaltı düzeyinde olduğu-çalıştığı için-ırkçı ifade hemen hemen hiç görünmezdir. Gizli ırkçılık genetik olan Aleni ırkçılıktan çok daha sinsidir.

Gizli ırkçılık anlayışının temelinde medeni anlamda geri kalmışlığı, medenileştirme adı altında, misyonu yardımıyla insan toplumların iyileştirilebilineceğini ve iyileştirilmesi gerektiğini varsayar. Anlayışları; iyileştirilmesi gereken insan ve toplumlar, hastalıklı insan ve toplumlar biçimindedir. Belki tarihsel kökenleri en derin olan bu anlayış ve yaklaşım en çok Avrupa'nın aydınlanma çağında düzenli ve hızlı bir şekilde oluşum gösterdi. Avrupa'daki sanayileşme; bu anlayışın yayılmasında bir köprü-araç haline gelmiştir. Avrupa sanayileşme öncesi ve sonrasında var olan bu arayış için yeni bir kimlik yaratılması gerekiyordu. Yeni bir kimlik tanımlanmadan, teorisi oluşturulmadan harekete geçmek mümkün görünmüyordu. Bu bir zorunluluktu.

İşte aydınlanma dönemi Avrupa'sı ve sanayileşme hamlesi yeni bir -Avrupalı- kimliğinin oluşmasında oluşturulmasında önemli bir süreçtir. Dar-sınırlı bilgilerle gerçekte her Avrupalı, o zaman biz kimiz ve bizim dünyadaki yerimiz, konumumuz ne? sorularına dayanmaktaydı. Kitabı Mukaddes'in seçilmiş halk-topluluk düşüncesi, Protestan inancı için ilham kaynağı olacaktır. Bu nedenle yeni bir Protestan kimliğinde yer bulmuş, ilerleme anlayışının dinsel meşruluğu, kılıfı haline getirilmiştir. 'Seçilmiş Avrupalı kimliği bunun için ideal bir kılıftı. Bu görüş ve anlayış çerçevesinde, yeni kuramlarla dünyaya yeni bir bakış açısının sistemleştirilmesi gerekiyordu. İnsan-toplum-doğa ayrıştırılarak belli sınıflar temelinde ortaya konulmalıydı, bu yapıldı. Bundan sonrası geriye dü nyanın yeniden keşfine ihtiyaç kalıyordu.

Aydınlanma ve sanayileşme çağının gizli ırkçılığın asıl mimarları, bazen bir akademisyen, aydın, öğretmen, bilim adamı, bazen bir edebiyatçı, romancı, gazeteci, bazen bir Cizvit, Hıristiyan ya da haham, bazen ise bir politikacı ya da bürokrat olabiliyordu. Çünkü yeni yaratılacak Avrupalı kimlik diğer tüm kimliklerden üstün olduğu inancı daha öncesinde yaygınlaşmıştı. Hıristiyan, Cizvit misyonerler, Yahudi hahamlar Asya'da Afrika'da, Amerika'da daha bir çok yerde köleliği meşru sayacak vaazlarla kurtuluş mesajlarını yayacak, akademisyenler, bilim insanları ise eksik -tam olmayan- bilgileriyle sözde bilimsel bilginin gelişimini devam ettirecek, şarlatanlar çoğalacak, bürokratlar ise yeni Avrupalı kimliğin duygusal zekadan kopuk pozitivist rasyonel temelini evrensel hale getirmeye çalışacak, politikacılar ise özgürlükler, eşitlikler adına sözde demokrasiyi getirecek kurum ve araçları oluşturacaklardı.

Medeniliğin tablosu

Yeni Avrupalı-Batı'lı kimlik oluşumu, anlayışı, düşüncesi dünyayı hayali bir 'Medeniliğin Tablosu' gözüyle seyretmekteydi. O gözle bakıyordu. Medenilik Tablosunda beyaz insan birinci lige yerleştirilmiş, sarı insan ikinci az gelişmiş dünyaya, siyah insan ise, yabani üçüncü köle dünyası gezegenine hapsedilmişti. Yeni kimlik kuramında Avrupalı yani batı 'yaratıcı, hareketli, bilimsel, disiplinli, kontrollü, insancıl, duyarlı, pratik, akıl odaklı' bağımsız hepsinden öte koyucu bir yapı olarak hayal edilmişti, tasarlanmıştı. Kadim Doğu ise bunun karşıtı olarak tasarlanmıştı. Kadim doğu taklitçi, pasif, batıl, tembel ve hepsinden öte çocuksuydu.

Batılılar zihinsel ve ruhsal anlamda tamamen rasyonel olma ayrıcalığına sahip olduklarına inanırken, kadim doğu ise olgunlaşmamış ve fiziksel olarak gelişmemiştir. Yani zihinsel (rasyonel) gelişimini daha tamamlamamış bir çocuk gözüyle bakılıyordu. Batının rasyoneli bağımsız, korumacı bir erkek olarak tanımlanmasına karşılık kadim doğunun irrasyonel bağımlı ve çaresiz bir çocuk ya da kadın olarak tarif edilmesi daha da ilginç bir durumdu. Çünkü emperyalist medenileştirme misyon düşüncesinin ahlaki bir görev olarak geliştirilmesi bakımından büyük bir önem arz etmekteydi. Kadim Doğu'nun baştan çıkarıcı ve egzotik kadın olarak tanımlanması korumacı batının büyük bir fetih, nüfuz etme, kontrol ve mükafat elde etme yolunda -ilerlemeci- anlayışına geniş bir ortam yaratıyordu. Aydınlanmacı kimlik ve düşüncenin can alıcı, çarpıcı bir yanı da, iklim, yaradılış ve medeniyet arasındaki ilişkiye daha fazla önem vermesi vurgulamasıydı.

Sözde özgürlük

Medenileştirme tablosunda batılı kimlik normal ve nede olsa gelişmişti. Buna karşın Kadim Doğu sapkın, geri kalmış ve yabani olarak tanımlanmış, öyle görülüyordu. En önemlisi de batılı kimlik öyle bir biçimde inşa edilmişti ki Kadim Doğu'nun hayali sapkınlığına müsamaha gösterilmeyecekti. Protestan ahlak bunu emrediyordu. Batılı kimliğin ahlaki görevinin Kadim Doğu'ya bir medeniyet armağanı bırakmak olduğu düşüncesiyle gizli medenileştirme misyonuna büründürmüştü. Bunun için pek çok gerekçesi vardı. Kadim Doğu'nun değer yargılarını, varlığını, kimliğini ve kültürel birikimini yok edip yerine üstün batı medeniyetine ait özellikler koyarak, aşılayarak, zorla kabul ettirerek Kadim Doğu'yu medenileştirmeyi ve sözde özgürleştirmeyi tasarlamıştı.

Öyle kendilerini kaptırmışlardı ki, gerçekten de Kadim Doğu'yu medenileştirdiklerine ve kurtardıklarına, özgürleştirdiklerine inanıyorlardı. Halen inanmaya devam ettikleri gibi üstün batılı kimliği, kültürel dönüşüm için empoze edilmesi gereken bir araçtı. Kadim Doğu'nun kurumlarının, kültürel birikimi olan ekonomik, politik batılı medeniyet çizgisine anlayışına getirilmesi gerekiyordu. Öte yandan kültürel, ekonomik ve sosyal dönüşüm hamlesi kadim Doğu'nun ekonomisini sınırlayan ve sıkı kontrol stratejisiyle el ele yürüyordu. Başka bir deyişle kültürel yükseltme dönüşüm ve sınırlama (sıkı kontrol) arzusunun aynı anda ortaya çıkmasından başka bir şey değildi.

Ancak bu çelişki mantıksal olarak gizli ırkçılığın söylemiyle uyum içindeydi. Bunun için iki neden vardı. Birincisi medenileştirme misyonuyla Kadim Doğu'nun kimliğinden, özünden boşaltılması, batılı kimliği bunun yerine üstün bir kimlik olarak ön plana çıkarması amaçlanıyordu. Batının üstün kimliğiyle ekonomik hegemonyasıyla Kadim Doğu'nun direnmesine, mücadele etmesinin önüne geçmek, alıkoymak üzere sıkıca kontrol edilmesi gerekiyordu. İkincisi ise kültürel dönüşümde kontrolle Kadim Doğu'nun baskı altında tutulması amaçlanmıştı. Çünkü kültürel dönüşüm hedef Kadim Doğu'nun kimliğinin ve kültürünün ortadan kaldırılacağı batının üstün kimliğiyle ve kültürüyle yer değiştireceği gizli ırkçılığın esas özünü oluşturuyordu.

Modernitenin imitasyonları

Modernitenin ilerleme ve seçilmişlik anlayışının etkilemediği bölge, alan, coğrafya ve toprak kalmamıştı. Modernitenin bu hastalığı Avustralya'nın Aborjinlerini, Amerika'nın Kızılderililerini ve kıyımını beraberinde getirmişti. Siyah Afrika artık tüm gezegen için bulunmaz bir köle kaynağıydı. Bu vesileyle Afrika köleleştirildi. Ortadoğu'daki Böl-parçala-yönet anlayışı halen sürüyor. Bu hastalık iki yüzyıldan fazla yayılmış yerleşmiş durumdadır. Makro modernitenin ilerlemeci ve seçilmişlik anlayışının mikro türevleri imitasyonları oluştu, çoğaldı, çoğaltıldı. Ortadoğu mikro modernitenin imitasyonları, altında can çekişiyor.

Hastalık mikro modernitenin imitasyonlarını kapmış durumda aynı hastalık, yani gizli ırkçılık yer yer akademisyen, aydın, öğretmen, bilim adamı, hukukçu, yer yer edebiyatçı, romancı, gazeteci yer yer din adına hareket eden tarikatlar, mezhepler yer yerde politikacı ve bürokrat bu anlayışın adeta taşıyıcısı, yürütücüsü ve savunucusu haline getirilmiştir. Mikro modernitenin enkazı makro modernitenin Aborjinleri, Kızılderilerini geride bırakacak türden. Bu iki anlayış at başı gidiyor. Ne de olsa makro anlayışın yanlış düşüncesi mikro anlayışın yanlış yaşanmasına yansımıştı. Halen yanlış yaşanmaya devam ettiği gibi.

Rıdvan BALKU
* Kandıra 1 nolu F Tipi Cezaevi

'İyi şeyler' olmadı'

Cumhurbaşkanı Gül'ün Kürt sorunu konusunda 'İyi şeyler olacak' sözünün üzerinden bir yıl geçti

İŞTE 'İYİ' DEDİKLERİ

Bin 118 Kürt siyasetçi ve belediye başkanı kelepçelenerek tutuklandı. 500 dolayında çocuk cezaevine atıldı. DTP kapatıldı, siyaset yasağı getirildi. Baskılar Avrupa'ya sıçradı. Askeri operasyonlar sürdü. Muhataplık, diyalog ve müzakere girişimleri engellendi, barış çağrıları karşılıksız bırakıldı.

Doğu cephesinde 'iyi şeyler' olmadı

Cumhurbaşkanı Gül'ün 'İyi şeyler olacak' sözünün üzerinden bir yıl geçti. Kelepçeli gözaltı operasyonları, bin 118 Kürt siyasetçinin ve belediye başkanının tutuklanması, DTP'nin kapatılması, vekilliklerin düşürülmesi, siyaset yasağının uygulanması, 500 dolayında tutuklu çocuğun en ağır cezayla yargılanması, muhataplık, diyalog ve müzakere girişimlerinin engellenmesi, barış çağrılarının karşılıksız bırakılması Kürt sorununda bir yılda yaşanan 'en kötü gelişmeler' olarak kayıtlara geçti

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 10 Mart 2009'da Tahran'a giderken uçakta gazetecilere yaptığı açıklamada Kürt sorunuyla ilgili olarak 'Önümüzdeki günlerde iyi şeyler olacak. Bu meseleyi sadece sınırdışına yüklemek yanlış olur' demişti. Bu sözlerin üzerinden tam bir yıl geçti. Gözler bir kez daha o tarihten buyana Kürt sorunu konusunda yaşanan gelişmelere çevrildi.

Gül'ün Kürt sorunu konusunda yaptığı bu çıkış, AKP'nin Kürt oyları üzerinde hesaplar yaptığı 29 Mart yerel seçimleri öncesine denk gelmişti. Bu açıdan seçimlere dönük boyut taşıyan bu sözler aynı zamanda Kürt sorunu konusunda bazı adımların atılabileceği ve Gül'ün de bu süreçte etkin rol oynayacağı yönündeki beklentilerin oluşmasına yol açmıştı. Bu beklentilerin gölgesinde gerçekleşen 29 Mart yerel seçimler önemli siyasi sonuçlar ortaya çıkardı. DTP'nin oylarını ikiye katlayarak muhataplığını ve temsiliyetini güçlendirmesi Kürt sorununun çözümü konusunda da önemli bir fırsat yaratmıştı. Bu fırsat ABD Başkanı Obama'nın 6 Nisan'da Ankara'ya gerçekleştirdiği ziyaret sırasında da teyit edilmişti. DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk'le de görüşen Obama, Türkiye'de ilk kez bir Kürt siyasetçiyle bir araya gelmekten duyduğu memnuniyeti dile getirirken, demokratik siyasetin önemine ve DTP'nin rolüne dikkat çekmişti.

14 Nisan'da düğmeye basıldı

Bu gelişmeler Türkiye'de olumlu bir atmosferin gelişmesine yol açarken, PKK de barışçıl bir sürecin başlayabilmesi için 13 Nisan'dan itibaren eylemsizlik kararı aldığını açıkladı. Gözler hükümete ve atacağı adımlara çevrilmişti ki, 14 Nisan'da düğmeye basıldı ve KCK operasyonu kapsamında DTP'nin üç eşbaşkan yardımcısının da aralarında bulunduğu 52 merkez yöneticisi gözaltına alınarak tutuklandı. Bu operasyon; DTP'nin güçlenin rolünün zayıflatılması ve Kürt sorununun muhataplarını tasfiyesi yönündeki sürecin de startı oldu. Aynı gün Harp Akademileri'nde konuşan Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, 'Ulus devlet formu devam edecektir. Türk kimliği etnik ve dinî temele dayanmaz. Teröristle mücadele ile terörle mücadele ayrıdır. Bireysel hak ve özgürlükler ötesinde açılımlar olamaz' diyerek, kırmızı çizgileri çekti.

Gül: Kürt sorunu en önemli sorun

Uğradığı operasyonlara rağmen çözümden ve barıştan yana olan ısrarını sürdüren DTP, Başbakan'dan randevu talep etti ancak, bu çağrısı karşılıksız kaldı. Yasaklı Eşbaşkan Ahmet Türk, 7 Mayıs'ta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'le yaptığı görüşmede, operasyonları hatırlatarak, 'iyi şeylerin' yaşanmadığı hatırlatmasında bulundu. Türk, Gül'den aktif rol oynamasını istedi. Gül, 9 Mayıs'ta Kırgızistan gezisi sırasında Kürt sorunuyla ilgili olarak 'Bu soruna ister Kürt sorunu ister Güneydoğu sorunu deyin, bu Türkiye'nin en önemli sorunudur. Bu sorunu çözmekte ne kadar gecikirsek sorunda o kadar büyür' dedi.

'Açılım' toplantısı

Gül'ün bu 'tarihi fırsat' sözleri Kürt sorunundaki tartışmaları yeniden hızlandırdı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay 29 Temmuz'da basın toplantısı düzenleyerek, 'demokratik açılım' başlattıklarını açıkladı. Açılımla ilgili ilk toplantı 1 Ağustos'ta Polis Akademisi'nde gerçekleşti. Koordinatör Bakan Atalay ile bazı gazetecileri bir araya getiren ''Kürt Meselesinin Çözümü: Türkiye Modeline Doğru'' başlıklı çalıştayda, katılımcılar Kürt sorunuyla ilgili görüşlerini dile getirdi.

DTP'yle ilk temas

İki yıl boyunca 'PKK'yle arasına mesafe koymadığı' gerekçesiyle DTP'yle görüşmeyen Başbakan Erdoğan, Eşbaşkanlar Ahmet Türk ve Emine Ayna'yı 5 Ağustos'ta Meclis'teki makamında kabul etti. Görüşme sonrası Türk ve Erdoğan, ılımlı mesajlar verdi. Görüşmeden sonra 'Umutlarımız daha da arttı' diyen Erdoğan, 'Sürecin önünü tıkamak isteyenler çıkabilir. Dil ve üslup çok önemli' diye konuştu. Erdoğan, partisinin 10 Ağustos'taki grup toplantısında 'Artık analar ağlamasın' diyerek, önemli mesajlar vermeye devam etti. 20 Ağustos'ta toplanan Milli Güvenlik Kurulu sonrasında yapılan açıklamada da, 'Çalışmaların devamı tavsiye edilmiştir' denilerek, hükümetin başlattığı açılım sürecinin kurul tarafından desteklendiği mesajı verildi. Böylece açılım adı altındaki politikaların bir devlet projesi olduğu ortaya çıktı. MGK bildirisi sonrası açılımın adı 'Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi' olarak değişti.

'Dağ fare bile doğurmadı'

DTP, sorunun çözümü için muhatap olarak Öcalan'ı gösterirken, hükümet kanadı ise, 'illegal örgütlerle pazarlığın söz konusu olamayacağı'nı savunarak, diyalog sürecinin önünü kesti. Koordinatör Bakan Atalay'ın, 31 Ağustos'ta açılım süreciyle ilgili olarak yaptığı basın toplantısında, atılacak adımlar konusunda somut bir proje sunmaması, DTP'nin tepkisine yol açtı. Ahmet Türk, Diyarbakır'da yaptığı açıklamada 'Dağ fare bile doğurmamıştır' diyerek, hükümetin kırmızı çizgilerle sorunu çözemeyeceği uyarısında bulundu. Hükümet ise, Kürt tarafını muhatap almama yönündeki siyasi tavrını sürdürdü. Bununla birlikte Öcalan'ın savcılığa teslim ettiği 'yol haritası'nın kamuoyundan saklanması ve hükümetin 6 Ekim'de sınırötesi operasyon tezkeresinin süresini bir yıl daha uzatması, geleneksel politikaların terk edilmeyeceğinin işaretini verdi.

Habur dönüm noktası oldu

Öcalan, yaşanan siyasi tıkanıklığın aşılması için PKK'ye iki ayrı barış grubunu Türkiye'ye göndermesi çağrısında bulundu. Bunun üzerine 8'i Kandil'den, 26'sı da Mahmur'dan olmak üzere toplam 34 kişiden oluşan barış grubu heyeti, 19 Ekim'de Habur'dan giriş yaptı. Özel yetkili savcılara geliş amaçları konusunda ifade veren barış grubu üyeleri, daha sonra serbest bırakıldı ve Silopi'de yüzbinler tarafından karşılandı. Aynı kitlesellik diğer illerdeki karşılamalarda da sürdü. Başbakan Erdoğan, 20 Ekim'de partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, Habur'u 'Sevindirici gelişme' sözleriyle değerlendirirken, 'Habur Sınır Kapısı'nda yaşanan manzara karşısında umutlanmamak mümkün mü?' diye konuştu. CHP ve MHP'nin milliyetçi tehditlere varan sert tepkisi karşısında geri adım atan hükümet yetkilileri, Habur'la ilgili olarak 'Siyasi şov yapıyorlar', 'DTP açılımı tahrip etti' ve 'Gerekirse sil baştan alırız' sözleriyle DTP'yi hedef gösterdi. Erdoğan, Habur'da yaşananların benzerinin yaşanmasına izin vermeyeceklerini belirtirken, Avrupa'dan gelecek ikinci barış grubu da Türkiye'nin diplomatik baskılarıyla engellendi.

Yanış hesap Habur'dan döndü

Kürt sorununa yaklaşımları ve niyetleri açığa çıkartması açısından Habur'daki gelişmeler Türkiye'yi önemli bir sınavdan geçirdi. Hükümetin hedefi, açılım söylemleri karşısında PKK'lilerin silah bırakacağı ve 100'er, 200'er kişilik gruplar halinde Habur'dan giriş yapacağı gibi gerçekçi olmayan hedefler üzerine kuruluydu. Bakan Atalay da '150 kişilik bir grup daha gelecek' diyerek, bu beklentiyi yansıtmıştı. DTP ise, gerçekçi çözümler üretilmeden, diyalog kurulmadan silah bırakma konusunun gündeme gelmeyeceği konusunda hükümeti her fırsatta uyarmıştı. Hükümet beklentisi gerçekleşmeyince tavrını değiştirdi ve Habur'un arkasında duramadı. Oluşan milliyetçi hava sokaklarda linç girişimlerine dönüştü ve özellikle batı illerindeki Kürtleri hedef alan saldırılar yaşandı.

Meclis'te açılım tartışmaları

Kürt sorununda atmosferin sertleştiği bir süreçte 13 Kasım'da Meclis'te açılımla ilgili bir genel görüşme yapıldı. Muhalefet, hükümeti PKK'yle pazarlık yapmakla suçlarken, AKP ise, CHP ve MHP'yi kandan beslenmekle eleştirdi. Karşılıklı sert tartışmaların yaşandığı genel görüşmede Hükümet, çözüm konusunda somut projeler ortama koymazken, DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk ise, herkesi sorumluluk almaya çağırdı. Türk, 'Eğer ciddi bir çözüm yaklaşımı gösterilirse; silahlar üç ay içinde Türkiye'nin gündeminden çıkar' dedi.

Hükümet, DTP ve Öcalan'ı hedef aldı

Hükümet çözüm adımları atmak yerine DTP'yi hedef almayı sürdürdü. DTP'nin 22 Kasım'da İzmir'de gerçekleştirdiği konvoy, ırkçı saldırılara maruz kaldı. Başbakan 'Bir partinin otobüsünde veya konvoyunun içinde terör örgütünün bayrakları olursa, terörist başının posterleri olursa buna sıcak bakmak mümkün değildir' diyerek, DTP'ye yapılan saldırıyı meşru göstermeye çalıştı. Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek de 'DTP kendisini kapattırmak istiyor' diyerek, yargıya mesaj gönderdi. Hükümet, bir yandan DTP'yi kıskaca almaya çalışırken, diğer yandan da Öcalan'a karşı tutumunu sertleştirdi. Öcalan'ın 'ölüm çukuru' olarak nitelendirdiği yeni cezaevine nakledilmesi, çatışmalı ortamı tırmandıran bir hükümeti politikası olarak devreye konuldu. Öcalan'ın avukat görüşmelerinde açılım adı altında yürütülen bu politikaların tümden bir tasfiye süreci olduğuna dikkat çekmesi, hükümetin planını deşifre etti.

DTP'ye kilit, başkanlara kelepçe vuruldu

Böylesi bir atmosferde harekete geçen Anayasa Mahkemesi de, DTP davasını raftan indirdi ve 8 Aralık'ta esastan görüşmeye başladı. Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün, DTP davası öncesinde Hatay'da Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'la gizlice buluşması, kapatma kararının aslında en başından alındığını ortaya koyuyordu. 11 Aralık'ta davayı sonuçlandıran Anayasa Mahkemesi, DTP'yi kapatırken, aralarında Eşbaşkan Ahmet Türk ve Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk ile eski DEP milletvekili Leyla Zana'nın da bulunduğu 37 siyasetçi hakkında siyaset yasağı kararı verdi. Karar uyarınca Türk ve Tuğluk'un milletvekillikleri düşürüldü. Kürt siyasetine darbe niteliği taşıyan bu müdahaleler 24 Aralık'ta BDP'li belediye başkanlarına dönük kelepçeli operasyonla daha da boyutlandırıldı. Diyarbakır merkezli KCK operasyonu kapsamında gözaltına alınan ve aralarında BDP'li 7 belediye başkanı ile DTK Eşbaşkanı Hatip Dicle'nin de bulunduğu 35 siyasetçi kelepçelenerek tutuklandı. 'Dün Halepçe, bugün kelepçe' sloganına yansıyan kelepçeli operasyon hükümetin açılımının 'kelepçe açılımına' dönüştüğü yorumlarını beraberinde getirdi ve demokratik kamuoyunun yoğun tepkisine yol açtı. Bardağı taşıran som damla ise, AKP sözcülerinin kamuoyuna yansıyan 'Eskiden asit kuyularına atılıyorlardı, şimdi kelepçeye itiraz ediyorlar' şeklindeki sözleri, oldu.

Çocuklar da hedefte

Bölge'yi yarı açık cezaevine dönüştüren Kürt siyasetçilere dönük tutuklama operasyonunun yanı sıra BDP'li üç milletvekilin zorla ifadesinin alınmak istenmesi, polislerin parti genel merkez binasına dayanması, gerginliği arttıran bir diğer gelişme oldu. Milletvekilleri mahkemeye gitmeyerek, ifade vermeme yönündeki tutumlarını sürdürdü. Öte yandan tutuklamalar sadece DTP/BDP'lilerle sınırlı kalmadı. Taş attığı iddiasıyla son bir yılda tutuklanan çocuk sayısı 500'ü aştı. Yaşlarına rağmen Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri'nde yargılanan çocuklara yaşlarından büyük cezalar verilmeye devam ediyor. Hükümet, bütün bunların nedeni olan Terörle Mücadele Kanunu'nun değiştirilmesi yönünde en küçük bir adımı dahi atmazken, Meclis Adalet Komisyonu'ndaki değişikliği de geri çekti.

İcraatlar lafta, ayrımcılık had safhada

Kürt sorununun çözümü konusunda kilidi açacak olan Anayasa değişikliği, anadilde eğitim, siyaset ve ifade özgürlüğü gibi alanlarda hiçbir düzenlemeyi gündemine almayan, anadilde eğitime karşı çıkan hükümetin açılım adı altındaki tek icraatı ise 'terörle mücadele' konseptinin bir parçası olan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı'nın kurulması oldu. Diğer yandan hükümetin taahhütleri arasında yer alan ayrımcılığa karşı komisyon kurulması, yayla yasaklarının kaldırılması, işkenceye karşı ek protokolün onaylanması, yol kontrollerinin azaltılması, özel televizyonlarda Kürtçe yayın yapılması, cezaevlerinde anadilde konuşmanın serbest hale getirilmesi ve üniversitelerde Kürtçe enstitülerin açılması alanlarında ise şuana kadar atılan herhangi bir adım bulunmuyor. Ayrımcı politikalar, Kürtçe yasağı, işkence ve hak ihlalleri Türkiye'nin gündemindeki yerini korumaya devam ediyor.

Tasfiye Belçika'ya açıldı!

Son olarak Belçika'da Roj TV'ye ve Kürt siyasetçilere karşı gerçekleştirilen operasyonların Türkiye'yle işbirliği halinde yapılması, planın Ankara'da hazırlandığının ortaya çıkması, AKP hükümetinin, tasfiye politikasını uluslar arası boyut kazandırarak çok yönlü olarak hayata geçirmeye çalıştığını ortaya koydu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Belçika'yı kutlaması, bu çok yönlü operasyonel ilişkinin Kürt sorununun bastırılması yönünde önümüzdeki süreçte de sürdürüleceğine işaret ediyor.

Gül sessizliğe büründü

Cumhurbaşkanı Gül'ün 'İyi şeyler olacak' sözünden buyana Türkiye'de bu gelişmeler yaşandı. Kelepçeli gözaltı operasyonları, bin 118 Kürt siyasetçinin, belediye başkanının tutuklanması, DTP'nin kapatılması, vekilliklerin düşürülmesi, siyaset yasağının uygulanması, 500 dolayında tutuklu çocuğun en ağır cezayla yargılanması, muhataplık, diyalog ve müzakere girişimlerinin engellenmesi, barış çağrılarının karşılıksız bırakılması Kürt sorununda yaşanan 'en kötü gelişmeler' olarak kayıtlara geçti. Hükümetin açılım adı altında bir yıldan beri sürdürdüğü politikalar, demokratik Kürt siyasetinin ve demokratik açılımın tasfiyesini hedefledi. Bütün bu yaşananlar karşısında Cumhurbaşkanı Gül'ün sessizliğini koruması ise dikkat çekti.

HAKAN TAŞKAYA

Gizli tanık mekanizması

YARSAV Yönetimi konuyu gündeme getirseydi belki farklı algılanırdı. Ama Osman Can öncülüğünde kurulan alternatif yargı örgütlenmesinin, ilk çalışmasını gizli tanıklık mekanizması üzerine yapması ayrıca özel bir anlam ifade etti. Erzincan ve Erzurum ekseninde yapılan incelemelerle gizli tanıklık mekanizması masaya yatırıldı. Raporun ne kadar hayati bir konuya parmak bastığını, geçtiğimiz hafta basına yansıyan tartışmalar bir kez daha ortaya koydu. Resimleri hatta isimleri basılan şahısların gizli tanık sıfatıyla Ankara sokaklarında sergiledikleri tavır, şimdiden davanın seyri konusunda güvensizlik oluşturmaya yetti.

Gizli tanık mekanizmasının kötü kullanıma ne kadar açık olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek yok sanıyorum. Yıllardır bu mekanizmanın keyfi biçimde kullanılması yüzünden insanlar aylarca tutuklu yargılanmakta hatta oldukça ağır cezalara çarptırılabilmektedir. Elbette gizli tanık mekanizmasının yargılama sistemi içerisinde ifade ettiği farklı bir anlam olabilir. Ancak Türkiye'de bu konunun ne kadar kolayca siyasal linç amaçlı kullanılabildiğini görmek gerekiyor. Her an elde patlamaya hazır bir dinamit gibi bekleyen bu mekanizmanın, hangi davada, kim tarafından kime karşı kullanıldığı üzerinden tartışma yapmaya kalkmak hukuki bir tavır değildir.

Ece Nur için 28 Şubat yeni başladı

Ece Nur, Diyarbakır'da bir ilköğretim okulu öğrencisi. Başörtüsü yasağı nedeniyle uğradığı ayrımcı muamele DTP döneminde Selahattin Demirtaş tarafından Meclis gündemine taşınmıştı. Milli Eğitim Bakanlığı sanki sorun çözülmüş gibi yorumlanacak bir cevap verse de Ece Nur'un durumunda değişen pek bir şey yok.

Sorunların köklü ve kalıcı çözümüne yönelik girişimlerde bulunmak yerine, kişiye özel geçici tedbir mekanizmalarının çok büyük anlam ifade etmediği, bu olayda bir kez daha görülüyor. İdare etme, göz yumma yaklaşımı, çözüme hizmet etmek bir yana sorunun derinleşmesine hizmet edebiliyor.

Ece Nur'un daha hayatın başında yaşadıklarını uzun uzun anlatmaya gerek yok sanıyorum. Aslında 28 Şubat döneminde sıkça duyduğumuz ama şimdi çoğu unutulmuş öykülere benziyor. İşin özeti Ankara'da birileri 28 Şubat'ın bittiğini ilan edip kutlamalar yaparken, henüz Ece Nur ve ailesi için yeni başlıyor. Değişen sadece ihlale imza atanlar.

Maç ve mayınlar

Brüksel'de ROJ TV, KNK ve BDP binalarına gerçekleştirilen operasyonun Türk medyasına yansıma biçimi toplumun nasıl kolayca maniple edilmek istendiğini gösteriyor. Haberleri okuyanlar atılan başlıklara ne kadar inanıyor bilmiyoruz. 28 Şubat döneminde medyanın askerler tarafından ne kadar kötü kullanıldığını tartışırken benzer uygulamaların bugün de PKK konusunda devam ettiğini görmezlikten geliyoruz. Bir televizyon kanalının basılış biçimi bile başlı başına hukuksuzluğu gözler önüne sermeye yetmektedir. Türk kamuoyunu yanlış bilgilerle yönlendirmeyi habercilik sanan uygulamalara hangi gazete imza atmadı ki?

Daha acı olan ise hemen ardından Bursaspor maçında Diyarbakır'da yaşananlar ve patlayan mayınlarla ilgili haberlerin veriliş biçimi idi. Bir yandan toplumda yükselen gerilim, diğer yanda çatışmaların yeniden yükselme riskinin kapımızda durmasına rağmen yaşananlardan hiçbir ders çıkarmamış bir medya ile karşı karşıyayız.

Ateşe körükle gitme alışkanlığının bedelini bu sefer ne kadar ağır bir fatura ile ödeyeceğiz bilinmez. Bildiğimiz bir şey var ki, bir tarafta planlı bilgi kirliliğini tartışan medyamız, diğer tarafta tam da buna alet olmanın örnek uygulamasını ortaya koyuyor.

Ayhan BİLGEN

'Özerklikten sonra da baskılar devam etti'

Basklı avukat, aktivist ve Bask Bağımsız Solcu Parti üyesi Jon Andoni Lekue, AİHM tarafından haklı bulunan Batasuna'nın kapatılmasını taraflı bir karar olarak değerlendirirken, Kürt halkını da bu konuda uyardı: 'Bask halkı olarak özerkliğimizi aldıktan sonra da işkenceler ve baskılar sürmeye devam etti. Şimdi de kitlesel bir partiden yoksunuz.'

AİHM'in, Bask halkının bağımsızlık mücadelesinde tek ve en kitlesel parti olan Batasuna'nın kapatılmasında İspanya'yı haklı bulmasını eleştiren avukat, aktivist ve Bask Bağımsız Solcu Parti üyesi Jon Andoni Lekue, bu kararın ulusal bağımsızlık savaşı veren diğer ülkelerin de önünü tıkayacağını savundu. Lekue, Bask için özerklik sürecinin başlatılmasının da sorunları tam olarak çözmediğini, fiili çatışma sürecinde var olan her tür baskının, işkence de dahil olmak üzere halen sürdüğünü söyledi.

Bask halkı ile Kürt halkının gerek karşılaştıkları baskılar gerekse mücadele biçimleri arasında ciddi benzerlikler olduğunu vurgulayan Lekue, bu benzerlikten dolayı çözüm konusunda da Bask halkının geldiği noktaya bakılarak kimi dersler çıkarılabileceğini ifade etti. Lekue, şunları söyledi: 'Öncelikle her iki halkın varlığı da sınırları içerisinde bulundukları devletler tarafından reddedilmiş. İki halk da baskı altına alınmış. Egemen devlet ile baskı altına alınan halklar arasındaki çatışma ise ilk aşamada bu halkların kabulü talebi ile yaşanmış. Ancak özerklik hakkı ile her şeyin bitmediği unutulmamalı. Bask halkı açısından bakarsak Bask halkı üzerinde baskılar aynı şekilde devam ediyor. Sonuçta yaşanan çatışmaları çözecek etkide bir otonomi söz konusu olmadığı için de uzun bir süre daha çatışmalar devam etti. Bu sürecin yaşandığı son 20 yılda işkence devam etti, siyasi partilerin kapatılması, sivil ve politik haklarımıza saldırılar ve devlet terörü bizim otonomi koşullarımızda bile devam etti.'

Çözüm aşamasında model olarak Bask çözümünün değil Britanya çözümünün örnek alınmasının daha doğru olacağını belirten Lekue, 'Britanya modelinde farklı halkların haklarına yönelik uygulamaların sınırları oldukça geniş. Orada devlet diğer parçaların da yararına her kesimi bir arada tutmak için var. İspanya devletinde bizim için böyle bir ortaklaşma yok. Belki biz şu anda Bask halkı olarak tanınıyoruz, ama ulus olarak tanınmadıktan sonra ciddi bir avantajı olduğunu söyleyemem' dedi.

GÜNEŞ ÜNSAL
DİYARBAKIR - DİHA

Dünyanın nizamı


Postmodern parçalanmışlık içinde dünyanın yeniden 'nizama' kavuşması ve dengelerin kurulması zorlanmalarla karşı karşıyadır. Süreklilik kazanan kaotik bir durum mevcuttur. Bu durum merkez ülkeler için stratejik bir yönetim biçimini alıyor. Yani yeni stratejiler krizi yönetmek üzerinde şekilleniyor.

20. yüzyılın sonlarındaki genel hava, özellikle yarı çevre (Semi Preferi) ve çevre (Preferi) ülkelerinde 'yönetişim'i geliştirmek idi. Bu konuda küresel bir uzlaşı mevcuttu. Bunun bazı mekanizmaları da yaratılmıştı. Ama bu ihtimalin zayıflamaya başladığına dair güçlü işaretler bulunmaktadır. En başta kamusal alanların ölçüsüz bir şekilde özelleştirilmesi ve yağmalanması toplumsallığı zayıflatma ve halkların tarihsel değerlerinin kırımında yeni ve hızlı gelişen bir evre başlatmıştır. Toplumun zayıf da olsa denetim, şeffaflık ve irade gücünün elinden alınmasına yol açmıştır. Halkları korumasız ve savunmasız hale getirmiştir.

Aşırı ve kapsayıcı özelleştirmeler yeni hanedanların ve belirsiz güçlerin önünü açmıştır. Sınırlı bir mali denetim dışında hiçbir toplumsal ve siyasal sorumluluk üstlenmeyen bu yeni sermaye yapılanmaları, toplumsal olanın kıyımı anlamına gelmektedir. Kendi çabaları ile üreten, toplumla karşıt bile olsa bir şekilde bağ kuran, sorumluluk da alabilen sermaye bile bu yeni gelişmeden rahatsızdır. TÜSİAD'ın son çıkışları ve cılız da olsa siyasal sorumluluk alma girişimi, zayıf da olsa tehlikeyi işaret etmektedir. Ayrıca bu küresel yeni güç, bu sistemi yaratanları da tehdit etmektedir. Sistemin çaresizliği de bu noktada başlamaktadır. Tanımlanamayan, kontrol edilemeyen ve hiçbir ölçü tanımayan, virüs gibi etkileyici bir gelişmedir. Artık sürekli ekonomik krizler, kitlesel işsizlikler ve doğanın gücünü aşan devasa bir tüketim sonucunda bireysel ilişkiler, toplumsal ilişkiler ve değerler yıkım noktasına gelmiş bulunmaktadır.

Bu yeni durum, şu anda toplumları farklı ölçeklerde etkilemektedir. Ama önümüzdeki süreçte bu fazla etkilenmemiş alanlar katbekat daha fazla etkilenecektir. Özellikle Çin, Brezilya ve Türkiye gibi alt emperyal güç olarak hazırlanan ülkelerde bu böyle olacaktır. Çünkü bu ülkeler daha 'özelleştirmelerin' başında bulunmakta ve kendilerine yetebilecek temel maddelere fazla ihtiyaç duymamaktalar. Bu alanda belli bir doygunluğa ulaşıldığında kriz dayanılmaz bir noktaya ulaşacaktır. Tabii ki bu durum o ülkelerin toplumsal bünyelerine göre farklı düzeylerde etkide bulunacaktır. Çünkü bu ülkeler aynı zamanda 'demokrasiye geçiş süreçlerini' yaşayan bir evreyi yaşamakta ve oluşturacakları toplumsal-hukuksal dinamikler oranında bir dayanma gücü kazanabileceklerdir. Tarihin bu en kapsamlı ve derin kaotik sürecinin yönetimi küresel güçlere teslim edilmeyecek kadar hayatidir. Çünkü sonucu gerçekten kıyamettir. Bu sürecin yönetimi, bazılarının dillendirdiği gibi Batı demokratik değerlerinin çevre ülkelere taşırılması ile geçiştirilebilecek gibi değildir. Hali hazırda Batı'da büyük bir durgunluk ve zihinsel üretimsizlik hakimdir. Ve artık ciddi bir mücadele isteği de göstermemektedir. Politik aktörlerde zekanın parıltısı bile bulunmamakta ve eski saray yozlaşmasını aşan bir yaşam içinde bulunmaktalar. Zaman zaman halkların vicdanı olan bazı aydınların sadece feryatlarını yükseltmekte ve politikacıları ancak dişlerini fırçalayacak kadar etkilemektedir.

Kıyımlar nizamı bozmaktır

Eskiden de halklar kıyıma uğrardı. Kültürler de. Ama yine de bir yaşam olanağı vardı. Ve bir yol vardı. Şimdi dünya küçüldü. Saklanacak bir çöl, bir dağ, bir orman bile kalmadı. Binlerce yıl ayakta kalmış bir dil, bir inanç, bir özgür yaşam formu kısa bir zamanda yok oluyor. Basında sık sık rastlıyoruz bu yok oluşlara; 'şu dili konuşan son kişi de öldü.'

Bazı ülkeler bunu görüyor. Ciddi projeler yapıyorlar. Örneğin İsveç'te, bir okulda beş veli dilekçe verdiğinde kendi dillerinde eğitim görebiliyorlar. İspanya'da kadim bir kelime, bir atasözü, bir bilmece, bir desen, bir motif, bir ezgi, bir tapınma biçimi bulmak umuduyla ciddi paralar harcanıyor. Bunlar bir halkın, bir ülkenin hazineleridir. Zenginliğidir. Hatıralarıdır. Geleceğidir. İnsanım diyebilecekleri gerçek şeylerdir. Ruhlarıdır. Ve biliyorlar ki dilleri, sanatları, kültürleri yok olursa gelecekleri olmaz. Ve bunu yaparken bir ulusu esas alıyorlar. Demokratik ulus çünkü budur. Hıristiyan müminler, aydınlar asırlarca 'ölümsüzlük kasesini' aradılar. Bunun için yüzlerce serüvene atıldılar, işkenceler çektiler. Bir sembol de olsa varlığı onları birleştirecekti. Yoksa gerçekte ölümsüz olmak için değil, ama birlik için aradılar. Kendilerini geleceğe taşımak için sade bir amaç ve umut içinde. Yoksa sadece yapılar, ritüeller toplumları ayakta tutamaz, sadece ordular insanları koruyamaz, ama bir amaç daha fazlasıdır, daha belirleyicidir. Hasankeyf, Allianoi için koparılan onca kıyamet bundandır. Tarihte yok olup giden yüzlerce halk gerçekte neyi kaybetmişti? Belki de en doğru cevap umudunu kaybetmiştir. Ama eski zamanlarda yıkımlar uzun süre alırdı. Ve çok nadiren müdahale yapılırdı. Tabii ki o zamanlar evren bakış açılarının merkezinde inanç olduğu için ve her büyük inanç amacından uzaklaştığı için çevresini kendisine benzeştirmeye çalışırdı. Kırımlar daha çok kadim inançlara yönelik olurdu. Örneğin 'Şemsiler'e yapılan kıyım model bir yaklaşımdır. Sabit iktidar formatıdır.

'Mardin Kapısı'nın dışında gördüğümüz bir putperestlik tapınağının Şemsiler'in ibadetgahı olduğunu anladık. Şemsiler evvelce her cumartesi günü orada toplanarak akşama kadar yer içer, karanlık basınca ışıklar yakarak bir müddet dua ederler, sonra da ışığı söndürerek putperestlik devirlerinde olduğu gibi hayvani bir surette birbirine sarılıp (...) cinsi münasebette bulunurlardı. Erzurum Çingeneler diyarı olduğu gibi, burası da Şemsiler'in merkezidir. Bu işlerden haberdar olan bir beylerbeyi, onları yanına çağırarak kendi ibadetgahlarına devamı menetmiş, bilahare de bunların namazları olmadığını, Ermeni, Yahudi ve Rum mezheplerinden hiçbirine merbut olmadıklarını ve yalnız Ermenice konuştuklarını anlayınca, tekrar yanına çağırarak hangi mezhepten olduklarını sormuş. Onlar Ermeni olduklarını söyleyince, beylerbeyi: 'Öyle ise ya Ermeni kilisesine veya camiye devam edin, aksi takdirde hepinizi kılıçtan geçiririm' diye tehditte bulunmuştur. Şemsiler yalvararak ve rüşvet vererek Ermeni kilisesine gideceklerine dair söz verdikten sonra salıverilmişler: fakat emre itaat etmeyenin malları musadere, kellesi de uçurulacağına dair şiddetli emir çıkarılmıştır. Böylelikle Şemsiler'in tapınağı boş kalmış, kendileri de İran'a, Süryani memleketine, Tokat'a, Merzifon'a ve daha başka yerlere dağılmışlardır. Burada kalanlar ise, korkularından, kendileri namına kiliseye gitmek üzere Ermenilere ücret vermeğe, bazıları da gayr-ı ihtiyari cumartesi günleri nöbetle bizzat kiliseye gitmeğe başlamışlar.' (Polonyalı Simeon'un Seyhahatnamesi, 1608-1619, AMİD, sf: 16) Tanıdık senaryo değil mi?

Modern zamanlarda ve günümüzde kıyımlar devam etmektedir. Bir bütün olarak doğa, diller, inançlar, kültürler, gelenekler, özgün ekonomiler, hayaller, duygular ve ne varsa! Bu son kıyım savaşında, bir tek 'insan' kalacak ayakta. Bir makine daha doğrusu, o her şeyi oburca tüketen ve bitiren! O kendi bindiği son dalı da kesen!

Lakin her zaman umut vardır. Alfons Doudet Fransa'nın ve Batı'nın en onurlu hikayecilerindendir. 'Değirmenimden Mektuplar'da ışıklı hikayeler anlatır. Kapitalist modernitenin halkları, dilleri, kültürleri yok etmelerine karşı mücadele verir. Doğru söyler ve doğru yaşar. Demokratik modernitenin özgün temsilcilerinden biridir. Avrupa'nın toplumsal ve ruhi şekillenmesinde rol oynamıştır. Kadim değerleri ve demokratik değerleri, tüm o motifleri içtenlikle işler. Paris'in ikiyüzlü, sahte, çürümüş yaşamından kaçar. Kendi memleketinde, Provence bölgesinde küçük bir köyde satın aldığı eski bir değirmende yaşar. Ve yazar. Bu yaşam tercihi önemli bir duruştur. Orada bir rüya görür: Rüyasında yıkılmış bir şato vardır. Taşları sağa sola savrulmuş, kırılmış, büyük bir enkaz! Yabani otlar bürümüş. Dikenler, çalılar. Ve sabah uyandığında yoğunlaşır. 'gödüğüm bu şato' der, 'Provence dilidir.' 'Ve yok olma ile karşı karşıyadır.' Alfons Doudet, Provence dili ile yazmaya başlar öykülerini. Yıkılan o şatoyu yeniden inşa eder.

Özgürlük, kefenleri yırtmaktır

Batı'da uzun yıllardır iyi bir roman iyi bir öykü, şiir yazılmadı. İyi bir müzik, bir resim ve film yapılmadı. Geçmiş yaratımlar parçalanıp, çarpıtılıp süslenip yeniden yeniden üretiliyor. Bu yağmalama üzerinde ustalık, eleştiri konusu veya takdir konusu yapılıyor. Sanat ve kültürlerin yağmalanması iyi bir fırsatı değerlendirme, iyi bir soygun hikayesidir. Tıpkı ustaca planlanmış bir banka soygunu, bir definenin çalınması gibi; hiçbir iz bırakmadan. Hayranlık duyulan artık bu ustaca soygunlardır. Asıl sanat ve sanatçı bu haydutluktaki başarı oluyor.

Gelişen ve büyüyen bu kadar büyük toplumsallığa, zihinsel yaratımlara rağmen politikada, sanatta ve kültürdeki bu gerileme nasıl açıklanabilir? Felsefenin ve sanatın öldüğü bir yerde özgürlük olabilir mi? Gerçekte bireyler ve toplumlar özgür mü? Çünkü yeni şeyler, yeni fikirler, yeni buluşlar özgürlük anlarıdır. Biçilmiş kefenleri yırtmak, duvarları yıkmak da özgürlük anlarıdır. Burada bir yaşam karmaşası yaşanmaktadır. Modern zamanların yaşamı oturttuğu eksenler o zaman yanlış tespit edilmiştir. Aksayan ciddi şeyler vardır. Bu yaşam iyi bir şiire yol açmıyorsa, iyi bir öyküye, burada ciddi bir sapmaya girilmiştir. Ya da 'her şey yalan' deyip içinden çıkabilir miyiz?

Modern zamanlar, uygarlıklardan da esinleyerek yaşamı güven, sadakat ve bağlılık üzerinde kurmaya çalıştı. Bu değerler kralları, tüccarları daha fazla ilgilendirmeli; bunlar belki de iktidar ilişkileri için önemli olabilir. Bunlar üzerine kurulan toplumsal ilişkiler ne kadar sağlıklı yürüyebilir? Evliliğin temeli de bunlardır: Ama özgürlük olmadıktan sonra bunların ne anlamı olabilir! Evlilik (bilinen haliyle) erkeğin iktidarı değilse nedir? O zaman özgürlük varsa diğer şeyler anlamsızlaşır. Zira özgürlük olmasa güven, sadakat ve bağlılık fazla yaşayamaz. Ölürler.

Hani gecenin karanlığında bazen ay ve yıldızlar olur göklerde. Sayılmayacak kadar çokturlar. Ama sabah güneş doğduğunda hiçbiri kalmaz gökte. Sadece güneş kalır. Özgürlük güneş gibidir. Diğer şeyler güneş yoksa anlam kazanır. Belki yolunu kaybedenlere yol da gösterirler. Kahinlere zamanı, geleceği yorumlama gücü de verirler. Böylesi zamanlarda güven, sadakat, bağlılık belki de önemlidir, ama aslolan değildir. Ve belki de hepsi bir tek şey içindir. Yüzyıl sadık kalan, öyle kusursuz, ama aslında bir tek büyük ihanet için kendini hazırlamaktadır. Örneğin Fransız büyük yazar Victor Hugo'nun 'Deniz İşçileri' bu temayı işler aslında. Modern zamanları iyi çözen o deha! O zaman aslolan sadece özgürlüktür; çünkü özgürlük varsa güven, sadakat ve bağlılığa da ihtiyaç yoktur.

Şimdi ise bu değerler bile kalmadı; sadece tüketim için kullanılan simgeler haline geldi. 'Güvenilir bir marka,' bir eşya, hatta bir yemek ve içecek gibi. O zaman sanatın ve kültürün ayakta kalması mümkün olabilir mi? Veya insana insanlığını anımsatan bir eser ortaya konulabilir mi? Mevcut sistemlerden bağlarını kesmedikçe bunu insan yapabilir mi?

Fethi SUVARİ
peyasuvari@hotmail.com

‘11-M olayı’

Gizli servislerle ilgili her eleştiri, ‘’İslamist teröre destek propagandası“ olarak suçlanabilmektedir. Madrid’ten altı yıl sonra dahi aynı senaryo tekrarlana tekrarlana ‘’vizyona“ sokulmakta. Ve görülen o ki, izleyenler ‘’cui bono?“, yani ‘’kimin yararına?“ sorusunu sormadıkları müddetçe, bu filmi hep seyretmeye devam edeceğiz. İspanya genel seçimlerinden üç gün önce, 11 Mart 2004 sabahı dünya Madrid’te banliyö trenlerine yapılan bombalı saldırılarla sarsıldı. Ajanslar ilk üç bombanın Madrid’in merkez garı olan Atocha Garı’nda bekleyen 21431 nolu trende, sabah saat 7:37’de patlatıldığını, dört bombanın saat 7:39’da Calle de Téllez garına yaklaşan 17305 nolu trende ve üç ayrı bombanın da aynı saatlerde El pozo del Tio Raimundo istasyonundaki 21435 nolu tren ile Santa Eugenia istasyonundaki 21713 nolu trende patlatıldıklarını bildiriyordular. Trenler bu saatlerde çoğunlukla Madrid’in banliyölerinde yaşayan işçi ve çalışanları merkeze taşımaktaydılar. Saldırıların sonucunda toplam 191 insan yaşamını yitirmiş ve 82’si ağır olmak üzere 2.051 insan yaralanmıştı. Saldırı, İspanya tarihine ‘’11-M-Olayı“ olarak geçecekti.

Sadece bir kaç hafta içerisinde soruşturmaları tamamlayan güvenlik güçleri, saldırılardan üç hafta sonra olayın son noktasına kadar aydınlatıldığını açıklamışlardı. Halbuki muhafazakâr Aznar Hükümeti henüz saldırılardan bir kaç saat sonra, saldırıları Bask örgütü ETA’nın yaptığından emin olduklarını açıklamış, hatta BM Güvenlik Konseyi’nin aynı gün yaptığı ilk açıklamasında ETA’nın saldırıların faili olarak anılmasını sağlamıştı. Dönemin gazeteleri, İspanya hükümetinin üç gün sonra yapılacak olan genel seçimlerde radikal-islamî grupların adını anarak kamuoyunda İspanya’nın Irak Savaşı’nda üstlendiği role yönelik eleştirilerin önünü kesmek için çaba gösterdiğini yazmaktaydılar. Ancak oy kaygısı ile hareket eden hükümetin bu çabaları, ETA’ya yakın Bask Herri Batasuna partisinin açıklamaları ve yapılan yürüyüşlerde hükümetin Irak politikalarının protesto edilmesiyle boşa çıkartıldı. Partido Popular Hükümeti, 12 Mart 2004’de Madrid’te yapılan ve yaklaşık 2,3 milyon insanın katıldığı mitingi etkilemeye çalışsa da, ‘’ETA Yalanı“ tutmamış ve 14 Mart 2004 seçimlerini, tahminlerin aksine İspanyol sosyalistleri, Partido Socialista Obrero Español (PSOE) yüzde 42,6 oyla kazanmıştı.

ETA’dan El Kaide’ye
Partido Popular Hükümeti’nin başbakanı Aznar, hükümet döneminde Basklılara karşı geliştirdiği sert politikalar ve Irak Savaşı’nda ABD’ye verdiği koşulsuz destek nedeniyle İspanya toplumunda ciddî ayrışmalara neden olmuştu. Aynı zamanda AB’nin de neoliberal ve militarist dönüşümü konusunda uğraşan önde gelen isimlerdendi. Yeni seçilen José Luis Rodriguez Zapatero Hükümeti işbaşına gelene kadar idarî işlerin sorumluluğu hâlâ Aznar Hükümeti’ndeydi ve güvenlik güçleri soruşturmalarında ETA’nın radikal bir hücresinin El Kaide örgütü ile işbirliği yapmış olabileceği kurgusu üzerine çalışmaktaydılar.

Bu kurgu, önce Londra’da yayımlanan Al-Quds al-arabi gazetesinin, saldırıyı Abu-Hafs-El-Masri-Tugayları’nın üstlendiğini haber yapmasıyla hızlandırıldı. Ancak ABD gizli servislerinin ‘’olaya sadece El Kaide karıştı“ açıklamalarını yapmalarından ve Madrid yakınlarında, içerisinde 8 patlayıcı kapsül ile Kuran ayetlerinin okunduğu bir kaset, çalıntı olan bir kamyonda bulunması üzerine, İspanya İçişleri Bakanı Angel Acebes 13 Mart 2004’de, saldırıyı sadece El Kaide’nin yaptığını ve üç Faslı ile iki Hindistanlının tutuklandığını kamuoyuna açıkladı.

İçişleri Bakanı, tutuklananlardan birisinin Faslı Cemal Zougam adlı bir şahıs olduğunu ve bu şahsın, 11 Eylül 2001 Saldırıları’ndan sonra İspanya’da aranan 35 zanlıdan birisi olduğunu belirtiyordu. Almanya’da yayımlanan Junge Welt gazetesinin yazarlarından Knut Mellenthin, Zougam’ın olaylardan yaklaşık on yıl önce İspanya gizli servisleri tarafından gözetlenmeye başlandığını, hatta sürekli devam eden gözetlemelere Fas, Fransa, ABD ve İsrail gizli servislerinin de katıldığını belirtiyor. Nitekim bu bilgilerin ortaya çıkmasından sonra İspanya kamuoyunda, on yıl boyunca gözetlenen bir kişinin nasıl olur da aylarca böylesine bir saldırının hazırlığını yapabileceği tartışılmaya başlamıştı.

Bakanın yaptığı açıklamadan üç gün sonra İspanyol polisi, 1993’de Pakistan’da kurulduğu iddia edilen Fas İslamî Mücadele Grubu (GICM) adlı örgüte mensup 20 Faslının daha aranmaya başladığını açıkladı. Arkasından gelen günlerde de, 21 Mart 2004’de basına, saldırılarda kullanılan bombaların bir İspanyol maden ocağından çalındığına dair bilgiler sızdırıldı.

Soruşturmayı tamamladıklarını bildiren güvenlik güçlerinin soruşturma ile ilgili yaptıkları her açıklama yeni soruların ortaya çıkmasına neden oluyordu. Yaklaşık 100 kilo bombayı çalan hırsızın kimliği ilginç bir şekilde çok çabuk ortaya çıkartılmıştı. İspanya Başsavcısı’nın açıklamalarına göre Zougam bombaları José Emilio Suarez Trashorras isimli eski bir maden işçisinden almıştı. Bu kişi ise İspanya Ulusal Polisi’nin gizli çalışanıydı. Zougam ile birlikte tutuklanan uyuşturucu satıcısı Faslı Rafael Zuheir de Guardia Civil’e çalışan bir polis muhbiriydi. Dahası, 2005 Ağustos’unda muhafazakâr İspanyol gazetesi El Mundo bir haberinde, tutuklanan kişilerin bombaları cep telefonu ile patlatabilecek teknik bilgiye sahip olmadıklarını ve gizli çalışan bir polisin kabloların bağlanmasında yardımcı olduğuna dair bilgilerin araştırılmaması bildirecekti.

Diğer taraftan İspanya basını patlamayan diğer üç bombanın polis tarafından ‘’kontrollü“ bir şekilde patlatılması nedeniyle delillerin yok edilmesini eleştiriyordular. Bombalardan bir tanesi ise ilginç bir şekilde bulunmuştu: güvenlik güçleri, bir sırt çantasındaki bombanın saatinin yanlış (!) ayarlandığını ve çantadaki cep telefonunun çalması üzerine çantanın bulunduğunu açıklıyordu. İyice gözden geçirilen çantanın daha sonra neden ‘’kontrollü“ olarak patlatılarak yok edildiği ise açıklanmadı.

Bir diğer soru ise, örneğin ETA’nın düzenlediği saldırılarda İspanya’da üretilmeyen bombalar kullanması bilinmesine rağmen, Madrid bombacılarının neden menşei hemen tespit edilebilecek bir bomba kullanmış olmaları. Ki burada asıl soru, son derece hassas kontrolü öngören bir yönetmeliğe rağmen, yaklaşık 100 kilo bombanın nasıl olup da hiç fark edilmeden çalınmış olabileceğidir. Sonuçta, açıklığa kavuşturulmamış onca soru üreten soruşturmanın tamamlandığı ve olayın tam olarak aydınlığa kavuşturulduğu ilân edildikten üç yıl sonra sanıklar mahkemeye çıkarıldılar. 15 Şubat 2007’de başlayan duruşmalarda 28 sanıktan 21’ine 31 Ekim 2007 tarihli duruşmada kırkar yıl hapis cezası verildi. Yedi sanık ise serbest bırakıldı ve dosya kapandı!

El Kaide icad oldu, Avrupa ‘terörle’ tanıştı
Günümüzde El Kaide’nin ‘’insanlığın başdüşmanı“ bir örgüt olduğunu okul çocukları bile kabul etmektedirler. ABD başkanları Ronald Reagan, George Bush sn. ve Bush Junior’a ‘’terörist avcısı“ olarak hizmet veren Richard A. Clarke’a göre El Kaide, ‘’kendine dinî cemaat süsü veren ve dünya çapında operasyon yapabilen bir politik çetedir. Hedefleri, kadınların hiç bir hakka sahip olamayacakları, her insanın zorla Müslüman yapıldığı ve Şeriat hukukunun geçerli olacağı bir 14. Yüzyıl türü teokrasi kurmaktır. Güçlü bir istihbarat ağına sahipler. Yıllarca gizli planlar yaptıktan sonra uyuyan hücrelerini harekete geçirebiliyorlar. En büyük düşmanımız onlardır ve hâlen aramızda yaşamaktadırlar...“.

Batı dünyasındaki İslam karşıtlığının temel gerekçesi olan bu teoriye karşın, 1980’li yıllarda Afganistan’da doktorluk yapan Saad al Faghi gibi Afganistan uzmanları veya CNN muhabiri Peter Berger gibi pek ABD karşıtı sayılmayacak kişiler, El Kaide’nin ‘’1988’de Peşvar’da Osama Bin Ladin tarafından kurulan ve Afganistan’da kaybolmuş olan mücahitlerin akibetini arayan ailelerine yardımcı olan bir kurum“ ve ‘’El Kaide, Bin Ladin’in Peşvar’daki misafirhanesine gelip, belirli bir süre orada kalan kişilerin listesi“ olduğunu belirtiyorlar. Berger, ‘’Cihat Anonim Şirketi“ adlı kitabında, bu listenin Orta Doğu’daki bazı hükümetler tarafından olası islamist feadileri tespit etmek için kullanıldığını yazıyor.

Diğer yandan ABD’li ‘’terörist avcıları“ da El Kaide ismini ancak 1999’dan itibaren kullanmaya başlıyorlar. CIA analistleri 1998 sonuna kadar yazdıkları raporlarda, Bin Ladin’in ‘’bazı terörist saldırı finanse ettiğini, ama operasyonların koordinesinde herhangi bir rol oynamadığını“ vurguluyorlar. ABD Kongresi’nin kurduğu ‘’9/11 Komisyonu“ bile sonuç raporunda Bin Ladin’in ‘’1997’ye kadar ABD gizli servisleri tarafından terörizmin finansörü, ancak terörist lider olarak görülmediğini“ yazıyordu.

‘’Bin Laden – The Man Who Declared War on America“ başlıklı kitabın yazarı ve ABD Senatosu’nun ‘’antiterör uzmanı“ Yusuf Bodansky, 1999 ilkbaharında yayımlanan yaklaşık 450 sayfalık kitabında El Kaide tanımını sadece bir kez kullanıyor: ‘’Bu sistem, Bin ladin tarafından 1980li yılların ortasında kurulan yardımlaşma kurumu El Kaide’nin üzerine inşa edilmiştir...“.

El Kaide’nin sözde ‘’antiterör mücadelesi“ bağlamında kullanılmasına ise 1998 sonunda başlanmıştır. Orta Doğu ve Arap ülkeleri uzmanı Prof. Dr. Werner Ruf bunun ABD’nin Nairobi ve Daressalam büyükelçiliklerine 1998 Ağustos’unda gerçekleştirilen saldırılarla bağlantılı olarak görülmesi gerektiğini yazıyor. Gerçekten de; bu eylemleri Mısır asıllı Ayman el Zavahiri’nin lideri olduğu İslamî Cihad adlı örgüt üstlenmesine rağmen, dönemin ABD Başkanı Bill Clinton Bin Ladin’i hedef gösteriyor ve saldırılardan bir kaç gün sonra Bin Ladin’in Afganistan’daki kampı ile Sudan’daki bir ilaç fabrikasının Cruise Missile füzeleri ile vurulmasını emrediyor.

‘Terör’: Militarist dönüşümün gerekçesi
Batı dünyasında, bilhassa 11 Eylül 2001 Saldırıları’ndan sonra hızlandırılan ve fosil enerji kaynakları ile dünya piyasalarına serbest girişin ‘’korunması“ için gerekli görülen militarist dönüşümün temel dayanağı her defasında ‘’terör tehditi“ olarak açıklanmaktadır. Batılı gizli servislerin başarılı (!) ‘’araştırmaları“ ve bunları, ya doğrudan servislerin internet sayfalarından sorgulamadan alarak haber yapan, ya da servislere ‘’yakınlığı“ ile tanınan ‘’uzmanların“ açıklamalarını yayımlayan yaygın medyaya göre, 21. Yüzyıl’ın temel tehditi – nedense hep enerji kaynaklarının bulunduğu stratejik coğrafyalarda konuşlanmış olan ‘’terör“ yuvalarıdır. Bu çerçevede yapılan kimi ‘’bilimsel“ araştırmalar da, son derece şüpheli bilgileri bilim süzgeçinden geçirip, ‘’objektivize“ ettikten sonra basının kullanımına servis edilmesi resmi tamamlamaktadır.

‘’Teröre karşı savaş“ dünyanın politik-ekonomik-stratejik düzenlenmesinin en önemli gerekçesi hâline gelmiş durumda. Irak Savaşı’nda görüldüğü gibi, yalanlara dayalı ‘’reelpolitik gerçekler“, Batılı güçlerin önceden belirledikleri politikaları sonrada meşrulaştırmaya yaramaktadırlar. ABD, ‘’teröre karşı savaşında“ elbette yalnız değil. AB de, özellikle 2000 Lizbon Zirvesi’nden bu yana mütemadiyen dış politikasını militaristleştirmekte, iç politikada sertleştirmeler ile demokrasisinin içini oymakta ve bu çerçevede ‘’terörü“ politikalarını meşrulaştırmak için enstrümentalize etmektedir. 2002’de İspanya’nın Sevilla kentinde gerçekleştirilen AB Zirvesi karar altına aldığı ‘’Altı-Nokta-Programı“ ile, AB’nin küresel çapta ‘’terörle“ nasıl mücadele edeceği konusunda temel çizgilerini belirlemişti.

Ve adım adım alınan militaristleşme kararlarında sadece 11 Mart 2004 Madrid saldırıları değil, 7 Temmuz 2005 Londra Metro Saldırısı ve 31 Temmuz 2006’da Aachen’deki ‘’Bavul Bombaları Olayı“ da gerekçe olarak kullanılmıştır. Madrid’te olduğu gibi İngiltere ve Almanya’daki olaylarda da saldırıların veya saldırı planlarının fazlaca açıklanmamış olan soruyu ardında bırakmış olmaları büyük bir benzerlik.

Örneğin 2006 Aachen ‘’Bavul Bombaları Olayı“nda, saldırganların bombaları çok acemice hazırlamış olmaları ve istasyondaki video görüntülerinde üzerlerindeki numaralı tişört taşıyarak tespit edilmeleri uzun süre basın tarafından sorgulanmıştı. Güvenlik güçlerinin ‘’bombaların tahrip gücü çok yüksekti“ şeklindeki açıklamalarına karşın, sonra yapılan tahlillerde, bombaların patlatılmaya dahi hazır olmadıklarının tespit edildiği basında yer almaktaydı. Olayların birbirlerine benzer olan bir diğer yanı da, saldırganların uzun bir süre boyunca gizli servisler tarafından gözetlenmiş ve gizli servislerin göz göre göre bir dizi ‘’yanlış“ yapmış olmalarıdır. Gerek Madrid’te, gerek Londra’da, gerekse de Aachen’deki olaylarda, saldırganların aralarında polis veya gizli servis ajanları veya muhbirlerinin olduğu ortaya çıkartılmıştı.

Sonuç itibariyle El Kaide’nin dünyanın yeniden düzenlenmesinde son derece işe yarayan bir araç konumuna geldiği iddia edilebilir. Dünya çapında operatif bir strateji takip edebilen; Avrupa’da, Asya’da ve Kuzey Afrika’da saldırılar planlayan, finanse ve organize eden merkezî bir örgüt resmi, nedense en çok ‘’teröre karşı savaşın“ işine yaramaktadır. Öyle ya da böyle herhangi bir militan islamist girişimle ilgisi olan her olayı ‘’El Kaide Potasında“ eritip, haber olarak sunan yaygın Batı medyası da propaganda görevini üstlenmiş gözükmektedir.

Bu durumda geçerli olarak görülmeyen tek şey ise, Batılı gizli servislerin onca teknolojiyle, para ve kadroyla sürekli gözetim, kısmen de kontrol altında tuttukları ‘’teröristleri“ neden saldırılardan önce yakalayamadıkları sorusudur. Bu tip sorular, psikolojik savaşta kamuoyunu yanıltmaya yarayan ‘’dezenformasyonlar“ ve ‘’komplo teorileri“ olarak değerlendirilmektedir. Gizli servislerle ilgili her eleştiri, ‘’islamist teröre destek propagandası“ olarak suçlanabilmektedir. Madrid’ten altı yıl sonra dahi aynı senaryo tekrarlana tekrarlana ‘’vizyona“ sokulmakta. Ve görülen o ki, izleyenler ‘’cui bono?“, yani ‘’kimin yararına?“ sorusunu sormadıkları müddetçe, bu filmi hep seyretmeye devam edeceğiz.

MURAT ÇAKIR


Daha fazla bilgi için bkz.: http://www.tagesschau.de/ausland/meldung195064.html
www.elmundo.es/elmundo/2004/03/13/espana/1079203531.html
http://de.wikipedia.org/wiki/Madrider_Zuganschläge
http://de.reuters.com/
http://www.spiegel.de/panorama/justiz/0,1518,466695,00.html
http://www.spiegel.de/panorama/justiz/0,1518,432287,00.html
http://www.heise.de/tp/r4/artikel/16/16952/1.html
http://www.uni-kassel.de/fb5/frieden/themen/Terrorismus/Welcome.html
http://www.jungewelt.de/index.php (Gazetenin arama motoru)

Taş ve ayna

İnsan bu ülkede yaşarken kaçınılmaz olarak “absürd” anlatım örneklerini hatırlamak zorunda kalıyor.
Adam, trafiğin çok yoğun olduğu büyük bir caddenin kenarında durmuş, karşı kaldırıma geçmeye uğraşıyormuş ama beceremiyormuş.
Bir ara karşı kaldırımda yürüyen bir adam görüp ona seslenmiş.
“Sen oraya nasıl geçtin?” Karşı kaldırımdaki adam cevap vermiş. “Ben bu kaldırımda doğdum.”
O kadar çok “ama onlar...” diye başlayan e-mail alıyorum ki aklıma hep bu kaldırım hikâyesi geliyor.
Herkes diğerini suçluyor.
Neredeyse hiç kimse “karşı kaldırımda” neler olup bittiğini bilmiyor.
İstanbul’da yaşayan birinin Diyarbakır’da olanları anlaması mümkün değil.
Orada polislere taş atan çocukları gördüğünde “o çocukların kandırıldığını” düşünüyorlar, o çocuklara ve onları “kandıranlara” kızıyorlar.
O çocuklar kandırılmıyor.
O çocuklar kızgın.
Onlara “taş attıkları” için verilen cezaların arttırılması, küçücük çocukların yıllarca sürecek hapis cezalarına çarptırılması onların öfkelerini yatıştırmıyor, aksine arttırıyor.
Geçen gün Kurtuluş Tayiz de yazıyordu, “dağa çıkma yaşı 14’lere kadar” inmiş, on dört, on beş yaşındaki çocuk evini, ailesini terk edip dağa, ölmeye ve öldürmeye gidiyor.
Geceleri soğuk mağaralarda yatıyorlar, günlerce yol yürüyorlar, yağmurda ıslanıyor, karda donuyorlar, her an bir pusuya düşmeleri, bir havan topuyla parçalanmaları mümkün, her ses, her kıpırtı bir ölüm habercisi olabilir.
Bunları bilerek çıkıyorlar dağa.
Kolay mı bunları göze almak?
“Bu çocuklar kandırılıyor” deyip işin içinden sıyrılmak, düşünmeyi ve soru sormayı engelliyor, bir düşünsel rahatlık sağlıyor insana ama gerçeği anlamasına yardımcı olmuyor.
Bakın, Diyarbakır’da hayat çok zor, işsizlik, parasızlık, yoksulluk, yersizlik, evsizlik...
Ne isterseniz var.
Aman bunun için de çıkmıyorlar dağa. Hepimiz için hayat bir tür “ayna”dır, hayata baktığımızda küçük de olsa, solgun ve silik de olsa kendi yansımamızı görmek, hayatın bizi “kabul ettiğine” dair bir işarete rastlamak isteriz.
İnsanları, yoksulluk, işsizlik, parasızlık çıldırtmaz kolayından, her yerde yaşanıyor bunlar ama insanların “aynasını” kırarsanız, hayata baktıklarında kendi yansımalarını görme imkânlarını yok ederseniz, insanlar bunu kabul edemez.
“Aynasını” kıranı öldürmek ister, onun “yansımasını” hayattan silmek ister, onu yok ederse kendi varlığının hayata yansıyacağını sanır.
Kürt çocuklarının “ayna”sını kırdı bu devlet.
Onların kendi yansımalarını hayatın herhangi bir yerinde görmesine izin vermedi.
Bir insana yapılabilecek en korkunç ve en tehlikeli şeyi yaptı, onları aşağıladı, onların ırkını aşağıladı, onları küçük gördü, onlara sürekli olarak “ben senden daha güçlüyüm” dedi.
Bunu kimse kabul etmez.
Amerikan Kongresi’nin bir komisyonunda bir oy farkla çıkan bir kararla “onurları kırılan” Türkler, bir de Kürtlere yapılanların kendilerine yapıldığını düşünsünler.
Dilinizi yok saysalardı, çocuklarınıza o dili okullarda öğretmenizi yasaklasalardı, evlerinizi bassalardı, köylerinizi yaksalardı, sizi yaşadığınız ülkenin “ikinci sınıf vatandaşı” saysalardı, size efendilik taslasalardı, sizi korkutsalardı, karakollarda dövselerdi ne hissederdiniz?
“Karşı kaldırımda” bunlar yaşanıyor işte.
Sakın “ama onlar başkaldırdı” demeyin, sadece bu cümle bile Kürtlerin nasıl hor görüldüğünü açıklamaya yeter, neden “onlar” başkaldırdı, “onlar” kime başkaldırdı?
İnsan ancak kendisini ezene “başkaldırır”, ezilirse başkaldırır, daha o cümlenizle bile Türklerin kimseye “başkaldırmaya” ihtiyaç duymayacak “efendiler”, Kürtlerin ise “ikinci sınıf vatandaşlar” olduğunu kabul ediyorsunuz.
İşte sizin bu kabulünüz Kürt çocuklarını öfkelendiriyor.
Onun için taş atıyorlar, onun için dağlara çıkıyorlar.
Onlar başkaldırmak istemiyor, onlar “başkaldıracakları” hiçbir gücün olmayacağı, herkesin kendileriyle eşit düzeyde durduğu bir ülkede yaşamak istiyorlar.
Şimdi “taş atan çocuklara” verilen o insafsız hapis cezaları kaldırılacakmış, bu çok sevindirici, hiç olmazsa hapislerden kurtulurlar.
Ama bu yetmez.
Eğer bu düşmanlık bitsin, bu savaş sona ersin istiyorsanız, o Kürt çocuklarının “aynalarını” kırmayın, baktıklarında hayatın içinde kendilerini görsünler, ırklarını görsünler.
O zaman onlar da çocukluklarını diğer çocuklar gibi yaşarlar.
Hiç unutmayın, o Kürt çocuklarının size bir borcu yok ama sizin onlara “aynası olan bir hayat” borcunuz var.

Kürdistan'da deprem

Okçular’da depremde annesi ve kardeşini kaybeden Keko Çiçek, onların öldüğünü bugün öğrenince enkazın altına girerek annesini aradı. Yakınları ve sağlık görevlileri Keko'yu güçlükle enkazdan uzaklaştırırken, Keko'nun evlerinin enkazının altına yatması görenleri gözyaşlarına boğdu


Merkez üssü Karakoçan olan altı şiddetindeki depremde, Okçular köyünde, annesini ve kardeşini kaybettiği yıkıntılar altına gidip yatan Keko adlı çocuk, yüreğimi parçaladı. Depremin altı civarında olduğunu söylüyorlar. Utandıklarından rakamı yüksek gösteriyorlar. Civar dediklerine göre, deprem beş buçuk şiddetindedir. Beş veya altı, fark etmez. Altı şiddetinde bir depremde bir köyde 57 kişi ölüyorsa, ölenlerin katili devlettir.

Kürdistan köylerindeki evlerin çoğu kerpiçten yapılmıştır. Kerpiç, saman ve çamur karışımından elde edilen ilkel yapı malzemesidir. Dayanıklılığı yoktur. Güçlü kuvvetli bir adam, kerpiç evin duvarına bir topuk geçirse, ev çökmezse bile adamın ayağı öteki taraftan çıkar.

Bu bir yazgı mıdır? Evet, Türk çete devletinin Kürde öngördüğü bir yazgıdır. Kürt, beş bin yıl önce kullanılan yapı malzemelerinden elde edilmiş evlerde yaşamaktadır. Kürdün taştan yaptığı evlerde, taşları birbirine bağlamak için hala çamur kullanılmaktadır. Çünkü ülkesi, onuru, şerefi ve namusu Türk devleti tarafından ayaklar altına alınmış Kürt halkı çaresizdir.  Açtır, yoksuldur, yasaklıdır, çimento ve demir alacak parası yoktur.

Varto’da, Çaldıran ve Muradiye’de, Bingöl’de, Erzincan’da olan düşük düzeyli depremlerde Kürt halkı, kasaba ve köy insanlarının yüzde yetmişini toprağa vermişti. Bu bir yazgı mıdır? Evet yazgıdır, bütün şehirleri, köy ve kasabaları modern Türk namluları ve militarist binalarca işgal edilmiş Kürt halkının ölümcül yazgısıdır.  
Bir devletin halkına karşı, diğer ödevlerinin yanı sıra, üç temel sorumluluğu vardır:

1-Konut… Kürdistan halkı, şiddetli bir fırtına, sel veya orta dereceli depremlerde kendisine mezar olacak, mezar evlerde yaşamaktadır… Türk devleti, devletlik yaptığını iddia ettiği Kürdistan’da, askerlerin, özel tim elemanlarının, köy korucularının ve memurlarının konut sorununu çözmeye çalışmaktadır. Lojmanların normalde yoksul insanlara verilmesi gerekirken, Türk devlet sınırları içinde, aksine, maaşlı insanlara verilmektedir… Avrupa’da belediyelere ait lojmanlar, yoksul insanlar ve göçmenler için kullanılmaktadır. İstanbul’da olacak bir deprem de, en çok can kaybı yine Kürt nüfus arasında yaşanacaktır. Çünkü Kürtler, yoksuldur, çaresizdir, standardı olmayan evlerde yaşamaktadır.

2-Beslenme… Bir devlet, devletliğini yaptığı halka iş vermek veya iş alanı yaratmak zorundadır. Eğer bir kısım vatandaşın iş sorununu çözemiyorsa, devlet o vatandaşların karnını doyurmak zorundadır. Fakat Kürt halkının yüzde sekseni açlık sınırı altında yaşamaktadır. Kürt halkının tepesinde boza pişiren alçaklar, bürokratlar, özel tim elemanları, polisler, generaller çift maaşlı bir hayat sürdürmektedirler… Kürdistan’da birkaç yıl görev yapmak, işkence etmek, adam öldürmek onların hanesine çift maaş olarak geçmektedir…

3-Sağlık… Bir ülke sınırları içinde yaşayan herkesi devlet, işli veya işsiz, hastalık sigortasına bağlamak zorundadır. İşsiz bir insanın yaşamak ve tedavi olmak hakkı vardır. Bunlar insanlığın en az yüz yıldır kullandığı temel haklardır… Fakat Kürdistan halkının çoğu sigortasızdır. Köylerde, kasabalarda ve hatta küçük Kürdistan şehirlerinde beyin kanaması ve kalp rahatsızlığı geçiren bir Kürdün yaşama şansı sıfırdır. Doğubazayıt’ta kalp krizi geçiren DEP eski milletvekili Orhan Doğan’ın Van’a götürülene kadar vücut ölümü gerçekleşmişti… En az 500 bin insanın yaşadığı Ağrı’da bir kalp ünitesi yoksa, Kürtler böyle bir devleti taşımak ve siyaset olarak da çöpçatanlığını yapmak zorunda değillerdir. Hastane yoktur, fakat Kürt halkına işkence yapılacak modern binalar, Kürt halkını sindirecek modern silahlar, Kürt halkını kurşuna dizecek çift maaşlı alçaklar fazlasıyla vardır.

Kerpiç evli Kürdistan, birinci derecede fay hattı üzerinde kurulu bir ülkedir. Kürdistan coğrafyasının şansıdır bu. Fakat depremler insanı öldürmez, depreme dayanıksız binalar insanları öldürür. İnsanlar ve çocuklar durup durdukları yerde ölmezler, onlara devletlik yaptığını söyleyen alçaklar öldürür.
Beş buçuk şiddetinde bir depremde gerçekleşen ölümlerden, halkımı bin yıl ötesinden daha geride bir esaret, baskı ve yoksulluk altında tutan Türk devleti sorumludur.
Kerpiç yıkıntıları altında anne ve babalarının cesetlerini arayan Kürdistan Yetimi çaresiz çocuklar bir gün mutlaka bu alçaklıklığın hesabını soracaktır.
Depremde hayatını kaybedenlere rahmet, yakınlarına baş sağlığı diliyorum…

10.03.2010

ASKERİ CEZAEVİNDE YAŞANANLAR AYDINLATILMALIDIR.

Meclis bünyesinde kurulan ‘insan hakları’komisyonu, son dönemlerde yapmış oldugu açıklamalarına bakılırsa, kendilerini gerçekleri manipule etmekle yükümlü kılmışlar. En son Eskişehir Askeri cezaevini ziyaret eden komisyon, Askeri cezaevlerini çok iyi gördüklerini, olumlu izlenimlerle ayrıldıklarını belirtmişler. Askeri cezaevlerini bilen ve orda yaşatılmak zorunda bırakılanların tüylerini diken diken eden bir açıklamaydı,bu. Toplumda dahi kanıksanmış, kışlalarda askerlerin kabusu olarak anılan askeri cezaevlerini temize çıkarmak ancak böyle ucuz bir yaklaşımın ürünü olurdu. Komisyon güvenilirliğini yitirmiştir. Bizler de onların aksine kamuoyuna,askeri cezaevlerinde yaşanan-yaşatılan,işkenceleri-hak gasplarını,belgelerle olayın canlı tanıkları ve anlatımlarıyla afişe etmeye devam edecegiz. Kışlalarda, askeri cezaevlerinde yaşananları belgeleriyle tartışmaya açmaya devam edecegiz.

İbrahim Yaylalı gönüllü olarak Şırnak’a savaşmak için gitti. Kısa bir süre sonra PKK’nin eline esir olarak düştü. İki yıl gerillaların elinde kaldı. Yapılan girişimlerin ardından serbest bırakıldı. Devlet tarafından kimi gerekçeler gösterilerek tutuklandı,askeri cezaevine kondu. İşkencelere maruz bırakıldı. Yaşadıklarını biz sorduk o anlattı. Son olarak söylediği şu sözlerinin altınıda çizmekte yarar görüyorum.’’ Bunu kolay bir süreç oldugunu düşünmüyorum fakat savaş mağdurları ve işkenceye maruz kalan insanlarımızın bilmesi gereken yalnız olmadığımızdır ve adım adım korkularımızı yaratanlarla hesaplaşmamız, hem bunun kaynagını kurutmaya yararken, en önemlisi sağlıklarına kavuşacak ve vicdani yaralanmalarını da halletmiş olacaklar’’
1-) Sizi tanımakla başlayalım sohbetimize, kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Nerelisiniz? - 1974 yili Samsun-Bafra doğumluyum, askerlik sürecine kadar Bafra `da oturuyordum. Askerlik-PKK ve cezaevi sürecinden sonra yine yaşamıma Bafra`da devam ederim diye düşünüyordum ; fakat polisin sürekli beni rahatsız etmesi ve yaşam koşullarımın kalmaması üzerine Bafra'dan çıkmak zorunda kaldım.
2-) Ne zaman askere alındınız? -1994`ün baharında askere alındım.
3-) Askerlik yaptırdıkları zaman zarfında, etnik kimliğinizden yada dini inancinizdan dolayı bir ayrımcılıga ugradınız mı? - Anne tarafından Türk, baba tarafından Rum tabiatına sahibim. Tabii Rumluk (Helen-Yunan) Anadolu'da söylenirse dönmelik de denilebilir. Helen-Yunan, nufusu itibariyle mubadele öncesi Bafra yoğun yaşanılan bir yerdi. Tabii geç uluslaşmanın getirdiği sert bir tekleştirme, bizim bölgemizde de yoğun yaşandı. Dedemde bu dönemde yetim kalmış ve bir Türk ailesinin yanında Türkleştirilmiştir. Ailem de yoğun bir şekilde bunun etkisini yaşamış ve tamamen asimile olup, bizi de o şekilde yetiştirdikleri için bununla ilgili bir sorun yaşamadım
4.-Askerliği yaparken nelerle karsılastınız? Kışlalarda neler oluyor ?Savaşın en yoğun oldugu bölgede askerlik yapıyordunuz? Bu konuda belirtmek istediginiz hususlar var mı?
-Benim askerliği yaptığım dönem kirli savaşın, faiili mechul cinayetlerin en yoğun olarak yaşandığı bunun gereği olan aktörlerin tüm kurum ve kuruluşlarda köşe tuttuğu bir dönemdi. Tansu Çiller, Mehmet Ağar, İbrahim Şahinler, Çevik Birler vs. Bir çok bireyi ve hususu sayabilirim, fakat en çok görülmediği ya da anlaşılamadığı için en çok üzüldüğüm profesyonel askerlerin, adı "devrecilik"denilen halk çocuklarının, aynı tabiattan gelen insanlara uygulattıkları kişiliksizleştirme, psikolojik olarak bireyi tamemen teslim alan, biat kültürünün oturtulmasında büyük etkisinin oldugunu düşündüğüm, bu sistemin farkına varılmadan bir büyük oyunun parçası durumuna gelinmesi var. O dönemde bu o kadar ağırdı ki inanın şunu düşündüm, kışla da kalıp bu sistemin parçası olmaktansa dağa çıkar orada ölürüm düşüncesi bile, bunun o dönem ne kadar katı şekilde orada uygulatıldığını ortaya koyması açısından önemlidir. Hatta yeni birliğe teslim olmuşuz ve dagıtımlarımız oluyor, tugay içerisinde beni de bir savaş taburuna verdiler, birinci haftamızda orada askerliği bitmek üzere olan bir er vardı. Bizse yeni gelmiş bir kaç askerdik. O zaman psikolojik sorunu olan bir asker vardı ve kendi dönem askerlerinide yanlarına almış kendisini kanıtlamak, üstünlüğünü göstermek için onun bizi tokatlamasını, bizim de buna rıza göstermemizi istemişti ve hatta bizi aşağılamak için bunu devam ettirip kendi özel eşyalarını yıkayacak olanları bile aramızdan seçmeye kalkmıştı. Buna rıza göstermeyince üzerimize çullanmışlar bizi dövmeye kalkmışlardı, bunları şikayet etmeye kalktığımızda da bizi subay-astsubay ; "Siz ihbarcı mısınız?"deyip bayagı azarlamışlardı. Tabii o gün bunun bir tür kişiliksizleştirme mekanizmasının parçası olabilecegini bir bütün göremediğimizden dolayı bilince çıkaramamış olup, sadece bir an önce nasıl dağa gidebiliriz bunu düşünmeye başlamıştık. Oysa nasıl yetiştirilmiştik, bizim en kutsalımızda duruyordu ordu. Yetiştiğimiz yer itbariyle; bayrak-devlet,ordu,millet bizim en kutsalımızdı. Sonrasında anlıyacaktık bu büyük mekanizmanın ne işe yaradığını, bunu bilince çıkarmam için PKK`nin eline esir olarak düşmem gerekiyormuş.
5-) 1994 yılında PKK tarafından esir alındınız ? İki yıl gerilalarla birlikte kaldınız, bu döneme ilişkin anlatmak istediginiz bir şeyler var mı? - Ben 1994`ün sonbaharında yaklaşık dört beş aylık asker iken bir taciz atışı sonrası geri çekilirken, yüsek bir yerden düşüp bağlı bulunduğum birlikten koparak PKK`nin eline gectim. Düştüğüm yer Sırnak Uludere`de Kele memed denilen bölge. (O bölge de daha önce, ordu PKK ile girdiği çatışmada 29 asker kayıp veriyor ve bir asteğmeni de PKK yaralı esir alıyor, bizde oraya müdahale olarak Gabar dağından kayrılılan birliğe dahiliz.) Düşmeden önce yine Şırnak tarafında olan Gabar dagında düşme anıma kadar görev yaptım. Orada taciz atışları hariç PKK`li gerillalarla birebir çatışmaya girmedim. Köy aramalarina çıkıyor, bizi çatışmalara motive etmeye çalışıyorlardı. Hatta bir seferinde konuşmadığı için, helikopterden yaralı bir PKK`linin atıldığını, sonrasında ise o PKK `li gerilla cesetinin teşhirini yapmışlardı bize. Bunu da motive olmamızı sağlamak için yaptıklarını açıklıyorlardı. Zafer nidaları ile o gün neler neler söylememişlerdi ki bize… Benim ise hatırladığım ; organları çıkmış, her tarafı parçalanmış cesetin ardından, mide krapmları içinde, içimdeki her şeyi boşaltığımdı. Ben "Nasıl bir şeyin içine girdim?"diyordum. Oradaki bütün bu sahnelere alışmış eski ve profesyonel askerler benimle bayagı dalga geçmişlerdi. Bu bir histeri haline gelmişti bende. Her fırsatta buna benzer sözüm ona –törenler- gerçekleştiriliyordu. Profesyonel olmayıp da normal erlerin kahkaha ve bağırmalarını gördüğümde de "Ben nasıl ve ne zaman bu kadar dayanıklı olabileceğim?" diye kendime kaç sefer sormuştum. Eski askerler cesetten ganimet toplar, gibi burun kulak topluyor ve boyunlarına asıyorlardı. O zaman iyi hatırlıyorum bir çavuşumuz vardı, daha önceki cesetlerden bir ikişer anı diye kulak toplamıştı ve o kararmış kulakların birer birer anısını övünerek bize anlatırdı, benim ise o günlerde üzerinde en çok durduğum şey ben çok zayıfım, bütün bunlara neden gülemiyorum ? Her fırsatta neden mide krampları şeklinde bir köşeye yığılıyorum ? Oysa bunun için gelmiştim bu savaş bölgesine, seçmelerde Isparta`da Kıbrıs`a el kaldırsam gidebileceğim halde egitimini küçüklükten beri aldığımız bayrak-millet-ordu ve dışarıdan üzerimize çullandırılmış bir örgütle savaşmayı yeğlemiştim. O zaman bu zayıflık da neydi ?? Bir keresinde de köy taraması yapilması için Gabar`da ismini şu an hatırlamadığım hala içerisinde insanların olduğu bir köye gitmiştik, aslında o köy bulunduğumuz yere yakın bir köydü, kaçak kaçak da o köye gider yiyecek bal, badem gibi şeyler alırdık yani bildiğimiz bir köydü. Bir seferinde o kadar ısrarımıza rağmen paramızı kabul etmeyerek gördüğüm kışlık bir çorabı almıştım. Bir çifti ise, eşiğin üzerinde kapıda asılı kalmıştı onuda aslında almak istiyordum, fakat bu kadar yüzsüzlükte yapmak istemediğim için vazgeçmiştim.O köyü sadece arayıp çıkacağımızı zannediyordum fakat köyü boşaltmaları istendi, zannederim gitmeye yerleri olmadığı içinde boşaltmak istememişler, o zamanda köydekilerin zorla oradan uzaklaştırilması icin köyün yakılma talimatı gelmiş. Baktığım heryer de köylüler feryat halinde ve her tarafta dipçik sesleri… Köylüleri uzaklaştırmaya başladık. Arkamızdaki time baktığımda, boşaltılan evleri yakmaya başlamışlardı. Bir ara amcayı hatırladım, bir çift yanmış çorabı görünce… ama düşünmemize bile fırsat vermiyorları bir o evde idik, bir bu bahçeyi tarumar ediyorduk. O sırada bir yerde anne feryatı duydum, arkalarıdan geliyordu, yanında korucular vardı, bir şeyler anlatmaya çalışyor, ama korucular sadece subaya söylüyordu. Ne söylediğini sonra coçuk çığlığı ile anladık ki yanan evde çocuğu kalmış, o an dona kaldım. Bağrıltılar, yanan evler, çığlık, her şey sanki sessiz bir film kareleri gibi gözümün önünden geçiyordu. İnanın bana çok kötü zamanlardı. Benim için orada yaşayan insanlar içinde... Benim için yıllarca uykularımda kabus olarak kalacak, orada ise evlerini yurtlarını ve cocuklarını kaybeden anneler,babalar bunun yıllarca travmasını yaşayacaklar..
Sonra tabii tüm geçmişimde aldığım terbiye ile ve burada yaşadıklarımla yarı baygın bir halde küçük bir magara da beni küçük bir bayan gerilla görüp aşagıya seslenerek, burada bir asker var deyip yarı baygın, flu şekilde bize anlatılmışlığın dışında silahlı bir bayan gerilayı görecektim.  O kadar halsizdim ki elimi uzatacak halim yoktu, artık tek düşüncem eziyet gösterilmeden ölmek için dua ediyordum. Doldurulmuş bir bilinç ile bize işkence ederek öldürüleceğimizdi. Fakat üç dört kişi beni kaldırarak aşagıya götürdü, orada kırk yada elli kişiye yakın bir bir insan topluluğu gördüm. İçlerinden biri bana yaklaşarak bir şeyler söylemeye başladı. Ben ise ne zaman ölecegimi düşünüyordum, bir şeyler yiyorlardı bana ikram ettiler, ama yemek yiyecek durumum yoktu. Onlar kendilerini anlatıyorlardı, bir de haklarımı söylüyorlardı, bir Cenvre sözleşmesi, bir ölüm bir yemek, bir de neden hala bir şeyler yapmıyorlar düşüncesi gelip gidiyordu. Doktor olan bir gerilla ayagıma bakacagını söyledi. Önce çekildim, sonra karşı koymadım. Destekler koyup ayağımı bagladı, orada o gün yattıktan sonra bölge sorumlusu ile görüştürülecegimi, sonra da bırakılacagım güne kadar güney kürdistan(k- Irak geçirilecegim söylendi.) Sonrasında altıncı-yedinci ayıma kadar acaba soruları aklımdan gelip geçti neden öldürmediler? Ama oradaki sosyal yaşamı izlediğimde bu zamana kadar anlatılanların dışına bir şeyler olabileceği sorusu kafamda oluştu, uyuşturucu, fuhuş ve benzeri şeyleri orada görmedim. Benzeri bir sürü daha şey işlenmiştı kafamıza buraya gelinceye kadar. İnsanlar sohbet ediyorlar, okuyorlar tartışıyorlar, askeride olmadığı gibi bayagı üst rütbelilerde sosyal yaşamda görevi olan ihtiyaç çalışmalarına katılıyor, o dönemde kafam allak bullak olmuştu. Bütün bunlar eski yaşadıklarımız bize gösterilenler, burada yaşadıklarımız, birde üstelik bir süre sonra orada bir bayana, Sarya diye bir bayan gerillaya sevdalan. Hemde düşmanın diye yemeğini yemezken, duygular yok derken, mübtalılar diye düşünürken, ağzın açık kalacak bilgisiyle saryaya sevdalan... Evet o dönemler ve geçmişim çatışma haline girmişti. Bayrak-devlet,ordu mititarizim, Gerilla-PKK,aşk sevda...çok şey daha söyleyebilirim... Gerilla, dağ ve bu esaretlik süreci bana küfür diye algılatılan kürt halkı ve gerçegi noktasında eski verili doğmatik yanımla hesaplaşmam konusunda ve bu coğrafyanın en çok hesaplaşması gereken militarizm gerçeği ve etkileri konusunda benim kendimi görmemde büyük etkisi olmuştur.
6.-Pkk tarafından serbest bırakıldıktan sonra yaklaşık dört ay askeri cezaevine konuldunuz nedenini anlatırmısınız?
- Bugün hala tabu ve yasalarla koruma altında tutulan savaş karşıtlığı nedeniyle bir kaç basın kuruluşuyla bu savaş gerçekliği üzerine yaptığım röportajlar üzerine diyarbakır DGM ve Diyarbakır Askeri mahkemenin açtığı ayrı ayrı mahkenmler nedeniyle biri yurt dışına firar ettiğim gerekçesiyle, biri de örgüt propagandası yaptığım iddasıyla... Her ikisi de maddi delil yetersizliği ile uzun süren mahkemeler sonrası düştü..O zaman yanlış hatırlamıyorsam Orhan karadeniz miydi yedek mahkeme hakimi neydi. inanamazsınız beni daha kapıdan girer girmez bilmem seni bilmen ne yapacagım PKK li felan diyerek karşıladı. Sonra bir çok şey saydı ve tutuklu yargılanmam diyerek asker olmam da göz önünde bulundurularak Diyarbakır Askeri Hapishanesine gönderildim...
7.-Diyarbakır askeri cezaevini anlatırmısınız? Mimari ve iç işleyişini? U şeklinde, tek katlı er erbaş ve subay-astsubayların kalma yerleri ayrılmış, ortasında ortak havlandırması olan bir yer
8-Sizin askeri cezaevinde kaldığınız dönemde, müdür kimdi ismini hatırlıyormusunuz? inanın hatırlamıyorum, o dönemin kayıtlarına bakmak gerekiyor
9.-Diyarbakır askeri cezaevinde Yaşamış oldugunuz hak gasplarını ve de şahid oldugunuz olayları anlatırmısınız? Orhan Karadeniz(DGM hakimi) beni askeri hapishaneye götürülmem için havacı astsubay erkan a teslim etti. "bu çocuğa iyi bakın" diye tembih de bulundu. Acaba göz dagı vermek için mi böyle küfür ve hakaret etti acaba diye düşündüm. Baksana dedim adam iyi davranın dedi. Tabii hapishanenin kapısından girince anladım ki o iyi davranın kötü davranının kodlu haliymiiş. Hapishane kapısının yüzüme çarpmasıyla beraber içeride üzerime yumruklarla, sopalarla çullanmaları bir oldu. Dedim karşılanmam böyle ise ben buradan çıkamam. Birde o dönem basın kamuoyu varken böyle yapılıyor. Gerçi bu dağlıca olayında olduğu gibi "yaşadıklarına sevinemedim" diyen"siyasetçiler de durmuyor çalışıyor. Karşılama dayagından sonra herkes bana orada PKK li muamelesi yapıyor senin kim ne yaptığını anlamak yerine hakim görüşe şirin gözükmek için gardiyanlardan daha çok sana yüklenmeye çalışıyor. Kimse kimseyle zaten gün boyunca konuşulamıyor,kimse kimsenin yüzüne uzun süre bakamıyor,gardiyanların yüzüne uzun süre bakılması yasak . Eger yüzünde bir duygu görsünler kendilerine ait bu dayak bahanesi, istiklal marşını okumadım diye kalaslarla dövüldüğümü biliyorum. Yatagımın üzerinde para zıplamadı diye tüm yatakhaneyi sürünerek sildigimi hatırlıyorum..Dahası o kadar kötüydü ki durum, bir seferinde o kadar kötü davranıyorlar ki tamamen psikolojik olarak beni teslim almak istiyorlar ki bir asker kaçağı var, aynı yerde kaldığım, onu ajanlaştırıyorlar, beni kötü muameleye karşı bir şeyler yapmak için teşvik ediyor.Yanımda olacagı izlenimi veriyor ben bir şey yapmaya kalktığımda ise bunu götürüp gardiyanlara götürecek, onlar da beni yine dövmek için bahene bulacaklar . Gerçi ben onu etrafımdan uzaklaştırınca bu sefer de onun için dövdüler. Uygun adım yürüyüşü kabul etmediğim için yine dayak yemiştim. Bir seferinde inanın bana koridoru suluyorlar ve bana diyorlar ki al bu permatiği şu sürede çek imkanı yok o sürede çekilmez dedim, alın direkt dövün benii. Bir kez bir PKK asker kaçagını yakaladık ondan laf alıp bize getireceksin bir tür ajanlık önerisi oldu .Bunu kabul etmeyincede bir gece gelip iş ocakları denilen yere götürüp kalaslarla dövdüler ki cigerlerimin elimde kalcagını düşündüm
10.- İşkencenin etkilerini günlük yaşamınızda hisediyor musunuz? -Öncelikle savaşta yaşadıklarım,ölümler yakımlar,kişiliksizleştirme seansları hapishaneye girerken bütün bu dönem uzun süre kabuslarla uyanmama neden oldu. Hapishanede mesala askeri üs de vardı, oraya bir helikopter inmek için yaklaştığında bilinçsizce kendimi yere atmışım ve bayılmışım. Biz dagda iken helikopter saldırlıları, uçak bombalamaları ve top atışları bu uzun süre yoğun bir ses suyduğumda bir an istemsiz kendimi ya yerde yada bir an boşlukta hissetmemi sağlıyordu. Bugün ise bir çoğundan kurtuldum sayılır. Bir tek ani sinirlenmeler,küçük tahammülsüzlükler üzerimde etki olarak kaldı. Bu yanımı fark ettiğim için böyle zamanlarda kısa süreliğine yanımda bulunan insanlardan uzaklaşarak yürümeyi yeğliyorum, sakinleşince tekrar yaşamıma kaldıgım yerden devam ediyorum.
11-Şimdi nelerle ugraşıyorsunuz? Bunu iş olarak soruyorsanız bir çok zorluk çıkarmalarına rağmen, bir çok kez polisin beni işimden etmesine rağmen, hayata tutunmaya çalışıyorum. En son bir tv progrmının halkla ilişkileri ile ilgileniyordum program yayından kaldırılınca yine issiz kaldım.
12.-Vicdani red üzerine ne düşünüyorsunuz ? Devlet aygıtı olarak militarizmin en güçlü olduğu bir coğrafya da yaşıyoruz, "ordu-millet" diye mirasını geçmiş devlet biçimleriyle perçinlemiş ve bunu topluma yedirmesini zor ve propaganda yoluyla kabul ettirmiş bir gerçekliğin içinde vicdani reddin hiç de kolay bir mücadele biçimi olmadığını, bunun kısa bir süreç de de sonuç vermeyeceğinin farkındayım. Fakat böylesi bir mücadelenin sadece bu coğrafya da da verilmediğini, verilen yerlerde de kazanılan hakların kolay elde edilmediğini, fakat bir çok şeyi ğögüsleyerek militarizmi nasıl güçlü şekilde teşhir edebilceğini araştırmalarım sonucu gördüm, militarizm ve burjuva savaşların ve çıkarların insanlığı nasıl duygusuzlaştığını bir süre sonra iyiden iyiye halkları birbirine yabancılaştırdığını, kendi rant ve çıkarları için bir çok psikolojik enstrumanı da kullanarak insanın nasıl kendisine yabancılaştığının herhalde benim kadar birebir örneği olamaz.
Bu yabancılaşmayı da yenebilmenin yolunun nasıl onlar kendi çıkarları olunca yanyana gelip bir coğrafyayı komple lal etmek için birliklerini sağlamlaştırıyorlarsa bizde bu yabancılaşmayı sağlayan ve bunun sayesinde kendi çıkar ve rantlarını gizleyen bu mekanizmayı ellerinden alabilecek ve bu cografyanın ruhunu ve tekrardan vicdaninı ortaya çıkarabilecek ve bir avuç egemenin oyunu bozacak, tüm emekçi halkların, muhaliflerin ve savaş karşıtlarının bir araya gelerek elimizden alınmaya çalışan değerlenin birliğini sağlamak ve bunu sağlamlaştırmak için eilimzen geleni yapmamız gerekiyor. Ya vicdanımızı ve ruhumuzu yok ederlerken seyirci kalıp bizi teslim almalarına izin vereceğiz bu aynı zamanda tüm insanı degerlerimizin yok olmasına seyirci olmamız demek, ya da tüm yabancılaşma karşıtları militarizm ve sermaye egemenliği karşıtların en az onların bizi bu halde tutmaya çalışanların birliği kadar birliğimizi güçlendirip, tüm bu coğrafyayı vicdansızlaştırmaya ve insanlığın ruhunu bir avuç dolar euro ve borsa ile denk sayanların egemenliğini değeştirebilir imkanı bulabiliriz .
son söz yerine -Bütün bunları yaşadıktan ve bir çok şeye sahit olduktan sonra bunları hiç yaşanmamış saymak, olan bitenler üzerine sessiz kalmak nasıl olacaktı. Önceleri itiraf etmek gerekirse bir çok şeyi yok saymadım değil, çünkü yarattıkları korku birey üzerinde normal bir şey değildi, seni bir çok enstrumanı kullanarak bu korku sarmalının içinde kör-sağır dilsiz kılmaya çalışıyor, ben de bir çok insan gibi bu sarmalın parçası haline getirilmiştim, bunun etkisinden kurtulmak için çok çaba sarf ettim. Bir taraftan kaba anlamda insanların vicdanlarını sağırlaştıran bir çok şeye tabii tutulmuştum(işkence,yok sayma,psikolojik baskı vs) yani vicdani yabancılaşmayı sağlamak için kullandıkları kaba metodlarıyla yüzleşmiştim. Şimdi iyi biliyorum ki bu benim vicdanımı sağırlaştırmaya yönelik metotlardan sadece biriymiş, daha bunun gibi sayılamıyacak kadar bu coğrafya insanlarının vicdanlarını körleştirecek metodlara hakim olduklarını öğrendim. Bir tarafta ise tüm bu savaş gerçeğinin altında sadece bir avuç savaş ağası ve egemenlerin çıkarları için bu coğrafya da binlerce yıllardır sömürü ve talana uğratılmaya çalışılan kürt halkı gerçeği ve kürt halkının maruz bırakıldığı bir çok insanlık dışı muameleye sahit oluyorsun. Yani bir taraftan sağırlaştırılmaya çalışılan bir vicdan bir taraftan da gördügün, yaşadığın, gerçekler karşısınsa yeniden tüm saldırılara ragmen vicdanınla yüzleşmek zorunda kalıyorsun. Körleştirilmeye,sağırlaştırılmaya çalışılan vicdanını kazandığında senin onun çağrısına karşı sessiz kalamayacagımı anladım. Bütün bu süreç benim için çok sancılıydı. Asla kimse kolay sanmasın, önceleri bütün sorumluluklarımdan kaçmayı denemedim değil, fakat inanın bana geceleri terlemeyle, kaç sene kabuslu kalktığımı bilseniz; ya bir işkence seyansı ile uyanıyordum ya da parçalanmış gerilla cesetleri ya da yanında etrafında ölen asker cesetleri ile uyanıyordum. Sonraları bunu aşabilmemin bütün her şeyle yüzleşmem gerektiği, özellikle işkencecilerimle ve bu metodu hakim kılanlarla,çünkü beni savaşa gönderende bu işkenceyi yapanlarda aynı anlayışın ürünüydü. onların oyununa geldiğimi ve onların istediği gibi kendi içimde sağlıksız ve günden güne yok olan birisine dönüşüyordum ve en çok hissettiğim şey ise kendimi hep yanlız hissetme ve bana yapılanlar sanki sadece bana özel bir durumdu, bende bir problem olmalıydı düşüncesi. Fakat böyle olmadığını işkenceye uğruyanın sadece ben olmadığımı, ama aynı metodla yalnızlaştırılmaya çalışıldığımızı fark ettim. Aynı zaman da bunu kırmaya çalışan insanların varlığını öğrendim.Bunun sonucunda gördüm ki günden güne beni yalnız kılmak isteyenlere (sorumluluları işkenceyi de savaşa da beni gönderenlerdir ) karşı yanyana duruşumuzu büyüttükçe bu yürüyüşümüzün sonucunda ise ilk fark ettiğim şey artık eskisi gibi kabuslarla uyanmalarım azaldı ve korkularımın ise günden güne bir özgüvene dönüşmeye başladı. Yani sağlıksız, kendi içinde çürüme noktasından tekrar sağlıklı hareket etme noktasına kadar beni taşıdı. Zannederim benim durumumu bir çok insan yaşıyor ama bu durumunu saklayan insanların sayısı çok fazla. Eğer benim durumumdan bir ders çıkaracak olursak eğer bu durumu kabullenip günden güne çürüyüp ya intiharla yada bir çok pisişik sorunla yaşamaya devam etmeyi sececeksiniz yada işkencecinle hesaplaşıp çok daha sağlıklı yaşamaya devam edeceksin. Bunu kolay bir süreç oldugunu düşünmüyorum, fakat savaş mağdurları ve işkenceye maruz kalan insanlarımızın bilmesi gereken yalnız olmadığımızdır ve adım adım korkularımızı yaratanlarla hesaplaşmamız hem bunun kaynagını kurutmaya yararken beraberinde en önemli şeylerine saglıklarına ve vicdani yaralanmalarını da halletmiş olacaklar
Metin AYDIN (Vicdani redci)
Iletisim :kurd.vicdani.red.insiyatifi@gmail.com