20 Mayıs 2011 Cuma

İsyan Ateşi İspanya’da

 
Kuzey Afrika ülkelerinde işsizliğe, yoksulluğa ve sefalete karşı yakılan isyan ateşi İspanya’ya kadar uzandı. 
 
Aşırı borçlanma ve avro krizi yüzünden ekonomisi sarsılan İspanya’da on binlerce işçi ve emekçi meydanları terk etmemek üzere protesto gösterilerine başladı. Daha önce aralarında Barcelona, Sevilla, Valencia, Bilbao, Santiago de Compostela  gibi pek çok kentte İnternet üzerinden örgütlenen protesto gösterileri başkent Madrid’in kalbi sayılan Puerta del Sol (Güneş Kapısı) Meydanı’na  kadar ulaştı.
15 Mayıstan itibaren 50 değişik kentte İnternet üzerinden yapılan çağrılar üzerine başlayan gösteriler, dün Madrid’de 150 bin kişinin katıldığı dev bir gösteriye dönüştü.
Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesine yol açan Tahrin Meydanı’ndaki gösterileri kendilerine örnek alan İspanyalı işçi ve emekçiler, polisin gösterileri yasaklamasına, göstericileri tutuklamasına rağmen geri adım atmadı.
Puerta del Sol Meydanı’ndaki eyleme katılım günden güne artarken, dünyanın birçok kentinde İspanya konsoloslukları ve büyükelçilikleri önünde dayanışma eylemleri de düzenlenmeye başlandı.

AVRO BÖLGESİNDE EN YÜKSEK İŞSİZLİK

İspanya’da bir anda on binlerce insanın sokağa çıkmasına neden olan sosyal sorunların başında hükümetin ilan ettiği acı reçete ve yüksek işsizlik geliyor. Avro Bölgesi ülkelerinde işsizliğin yüzde 21 ile en yüksek olduğu ülke İspanya. Keza, ülkede tıpkı Kuzey Afrika ülkeleri Tunus, Fas, Cezayir’de olduğu gibi özellikle gençler arasında işsizlik yüzde 40’ın üzerinde. Bu da protestolara en çok gençlerin katılmasına yol açıyor. İspanya’da gençler arasındaki işsizlik son beş yıl içinde iki katına çıkarken, işbaşındaki sosyal demokrat hükümet buna ciddi bir çözüm ortaya koyamadı.

ACI REÇETE BARDAĞI TAŞIRDI

İşçi ve emekçiler arasında hükümete tepkinin yüksek olduğu İspanya’da, bardağı taşıran son damla Başbakan Jose Luis Radriguez Zapatero’nun bütçeyi denkleştirme adına en son ilan ettiği tasarruf planı oldu. Buna göre kamu iş yerlerinde çalışanların maaşları düşürülürken, emeklilik maaşları da donduruldu. Ayrıca, devlet yardımına muhtaç olanların yardım almasının şartları da zorlaştırıldı.
Pazar günü yapılacak yerel seçimler öncesinde iktidardaki PSOE ve ana muhalefet Halk Partisinin (PP) adaylarının yolsuzluk yaptığı da ortaya çıkınca, halkın tepkisi biraz daha kabardı.

SİSTEM PARTİLERİ BİZİ TEMSİL ETMİYOR

Twitter, Facebook gibi sosyal iletişim ağları üzerinden örgütlendiklerini ifade eden göstericiler, hiçbir partinin, derneğin ve sendikanın uzantısı olmadıklarını dile getirirken, “Mevcut partiler bizi temsil etmiyor” görüşünü öne çıkarıyor. Üç gündür devam eden eylemlere yönelik polisin ve hükümetin tavrını eleştiren göstericiler, “Demokrasiden söz ediyorlar, ama yaklaşımları demokratik değil” diyerek verilen mücadelenin aynı zamanda “Gerçek demokrasi için” olduğuna dikkat çekiyorlar.
Hükümetin gösterileri yasaklama girişimine rağmen Sevilla, Granada, Barcelona, Valencia, Bilbao, Santiago de Compostela, Almeria, Oviedo ve Gijon kentlerinde halk meydanları işgal ederek protesto gösterilerine devam etti.
Gijon kentindeki meydanı terk etmeme eyleminde neoliberal politikaları teşhir eden bir belgesel film gösterildi.

YASAK DURDURACAK MI?


Hafta başında başlayan ve dalga dalga yayılarak büyüyen protesto gösterileri hükümete korku saldı. Bu yüzden de Yüksek Seçim Kurulu, pazar günü yapılacak yerel seçimleri gerekçe göstererek eylemleri yasakladı. Kurul tarafından yapılan yazılı açıklamalarda yasağa gerekçe olarak eylemlerin seçmenlerin tercihlerini etkileyebileceği gösterildi. Kurulun kararı bir oy farkla alındı.
Yasak, göstericilerin ülkedeki demokrasinin göstermelik olduğunu, bu yüzden de “Gerçek demokrasi, hemen şimdi” talebinin ne kadar yerinde olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Göstericiler bu keyfi yasağa karşı direneceklerini ve pazar günü de eylemleri sürdüreceklerini ilan ettiler.

Öcalan: Kürtlerin Kellesine Karşılık ABD-Türkiye Anlaştı!


PKK lideri Abdullah Öcalan, 15 Haziran’dan önce heyetle son bir kez daha görüşeceğini belirterek, hükümetten yeşil ışık gelmesi halinde silahlı çatışmanın devreden çıkacağını söyledi. “Artık ondan sonra yaşanacak olan başkaldırıdır, isyandır, her şey olabilir” diye uyaran Öcalan, Erdoğan’ın da Özal’dan değil Çiller’den yana tercihini koyduğunu belirti. Öcalan, ayrıca Türkiye'nin Ortadoğu'da ABD'ye vereceği destek karşılığı “Kürtlerin kellesi” üzerine anlaşma yapıldığını belirterek, yeni bir Gladyo’nun devrede olduğuna dikkat çekti.

PKK lideri Abdullah Öcalan 18 Mayıs günü İmralı cezaevinde gerçekleşen görüşmede önemli açıklamalar ve tespitlerde bulundu. Kürtlere karşı yeni bir Gladyo’nun devrede olduğuna işaret eden Öcalan, kendisiyle görüşen heyetin de “iyi niyetli” olduğunu belirterek, görüşmeleri konusunda bilgi verdi.

Öcalan, ABD ile Türkiye arasında Kürtler üzerine anlaşma sağlandığını ifade ederek, ABD’nin etkisi altına girmeyeceklerini vurguladı. Öcalan, Erdoğan’ın açıklamalarını da değerlendirirken, “Çillerleşti” ifadesini kullandı. 15 Haziran’a kadar çözüm sinyali verilmesi durumunda ise gerillaların uygun bir pozisyon alacağı ve silahlı çatışmaların devreden çıkacağını kaydeden Öcalan, aksi halde “devrimci halk savaşı”nın başlayacağını tekrarladı.

TOPLU BİR İMHA SÜRECİ SÖZKONUSU

Öcalan cezaevinde, son gerilla kayıplarına işaret ederek, “Son yaşanan gerilla kayıpları eski tarz gerillacılıktan kaynaklanıyorsa bu onların eksikliği. Dersim’deki, daha önce Amanoslar’daki toplu öldürmelerden anlaşılıyorki, toplu bir imha süreci söz konusu. Çandar'ın da dediği gibi 15 Haziran süreci başlamış durumda” dedi.

Dörtlerin eylemi ile Haki Karer ve İbrahim Kaypakkaya’nın hayatını kaybedişini yıldönümü olan 18 Mayıs’a dikkat çeken Öcalan, “Bugün (18 Mayıs) Haki Karer, Dörtler ve Kaypakkaya'nın şehadet yıldönümü. Ben bu açıklamalarımı onlara ithaf ediyorum. 6 Mayıs'ta Deniz Gezmişler de idam edilmişti. Anıları önünde saygıyla eğiliyorum. Bu konuya daha önceki görüşmelerimde de değinmiştim. Anılarını yaşatıyoruz” diye belirtti.

BENİMLE GÖRÜŞEN HEYET GLADYO İLE BAĞLANTILI DEĞİL

Öcalan, Türkiye sosyalistleri ile birliğin sağlandığına işaret ederek cezaevinde yaptığı görüşmelere değindi: “Bu seçimle Türkiye halkıyla, Türkiye sosyalistleriyle birliğimizi sağladık ve geliştirdik, bu çok önemli. Bu bir başlangıç oldu, daha da gelişecek. Ben iki konudan bahsedeceğim; Birincisi, şimdi bu gelen ve benimle görüşen heyet iyi niyetli bir heyettir. Bu heyet gladio ile bağlantılı değildir. Ben bunu kendilerine de söyledim, Dedim ki, siz gladio ile bağlantılı değilsiniz, komplonun içinde değilsiniz. Ben bu heyetin gladio'dan bağımsız olduğunu görüyorum. Bu konuda eminim. Heyet sorunu çözme konusunda iyi niyetli olup, bu konuda komplo içerisinde değildir. Heyet güçlüdür, ikna edebilir, irade sahibidir. Heyet ne tam hükümet memuru ne de kandırmaca bir devlet ekibidir, bağımsızdır. Bu heyetle görüşmelerimiz ciddidir, bir kandırılma durumu söz konusu değildir. Ancak hükümeti, başbakanı ikna etme güçleri var mı? ABD'ye rağmen bir şeyler yapabilecekler mi, burası önemli.

HEYETLE 15 HAZİRAN ÖNCESİ SON KEZ GÖRÜŞECEĞİM

“Heyetle önümüzdeki günlerde, 15 Haziran'dan önce son bir kez görüşeceğim. Çok önemli bir görüşme. Bu konuda heyet bana ipucu verecektir. Bazı bilgiler verecektir. Bu görüşmede bazı şeyler az çok netleşecektir. Şimdiye kadar bize karşı uygulanmakta olan NATO gizli ordusunun, gladiosunun bir komplosu devam etmektedir.

NATO GLADYOSU’NUN KOMPLOSU İLE KARŞI KARŞIYAYIZ

Dördüncü kezdir çözüme çok yaklaşırken, NATO Gladiosunun komplosuyla karşı karşıyayız. Burada heyetle çözüme dönük, çözümü geliştirecek görüşmelerimize karşı, çözüme karşı yeniden bir gladio komplosu devreye sokulmakta, çözüm engellenmektedir. Tam da bu noktada şunlara değinmek istiyorum; Şu an yeni bir gladio ile, gladio darbesi ile, gladio komplosu ile karşı karşıyayız. Bu söylediklerimi kendi tecrübelerime de dayanarak söylüyorum. Belli bir tecrübe var bu tecrübelerimi de dikkate alarak bunları dile getiriyorum. Dönemin iyi anlaşılması için biraz açmak gerekiyor.”

BİRİNCİ KOMPLO DÖNEMİ

Öcalan şöyle devam etti: “Birinci komplo dönemi, Özal döneminde gerçekleşen komplodur. Ben buna çözüme karşı 93 komplosu diyorum. Özal döneminde uluslar arası bir gladio vardı. Türkiye'deki gladio da bunun içindeydi ve güçlüydü. Özal bu sorunu çözmek istiyordu. Bana ilk haber gönderdiğinde “bu işi çözelim, çözmek istiyorum” diyordu. Ben buna fazla ihtimal vermiyordum. Özal'ın çözebileceğine fazla ihtimal vermiyordum. “Bu bir oyundur” diyordum. Sorunu çözmek için Özal, Talabani'yi yanıma göndermişti. Talabani'ye bu kuşkumu dile getirdim. “Özal bunu çözemez, çözebilir mi” dedim. Talabani bana “Özal bu işi çözmek istiyor” dedi. Özal Talabani'ye “Eşref Bitlis de benden yana, bu sorunu çözeceğim” demişti. Talabani “yeter ki ateşkes ilan edilsin” demişti. Ben başta buna kuşkulu bakıyordum ancak sonra ikna oldum, uzun bir tereddütten sonra ikna oldum. Özal silahlı birliklerin bir yerde toplanmasını, ateşkesin olmasını benden istedi. Çözüm için onları kırmadım. Onlar bu şekilde çözümün gelişeceğini söylüyorlardı. O dönem bu fırsata bir şans tanımak istedim. Barış, ateşkes ilan ettik. Fakat devlet o dönem çözüme hazır değildi. Özal devleti, askeri, partisini barışa hazırlamamıştı, barışa ikna edememişti. Ateşkesten sonra gladio devreye girdi. O dönem çözümü geliştirmeye çalışan Özal'a ve Eşref Bitlis'e karşı darbe yapıldı. Özal'ı götürdüler. Eşref Bitlis'i de götürdüler. Eşref Bitlis'in ekibini de dağıttılar. Bahtiyar Aydın onlar, Mardin'deki Rıdvan Özden ve diğer bazı subayları tasfiye ettiler. O dönem JİTEM de ikiye bölündü. Cem Ersever onları tasfiye ettiler, çünkü bunlar Eşref Bitlis'e bağlıydılar. O dönem bu gladio Doğan Güreş, Tansu Çiller eliyle yürütüldü. 93'teki ateşkesin bozulmasıyla birlikte 93-94'te dört bin köy boşaltıldı, on binlerce faili meçhul cinayet işlendi. Adeta bir felaket yaşandı. Bu NATO gladiosunun çözüme karşı geliştirdiği ilk darbedir. Ben buna birinci komplo dönemi diyorum.

Özal ve Eşref Bitlis'e dönük darbenin başını çekenlerden biri de Süleyman Demirel'di. Bu darbeyi T. Çiller, D. Güreş ve S. Demirel, NATO gladiosu ile birlikte gerçekleştirdi. Zaten bilindiği üzere o dönem Genelkurmay Başkanı Muhittin Füsunoğlu olacaktı ama T. Çiller ekibi darbe yaparak onun genelkurmay başkanı olmasını engelledi ve onun yerine Doğan Güreş genelkurmay başkanı yapıldı.

İKİNCİ KOMPLO DÖNEMİ

İkinci komplo dönemi 97-98 döneminde yaşandı. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı bu mevcut savaşı sınırlandırma isteğindeydi. Yani savaşı sınırlandırma eğilimindeydi. Erbakan döneminde çözüme yönelik girişimler oldu. Erbakan iyi niyetle bazı girişimlerde bulundu. Abdülhalim Haddam da tekrar yazmış, Hürriyet'te çıkmış, doğrudur. O dönem Erbakan da Özal gibi, silahlı güçlerin bir yere toplanmasını, silahların susmasını ve bundan sonra çözüm için görüşmelerin yapılacağını, çözümün konuşulacağını söyledi. Ben onu da kırmadım. Ancak tekrar gladio devreye girdi. Birinci komplo döneminde gladionun başını çekenler Güreş-Çiller ekibiydi. Bu ikinci dönemde ise Türkiye'deki gladionun başını çeken kişi Çevik Bir'dir. O dönem D. Güreş rolünü Çevik Bir oynadı. Hatta bu Çevik Bir, Kıvrıkoğlu'nun genelkurmay başkanı olmasını istemediği için ona suikast girişiminde bulundu. Bu dönemde Karadayı, daha sonra da Kıvrıkoğlu her ikisi de savaşı sınırlandırmak istiyorlardı. Onlar da silahların susmasını, çatışmaların bitmesini, silahlı güçlerin bir yere toplanmasını, ondan sonra çözüme dair her şeyin konuşulabileceğini söylüyorlardı. Bize de haber gönderdiler. Cezaevine gidip Muzafer Ayata ile görüşmüşlerdi, cezaevi üzerinden benimle de görüşme talepleri oldu. Muzaffer Ayata da Tempo dergisine anlatmıştı. Doğru söylüyor. Onlara ulaşmışlar, bana da daha sonra telefon ettiler. Avrupa'ya da bir temsilcilerini göndermişler. Ben onların bu savaşı sınırlandırma isteğine karşılık verdim. Çözüme şans tanıdım. Ancak Tansu Çiller'e bağlı istihbarat şefi Bülent Orakoğlu bizim bu görüşmelerimizi tespit etmiş, dinlemeye almış, daha sonra deşifre etti. Yine uluslar arası gladio devreye girdi. Bu dönemdeki çözüm arayışımız da bu şekilde komployla boşa çıkarıldı. Türkiye'de o dönemde Çevik Bir'in başını çektiği gladio ekibiyle CIA ajanı T. Çiller bu komplonun başını çektiler. T. Çiller'in CIA ajanı olduğu sonradan ortaya çıktı. Mesut Yılmaz nispeten daha ılımlı, iyi niyetliydi. Bu dönemde de böylece çözüme dönük arayışlarımız komploya kurban gitti. O dönemi anlatan bir konuşma yapmıştım Med TV de. Bir barış şansımız vardı, bir barış güvercini olduk ama bu barış güvercinini uçurdular diye nitelemiştim.

Benim üzerime çok geldiler. NATO gladiosunun komplosu sonucu Suriye'ye baskı uygulandı ve Suriye'yi savaşla tehdit ettiler. Benim Suriye'den çıkmam sağlandı. Suriye'den çıkarılma sürecimi Haddam da anlatıyor. Uluslar arası NATO gladiosu bize karşı netti politikalarında, tavırlarında. Benim bu uluslar arası komploda öldürülme planım da vardı. Bana karşı geliştirilen NATO gladiosu komplosunda AB, ABD ve Rusya anlaşmıştı. Rusya ile IMF üzerinden anlaşma sağlamışlardı. Komploya Rusya, İtalya, İsrail ve Yunanistan da dahildi. Yunanistan'dan sonra beni Beyaz Rusya'ya indirmek istiyorlardı. İçinde bulunduğum uçak Beyaz Rusya'ya indi. Oradan Hollanda'ya gideceksin dediler ancak Beyaz Rusya'da havaalanına indiğimizde her taraf boştu, hiçbir güvenliğimiz yoktu. Ben durumdan şüphelendim ve uçaktan inmeyi reddettim. O an bana karşı bir şeyler yapılacaktı ancak ben uçaktan inmeyince Mandela ile görüşme talebimi kabul ettiler. Beni Mandela'ya götürme sözü verdiler. Daha sonra Kenya'ya götürdüler. Benim Kenya'ya götürülmem aslında bir kaçırılmaydı. Bu hikaye uzundur, daha önce de defalarca anlatmıştım, uzun uzun anlatmaya gerek yok. Kenya'da iken çiftlikte kalma fikri de ilk o dönem ortaya atıldı. Bana “seni bir çiftlikte tutalım, yüksek duvarları olan, güvenlikli, geniş bir çiftlik, uzun bir süre kalırsın” dediler. Bu şu demekti; NATO'nun, Amerika'nın denetimi, denetiminde kalmak demektir. Amaçları bir süre gözlem altında tutmaktı. Bin Ladin gibi bir çiftlikte uzun süre tutacaklardı. Zamanı gelince de imha edeceklerdi veya başka bir şey yapacaklardı. Ama burada önemli olan onların kontrolünde olma durumudur. Bin Ladin de Pakistan'ın kontrolünde bir çiftlikte kalıyordu. Pakistan’da ABD güdümündedir. Ben çiftlikte kalma fikrini kesinlikle reddettim, kabul etmedim. Elçilikte kaldım. On beş gün kadar orada kaldım. O dönem bana eşlik eden Yunan istihbaratı, Kalenderidis, Karamanlis onlar hepsi CIA elemanları, gizli NATO subaylarıydılar. Yunan elçisi Kostullas da FBI, CIA ajanıydı, zaten ikisi de aynıdır, fark etmez. Daha sonra Kenya polisi bana “elçilikten çıkacaksın, çıkmazsan elçiliği basarız” dediler. Ölümle sonuçlanabilecek bir baskın olacaktı. Ancak biz tedbirli davrandık. Elçilikten çıkarken elimize bir tabanca vermek istediler. Dilan da oradaydı. “Bununla kendinizi korursunuz” dediler. Yani orada bizim fiziki direneceğimizi zannediyorlardı. Eğer direnseydik, o silahı da kabul etseydik, bizi öldürüp direnmiş görüntüsü vereceklerdi. Tek başıma silahla ne yapabilirdim ki, aslında ölmek çok şey değildi ama böyle ölmek istemedim. Bin Ladin gibi, onun için de “elinde bir silahla direndi” dediler. Beni de bu şekilde öldürebilirlerdi. Benzer şeyler var fakat benim ve Ladin'in durumu farklıdır, benim durumum daha özgündür. Biz elçilikten silahsız çıktık, silahsız çıktığımız için bize karşı bir şey yapamadılar. Daha sonra beni kaçırıp uçağa bindirdiler. Yine de üzerimde silah olabileceğini düşünmüşler. Uçakta dört-beş kişi üzerime çullandılar yere yatırdılar, silahsız olduğumu görünce de bağladılar. Hatta onlardan biri, “üzerinde silah bulunsa öldürebilirdik” dedi. Bu şekilde benim buraya getirilmemle ikinci barış görüşmeleri de NATO gladiosunun komplosuyla son buldu.

ÜÇÜNCÜ KOMPLO DÖNEMİ

99'da daha çok askeri ağırlıklı heyet gelip benimle o dönemde, görüştü. O dönemdeki askerler tecrübeliydi, samimi gibiydiler. Onlardan birisi “Oyun büyük, bunu boşa çıkarmamız gerekiyor. Siz ülkeyi bölmek istemediğinizi belirtip şiddetten vazgeçerseniz, her konuyu konuşabiliriz” dediler. Bunun üzerine ateşkes ve sınır dışına çekilme çağrım oldu ve gerillalar sınır dışına çekildi. Ecevit o dönemde bir şeyler yapmak istiyordu çözüme yönelik. Rahşan affı da bu nedenle düşünülmüştü. Gerillayı da kapsayacaktı. O dönemdeki heyetle olan görüşmelerimiz 2001'e kadar devam etti. Daha sonra bilindiği gibi tekrar NATO gladiosu Türkiye'deki gladio ile birlikte devreye girdi. Ecevit'i tasfiye ettiler. Kürt hareketini de o dönemde ikiye ayırmak için çoktan hazırlıklarını yapmışlar. Bu durum Amerika'nın Irak'a müdahalesiyle doğrudan bağlantılıdır. Osman-Botan alçağı bu oyuna geldiler. Bunlar Güney'e gittiler, sığındılar. Diğerleri de Kandil'de kaldılar. Kandil'de kalanlar bu ayrılmayı zamanında önleyebilirlerdi ancak bunu başaramadılar, süreci iyi yönetemediler, yetersiz kaldılar. Benim müdahale etmemi istediler. Ben o dönemde “Bir bedenimi ikiye ayırdıktan sonra birini tercih etmemi istiyorsunuz, ben bunu kabul edemem” diyerek büyük bir öfkeyle karşılık verdim. Onlara çok öfke duydum, çok ağır eleştiriler yönelttim, çok ağır hakaretler ettim. Adeta bedenimizi ikiye bölmelerini nasıl kabul edebilirdim? Ama o alçak Osman-Botanlar kopup gittiler. Bine yakın kadro da eridi. O dönem zamanında yeterli bilgi getirilmedi bana. Kopukluklar oldu. Sonuçta örgüt ikiye bölmek istediler. Bu süreci Bir Halkı Savunmak kitabında geniş geniş anlattım. Hem Kürtlere karşı geliştirilen politikalar hem de Kürtlerin kendi içindeki kopuşlar hakkında çok detaylı çözümlemeler yaptım. Örgüt üzerindeki bu oyun, bu komplo 2002'de başladı. 2002-04 arası bu kopmalar, ayrışmalar, bu tasfiye politikası yaşandı. Tabi o dönem ABD'nin Ortadoğu ve özellikle Irak'a dönük politikaları söz konusuydu. İşte AKP de 2002'de bu temel üzerine, bu politikalar üzerine başa getirildi. AKP'nin 2002'de iktidara gelmesiyle yeni bir konsept hayata geçirildi. NATO gladiosunun komploları farklı bir şekilde gelişmeye başladı. Bu, üçüncü komplo dönemiydi.”

2006’DA BİR ÇAĞRIDA BULUNDULAR, BU BİR OYUNDU

Öcalan değerlendirmelerine şöyle devam etti: “Böylece 99'dan 2004'e kadar beş yıl geçmiş oldu. Tüm bunlara rağmen PKK'nin yeniden inşasıyla, Kongra-Gel ve KCK sistemleriyle örgütü yeniden şekillendirdik. O dönem örgütteki kopuşlar ve örgüte yönelik tasfiye politikaları karşısında Abdullah Gül'e mektup yazdım. Kendisine bu sorunları birlikte aşabiliriz, bu sorunların önüne geçebiliriz, çözüm için gerekli olan adımları atabiliriz dedim. Ama bana cevap vermediler, duyarsız kaldılar, bir şey yapmadılar. Ben de o dönemde yaşanan bütün bu gelişmelerden dolayı örgüte ‘ne yapıyorsanız yapın, sizi serbest bırakıyorum, kendi kararlarınızı kendiniz alın, kendi örgütlenmenizi kendiniz yaparsınız’ dedim. Ve PKK yeniden bir yapılanmaya, bir silahlı hamleye başladı.

O dönemi de böylece geçirdik. 2006'da bana çağrıda bulundular. Ahmet Türk onlar üzerinden haber gönderdiler. Bize karşı tasfiye politikalarında başarılı olamayınca, ateşkes için bana haber gönderdiler. Ben tam ikna değildim ama bir çağrıda bulundum. Ahmet Türk onlar bir politika geliştiremediler. DTP de başarısız kaldı. Bana göre o dönemde yapılan, bir hataydı. Bunun bir oyun olduğu da sonradan anlaşıldı. Bu da başarılı olamayınca, kuşatmaya aldılar, hücre cezaları vermeye başladılar. Hücre cezasıyla bize karşı yeni politika oluşturdular. Hem hücre cezalarıyla burada bana karşı hem de askeri operasyonlarla örgütü kuşatmaya almaya başladılar. 2006'da ben 125 sayfalık bir broşür hazırladım ona da el koydular ve vermediler. Halen onlardadır. O 125 sayfada bir çok ilişkiyi, gladioyu açıklamıştım. Bu komplolar dönemini de orada geniş açmıştım.”

KOMPLOLARA RAĞMEN ÖLMEDİYSEK HATA YAPMAMAMIZDANDIR


“Bugüne kadar bu komplolara rağmen ölmediysek, hayatta kaldıysak, hata yapmamamızdan kaynaklanıyor. Dikkatli davrandık. Hata yapsaydık durum farklı olurdu” tespitinde bulunan Öcalan şunları söyledi: “Örgüte yönelik politikalar ile bana karşı geliştirilen hücre cezaları da başarılı olmayınca yeni bir tasfiye politikasını devreye koydular. Bu yeni bir Gladioydu, yeşil Gladio! Daha önce buna yeşil komplo dönemi demiştim. Bu dönem diğer dönemlerden daha farklı gelişti. Bu dönemde hem siyasi operasyonlar, KCK operasyonları başladı hem de askeri operasyonlar. İkisi birlikte devreye girdi. Yani hem siyasi hem askeri operasyonlar eş zamanlı olarak yürütüldü. Bu AKP iktidarının politikasıydı. Tam bu gladio-komplo döneminde önceki dönemlerdeki gazetelerin yerini Zaman gazetesi aldı. Zaman üzerinden daha çok yapılmaya başlandı. KCK operasyonları diri Kürdü tasfiye etme amaçlıydı. Bu dönemde geliştirilen politikalar daha çok örgütlü Kürtleri dikkate almadan, muhatap almadan onları tasfiye ederek, bunun yerine kendine bağlı yeni sahte bir Kürt yaratma politikalarıydı. Bu dönemde TRT-Şeş vb sözde açılımlarla, bu diri Kürt kesiminin yerine kendi benzeri Kürdü yaratmaya çalışıyorlardı. Benimle de o dönemde görüşme yaptılar. KCK operasyonlarını doğru bulmadıklarını söylediler. Üç yıldır heyetle bu görüşmeleri yapıyoruz. Heyetle görüşmeler başladıktan sonra mektup göndermeye başladım. Ben de o dönemde bu politikalara karşı, 2009'da yol haritasını yazdım. Yol haritasına da el koydular, vermediler. Daha sonra AİHM üzerinden ancak alınabildi.

KÜRTLERİN YOK EDİLMESİ ÜZERİNE ABD İLE ANLAŞMIŞLAR


Daha önce de Türkiye'de Gladio dönemleri olmuştur. 1980'de oldu, 60'da oldu. Kore savaşı döneminde oldu. Türkiye'de özellikle 1952 Kore savaşından bu yana Gladio dönemleri hep olmuştur. Bugün yeni bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye NATO gladiosu ile, ABD ile anlaşmış durumda. Kürtleri topyekün bitirme, tasfiye etme planı devrededir. Ortadoğu'da Türkiye desteğine karşılık Kürtlerin kellesi Türkiye'ye verilecek. Bu konuda ABD ile anlaşmışlar, bu anlaşma Kürtlerin yok edilmesi üzerinedir. ABD elçisi gördüğünüz gibi Erdoğan'ı helikopter pistinde yakalıyor, ona talimat götürüyor. Mevzu bu politikalardır. Tüm bunlar ABD ile Türkiye'nin anlaştığını gösteriyor. Daha önce ABD ile Türkiye Ortadoğu konusunda tam anlaşamamışlardı, Kürtlerden dolayı tam anlaşamıyorlardı. Kürtlerden dolayı bazı nüanslar, bazı ufak-tefek anlaşmazlıklar vardı. Ancak şu an o anlaşmazlıkları da çözmüş durumdalar. Bugünkü durum 5 Kasım 2007'de Erdoğan-Bush görüşmesindeki anlaşmanın bir benzeridir.

ORTADOĞU’DAKİ TÜRKİYE DESTEĞİNE KARŞILIK KÜRTLERİ KELLESİ

Ortadoğu'daki Türkiye desteğine karşılık Kürtlerin KCK şahsında kellesi verilecek. Anlaşma budur! Bu tüm kamuoyuna ve aydınlara bu şekilde anlatılmalı. Bu yeni bir durumdur, Kürtler bunu aylarca tartışmalı. Türkiye, Suudi Arabistan ve Pakistan arasında bir ittifak, bir ortak politika oluşturulmuştu.

LADİN’İ ASIL DESTEKLEYENLER TÜRKİYE, PAKİSTAN VE SUUDİ ARABİSTAN

Bin Ladin'in meselesi de bu politikalarla bağlantılıdır. El Kaide lideri Ladin'in öldürülmesi fasa fisodur. ABD diyor ki “Biz birkaç senedir Ladin'i, gözetim altında tutuyorduk”. Doğru söylüyorlar. Zaten Ladin'i etkisiz hale getirmişlerdi. Yıllarca gözetim altında tuttu. Ve en son silahlı çatışma görüntüsü vererek öldürüldü. Aslında Ladin'i asıl destekleyen devletler Türkiye, Pakistan ve Suudi Arabistan'dır. Bu devletleri Ladin arkalamıştı. Bu devletler Ladin'i destekliyordu, kendi güdümlerinde tutuyordu. ABD bunu biliyordu, bu devletleri zorlamaya başladı, bu devletler de zorlanınca Ladin'i satıp Amerika'nın hedefine bıraktılar.

BEŞAR ESAD’I GÖTÜRECEKLER, SIRA İRAN’A GELECEK

Amerika'nın Ortadoğu'da yeni politikaları söz konusudur. Türkiye de bunu görüyor. Beşar Esad'ı götürecekler. Artık fazla dayanamaz. Ya onu teslim alacaklar ya da Kaddafi gibi direnecektir. Muhtemelen direnecektir de. Ama sonunda düşürülecektir. Zaten Libya'yı sattılar. Suriye'nin düşmesinde ise Türkiye ağır hareket ederek bunu sürece yayıyor, öyle ani yapılmasını istemiyor. Aynı şekilde sıra İran'a da gelecektir. Belki İran geciktirilecek ve İran da direnecek ama sonunda İran da düşürülecektir. İran'ı sürece yayacaklar ama sıra oraya da gelecek.

ABD İLE AB ARTIK ORTADOĞU’DA BİRLİKTE HAREKET EDİYOR

Daha önce ABD ile AB ülkeleri arasında Ortadoğu politikaları konusunda bir fark vardı. Bazı ufak nüanslar vardı, bir makas aralığı vardı. Ancak şimdi o makas aralığı da kapandı. Birlikte hareket ediyorlar.

AKP ABD’NİN AYAKLARINA KAPANDI

AKP de bu nedenle kendisini kurtarmak için Amerika'nın bu politikalarına tam teslim olmuştur. Adeta ayaklarına kapanarak kendi iktidarını sürdürme peşindedir. Bu nedenle Kürtleri satıyor. Türkiye, Pakistan ve Suudi Arabistan, Suriye ve Libya'yı sattıkları gibi İran'ı da satacaklar. Beşar Esad da bu nedenle şu an Türkiye'ye öfkeli. Pakistan ve Suudi Arabistan'a politikalarından dolayı menfaatler sağlandı. Şimdi de Suriye politikaları için Türkiye'ye 18 milyar dolar para sağlanıyor. Libya'ya müdahale sürecinde Türkiye ilk birkaç gün farklı konuştu. Ancak on gün geçmeden Türkiye tam tersi bir tutum sergiledi.

TÜRKİYE KADDAFİ’Yİ SAATI

Türkiye ABD ile anlaşarak Kaddafi'yi sattı. Şu an NATO'ya sağlanan İzmir'deki askeri üs de gösteriyor ki, Türkiye tamamen ABD ile anlaşmış durumda ve bütün imkanlarını seferber etmiştir. Kürtleri de bu politikalarla bağlantılı olarak satmıştır. Buna bütün Kürtler dahildir. Suriye’deki, İran’daki, Irak’taki Kürtler de dahildir.

KÜRTLER SURİYE İLE DE İRAN İLE DE ANLAŞMAYA ÇALIŞABİLİR

Bu süreçte Kürtler Suriye ile de, İran ile de anlaşmaya çalışabilirler. Suriye ve İran'a şu söylenebilir; sakın Kürtleri kullanmaya kalkmasınlar. Bu, onlar için bir felaket olur, onların sonu olur. Ben onları sert bir şekilde uyarıyorum: Kürtlerle anlaşmalıdırlar. Demokratik özerklik temelinde bir anlaşmaya gidilebilir. Şayet Suriye devleti kabul etmezse Kürtler muhaliflerle hareket edebilirler. Ancak Suriye'deki muhaliflerle birlikte hareket etme durumunda da çaba Suriye'yi demokratikleştirmek yönünde olmalıdır. Şayet bunlar gerçekleşmezse Suriye ve herkes bilmelidir ki Kürtler soykırım kıskacındadırlar. Kürtler bu süreçte var olma-yok olma mücadelesi vermektedirler. Kürtlere imha dayatılmaktadır, ölüm-kalım meselesidir.”

KÜRTLERİN POLİTİK OLARAK İKİYE BÖLÜNME TEHLİKESİ VAR


Öcalan bugünden sonraki tabloyu ise şöyle çizdi: “Bugünden sonraki tabloyu şöyle görüyorum. Bunu halkımız, herkes bilmeli. Suriye ve İran’daki Kürtler özgürlük çizgisinde kalacak ve daha da gelişecekler. Irak’taki Kürtler ise özellikle bir kesimin İran’la derin ilişkileri var ve İran’ın etkisi çok fazla. İran'ın buradaki etkisi köklü olduğu için tamamen İran'dan kopmazlar. Bu nedenle oradaki Kürtlerin politik olarak ikiye bölünme tehlikesi vardır, bu şimdiden görülmelidir.

ABD’NİN ETKİSİ ALTINA GİRMEYECEĞİZ

Biz bugüne kadar hiç kimsenin boyunduruğu altına, etkisi altına girmedik, girmeyiz de. Bugüne kadar hep bağımsız kaldık. ABD'nin etkisi altına hiç girmedik, bugünden sonra da girmeyeceğiz. Türkiye, İran, Irak, Suriye de bunları iyi bilsin. Ama Kürtlerin daha fazla üzerine gelirlerse, daha fazla imha, daha fazla tasfiye dayatırlarsa, başka ittifaklar gelişebilir. Kürtler daha farklı ittifaklara yönelebilir. Nasıl ki ABD Türkiye ile ittifak geliştirip Kürtleri imhayı planlıyorsa, Kürtler de bu imhalara karşı ittifaklar geliştirebilirler.”

BDP ÇÖZÜME HAZIRLANMALI, KANDİL KENDİNİ SAVUNMAYA

Öcalan şöyle devam etti: “BDPliler ‘Biz halkı zor durduruyoruz, zaptedemiyoruz, onları tutmakta güçlük yaşıyoruz’ diyorlar. Kimsenin halkı zorla tutmak gibi bir görevi yoktur. Artık bu dilden vazgeçilmelidir. Senin görevin halkı durdurmak değil, halkı demokratik çözüme, demokratik çözüm sürecine hazırlamaktır. Aynı şekilde Kandil de ‘biz gerillayı zor tutuyoruz, zapt edemiyoruz, gerillayı durduramıyoruz’ diyor. Bu dilden, bu politikadan vazgeçilmesi gerekiyor. Gerilla kendi savunmasını yapmak zorundadır, kimse bunun önüne geçemez. BDP’nin ve Kandil’in de bu dili sürdürmemesi gerekir. Bu doğru da değil, etik de değil. BDP'nin görevi halkı demokratik çözüm sürecine hazırlamak, Kandil'in de görevi doğru çizgide hareket etmeyi sağlamaktır.

GERİLLA MİSLİYLE CEVAP VERME HAKKINA SAHİPTİR

Gerilla sınırı geçtikten sonra aktif savunma, pasif savunma diye bir şey kalmaz. Bunlar boş şeylerdir. Gerilla 24 saat gerillacılık yapar. 24 saat ayakta, uyanık şekilde hareket ederler. Ben burada heyetle görüştüğümde onlara da söyledim. Meşru savunma hakkı vardır, üzerlerine gidilirse, operasyon yapılırsa misliyle cevap verilir. Gerillaya yapılan operasyonlara karşı kimse gerillayı tutmaya kalkamaz. Kendilerini on kat daha iyi savunacaklardır. Misliyle cevap verme hakkına sahiptir. Bunun önünde bir engel de yok! Kimse de engel olamaz. Tüm kamuoyu da bunu bilmelidir. Bu son yaşanan kayıplardan dolayı da Kandil sorumludur. Gerillasından komutanına kadar yaşanan bu kayıplardan dolayı Kandil sorumludur. BDP’nin kullandığı bu dilden vazgeçmesi gerekiyor. Halkı demokratik özerkliğe hazırlama görevi bulunmaktadır.

GENÇLİK İNİSİYATİFİ İNTİFADA GİBİ BAĞIMSIZ HAREKET EDER

Ayrıca gençliğin inisiyatifi vardır, zaten kendi özerk örgütlenmeleri vardır. Her yerde kendi örgütlülüklerini kurarlar, kendi önderlerini de kendileri seçerler, önderliklerini oluştururlar. Öyle kimseyi de esas almalarına gerek yok. Filistin'deki intifada gibi kendi örgütlülükleriyle bağımsız hareket ederler.”

HÜKÜMET ŞU AN TAMAMEN SAVAŞ POLİTİKALARINA TESLİM OLMUŞ

“ABD ve Türkiye'nin bu ittifakına, bu anlaşmasına karşı benimle görüşmeye gelen heyet bir şey yapabilir mi? Heyet veya devlet içinde savaşın gelişmesini istemeyen, barışı arzulayan kimseler Kürtlere karşı geliştirilen bu politikalara karşı gelebilir mi, bu politikaları durdurabilir mi, bilemiyorum. Tekrar ediyorum, buraya gelip benimle görüşen heyet iyi niyetlidir. Bu meselelere de hakimdir. Ancak bu şeylere gücü yeter mi, onu da göreceğiz. Hükümet şu an bu savaş politikalarına tamamen teslim olmuştur. ABD ve Türkiye Kürtlerin kellesi karşılığında anlaşmışlar diyorum. Bunun için tüm aydınlara diyorum ki; “buna karşı çıkılmalı, sessiz kalınmamalıdır.” Bugün radyodan dinlediğim kadarıyla Erdoğan'ın üslubu gösteriyor ki ABD ile anlaşmışlar. Türkiye'nin Ortadoğu'da ABD'ye vereceği destek karşılığı Kürtlerin kellesi kendilerine verilecektir.

ERDOĞAN ÇİLLERLEŞTİ

Eskiden teslim almaya çalışıyorlardı, şimdi teslim olunsa bile böyle bırakmazlar, siyaseten yok ederler. Ben daha önce Recep Tayyip Erdoğan için Özal mı olacak, Çiller mi olacak diye sormuştum. Recep Tayyip Erdoğan Çillerleşti. Tercihini Çiller olmaktan yana kullandı. Bu bir taktik midir, bilemiyorum ancak şu anki yürüttüğü politikalar Çiller olmaktan yana tercihini kullandığını gösteriyor. Kürtleri sürekli tasfiye ediyor, hem askeri hem siyasi operasyonla her gün Kürtleri tasfiye ediyorlar. Benim şu andaki duruma ilişkin yorumum; Kürtler soykırım kıskacındadır.

KÜRTLER İÇİN YENİ BİR GLADYO DEVREDE

Kürtlere karşı yeni bir gladio devrededir. Gelinen aşamada çözüme yaklaşırken bir NATO Gladiosu komplosuyla karşı karşıyayız. Son savunmamın beşinci cildinde bu yeni Gladio örgütlenmesini daha önceki yapılanmalarıyla birlikte çok geniş açımladım. Savunmamı da bu nedenle vermiyorlar.”

15 HAZİRAN’A KADAR BEKLİYORUM

“15 Haziran tarihini kullanmakla, 15 Haziran'da mutlaka çözüm olur demiyorum. Hemen 15 Haziran'da çözüm gelişir demiyorum, beklemiyorum. Burada önemli olan husus şudur: 15 Haziran'a kadar başbakanın -büyük ihtimalle hükümet yine onlar olacak- Kürtleri çözüm sürecine dahil ederek sorunu çözeceklerine ilişkin bir açıklama yapmasıdır. Bu konuda Başbakanın bir adım atması, yeşil ışık yakması önemlidir. Ben bu nedenle 15 Haziran akşamına kadar bekliyorum bu mesajı. Buraya benimle görüşmeye gelen heyet de bana bu konuda herhalde bir ipucu verecektir. ABD ile anlaşma kesin yapılmış mı, bu konu önemli. 15 Haziran'a kadar bekliyorum. Eğer bana bu konuda yeşil ışık yakılırsa, Kürtleri de dahil ederek -çünkü daha önce dahil edilmeyerek yol katedilmeye çalışılmıştı- ben de buna büyük öfke duymuştum.

ÇÖZÜMÜ DEKLARE EDERLERSE SİLAHLI ÇATIŞMA DEVREDEN ÇIKAR


Ama şimdi sorunu çözeceklerini deklare ederlerse, ben de gerillaları bir yere toplamak için devreye girerim. Gerillalar uygun bir pozisyon alır, silahlı çatışma devreden çıkar, demokratik çözüm süreci de başlamış olur. Başbakan 15 Haziran'a kadar çıkıp konuşsun ve bana: “Silahlı güçlerini bir yere çek ve biz demokratik anayasa çözümü üzerinden çözüm geliştireceğiz” desin. O zaman bu savaşı durdurmuş olur.

HALKA ÇAĞRI
Burada halkımıza, örgütlerimize şu çağrıda bulunuyorum: Ben sizlere pratik önderlik de yapmak isterdim ancak koşullarım elvermediği için teorik önderlik yapıyorum. 15 Haziran'a kadar bu söylediğim çerçevede bir yeşil ışık yakılmazsa, çözümün gelişeceğine dair bir bildirim yapılmazsa, beni ölmüş bilin! Artık ondan sonra yaşanacak olan başkaldırıdır, isyandır, her şey olabilir. Ben buna devrimci halk savaşı diyorum. Tarihi günler yaşıyoruz, tarihi süreçteyiz, önemli gelişmeler olur. Herkes bunların farkında olmalı. BDP, Kandil hepsi bunun farkında olarak hareket ederler. Umarım savaş olmaz, çözüm gelişir, barış olur.

ANF NEWS AGENCY

Ters Köşeye Yatanlar


Türkiye'de aydınlar ve yazarlar hala hükümetin resmi tezlerinin dışına çıkamıyor. Dün başka hükümetlerin politikası savunuluyordu, bugün ise AKP'nin politikası savunuluyor.

AKP hükümeti son iki aydır polisi halka saldırtıyor ve her gün onlarca Kürdü tutukluyor. Bir taraftan da Amanos, Maraş, Dersim ve sınırda onlarca gerilla operasyonlarla katlediliyor.


Bir yerde bu kadar polis saldırısı, tutuklama olursa orada tepki gelişir. Askeri operasyon olur, gerilla öldürülürse buna halk karşı koyar. Ancak AKP yandaşları polis ve asker saldırısına karşı gösterilen tepkileri ya da gerillanın misilleme eylemlerini kendine göre çarpıtıp PKK içinde çözüm istemeyenler var demektedir. Hatta daha ileri giderek PKK'nin yürüttüğü mücadele hakkında kuşku yaratmak için "PKK'nin içinde derin PKK var" ya da "Ergenekon'la ilişkili PKK var" söyleminde bulunuyorlar.


PKK defalarca bunun kara propaganda olduğunu söyledi. Hangi eylemi gerilla yapmışsa sahiplenmiştir. Örneğin Kastamonu eyleminin gerilla tarafından yapıldığını açıklamış ve üstlenmiştir. HPG de Kastamonu eyleminin polisin halka karşı saldırısına karşı misilleme için yapıldığını açıkladı. Silopi'de iki polisin öldürülmesini de polisin halka saldırısına karşı misilleme olduğu belirtildi.


KCK ve HPG tek taraflı eylemsizlik yapıldığında her zaman misilleme hakkı olduğunu belirtmiştir. Polis ya da asker saldırırsa misilleme yapma haklarının saklı olduğunu vurgulamışlardır.


Polis çok saldırınca, hatta ölümler olunca, gerilla misilleme yaptığında arkasında şu var, derin devlet bunu yaptırıyor demek gerçekleri çarpıtmaktır. Zaten Kürt sorununu doğru anlama ve çözüm konusunda politika üretme bu nedenle gerçekleşmiyor. Daha doğrusu çözüm politikası olmadığı için sorunlar çarpıtılıyor.


AKP yandaşları Amanos, Maraş, Dersim ve sınırdaki ordu saldırılarını devlet ve ordu içindeki AKP karşıtlarının yaptığını söylediler. Bu eylemlerle Güneydoğu'da (Kürdistan'ı böyle tanımlıyorlar) gerilim yaratılarak AKP zayıflatılmak isteniyor, dediler. Bunu tabii ki bu ordu saldırılarının arkasındaki siyasi iradeyi, yani AKP'yi örtmek için yapıyorlar. Ancak Başbakan onları ters köşeye yatırdı. "Ordu kendini savunmayacak mı?" dedi. Zaten daha önce de "terör varsa operasyon da olacaktır" diyerek Amanos, Maraş ve Dersim operasyonlarını üstlenmişti.


Bu baylara sormak lazım: her gün onlarca tutuklama gerilimi arttırmıyor mu? Kürdistan'da gerilim esas olarak KCK operasyonuyla başlamadı mı? İki aydan beri her gün onlarca insan tutuklanmaktadır. Polis şehirlerde, kasabalarda terör estirip  insanları öldürünce bu gerilimi arttırmıyor mu? Bugün Kürdistan boydan boya polis terörü altındadır. Bu birkaç günlük terör de değildir, her gün bu terör estiriliyor.


Bu bir iki gün içinde birçok çocuk gaz bombalarıyla ağır yaralanmıştır. Bir yaşlı kadın ve hamile kadın ölüm sınırına gelmiştir. Bir dede gaz bombalarından dolayı ölümden dönmüştür. Bunlar gerilimi arttırmıyor mu, yoksa bunları da mı AKP dışındaki bir güç yapıyor?


Bırakalım orduyu, bu polis ve yargı terörü gerilimi tırmandıran ve topluma isyan ettiren esas faktör değil mi? Kürt halkının ve Türkiye kamuoyunun bunları görmediğini mi sanıyorsunuz? Bu tür AKP'yi aklama senaryolarıyla kimin beynini yıkayabilirsiniz; kimi kandırabilirsiniz? Polis ve yargının da AKP kontrolünde olmadığını kim inkar edebilir?


Emre Uslu'nun kafasıyla ne gerçekler görülebilir ne de bu sorun çözülebilir. Kastamonu eylemi için kendine göre senaryo ürettiği gibi, teslim olan bir gerillanın amacının Çorum tarafına gelerek hedef şaşırtmak olduğunu söylüyor. Kendini akıllı sanan birçok kocaman adam da buna inanıyor.


Bu adam ileride de Karadeniz'de eylem olabileceğini söylüyor. Bu herhangi bir kehanet değildir. Onun düşündüğü gibi bir senaryo sonucu da gerçekleşmez. MİT de biliyor ki orada gerilla var. Polis ya da asker bir saldırıda bulunursa, halktan ya da gerilladan birileri yaşamını yitirirse onlar da misilleme eylemi yapabilir. Çünkü bizzat HPG eylemsizlik döneminde saldırı olursa misilleme yapacağını ilan etmiştir. Bu nedenle Emre Uslu'nun sözlerinin hiçbir değeri yoktur. Bu tür söz söyleyenlere "Amerika'yı yeniden mi keşfediyorsun?" derler.


Sorun eylemsizliğe doğru yaklaşmaktır. Ne siyasi operasyonlar ne polis saldırıları ne de askeri operasyonlar olmalıdır. Böyle olursa eylemsizlik gerçek anlam kazanır. Yoksa bugün olduğu gibi asker ve polis operasyon yapar, buna karşı da misilleme ortaya çıkar.


Askeri operasyonlar sadece bir generalin kararı değildir. Öyle olsaydı Başbakan bu tür operasyonları dolaylı olsa da eleştirirdi. Bırakalım eleştirmeyi, ordu terörizme karşı mücadele etmeyecek mi diyerek bu operasyonların arkasındaki siyasi iradenin kendileri olduğunu açıklamıştır. Zaten her fırsatta terör varsa operasyon da olur demiştir. Kaldı ki daha kısa bir süre önce MGK'nin aldığı karar vardır. Teröristlerle sonuna kadar mücadele sürecektir denilmiştir. Bu karar altında Başbakan'ın da Bakanların da Cumhurbaşkanı'nın da imzası vardır.


Her gün terörizmden söz edilirse, bu anlayıştan ve bu dilden vazgeçilmezse asker de operasyon yapmaya devam eder. Nitekim asker gerillayı bir yerde görüp darbe vuracağını anladığında hemen harekete geçiyor. Bu da gerilla kayıplarını ortaya çıkarıyor. Bunu hükümetin politikalarıyla birlikte ele almayanlar birilerinin masa başında ürettiği senaryoya inanabilir. Ama bu sadece gerçekleri görmekten uzaklaşma dışında bir anlam taşımaz.


AKP yandaşları "bu saldırıları devlet içindeki AKP karşıtları yaptı" deyince ordu bundan rahatsız olmuştur. Başbakan'la ilişkilenilerek ordunun terörle mücadelesine sahip çıkın denilmiştir. Başbakan da açıklama yaparak ordunun operasyonlarını savunmuştur. Çünkü asker MGK'da alınan kararları yerine getirmektedir. Zaten AKP de Kürt Özgürlük Hareketi en iyi bizim zamanımızda ezilir diyerek orduyla ortak anlayış ve kararla bu tasfiye harekatını sürdürüyor.


Eğer AKP gerilime karşı olsaydı 2009 yerel seçimleri öncesinde olduğu gibi ne polisin ne savcının ne ordunun operasyonu olurdu. O zaman polis de ordu da fiili olarak tek taraflı eylemsizliğe uymuşlardı. İki taraflı bir eylemsizlik ortaya çıkmıştı.


Ancak 2009 yerel seçimler öncesi yaşanan bu yumuşak ortamda AKP seçimleri kaybetti BDP kazandı. AKP bu nedenle şimdi ortamı sertleştirerek BDP'nin yüksek ivmeli yükselişini durdurmak istiyor. Bu yükselişi ne kadar durdurursam kardır diyor. Öte yandan bu saldırıların bir amacı da seçim sonrası hızlandıracakları tasfiye saldırısı öncesi Kürt halkının direnişi ve özgürlük mücadelesi yıpratılıp zayıflatılmak isteniyor.


AKP destekçisi Taha Akyol, eğer seçimde BDP çok güçlü çıkarsa seçimden sonra daha kötü şeyler olur diyerek aslında AKP politikasının arkasındaki zihniyeti açıklamış oluyor. Bu zihniyet 29 Mart yerel seçimlerinden sonra Kürtlerin bu seçim sonuçlarından sonra demokratik gelişme olur beklentisinin tersine demokratik siyasete saldırı yapan anlayışın bir benzeridir. Bir nevi Cemil Çiçek'in Ermenistan sınırına dayandılar diyerek bunu tehlike olarak göstermenin başka bir söylemidir.


Seçim sonuçlarına demokratik zihniyetle yaklaşım yerine böyle yaklaşılırsa Kürdistan'da seçim ve sandık güvenliğinin tehlikeye gireceği açıktır. Taha Akyol'un sözleri açıkça BDP'nin yükselişini durdurun, sandığa müdahale edin anlamına gelmektedir.


Bir hususla yazıyı sonlandırmak istiyorum. Hükümet ve yandaşları Türkiye'de her şey tartışılıyor demektedirler. Doğru, tartışılıyor, ama tartışmaya katılanların yüzde 95'i nelerin kabul edilmeyeceğini söylüyorlar. Böylece Kürt halkının talepleri karşısında bir psikolojik baraj yaratıyorlar. Dolayısıyla nelerin kabul edilmeyeceğinin her gün tekrarlanmasının Kürt sorununun çözümünde bir ilerleme olduğunu söylemek bir psikolojik savaş argümanıdır. 

Seçimin Ekonomi Politiği


Siyasi Partiler Kanunu'na göre, son milletvekili genel seçimlerine katılma hakkı tanınan ve kanundaki genel barajı aşmış olan siyasi partilere her yıl, o yılki Genel Bütçe Gelirleri cetvelindeki tutarın 5 binde 2'si oranında hazineden mali yardım sağlanıyor.

Partilere yapılan bu devlet yardımı, genel seçim yıllarında partilerin bütçeye göre hak ettikleri tutarın 3 katı, yerel seçim yıllarında ise 2 katı olarak ödeniyor.


12 Haziran seçimleri nedeniyle bu yıl, AKP'ye 186 milyon 544 bin 715 lira; CHP'ye 83 milyon 608 bin 383 lira; MHP'ye de 57 milyon 148 bin 12 lira ödeniyor.       


Devlet yardımı alan partiler bir anlamda "Hazine partisi" niteliği kazanıyor. Bu para halkın devlete ödediği vergilerden ödeniyor. Yani her yurttaşın bu yardımda payı var.


Devletten yardım alan partiler çok katlı ve gösterişli lüks binaları, milyonları bulan yıllık bütçeleri ile artık birer finans sektörü haline geldiler. Parti başkanları tarafından adeta finans merkezleri gibi yönetiliyorlar.


Bu partiler artık üye aidatları, makbuz karşılığı bağış ve yardımlar, rozet ve takvim satışları gibi zahmet gerektiren akçeli işlerle uğraşmıyorlar. Ama aday adaylarından aldıkları milyonları iade etmeyip gelir kaydediyorlar.   


Kamu görevi yaptıkları iddiasıyla devletin siyasi partilere mali yardım yapması, siyasetin eşit koşullarda ve serbest rekabet ortamında yapılmasını ortadan kaldırıyor. Bu durum iktidar ve ana muhalefet partilerini adeta bir siyasi oligarşi haline getiriyor.


Her seçim döneminde siyaseti tehdit, şantaj ve komplolar ile dizayn etmeye çalışan bu düzen partileri, haftalık anketler ve onlara hizmet eden medya tekelleri ile kamuoyunu da istedikleri gibi yönlendiriyorlar.


Aralarında yaptıkları gizli ittifaklar ile Kürtleri ve müttefiklerini parlamentodan uzak tutmaya çalışıyorlar.


Siyasi partilerin finansmanına ilişkin düzenlemeler, bir ülkedeki demokrasinin düzeyini ve niteliğini göstermektedir.


Üyesi olmaya çalıştıkları Avrupa Birliği'nde siyasi partilere devlet yardımı sınırlı ölçülerde ve bütün partilere aldıkları oy oranlarına göre yapılıyor. Türkiye'de ise siyasal çıkarlarına uyan yönlere adapte olan partiler, AB standartlarını görmek istemiyorlar. "Hazine partisi" olmak onların işine geliyor.


İki dönemden beri yüzde 10 barajı bağımsız adaylarla aşarak parlamentoda grup kuran BDP'ye devlet hiçbir yardım yapmadığı gibi üstelik bağımsız adaylardan aldığı 8 bin lirayı da hazineye irat kaydediyor.


AKP, CHP ve MHP, devletin parasıyla bol keseden para saçarak siyaset yapıyorlar. Televizyonlarda, gazetelerde, internette verdikleri pahalı reklamlarla seçmenleri etkilemeye çalışıyorlar. Uçaklarla, helikopterlerle geziyorlar. Köylerden, kasabalardan, mahallelerden toplanarak karınları doyurulan ve otobüslerle taşınan insanlarla büyük mitingler yapıyorlar.


Mitinglerde halkı demokrasi vaadiyle kandırıyorlar. Her biri kafalarına göre demokrasi tarifi yapıyor: kimi ileri demokrasiden, kimi laik demokrasiden, kimi milliyetçi demokrasiden söz ediyor. Ama sorunların sorunu olan Kürt sorunundan, Kürt sorununun demokratik siyasal çözümünden söz etmiyorlar.  


Demokrasinin ilerisi gerisi, milliyetçisi, laiki filan olmaz. Demokrasi demokrasidir. Demokrasi bir ülkede ya vardır, ya da yoktur.  


Sözcük anlamı eşitlik ve özgürlük olan demokrasinin genel olarak üç temel ilkesi vardır: Birincisi, açıklık ve şeffaflıktır. İkincisi, demokratik seçim ve adaletli temsildir. Üçüncüsü, azınlığın haklarının güvenceye alınmasıdır.


Türkiye'de herkes için geçerli olan böyle bir demokrasiden söz edilemez. Devletin milyonları bulan yardımları ve yüksek seçim barajı ile parlamentoda oligarşik bir yapı oluşturan üç partinin zaten böyle bir demokrasi talebi de yok.


Onlar her koşulda parlamentodaki diktatörlüklerini devam ettirmek için, Kürtlere karşı imhacı, inkarcı, katliamcı ve asimilasyoncu politikalarını her koşulda sürdürmeye çalışıyorlar.   


Türkiye'ye gerçek demokrasi, emek, demokrasi ve özgürlük bloğuyla gelecektir. Kürt Özgürlük Hareketi'nin öncülüğünde oluşan bu devrimci ve demokratik platformun ortaya koyduğu siyasal program, Türkiye'nin özgür ve demokratik geleceği için bir yol haritasıdır.  


Giderek toplumun bütün kesimlerinde yankı ve destek bulan bu siyasal program, aynı zamanda Türkiye'nin yeniden yapılanması için bir model niteliğindedir. 

Özel Yetkili Mahkemeler ve Boykot!


Cumhuriyetin kuruluşundan beri İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri adı altında kurulan özel mahkemelerde egemenlerin belirlediği kurallar çerçevesinde inanılmaz hukuksuzluklar yaşandı. Yakın tarihimizde 12 Eylül öncesi sistem, azgınca bir sömürüye paralel olarak kendi hukukunu istediği gibi kullandı, bazen tümüyle devre dışı bıraktı, bazen kırıntıları layık gördü. Ancak 12 Eylül faşizmiyle birlikte bütün bu göstermelik hukuk sistemi yerle bir edildi ve askeri yasalarla birlikte sıkıyönetim mahkemeleri yaşama geçirildi. Askeri mahkemeler 12 Eylül hukuksuzluğunu, darbeciliğini, zorbalığını hukuk haline getirmek üzere kurulan mahkemelerdi ve 12 Eylül cuntasının özel araçları olarak görev yaptılar.

Sıkıyönetimin kaldırılmasıyla birlikte hukuk kurumu gibi gösterilen ancak uygulamalarıyla 12 Eylül askeri mahkemelerini aratan DGM’ler devreye sokuldu. Askeri cunta dönemindeki askeri mahkemelerin bile konumları gereği kendi içinde bir disiplini, hiyerarşisi, kurallar bütünü vardı. Bu mahkemelerin yerine “devletin güvenliğini korumak amacıyla” kurulan DGM’lerde ise keyfilikte sınır tanımayan özel kadrolarla eskisinden daha vahim uygulamalara geçildi. Nihayetinde Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde demokratikleşiyoruz görüntüsüyle ve isim değişikliğiyle DGM’lerin yerini alan Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri ise bunların hepsini aratır hale geldi.


12 Eylül’ü aratıyor


12 Eylül’den bu yana bütün toplumsal yapıyı ve sistemi saran anti demokratik kurumlar nasıl korunduysa, hukukla bir ilgisi olmayan bu özel aygıtlar da farklı isimlerle varlığını sürdürmeye devam ediyor. Ancak gelinen aşamada artık “ileri demokrasi” sahtekarlığının en çarpıcı örneklerini yaşadığımız bugünlerde demokrasiyle, hukukla ilgisi olmayan bu özel aygıtlar her türlü muhalefete düşman kurumlar gibi çalıştırılmaktadır. Kürt yurtseverlere, sosyalistlere, aydınlara, bir bütün olarak sistem karşıtı güçlere karşı kullanılan özel yetkili mahkemelerin kaldırılması gerektiği konusu artık herkes tarafından tartışılır hale gelmiş, toplumun farklı kesimlerinden tepkiler yükselmeye başlamıştır.


Bu noktada KCK davasında yaşanan gelişmeler büyük önem taşımaktadır. Ayrı ayrı mahkemelerde binlerce Kürt siyasetçinin hiçbir eylem isnadı ve aleyhe delil olmaksızın tutuklu olarak yargılanıyor olmaları ve anadilde savunma hakkının kullanılmak istenmesinin bir cezalandırmaya dönüşmüş olması yetmiyormuş gibi son celselerde duruşmalara sınırlı sayıda getirilmeleri vb. hukuka aykırı uygulamalara karşı avukatlar duruşmadan çekilme kararı almak zorunda kalmışlardır. 19 Nisan’da yapılan duruşmaya girmeme kararıyla birlikte adliye önünde oturma eylemi yapılıp basın açıklamasıyla “Mahkemenin tutumunu devam ettirmesi durumunda özel yetkili mahkemelerin tümüyle boykot edileceği” kamuoyuna duyurulmuştu. Keza özel yetkili mahkemelerin kaldırılması talebiyle bütün davaların boykot edilmesi konusunun Diyarbakır Barosu yönetim kurulu tarafından tartışılarak kabul edilmesi ve diğer baroların da katılımı konusunda çalışmalar yürütüleceği, buna rağmen diğer barolar katılmasa da Diyarbakır ve Van barolarının boykot kararını uygulayacaklarına dair kararlılıkları önemlidir.


Mahkemeleri boykot


Bu anlamda KCK davasında yaşanan son gelişmeler; 10 Mayıs’ta görülen duruşmaya avukatların katılmayışı, mahkemece sanıklara barodan avukat tayin edilmesine karar verilmiş olması ve sanıkların da “Kürt halkına yapılanlar ve anadilde savunma haklarının engellenmesini” gerekçe göstererek bundan sonra duruşmalara katılmayacaklarını açıklamış olmaları ve buna paralel olarak kitlesel bir katılımın varlığıyla birlikte ortaya konulacak direnç ve kararlılık diğer davalar açısından da yol gösterici olacaktır. Ayrıca son dönemde PKK davalarındaki anadil tartışmaları ve sorguların yapılamayışına ek olarak diğer sol örgüt davalarında da sürekli biçimde heyeti ret taleplerinin gündeme gelmesi, özel yetkili mahkemelerin kaldırılması konusunda Anayasa’ya aykırılık iddiasının yanı sıra bu mahkemelerin uygulamalarıyla hukuk dışı konuma düştüklerinin ve artık kaldırılması gerektiğinin vurgulanması, bundan sonraki dönemde yapılacaklar konusunda fikir verebilir. Esas olarak cezaevlerindeki mahpusların iradesiyle olabilecek bir boykot kararına avukatların da katılımı ve dışarıdan kamuoyu desteğiyle birlikte etkili kampanyalar yürütülmesi şeklinde özetlenebilecek bir dizi öneri getirilebilir. Geçmiş dönemlerde üçlü protokol uygulamasıyla birlikte cezaevindeki mahpusların ve avukatların bir yıl süreyle DGM’leri boykot etmesi bir deneyim olarak ele alınabilir.


Demokratik muhalefete baskı aygıtı


Özel yetkili mahkemelerin, bu işin esas mağdurları olan Kürtler ve sosya-listler tarafından boykot edilmesiyle birlikte kapatılmaları gerektiği konusundaki talep yaygınlaştırılabilir. Geçmiş dönemlerde DGM’lerin kaldırılmasıyla ilgili kampanyaların yürütülmesinde olduğu gibi özel yetkili mahkemelerin de artık toplumun her kesimini tehdit eder hale geldiği, yalnızca Kürtler ve sol muhalif güçler için değil, ezilen, sömürülen, sistemle sorunu olan herkes için bir tehlike oluşturduğu vurgulanarak, olağanüstü yargı yetkisine sahip bu mahkemelerde özel yargılama usulleri ve ayrımcı mevzuata dayanılarak en küçük hak arama talebinin bile sistematik biçimde cezalandırıldığı haksız uygulamalar öne çıkarılarak DİSK, KESK, TMMOB, TBB, TTB, İHD, ÇHD, TOHAV vb. kurumların da içinde yer alacağı geniş kampanyalar örgütlenebilir.


Özel yetkili mahkemeler kaldırılmalı


Geçtiğimiz günlerde Türkiye Barolar Birliği’nin ve İzmir’de toplanan 57 baronun ortak açıklamasında özel yetkili mahkemelerin kaldırılması gerektiği yönündeki tespitleri ile bu işin takipçisi olacakları ve savunmadan kaynaklanan meşru ve demokratik güçlerini gerektiğinde kullanacaklarına ilişkin açıklamaları önemlidir. Keza uluslararası basın kuruluşlarının da yer aldığı “Düşünceye Özgürlük Kongresi”nin sonuç bildirgesinde özel yetkili mahkemelerin kaldırılması ve mevcut yasaların değişti-rilmesine ilişkin taleplerin yer alması da aynı şekilde önemli bir gelişmedir. Bu noktada özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasına ek olarak, Terörle Mücadele Kanunu’nun bütünüyle ortadan kaldırılması ve Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemeleri Kanunu, Ceza İnfaz Kanunu ve Basın Kanunu’ndaki anti-demokratik hükümlerin değiştirilmesini talep etmek de zorunluluk halini almıştır.   


Sonuç olarak, 12 Eylül sonrası devlet terörünün en etkili araçlarından olan sıkıyönetim mahkemelerinin, DGM’lerin ve bir bütün olarak 12 Eylül zihniyetinin devamı niteliğindeki özel yetkili mahkemelerin tümüyle reddedilmesi ve kaldırılması haklar ve özgürlükler mücadelesinin esas hedefi haline gelmiştir. 12 Mart cuntasının devreye soktuğu DGM’ler nasıl ki 12 Mart sonrasında yükselen toplumsal muhalefet dalgasının önünde duramadı ve kaldırıldıysa, özel yetkili mahkemeler de aynı şekilde boykotla birlikte yürütülecek güçlü bir kampanyayla kaldırılabilir.


Av. Gülizar TUNCER 

Türkiyeye Otoyol,Kürdistana Karakol

 
TİP'in 1965'teki Doğu Mitingleri'nin 'Batı'ya fabrika yol, Doğu'ya jandarma karakol' sloganı bir gerçeği dile getirmeye devam ediyor. Erdoğan da, yine bugün miting için gideceği Wan'da karakol açılışı yapıyor

» 21 İLE SADECE 22 MİLYAR TL

AKP'nin övünerek anlattığı Bölge'deki yatırımlarına bakmakta fayda var. 2010 bütçesi için ayrılan pay 294 milyar TL. Bunun 116 milyar TL'si merkez harcamalara gitti, geriye kalanı 81 il için harcandı. Bölge'nin 21 iline yapılan harcamalar sadece 22 milyar TL. Kişi başına harcama oranı da Bölge'de bin 954 TL iken diğer illerde ise 4 bin 805 TL.

» YATIRIMLARI 110 KARAKOL

2009'da eğitime 2.9 milyar dolar, askeri harcamalara 5.3 milyar dolar ayrıldı. Bu rakam giderek büyüyor. Erdoğan ise askeri harcamaların eğitim ve sağlık harcamalarının altına çekildiğini iddia ediyor. Ancak sadece temmuz ayında yapımı tamamlanacak olan 110 karakol durumu özetliyor. Bölge'deki polis harcamaları da cabası.


'Batı'ya fabrika yol, Doğu'ya jandarma karakol'


Başbakan Tayip Erdoğan, 12 Haziran seçimleri öncesinde miting için gideceği Van'da karakol açılışı yapıyor.


***


Türkiye İşçi Partisi'nin 1965'teki meşhur Doğu Mitingleri'nin sloganı şöyleydi: Batı'ya fabrika yol, Doğu'ya jandarma karakol!


***


TİP'in sloganı bir gerçeği yıllar öncesinden dile getiriyordu. Esasında bölgesel ayrımcılık değildi olanlar, daha da beteri esaslı bir sorundan kaynaklanan ekonomik ve siyasi bir yaklaşım söz konusuydu.


***


Bu esaslı sorun, Kürt sorunudur ve günümüze bakıldığında yıllar öncesinden dile gelen gerçeklerin hala geçerliliğini koruduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.


***


2010 Maliye bütçesi harcamaları için ayrılan pay 294 milyar TL. Bunun 116 milyar TL'si merkez harcamalara gitti, geriye kalanı 81 il için harcandı. Kürdistan'ın 21 iline yapılan harcamalar sadece 22 milyar TL. Bir veri daha; 2008'de Bursa'ya yapılan harcama oranı 19 milyar TL.


Buna göre kişi başına yapılan harcama oranı da Kürdistan'da bin 954 TL, ancak diğer illerde kişi başına yapılan harcama oranı 4 bin 805. Aradaki uçurumu meşrulaştırmak amacıyla da şu argüman ileri sürülüyor: Nüfus oranlarına göre Kürdistan'daki harcamalar ortalamayı buluyor. Yani 21 ildeki yaklaşık 19 milyon nüfus için ayrılan harcama oranı 22 milyar TL ve bu diğer bölge oranlarına göre ortalama düzeyinde. Ancak biz şunu biliyoruz ki, bu bir hesap oyunudur; çünkü kişi başına yapılan harcamalar gerçeğin ne olduğunu ortaya koyuyor.


***


2010 verilerine tekrar bakmakta fayda var. Buna göre, Dersim'e yapılan harcamaların yüzde 51'i asker - polise gitti. Bu oran Diyarbakır'da yüzde 27, Hakkari'de yüzde 33, Şırnak'ta yüzde 47 ve diğer illerdeki tablo aşağı yukarı aynı.


Bir örneğe bakarak, hesap oyununu daha anlaşılır kılmak mümkün. Dersim'de nüfus oranı ve yapılan harcamalara bakıldığında kişi başına yapılan harcama oranı yıllık 6 bin TL'yi buluyor. Ancak bu harcama oranı asker - polise yapılan yüzde 51'lik harcama göz önüne getirilmediğinde hiçbir anlam taşımayacaktır. İşte bundan dolayı kişi başına yapılan gerçek harcama oranı iki binin altına düşüyor.


***


Teşvik yatırımlarına bakalım. 2010'da teşvik belgesi alan projelerin yatırım tutarı 44 milyar TL. Bunun ancak 2 milyar TL'si Kürdistan illerine ayrıldı. Bu da AKP hükümetinin övünerek Kürdistan'a yönelik açıkladığı teşvik yatırımlarının ancak yüzde 5'ine denk geliyor. Yani teşvik yatırımlarına yönelik vaatlerin yüzde 95'i sözde kaldı. Buna rağmen Erdoğan, seçim öncesinde bu konuda çok başarılıymış gibi rekl‰m yapıyor ve yeni vaatlerde bulunuyor.


,***


Kürdistan'da yıllardan beri süren savaşın maliyeti, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek'in yaptığı açıklamaya göre, 400 milyar Dolar. Tabi son beş yıllık harcamalar da dahil edildiğinde bu rakam 600 milyar Dolar'ı bulabiliyor. Bu parayla maliyeti 1 milyon Dolar olan 500 yataklı kaç hastane, 20 derslikli kaç okul yapılabilirdi?


***


2009'da eğitime ayrılan bütçe 2.9 milyar Dolar. Askeri harcamalar ise 5.3 milyar dolar. Bu rakam her geçen yıl artıyor. 12 Nisan'da Askeri Harcamalara Karşı Küresel Eylem Günü dolayısıyla KAHİP'in (Kamu Harcamaları İzleme Platformu) açıkladığı rapora göre, 2010'da askeri harcamalarda yükseliş söz konusu ve 2011'de bu yükseliş daha da artacak.

 
***

Başbakan'ın iddiası ise askeri harcamaların eğitim ve sağlık harcamalarının altına çekildiği yönünde. Ancak rakamlar böyle olmadığını gördüğünüz üzere ortaya koyuyor. Üstelik verdiğimiz harcama rakamlarına polis giderleri dahil değil. Kürdistan'a yönelik son yıllarda artan polis konumlandırması da göz önüne getirildiğinde ve paralel bir şekilde yapılan polis teçhizat yatırımı da ele alındığında rakamlar belirtilenlerin çok ama çok üstünde olacaktır. 50 bin kişilik özel ordu harcamaları ise cabası...


***


TOKİ maliyeti milyon Dolarlar ile ölçülen karakol projelerine soyundu. Temmuz ayında 110 karakol inşaatı bitirilmiş olacak ve bunların tamamı Kürdistan illerinde inşa edildi. Hedef ise 170 karakol.
***

İki hafta önce Türkiye Skorsky helikopterlerin ihalesini 4 milyar Dolar'a ABD'lilere verdi. Düzenli olarak ABD, İsrail, İtalya, Almanya ve Rusya başta olmak üzere birçok ülkeden yapılan silah alımı ciddi külfetler oluşturuyor.


***


Polise ayrılan bir yıllık gaz bombası stoku 2011'in ilk beş ayında tükenmiş durumda ve yeni gaz bombalarının alınması için Başbakan Tayip Erdoğan örtülü ödenekten 2.3 milyon (eski parayla trilyon) para ayırdı ve yeni gaz bombalarının alınımı sağladı. Bu gaz bombaları her gün çocukların, yaşlıların yaralandığı, havanın zehir olduğu, yaşamın cehenneme çevrildiği Kürdistan'da kullanılıyor elbette; son 5 ayda Kürdistan'daki manzara nasıl bir gaz savaşı verildiğini anlamak açısından öğretici. Neredeyse gaz yemeyen kalmadı Erdoğan sayesinde!

 
***

Örtülü ödenek demişken, yine kirli savaş uygulamaları akıllara geliyor. Erdoğan gibi silaha yatırım yapmakta başı çeken 1990'lı yılların Başbakanı Tansu Çiller deyince akıllara örtülü ödenek geliyor. Çiller döneminde yargısız infazların yapılması, faili meçhul cinayetlerin ve kayıp olaylarının yaşatılması, suikast gibi eylemlere girişmesi amacıyla Abdullah Çatlı, Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım, Selçuk Parsadan gibi çete ve Ergenekon bağlantılı kişilere milyon Dolarlarca paranın örtülü ödenekten verildiği ortaya çıkmıştı. Ayrıca Özel Kuvvetler Komutanlığı ve dolayısıyla JİTEM, kontr-gerilla gibi oluşumların harcamaları da büyük oranda resmi olmayan kalemler içinde ve örtülü ödenek kapsamında değerlendirilebilir. PKK Lideri Abdullah Öcalan'a 1996'da yapılan suikast için kontr-gerillaya milyon Dolarlarca para harcandığı daha sonra açığa çıkmıştı. Erdoğan döneminde de görüldüğü gibi örtülü ödenek ve gizli oluşumlara para aktarma konuları gündemdeki yerini koruyor.
***

Peki bütün bu rakamlar neyi gösteriyor. Elbette, Kürt sorununa yönelik yaklaşımı ve izlenen politikaları...

Eğer Kürt sorunu çözülmüş olsaydı, bütün bu harcamalar başka alanlarda ve toplumsal refahı arttıracak düzeyde değerlendirilecekti. Ancak AKP hükümetinin böyle bir politikası yok.

***

Dolayısıyla Kürt sorunu ekonomik bir sorundur diyenlere duyurulur. Kürdistan'da ekonomik sorun dedikleri durum da görüldüğü gibi siyasi bir soruna yani Kürt sorununa tekabül ediyor.

Velev ki, Kürt sorunu ekonomik bir sorun olsun! Peki bu harcamalar neden böyle bir tablo ortaya çıkarıyor? Bu sorunun yanıtı 1965'teki sloganın güncelliğini ortaya koyuyor: Batı'ya fabrika yol, Kürdistan'a jandarma (ve polis) karakol!

Güney Afrika’da Öz Savunma Birlikleri




‘’Müzakere sürecinde şiddet azalmadı, arttı. Şiddeti tetikleyenler, halkın ANC’ye desteğini kesmeyi hedefliyordu. Şiddetin dozajını yükselterek, halkın barış ve çözüm iradesini hedef alıyorlardı. Halk ANC’ye karşı ayaklanacaktı, müzakerelere karşı çıkacaktı ve şiddete şiddetle cevap verecekti. Müzakere süreci de başarısızlığa uğrayacaktı. Hesap buydu.“

Viktor Steyn

Güney Afrika ile Kürdistan’dan söz edildiğinde, çokça benzerliklere vurgu yapılır. Paralellikler daha çok liderlik ve müzakere boyutunda kurulur. Zira Güney Afrika’da Apartheid’e karşı mücadelenin esas gücü ANC’nin lideri Nelson Mandela’nın Fok Adası’ndaki tutsaklığı Kürtlere, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın İmralı Adası’ndaki esaretini anımsatır. Yine son dönemde devlet yetkilileri ile PKK lideri arasında yürütülen ve müzakerelere evrilmeleri umut edilen görüşmeler açısından Apartheid rejimi ile Mandela arasındaki müzakereler önemseniyor.