10 Mayıs 2013 Cuma

Beddua, Selam ve Bülent Arınç



Veysi Sarısözen

Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, sınır dışına çekilen gerillalar için şöyle dedi: “Cehennemin dibine gitsinler!”

Arınç neye güvenerek böyle konuşuyor?

PKK Önderi Öcalan’a, PKK’ye, gerillaya ve Kürt halkına “güvenerek” konuşuyor.
 
Kürt tarafının çekilme de içinde barış adımlarını büyük bir tarihsel sorumluluk içinde attığını, her hangi bir siyasetçinin ağzından çıkan aptalca kışkırtıcı laflar yüzünden bu stratejik yönelimden dönmeyeceğini, hatta kanlı provokasyonlara rağmen barış sürecini devam ettireceğini, Paris’te üç PKK’li kadın siyasetçinin katledilmesinden sonra bile bu iradeyi gösterdiğini biliyor.

İşte bunları bildiği için böyle konuşuyor, kabalaşıyor, hakaret ediyor…

“Cehennemin dibine gitsinler”… Bu sorumsuz, akıldan, iz’andan mahrum laflar Arınç ve benzerlerinin iç dünyalarını yansıtıyor.  Bülent Arınç, İmralı’da Öcalan’la masaya oturulduğu ve müzakere yapıldığı sırada, “sınır dışına çekilme” maddesi konuşulurken, “çekilsinler, cehennemin dibine gitsinler” diyebilir miydi?

Diyemezdi. “Ya çekilmezlerse” diye düşünürdü. Dizlerinin bağı çözülürdü. Bu Mayıs ayında gerilla Kuzey Kürdistan’dan Güney Kürdistan’a çekilmeseydi, gerilla birlikleri ile ordu birlikleri arasına yüzlerce kilometrelik bir mesafe konmasaydı, bu iki güç arasında tek bir kıvılcım, bütün bahar aylarında, yaz aylarında, sonbahar aylarında şimdiye kadar görülmemiş bir yangını başlatırdı.

Yerel seçimlerin, Anayasa referandumunun ve Cumhurbaşkanı seçiminin eşiğinde, Türkiye asıl o zaman “cehennemin dibine” yuvarlanırdı. Fırat’ın Batısında ve Doğusunda bütün illere her gün şehit cenazeleri gelirdi. Bu defa üstelik öyle birer-ikişer değil, onar, yirmişer tabut dizileriyle insanların hayatı alt üst olurdu. Hükümet “üçüncü hava limanı” ihalesini yapamazdı. Çünkü ekonomi tepe aşağı yuvarlanırdı. Bütün turizm kentleri “savaş alanı” haline gelirdi. Bu defa, her iki taraf açısından savaş ölüm kalım savaşına dönüşeceği için, hiç kimse savaş hukukuna aldırmazdı. Suriye’de ne oluyorsa, Irak’ta ne oluyorsa, Afganistan’da ne oluyorsa, Türkiye’de de o olurdu. Esat ordusu ayaklanmacıları kimyasal silahlarla nasıl yok ediyorsa, ayaklanmacılar sivil yerleşim yerlerinde tırlarla dolu bombaları patlatarak Suriye’yi nasıl yıkıyorlarsa, öyle olurdu. Dişe diş, kana kan, gırtlak gırtlağa bir savaş yaşanırdı. Bu savaş birkaç ay içinde Türklerle Kürtlerin birlikte yaşadığı her yerde, Alevilerle Sünnilerin yaşadığı her yerde, Nusayrilerle Sünni Arapların yaşadığı her yerde sivil, vatandaş savaşına dönüşürdü. AKP ayakta kalamazdı. 

Silivri’dekilerin uzantıları, cemaatçiler, herkes harekete geçerdi. Cemaat MİT’in, ordu polisin peşine düşerdi. Sistem krize girerdi. Başbakan’ın odasına “böcek” koyan güç, bu defa o odaya “bomba” koyardı.

Bu savaş içinden geçtiğimiz bölgesel, uluslararası koşullarda, hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği yıkıcı boyutlara ulaşırdı. Eğer Türkiye’nin karşısında PKK değil de, El Kaide türü, gerçekten de “terör”ü asıl yöntem kabul eden bir örgüt olsaydı, uğradığı ve uğrayacağı kayıplara zerre kadar aldırmazdı. Kurduğu ve kuracağı ittifakların neye hizmet ettiğine bakmazdı. Nerede Türkiye’yi yıkmak için kendisine bir imkan verilirse, o imkanı verenlerin hizmetine girerdi.. Tıpkı Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı El Kaide’nin Amerikan, Çin, Pakistan ekseninde yaptığı gibi yapardı. 

Böyle bir ittifaktan elde ettiği silahlarla kendi hava sahasını Türk helikopterlerine ve uçaklarına kapatabilirdi. “Cehennemin dibine gitsinler” denilen insanlar, Arınçların desteklediği El Nusra tipi bir terör örgütü olsaydı, Oslo görüşmelerinde MİT’in söz konusu ettiği bütün o patlayıcılar, Türkiye’nin altını üstüne getirirdi. Bir anda bütün bölge devletleri bu durumda hareketlenir, şimdi İsrail’in zaten yapmaya başladığı türden müdahaleler hızlanır ve bölgesel çapta amansız bir savaş tetiklenmiş olurdu.

Bunlar abartma değil.

Bu manzara dünyanın adını verdiğimiz, vermediğimiz nice ülkesinde yaşanan manzaralar. Türkiye istisna değil.

Böyle bir savaş patlasaydı, Türkiye mahvolurdu, Kürdistan’ın bütün parçaları mahvolurdu, Irak’ın Güneyi, Suriye’nin tamamı mahvolurdu. İran mahvolurdu. Ürdün de…Filistin de…Sonra? Yani Bad-El Harab-Ül Basra...Basra yıkıldıktan sonra, belki bölge halkları başlarına geleni anlarlardı, ama onlar anlayana kadar  dünyanın bütün tekelleri bu yıkımı onarma işinden trilyonlar kazanırdı…

Ülkesinin nasıl bir badirenin eşiğinden döndüğünü biliyor Arınç. Kendisi “cehennemin” kapısından dönmüş, onu “cehennem kapısından döndürenlere”, “cehennemin dibine gitsinler” diyor.

PKK Önderi Öcalan Arınç’ın boyu kadar kitaplara imza atan bir insan olarak, Türkiye’yi de, Kürdistan’ın bütün parçalarını da, Ortadoğu ve Kafkasya’yı da, bir kaosun kıyısından döndürdü.
Evet, Arınç bunu biliyor.

Türkiye henüz bu badirenin eşiğinden dönmemişken, henüz İmralı’da müzakereler sürerken, henüz KCK Yürütme Konseyi Başkanı 8 Mayıs’ta çekileceğiz demeden önce, “çekilsinler, cehennemin dibine gitsinler” demiyordu Arınç.

Şimdi diyor.

Çünkü Öcalan’a, PKK’ye, Kürt halkına “güveniyor”. “Cehennemin dibine gitsinler” dedikten,  evinde yatsı namazını kıldıktan ve başını yastığa koyduktan sonra büyük bir güvenle kendi kendisine şöyle mırıldanıyor: “Ben ne dersem diyeyim, ağzımdan çıkanı ne kadar kulağım duymazsa duymasın, dilimin endazesini ne kadar kaçırırsam kaçırayım, ne tür sorumsuzluklar, kabalıklar ve kadir kıymet bilmez nobranlıklar yaparsam yapayım Öcalan da, PKK de, gerillalar da, Kürt halkı da  bu yoldan geri dönmezler; iş, şimdi olduğu gibi, hem Türkiye’nin, hem de Kürdistan’ın varlık yokluk sorunu haline geldiğinde, Türkiye’yi ateşe vermezler, Türkiye’yi yıkmazlar, birlikte yaşayacakları Türklere düşmanlık etmezler, bize zerre kadar güvenmedikleri halde, bizim hükümetimizi yıkmak için, maceraya atılmazlar… biz onlara şu anda ne dersek diyelim, onlar ‘tuz yer su içmez’, halkların ortak çıkarlarının gereği neyse onu yaparlar… Bana böyle bir düşman verdiği için Rabbime şükürler olsun!...”

Arınç bu “şükran” duasıyla, artık korkulu rüya görmeden mışıl mışıl uyuyabiliyor.

Mışıl mışıl uyusun. Ama şunu da iyi bilsin:

Kürt özgürlük hareketi tarihinin en güçlü dönemini yaşıyor. Kürdistan’ın bütün parçalarında Öcalan’ın düşünceleri şaşırtıcı bir hızla yayılıyor. Bu düşüncelerin öncülüğünde Rojava’da devrim patladı bile. Kürtler tarihin hiçbir evresinde ulusal birliklerini kuramamıştı; bugün artık ulusal demokratik birliğin eşiğindeler. Hewler yönetimi PKK ile üst düzeyde görüşmeleri artık kamuoyu önünde gerçekleştiriyor. Amansız uluslararası izolasyon çemberi daha şimdiden birkaç noktasından kırıldı, Avrupa Konseyi bildirisinden ilk defa, BDP’lilerin verdiği bir önergeyle PKK hakkında kullanılan “terör örgütü” ibaresi kaldırıldı. Karayılan’ın yaptığı basın toplantısına dünyanın bütün ülkelerinden bir medya ordusu katıldı.

Türk siyaseti PKK’siz su bile içmez oldu.

Türk siyaseti barış sürecine karşı tutum yüzünden krizde. CHP bölünmenin eşiğinde. AKP ile Cemaatin arasında kavga büyüyor. Buna karşılık Kürt cephesi birlik içinde. Kürt halkıyla ittifak kuran güçler sürekli genişliyor, barış karşıtları ise zayıflıyor.

O halde hiç kimse “Kuzey’den Güney’e yürüyüşü” “ricat” sanmamalı. Bu en büyük “taarruz”. “Barış ve çözüm taarruzu”…

“Cehennemin dibine gitsinler”…Bu söz ise Türkiye’deki ve  dünyadaki özetlediğimiz gerçeğe uymuyor. Hiç kimse “cehennemin dibine gitmiyor”. Yola çıkanlar, hem Kürdistan’ı, hem Türkiye’yi, hem de tüm Ortadoğu ve Kafkasya’yı “cennete” döndürmek hayaliyle barışa ve kardeşliğe yürüyor.

Ve bitirirken şunu Arınç’a hatırlatmak gerekli oluyor:

PKK, BDP ve DTK’nin Hükümet’i barış düşmanı cephe karşısında korumak için gösterdiği büyük dikkat, ihtimam ve sorumluluğu Arınç belli ki, henüz anlamış değildir. Ulusalcı, Ergenekoncu ve faşist unsurların istismar etmemesi için, “cepheden” dönen gerilla birliklerini, Türkiye sınırının bir santim “Doğusuna” geçerek, yüzbinler halinde Güney Kürdistan’da karşılama hakkından vazgeçen bu harekete “cehennemin dibine gitsinler” denir mi?

Herkes gerillanın arkasından “silahlı gidin, silahsız dönün” diye kovalar dolusu sular döktü. Bir milyona yakın askerin, diyelim ki, en az beş milyon yakını “evladımız, kardeşimiz, yeğenimiz” askerden sağ dönecek diyerek rahat uyuyor. Kalıcı barışa yaklaştık. Ve Türkiye’nin demokratik bir anayasaya kavuşması için ortada AKP/BDP uzlaşmasından başka bir yol kalmadı. Sürecin ikinci aşamasındayız. Demokrasiye de az kaldı.

Ey Arınç…Barışa ve demokrasiye “beraber yürüdüğün” insanlara neden “beddua” ediyorsun? 

Beddua ettiklerinden başka kim seninle yürüyor; CHP mi, MHP mi, Ergenekon mu? Cemaat mi? 

Saadet mi? Kim?

Böyle bir zamanda “Cehennemin dibine gitsinler” denmez, “selametle gitsinler, selametle dönsünler” denir.

“Selam” barış demektir. Arınç bunu da bilir.

Madem müslümanım diyorsun, o halde  “selam” edip, “gidenlere”, sen de şöyle selam vereceksin:   

“Esselamü aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu…”

Beddua etmenin “haram”, selam vermenin “sünnet” ve selama karşılık vermenin “farz” olduğunu nasıl da unuttun ey mütedeyyin Bülent Arınç?

ANF