24 Ocak 2012 Salı

İsmail Beşikçi’den İbrahim Güçlü’ye Mektup -2

İsmail Beşikçi, Kürdistan üzerine bilimsel araştırmaları ve kitapları nedeniyle yıllarca hapis yattı, zulüm gördü, görüşlerinden taviz vermesi için baskı gördü. Ancak, Beşikçi, bir bilim adamı olarak gerçekleri araması ve dile getirmesi nedeniyle sadece Türk devleti tarafından hedeflenmedi, görüşlerinden vazgeçmesi için sadece onların baskılarını yaşamadı. Kendisine “devrimci”, “sosyalist”, “Kürdistan davası sahibi” sıfatlarını takan bir takım kişi ve çevreler de Dr. İsmail Beşikçi’yi bu görüşlerinden dolayı, hedef haline getirdiler, bunlardan vazgeçmesi için çok çeşitli yol ve yöntemlere başvurdular. Bu çabaların çarpıcı bir örneğini Beşikçi bundan 22 yıl önce İbrahim Güçlü’ye yazdığı bir mektupta dile getirdi.

Bugün Roboski katliamını bile PKK’nin yaptığını iddia edece kadar ileri giden İbrahim Güçlü’ye Beşikçi’nin yıllarca önce gönderdiği mektup önce Serxwebun dergisinde yayınlandı. Beşikçi’nin bu uzun mektubu aynı zamanda yakın dönem tarihine ışık tutuyor. Beşikçi Hoca’nın mektubunu (arabaşlıkları ekleyerek) olduğu gibi yayınlıyoruz.

f) 1984 yılının Kasım ayı sonlarında Çanakkale Cezaevi'nden Gaziantep Özel Tip Cezaevi'ne sevk edildik. Bu sevkten çok sürgüne benzeyen bir operasyondu. Bizden bir hafta kadar önce de Bartın Cezaevi'nden bir sevk yapılmış. Bu ise tam anlamıyla sürgün özelliklerini taşıyordu. 1985 yılının başından itibaren, Malatya Cezaevi'nden, daha sonra da çeşitli cezaevlerinden arkadaşlar buraya getirildiler. 1985 ortalarında Diyarbakır Cezaevi'nden de bir sevk oldu. Bu süreçte ilk defa PKK'li arkadaşlarla karşılaştım. O zamanlar cezaevinin koşulları çok kötü idi. Koğuşlar, daha doğrusu hücreler birbirlerine kapalıydı. Havalandırmaya, aynı koğuşta veya aynı hücrede bulunan bir veya üç kişi birlikte çıkabiliyordu. Buna rağmen mazgaldan kısa süreli de olsa görüşmeler yapılabiliyordu. Bazen tesadüfen, hastaneye veya mahkemeye giderken karşılaşabiliyorduk. PKK'li arkadaşlar önce iki kişiydiler, sonra üç oldular. Üçü birlikte kalıyordu. 1980'li yıllarda Diyarbakır Cezaevi'nde kalmışlardı. Vahşet dönemini yaşamışlardı. O dönemi etraflıca anlatıyorlardı. Diyarbakır gerçeğini ilk defa onlardan duymuştum. Bu arada PKK'nin düşüncesini ve eylemine ilişkin bazı olaylar da anlatmışlardı. Bu arkadaşlarla, epeyce uzun uzun konuşma olanağı buldum. Fakat PKK'ye ait bir bildiriyi veya broşürü göremedim. Bu durum 1986 yılları sonlarında biraz değiştiyse de 1987 yılının Mayıs ayının sonlarına kadar yani tahliye olduğum ana kadar böylece sürüp gitti.

4. Tahliye olmadan önceki bazı düşüncelerimi ve duygularımı da yazmak istiyorum. Tahliye oluncaya kadar, PKK'nin başlattığı silahlı mücadelenin bütün Kürt grupları tarafından yoğun bir biçimde desteklendiğini, Kürtlerin silahlı mücadele içinde yer aldıklarını düşünüyordum. Benim kaldığım cezaevlerinde, içeriye kitap ve dergi alınmıyordu. Bu bakımdan siyasal hareketler hakkında sağlıklı bilgiler elde edemiyorduk. Bunları ancak ziyaretçiler ve avukatlar aracılığıyla öğrenebiliyorduk. Fakat onlar da düzenli bir şekilde gelmiyorlardı.

1985 yılı başlarında Milliyet gazetesinden Kürdistan Press'in yayı¬na başlayacağını öğrenmiştim. Kürdistan Press'in silahlı mücadeleyi destekleyeceğini düşünüyordum. Veya beklentim buydu. Bunun çok doğal bir süreç olacağını düşünüyordum. Sömürge saptamasını yapan bütün Kürt siyasal hareketlerinin, bu arada özellikle Rizgari'nin silahlı mücadeleyi aktif bir şekilde destekleyeceğini düşünüyordum, hissediyordum. Arkadaşlarla bu konuda konuşuyorduk. Onlar, Rizgari, Ala Rizgari, Özgürlük Yolu, Kawa gibi siyasetlerin, KDP'nin silahlı mücadeleyi desteklemediğini, karşı çıktıklarını söylüyorlardı. Ben buna pek akıl erdiremiyordum. Onlar da sağlıklı bilgiler alamıyorlardır diye düşünüyordum.

PKK’NİN ÜÇ ÖNEMLİ SAPTAMASI

5. 25 Mayıs 1987'de tahliye oldum. Ağustos ayında bir kitapçıda genç bir arkadaşla tanıştım. Kürdistan konusunda konuşmalarımız oldu. Ona Serxwebûn ve Berxwedan gibi dergileri görmek ve okumak istediğimi, bu konuda yardım edip etmeyeceğini sordum. Birkaç gün sonra bana bir Serxwebûn dergisi getirdi. İkiye, dörde, sekize katlanmış bir dergiydi. Katlanmış yerleri iyice aşınmış, erimişti. Serxwebûn dergisinin 64. sayısıydı. İlk defa Serxwebûn dergisi görüyordum. O günden sonra bu arkadaş bana Serxwebûn dergisinin başka sayılarını da getirdi. Okuyup tekrar veriyordum. Elden ele dolaştırılıyordu. O zaman dergiyi okuyanlar, dolaştıranlar çok temkinli davranıyorlardı. Şimdi daha rahat okunuyor. Serxwebûn şimdi daha çok dolaşıyor, daha kolay dolaşıyor. Bu süreçte Berxwedan dergilerini de gördüm. Bu dergileri ilgiyle, dikkatle okuyordum. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın Kürdistan'la ilgili analizleri çok dikkatimi çekiyordu. Bu arada başka arkadaşlar bana PKK'nin yayınladığı kitaplardan da verdiler. Bunları dikkatle okuyordum... Bu okuma ve incelemelerden sonra vardığım sonuç şu oldu: PKK'nin üç önemli saptaması ve ilkesi var.

a) Birincisini şu şekilde ifade etmek mümkündür: Kürt halkı onursuz bir şekilde yaşamaktadır. Kürt halkı kendi kendine ihaneti sağlanmış bir halktır. Kürt halkı düşürülmüştür. Rezil-rüsvalaşmaktadır.

b) PKK ikinci olarak şunu söylemektedir: Halkımızın bu yaşantısından, çağdışı yaşam koşullarını normal yaşamış gibi telakki etmesinden, halkımızın köleliğinden, keyfi, onur kırıcı dayatmalara boyun eğmesinden utanç duyuyoruz.

c) Üçüncü olarak da şu söyleniyor: Bu durumu muhakkak değiştireceğiz. Kürt halkı dünyada öteki uluslar gibi, eşit, onurlu bir şekilde yaşamalı, yaşayacaktır...

Bu saptamaların ve ilkelerin, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinde çok önemli saptamalar ve ilkeler olduğunu düşünüyordum. Bunlardan birincisi, Kürt toplumun bilimsel bir analizi sonucu ulaşılmış bir bilgidir. Sömürge koşullarının Kürt insanının ruhsal yapısını nasıl şekillendirdiği konusuyla ilgilidir. Ruhsal yapı, kişilik gibi sorunlara çok önemli vurgulamalar yapılmıştır. "Düşürülmüş bir halk" kavramı PKK'nindir. PKK'nin çeşitli yazılarında, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan’ın çeşitli değerlendirmelerinde bu kavram sık sık kullanılmaktadır. "Halkımızın rezil rüsva yaşamasından utanç duyuyoruz" açıklaması, milli duygulamaların bir ifadesidir. Milli duygu açıklamasıdır. Üçüncüsü de ulusal bir hareket için, devrimci ve demokratik bir hareket için eylem kılavuzudur. Zaten Kürt toplumu konusunda oluşan bilinç, gittikçe yaygınlaşarak ve derinleşerek gelişen bilinç, milli duyguyla karşılaştığı zaman, ulusal, devrimci ve demokratik bir hareket kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

6. Üçüncü ilke konusunda, eylem kılavuzu denilebilecek bilgi üzerinde etraflı bir şekilde durmak gerekir. "...Bu durumu muhakkak değiştireceğiz. Dünyanın öteki ulusları gibi Kürt ulusunun da eşit ve onurlu bir şekilde yasaması için her türlü fedakarlığı yapacağız..." Bu ilke doğrultusunda çok ciddi cabalar sarf edilmiş. Buna, 1970'li yıllar ortalarından itibaren başlanmış. 1970'li yılların ortalarında, Ankara'da çok ciddi çalışmalar yapılmış, 1977'de Kürdistan'a açılım var. Çalışmalar, çabalar 1970'li yılların sonlarında aktif bir şekilde sürüyor. Daha sonra tekrar geriye dönmek üzere yurt dışına çıkış var. Çalışmalar Avrupa'da ve Ortadoğu'da sürüyor. 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli baskınıyla silahlı mücadele başlıyor. Bu noktada bazı şeyler söylemek gerekir:

a) 15 Ağustos 1984'ten sonra, PKK'nin öteki Kürt örgütleriyle, yani Avrupa’daki Kürt örgütleriyle ilişkilerini yakından biliyorum. Kürdistan Press, Rizgari, Riya Azadi, Komkar, Yekita Sosyalist gibi yayın organları, bu yayın organları etrafında gelişen örgütleşmeler silahlı mücadeleye şiddetle karşı çıktılar. PKK ile bu yayın organları ve örgütleri arasında çok uzun süre şiddetli tartışmalar ve suçlamalar oldu. Çok kırıcı tartışmalar oldu. Bunları sözü edilen yayın organlarından etraflı bir şekilde izlemek mümkündür.

‘SİLAHLI MÜCADELEYE KARŞI ÇIKMAYI ANLAYABİLMİŞ DEĞİLİM’

Değerli kardeşim, silahlı mücadeleye karşı çıkmayı anlayabilmiş değilim. Bunun haklı gerekçelerini göremiyorum. Yukarda 4 numaralı ana paragrafta, 1987'de tahliye oluncaya kadar, bütün Kürt örgütlerinin silahlı mücadeleyi desteklediklerini düşündüğümü belirtmiştim. ' Öyle olmadığını tahliyeden sonra anladım. Bu konunun PKK ile öteki Kürt örgütleri arasındaki çelişmede ve çatışmada çok önemli bir neden, hatta en önemli neden olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki,

b) Yukarıda, 3 numaralı ana paragrafın (e) bölümünde, Kürtlere özellikle uygulanan bir hakaret ve düşürme, işkence yönteminden söz ettim. Bu hakaret, aşağılama, düşürme ve işkence yöntemiyle ilgili olarak şunu düşünüyorum. Bir toplum, o topluma mensup insanlar bu çeşit bir hakaret ve düşürülmeyle karşı karşıya kalıyorlarsa, buna hiç tepki göstermiyorlarsa, içlerine sindiriyorlarsa, o toplum, o insanlar hasta demektirler. Toplum felç olmuştur, felç olduğu gibi etkisizdir. Bu hastalık tedavi edilmemeli midir? Bu hastalık nasıl tedavi edilecektir?

İnsanlar karınları ağrıdığı zaman, mideleri, gözleri, kulakları vs. ağrıdığı zaman hastaneye gidiyorlar. Doktora başvuruyorlar, ilaç alıyorlar, tedavi oluyorlar. Yukarıda kısaca, felç olarak tanımlanan hastalığın da tedavi edilmesi gerekir. Bu tedavinin tek yolu da özgürlükler için, eşitlik için, onur için yapılan kavgadır. Böyle bir kavgayı başlatmadan, felç durumunu tedavi etmek, insanları ve toplumu sağlıklı bir hale getirmek olası değildir.

PKK bunu kavramış. Bu mücadelenin gereğine inanmış, bu doğrultuda bir mücadele başlatmış. Bu mücadele sırasında onlarca, giderek yüzlerce şehit olmuş. Şehitlerin sayıları daha sonraları binlerce rakamıyla ifade edilmeye başlanmış. Yoğun bir fedakarlık ve vefakarlık var. Sonsuz bir özveri var. Kürdistan'da "Kürt ulusu için mücadele", "Kürt vatanı için mücadele''gibi yeni değerler oluşmaya başlamış. Buna rağmen öteki Kürt örgütleri, PKK'nin düşüncesine ve eylemine, tavır ve davranışlarına şiddetle karşı çıkıyorlar. İşte PKK ile öteki Kürt örgütleri arasındaki kopuşmanın temelini burada görüyorum.

c) Yukarıda 5 numaralı ana paragrafta, PKK'nin önemli saptamalar yaptığını ifade etmiştim. Bu saptamalar Kürt toplumunun toplumsal ve ruhsal yapısıyla ilgiliydi. Bunların çok önemli ve dikkate değer olduğunu belirtmiştim. Bu noktada bu konuya açıklık getirecek bir anımı anlatmak istiyorum: 1963 yılında, yaz aylarında Şemdinli'de askerlik yapıyordum. Yedek Subay, Teğmen. Aslında görevim, Bitlis'te 34. Piyade Alayı'ndaydı. 1963 yılında, Güney Kürdistan'da, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi önemli bir gelişme içine girmişti. Kürdistan Demokrat Partisi, Mela Mustafa Barzani önderliğinde bir mücadele yürütüyordu. Kürtlerin (o zaman eşkıya tabir ediliyordu) hükümet kuvvetleri karşısında sıkıştıkları, Hakkari'ye giriş yapabilecekleri söyleniyordu. 1947'de KDP lideri Mela Mustafa Barzani ve 500'ü aşkın peşmerge, Gevar'daki Misiç bataklıklarından geçerek İran'a ulaşmış, oradan da Sovyetler Birliği'ne kadar varmışlardır. Sovyetler Birliğinden siyasal iltica hakkı istemişlerdi. İşte, Türk Ordusunun görevi, tekrar bu tür oluşumların yaşanmasını önlemek, eşkıyaların (Kürtlerin) Hakkari'ye geçişlerini önlemek veya onları sınırda yakalamaktı.

Bitlis, Muş ve Erciş'de bulunan Piyade Alayları'ndan bir tabur Kürtlerin muhtemel hareketlerini engellemek için Hakkari bölgesine gönderilmişti. Bende o zaman Bitlis'teki Piyade Alayı'ndan bölgeye gönderilmiştim. Birlik önce, Başkale'de konakladı. Bir süre sonra Yüksekova'ya geçti. Oradan Şemdinli tarafına intikal etti, Şemdinli'den de sınıra kadar gidildi.

Ağustos ayının sonlarıydı, Şemdinli'den sınırdaki Rubarok Köyü'ne intikal ediyorduk. Bir sabah vaktiydi. Zerin köyünden Bedav'a doğru gidiyorduk. Yol diye bir şey yok. Keçiyoluna benzer bir takım izler var. Vahşi bir doğada ilerliyoruz. Keçiyolunun alt tarafı bir uçurum. Epeyce derin, suların çağıltısı duyuluyordu. Vadinin her iki tarafı meşe ormanlarıyla kaplı. Meşelerin gövdeleri çok kalın. Arada bir meyve ve sebze bahçelerinden, üzüm bağlarından geçiyoruz. Daha önceki günlerden biliyorum. Askerler üzüm bağlarını talan ediyorlar. Meyve ve sebze bahçelerini talan ediyorlar. Bu konuda hiç bir uyarı, ihtar yok.

O KADININ ÖFKESİ

Askerler, keçi yolu üzerinde birerli kol düzeninde ilerliyorlardı. Ben de biraz açıktan takımın ilerlemesini denetliyordum. Karşıdan bir kadının geldiğini gördüm, altmış yaşlarında bir kadın kucağında küçük bir bebek var. Torunu olmalı. Bir çocuğun da elinden tutuyor. Çocuğu çekiştire çekiştire geliyor. Çocuk kadının elinden kurtulmak, etraftaki otlarla, çalılarla, çırpılarla, böceklerle oynamak istiyor. Kadının öteki elinde de bir sopa var. Önündeki öküzü sürüyor. Kadın askerlere yol verecek diye düşündüm. Hiç oralı olmadı. Bu durum ilgimi çekti. Baktım, kadın dimdik yoluna devam ediyor. Kucağındaki çocuk ve yürüyen çocuk, askerlerin güneş altında parıldayan süngülerine, tüfekleri¬nin namlularına ilgi duyuyorlar. Kadın çocukların onlarla oyalanması¬na, oynamasına fırsat vermiyor. Uzaktan daha dikkatli bir şekilde kadının yürümesini, tavır ve davranışlarını, ilerlemesini izlemeye çalıştım. Kadının gözlerinden müthiş bir kin ve öfke okunuyordu. Kadın hiç bir şeye, hiç kimseye bakmıyor, çocuğu çekiştiriyor, öküzünü sürüyordu. Dudaklarının kıpırtılarından bir şeyler konuştuğu belli oluyordu, fakat bunları duymuyordum. Kadın gözleriyle, ellerinin hareketleriyle, yürümesiyle, adımlarıyla, yoldan birer birer ilerleyen askerlere hiç bakmamasıyla, askere yol vermeden yürümesiyle, çevreye karşı öfkesini ve kinini ifade ediyordu. Kadının bu tavrı karşısında askerler, yolun yukarısına çıkmaya çalışıyorlar, kadına yol veriyorlardı.

O günden bu güne kadının yüzündeki ve gözlerindeki, dudaklarındaki kini ve öfkeyi hiç unutmadım. Hayatım boyunca beni en çok etkileyen portrelerden biri bu oldu. Kadının bu tavrı ve davranışı karşısında düşüncelerim ve duygularım altüst oldu, askerlere yol vermediği için kadını küstahlıkla suçluyorlardı. Fakat dimdik, alnı açık bir şekilde yürümesi, çevreye kin ve öfke dolu bakışları insanda bir saygı da uyandırıyordu. Öküzünü sürüyor, torunu¬nu çekiştirerek götürüyor, emekçi bir kadın, giyiminden kuşamından belli, yoksul bir kadın. Ayakkabıları kötü, ayaklarının yarısı yere basıyor. Bu portre kafama ve yüreğime yerleşti. Bu portreyi çizmekte büyük bir güçlük çekiyorum. Bunu anlatabilmek için büyük bir ressam olmak gerekir, büyük bir müzisyen olmak gerekir. Ahmede Xanî gibi, Cîgerxwîn gibi şair olmak gerekir. Bu tavrın ve davranışın, bu öfkenin nedenleri üzerinde uzun uzun düşündüm.

15 Ağustos 1984 Atılımından sonra, bu atılımın Kürt halkının çok yaygın bir desteğini kazanmasından sonra, bu tavrın ve davranışın nedenlerini çözümleme olanağına kavuştum diyebilirim. Kanımca PKK bu ruhsal yapıyı çok yakından izledi ve tahlil etti. Kürt halkının ruhunun derinliklerindeki özü yakaladı. Silahlı mücadeleyi başlattı ve Kürt halkının yoğun desteğini yanında buldu.

Yukarıda 5 numaralı ana paragrafta, Kürt toplumunun yapısı konusunda PKK'nin bilimsel açıklamalar getirdiğini yazmıştım, Kürt hareketlerinin, geçmişteki Kürt başkaldırılarının neden başarısızlığa uğradığı konusunda geliştirilen açıklamalarını yine bu çerçevede değerlendirmek gerekir. PKK'nin Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın bilim adamı yönünü de hiç gözden uzak tutmamak gerekir. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın Kürdistan'a ilişkin analizlerini çok ilgi çekici ve dikkate değer buluyorum.

KÜRDİSTAN’A İLİŞKİN TEK POLİTİKA: DEVLET TERÖRÜ

d) 5 numaralı ana paragrafta ifade edilen üçüncü ilke konusunda biraz daha durmakta yarar vardır. "Bu ilişkileri değiştireceğiz..." Senin de bildiğin gibi, ben Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nı oldukça yakından tanıyorum. Rizgari, Özgürlük Yolu, Ala Rizgari, Kawa, Şivancılar gibi Devrimci Doğu Kültür Ocakları kökenli örgütleri de yakından tanı¬yorum. Bu arada, Türkiye-Kürdistan Demokrat Partisi'ni ve benzer örgütleri de yakından tanıyorum. Bu örgütlere mensup arkadaşlarımız vardı. Ve onlar bizlere bu örgütler hakkında, bu örgütlerin düşünceleri ve eylemleri hakkında çok geniş bilgiler verdiler.

Bu noktada şöyle düşünüyorum. Kürdistan'da silahlı mücadele büyük bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü Türk devletinin, Kürdistan'ı devletlerarası sömürge düzeyinde tutmaya çalışan öteki devletlerin Kürdistan'a ilişkin tek bir politikaları vardır, o da devlet terörüdür. Böyle bir gereksinime rağmen, yukarıda sözünü etmeye çalıştığım örgütlerin, o örgütlerin liderlerinin, ileri gelen kadrolarının, Kürdistan'da silahlı mücadele kararı verebileceklerini sanmıyorum. Yani geçmişi dikkate aldığımız zaman, liderler, böyle bir kararı vermezlerdi, demek istiyorum. Örneğin, benim yakından tanıdığım arkadaşlar böyle bir kararı veremezlerdi. Bunda elbette bir kavrayış ve duyuş eksikliği var. Örgütlerde, örgütlerin ileri gelen yöneticilerinde bazı şeyler eksik. PKK bu kararı verdi, silahlı mücadeleyi başlattı. Kadınları gerillaya kattı. Bunlar çok önemli kararlardır. Şunu vurgulamaya çalışıyorum: Bu önemli kararları ancak PKK verebildi. Kararlarını uygulayabildi. Bu kararları uygulayabilmek için sarsılmaz bir inanç gösterdi. Bu konuda yoğun, yaygın bir bilincin oluşmasını sağladı. Bu düşüncelerimde acaba yanılıyor muyum?

Bizim yukarıda sözünü etmeye çalıştığım arkadaşlarımız olsaydı, şöyle düşünürlerdi sanıyorum: "Silahlı mücadele gerek ama şimdi zamanı değil." "Biraz daha örgütlenelim, halkımızı aydınlatalım, bilinçlendirelim belirli bir güç olduktan sonra silahlı mücadeleye başlayalım..." "... Örgütlenmeden, belirli bir güç olmadan silahlı mücadeleye başlamak intihardır.""... Falanca yere bir gezi daha düzenleyelim, halkın nabzını yoklayalım.""... Falanca konuyu araştıralım, bir komite daha kuralım..."vs. Görüldüğü gibi silahlı mücadeleye karşı çıkılmıyor. Veya örgütlerin önemli bir kısmı silahlı mücadeleye karşı çıkmıyor. Fakat, "şu aşamada" silahlı mücadelenin olanaklı olmadığını öne sürüyor. İşte olanaklı görülmeyen bu şeyi PKK gerçekleştirdi. Bu kararın alınması ve alınan kararların hayata geçirilmesi, aslında, düşünüldüğünden çok daha önemli bir olaydır. Kuzey Kürdistan'ın tarihsel gelişmesini ele aldığımız zaman, bunu ifade etmek, görmek gayet kolaydır. Acaba yanılıyor muyum?

7. Avrupa'daki Kürt örgütlerinin silahlı mücadeleye karşı çıktığını, yukarıda, 6 numaralı ana paragrafta, (a) bendinde belirtmiştim. Bu konu ile ilgili olarak, 15 Ağustos 1984'ten sonraki gelişmeleri yakından biliyoruz. 1990 yılı Mart ayında ve sonrasında da, 15 Ağustos 1984'ten önceki aşamaları öğrenme fırsatı buldum. Kaldığım koğuşta pekçok PKK'li arkadaş vardı. Daha doğrusu, PKK'lilerin kaldığı koğuştaydım. Gerillalarla tanışma olanağı buldum.

1984'ten önce, Avrupa'daki ve Ortadoğu'daki gelişmeleri çok yakından izleyen, hatta bu sürecin içinde olan bazı arkadaşlarla tanışma olanağı buldum. Bu dönemi, ilişkileri, ilişkilerin gelişim sürecini etraflı bir şekilde anlattılar. Öte yandan bu konulara ilişkin pekçok yazı vardı. PKK bunları anlatmış, yazmış, konuşmuş. Bunlarda belirli bir tarafgirlik, belirli bir mübalağa olsa bile, bir süre için böyle kabul edilirse bile, geriye kalanlar, gelişmelerin yönünü, içeriğini biliyor. Kaldı ki bana bunları anlatanlar çok saygın kişilerdi. Bilinçli bir şekilde yanıltmak için bilgi verdiklerini de hiç sanmıyorum. PKK öteki örgütlere silahlı mücadele gereğini açık-layınca, örgütlerin büyük bir tepkisini çekiyor. "...Siz bizim halkımızı intihara sürüklüyorsunuz..." "Kürt halkı silahlı mücadeleye hazır değildir" vs. Örgütler, liderler, kadrolar, PKK'nin bu düşüncelerine ve eylemine karşı şiddetli bir tepki gösteriyorlar. Bu sürecin PKK ile öteki Kürt örgütleri arasında, büyük bir kopuşmanın meydana gelmesi¬ne neden olduğunu yukarıda ifade etmiştim.

‘ESAS OLAN KÜRDİSTAN’DA OLMAKTIR’

8. Deniyor ki, PKK Suriye'ye dayanarak eylem yapıyor, halbuki, Suriye de sömürgeci bir devlettir.

Kürtlerin kendilerini sömürgeleştiren devletlerle ilişkilerinin irdelenmesi Kürt tarihinin en acılı, en dramatik yönüdür. Bu konuda şöyle düşünüyorum: Kürtlerin, bu arada PKK'nin Ortadoğu'da, çok bağımsız, son derece bağımsız politikalar oluşturması ve bu politikaları uygulamaları pek olanaklı değildir. Bu Kürdistan'ın ve Kürt ulusunun bölünmesinin, parçalanmasının ve paylaşılmasının ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Bu tarihsel gelişmenin, bunun Kürtler bakımından anlamının bilincine varan bir örgüt ise mümkün olduğu kadar bağımsız ve özgür politikalar oluşturabilir ve bu politikaları hayata geçirebilir. Bu sorunu biraz daha yakından irdelemekte yarar vardır: Şöyle ki;

a) Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten bir örgüt mümkün olduğu kadar, Kürdistan'da veya Kürdistan'a yakın bir yerde olmalıdır. Kürt örgütlerinin Almanya'da, Fransa'da, İsveç'te, Londra'da, Roma'da, yani Avrupa'da olmaları çok önemlidir. Fakat bu örgütlerin Kürdistan'da eğer kökleri, dayanakları yoksa, Avrupa'da olmak çok anlamlı değildir. Esas olan Kürdistan'da olmaktır. Kürdistan'da kökleri, dayanakları olan bir örgüt, Avrupa'da varsa, işte önemli olan budur.

b) Bu açılardan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten örgütlerin Kürdistan'da veya Kürdistan'a çok yakın bir alanda olması gerekiyor. Şu da önemlidir: Uluslararası ilişkilerde, çıkar esası önemlidir, hiç kimse kimseye, adalet olsun diye, insan haklarının gereğidir diye, insanlık gereğidir diye yardım etmiyor. Herhangi bir devlet, Kürtlerden çıkar umuyor olabilir. Bu durumda Kürtler de hesap kitap yaparlar. Kendilerinden ne isteniyor, kendilerinin kazanacağı nedir? İşte kendilerinden istenenlerle, kendilerinin kazançları arasında bir denge varsa, Kürtlerin benzer ilişkileri sürdürmesinde büyük bir sakınca yoktur. Bu da sürekli bir sorgulamayı gerekli kılar. Alınanların ve verilenlerin dengeli olup olmadığı her zaman denetlenir. Ben PKK'nin Suriye ile ilişkilerini bu çerçevede değerlendiriyorum. Suriye de elbette Kürdistan'ı devletlerarası sömürge düzeyinde tutan devletlerden biridir. Bu açıktır. Fakat Kürtler için, yukarıdaki muhasebeyi yapmanın zorunluluğu da vardır.

‘PKK GERİLLALARI KÜRDİSTAN İÇİN ÖLÜYOR’


c) PKK için "Hafız Esat'ın maşası", "Hafız Esat'ın askerleri" gibi sıfatları kullanmak büyük bir demagojidir. Çirkin bir suçlamadır. PKK gerillaları Kürt ulusu için çarpışıyor. Kürdistan için ölüyor. Bugüne kadar binlerce şehit var. Hepsi Kürdistan için, Kürt ulusu için. Kürtler arasında "ulus için mücadele", "vatan için mücadele" gibi çok yeni, yepyeni değerler oluşmaktadır.

Yeni değerlerin oluşumunun kökeninde, Kürt gerillaların büyük bir özveriyle, bilgiyle ve bilinçle, fedakarca sürdürdükleri mücadele vardır. O halde Kürt gerillalara karşı, PKK'ye karşı bu suçlamalar nasıl yapılabiliyor? Ben bunu, Kürdistan topraklarından, Kürt halk yığınlarından kopukluğa bağlıyorum. Kürdistan'dan, Kürt halk yığınlarından, kopukluğa bağlıyorum. Kürdistan'dan, Kürt halk yığınlarından, halk yığınlarından uzak kalmak, maddi dayanağı olmayan bu suçlamaları da ortaya çıkarabiliyor.

d) Ortadoğu'da Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten önderlerin, Kürdistan, Ortadoğu, dünya hakkında bilgi birikimi elbette gerekir. Fakat bilgi birikimi yetmez. Tavır ve davranışları da önemlidir. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten kadroların cin gibi olmaları gerekir. Cinlik, örneğin, İran Kürdistan Demokrat Partisi lideri Abdurrahman Kasımlo'da yoktu. Abdurrahman Kasımlo, Batılı değerlerle politika yapmaya çalışıyordu. Halbuki politika yaptığı alan Ortadoğu'dur. Ortadoğu'da ise devlet terörü egemendir. "Cin gibi olmak" Mela Mustafa Barzani'de de görülebiliyordu. Fakat Mela Mustafa Barzani geleneksel bir Kürt önderiydi. Irak Kürdistan Demokrat Partisi lideri Mesut Barzani'de, Kürdistan Yurtsever Birliği lideri Celal Talabani'de bu niteliklerin çok fazla geliştiği kanısında değilim. PKK'da, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'da, Başkan Apo'da bu nitelik kolayca görülebiliyor.

‘KÜRTLERİN BİJİ APO DEMELERİ YERİNDE BİR HAREKETTİR'

9. Çirkin suçlamalardan biri de çoluk-çocuk öldürmek biçiminde ortaya çıkıyor. Türkiye'de, Ortadoğu'da terör devlet tarafından yapılmaktadır. Türk devletinin Kürtlere karşı temel politikası devlet terörüdür. Bu devlet terörünün bir boyutu da Kürt halkının bölünerek ve parçalanarak yönetilmesini gerekli kılmaktadır. Korucular olayının tezgahlanması bu gerek içindir. Böl-yönet politikasının en önemli özelliği bu politikanın; her zaman, her yerde, her koşul altında kendini üretiyor olmasıdır. Bölünme ve parçalanma toplumun en küçük hücrelerinde bile etkili olmaktadır. Bu ise, "hainlik" ve "ihanet" için elverişli bir ortam hazırlamaktadır. Bu bakımdan Kürt toplumu haini bol bir toplumdur. Koruculuk sürecinde korkunç derecede düşürülmüş korucular görülmektedir. Bunlar Kürt gerillalara karşı cinayet makinası gibi çalışmaktadırlar. Kulak, burun, dudak kesmektedirler, göz çıkarmaktadırlar. Gerillaların kafalarını kesip dolaştırmaya yeltenmektedirler, özgürlük, eşitlik, onur diyenleri öldürmeye çalışmaktadırlar. Bunlar elbette uyarılmaya çalışılmalıdır, Kürt ulusuna yaptıkları ihanet hatırlatılmalıdır. Sömürgeci devletin hizmetinde bir alet olarak çalışanlara, devlet terörünün vazgeçilmez bir halkası olanlara ise, ancak etkili bir terör, devrimci bir terör uygulanır. Kürt halkının kendi hainlerini cezalandırma hakkı da vardır. Bu hak da tartışılmazdır.

Baskı ve zulüm altında olan bütün halkların bu hakları vardır. Bu şiddetin hedefi kuşkusuz çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar değildir. Sömürgeci devletin propagandalarına, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın bir şubesi gibi çalışan Türk basınına, sömürgeci basına itibar etmemek gerekir.

10. PKK'nın liderini putlaştırdığı, liderin anti-demokratik olduğu, çoğulculuğu kesinlikle engellediği sık sık vurgulanmaktadır. "Olur olmaz yerlerde Bijî Apo, diye bağırıyorlar". "Apo'nun çeşitli pozlardaki fotoğraflarını asıyorlar, dağıtıyorlar..." vs. Bu sloganların, bu fotoğrafların fazla büyütülmemesi gerektiği kanısındayım. Kaldı ki Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi henüz muhalefet hareketidir. Öte yandan bu bir siyasal harekettir. Kitlelere hitap etmektedir. Bu süreçte "Başkan Apo", "Önder Apo", "Bijî Apo" gibi deyimlerin, sloganların kullanılması bana ters gelmemektedir.

Kendimden bir örnek vereyim. 1990 yılı Mart ayında Sağmalcılar cezaevine konulduktan sonra, benim için de kampanyalar açıldı, imzalar toplandı, afişler basıldı. Aslında bu benim tavrım değil. Bunları senin de çok yakından tanıyacağın arkadaşlar yaptılar. Bu sürece karşı çıkmayı düşündüm. Karşı çıktım da. Fakat, mekan olarak o kadar değişik yerlerde yapılıyordu ki, hangisine karşı çıkacaksın? Fakat, bu tür süreçlerin şöyle bir boyutu da var. Toplumsal ve siyasal muhalefetin gelişmesine, muhalefetin derlenip toparlanmasına, kısaca, hareketin gelişmesine katkısı da olabiliyor. Bu bakımdan sorun, çoğu zaman sizi aşıyor, karşı çıkarılıyorsunuz. Kaldı ki, benim konumumla PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın konumu çok farklı, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan politik ve askeri yönleri ağır basan bir önder. Bu bakımdan Kürt halk kitlelerinin, "Başkan Apo, Bijî Apo" gibi hitaplarda bulunmaları, sloganlar atmaları yErinde bir harekettir.

"Başkan", "önder" gibi kavramların demokratik kavramlar olmadığını biliyorum. Fakat henüz muhalefette olan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin bu kavramları kullanmasında büyük bir sakınca görmüyorum. Bunlar liderleri putlaştırmak değildir. Kürtler günümüze kadar hep yönetildiler. Hep başkaları tarafından yönetildiler. Şimdi, bir Kürt örgütü ciddi bir şekilde "Kürdistan'ı biz yöneteceğiz" diyor. Düşündüklerini, planlarını, projelerini hayata geçirmeye çalışıyor. Bu süreci geliştirmek gerekiyor. Bu sürecin gelişmesine katkıda bulunmak gerekir.

Devam edecek…


ANF NEWS AGENCY

Fransa Senatosu Soykırım Tasarısını Onayladı

Paris - Türk hükümetinin baskı, yaptırım ve tehditlerine rağmen Fransız Senatosu Ermeni Soykırımı’nı inkarı suç sayan yasa tasarısını onayladı. Soykırımı inkara bir yıl hapis ve 45 bin euro para cezası öngörülüyor.

Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin isteği doğrultusunda iktidar partisi UMP milletvekili Valérie Boyer tarafından sunulan önerge, 22 Aralık’ta tüm grupların desteği ile Fransız parlamentosunda kabul edildikten sonra bugün de Senato’da onaylandı. Fransa’nın resmi olarak 2001’de tanıdığı Ermeni Soykırımı’nı inkar edenlere bir yıl hapis ve 45 bin euro para cezası öngörüyor.

Öğleden sonra başlayan tartışmalar sonucunda Senato Yasa Komisyonu’nun tasarının gündemden düşürülmesi yönündeki önerisi saat 19.15 sıralarında yapılan oylamada reddedildi. Tasarının Yasa Komisyonu’na geri dönmesi önerisi de saat 20.30 sıralarında yapılan oylamada reddedildi. Kullanılan 238 oydan 42’si komisyona dönmesini isterken 196’sı ret oyu kullandı. Saat 22.24’te yasa tasarısının bir bütün olarak oylanmasına geçildi. Tasarı 86 oya karşı 128 oyla nihai olarak kabul edildi.
İki büyük grup olan iktidar partisi UMP ve Sosyalist Parti senatörleri arasında tasarı üzerine bölünmeler oldu. Ancak çoğunlukta UMP, Sosyalist Parti (SP) ve Komünist Parti (PCF) tasarıyı destekledi, çevreciler tasarıya karşı oy kullandı. Merkezci ve Cumhuriyetçi grubun çoğunluğu tasarıyı destekledi.

Tasarıda Ermeni Soykırımı veya herhangi bir ülkenin adı geçmiyor ancak evrensel anlamda soykırımların inkarını suç sayıyor. Tasarı 2001’deki Ermeni Soykırımı’nı tanıyan yasanın içeriğini doldurarak, Yahudi Soykırımı ile eşitliyor. Siyasi ve seçim hesapları bir yana, tasarı 10 yıldır var olan yasanın geç de olsa uygulanması anlamına geliyor.
Ermeni Soykırımı’nın inkarı hiçbir şekilde söz konusu olmasa da Senato’daki tartışmalarda tasarı karşıtı olanlar, düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasından bahsederken, milletvekillerinin tarih yazma hakkı olmadığını söyledi. Türkiye’nin “büyüklüğünden” bahseden bazıları da Fransa’nın Ortadoğu ve Kafkas politikalarının zora gireceğini savunurken, ekonomik kaygılarını açık bir şekilde dile getirenler de oldu.

OLLIER: SOYKIRIMLAR ARASINDA HİYERARŞİ OLAMAZ

Senato’da yapılan tartışmalar sırasında Fransız hükümeti Parlamento ile ilişkiler Bakanı Patrick Ollier, Fransa’nın iki soykırımı tanımasına rağmen birinin inkarını cezalandırıp diğerini cezalandırmamasının doğru olmadığını kaydetti. Diğer bir ifadeyle sadece Yahudi Soykırımı değil, Ermeni Soykırımı’nın da suç sayılması gerektiğini kaydetti. Soykırımlar arasında “hiyerarşi olamayacağını” belirterek tasarının bütün soykırımların inkarını cezalandırmayı öngördüğünü söyleyen Bakan, böyle bir kararın siyasetçilerin sorumluluğuna olmadığı eleştirilerine, “Sorumluluk olmadan özgürlük olmaz” dedi. Bakan, bu yasanın özel tartışmaları, tarihçilerin araştırmalarını kapsamadığını, aşırı bir şekilde inkarı, bildiri veya afişlerle bunu yayanları hedef aldığını belirtti.
“Kimse Türkiye’nin reaksiyonlarını görmezden gelemez” diyerek Türkiye’nin Fransa açısından bölgesel ve uluslar arası alandaki önemine dikkat çeken Ollier, yasanın basın özgürlüğüne karşı değil, yasadaki bir boşluğu doldurma amacını taşıdığını söyledi.

SENATO YASA KOMİSYONU TASARIYA KARŞI

Sosyalist Partili (PS) Senato Yasa Komisyonu Raportörü Jean-Pierre Sueur, bir parti veya grup adına değil, komisyon adına konuştuğuna vurgu yaparak, komisyonun tasarıyı reddettiğini hatırlattı. Tasarı 18 Ocak günü beklenmedik bir şekilde Senato Yasa Komisyonu tarafından reddedilmişti.

Bu pozisyon üzerinden konuşma yapan Sueur, burada önemli olanın soykırıma ilişkin bir karar değil, yasanın rolü, neler yapıp neler yapamayacağı olduğunu söyledi. “Parlamento bir mahkeme değil” diyen Sueur, tarih ve hafızanın birbirine karıştırılmaması gerektiğini, tasarının kabulünün resmi bir tarih yazımı olduğunu savundu. Sueur, bu tasarının düşünce ve ifade özgürlüğünü de sınırlandırdığını savunurken, tasarının anayasaya aykırı olduğunu dile getirdi. Patrick Ollier ise yanıt olarak, sözkonusu tasarının zaten var olan soykırım yasanın uygulanışı olduğunu ifade ederek, nasıl oluyor da yasanın kendisi değil de uygulanışının anayasaya aykırı olduğu tepkisinde bulundu.

KOMÜNİST GRUP: TASARI SEÇİM HESABI, AMA KENDİ ANGAJMANIMIZ VAR

Komünist gruptan senatör Isabelle Pasquet, tasarının bu şekilde getirilmesinin iktidar partisinin seçim hesabı olduğunu ifade etti. Sarkozy’nin 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında bunun sözünü verdiğini ancak neden 2012 seçimleri yaklaşırken, bu kadar kompleks bir sorunu alelacele gündeme getirdiğini soran Pasquet, “Seçim hesapları gün yüzüne çıktı” dedi, bu da protesto seslerinin yükselmesine yol açtı. Pasquet, ancak kendi angajmanlarına ve Ermeni vatandaşlarına bağlı kalarak, soykırımı inkarın suç sayılmasından yana olduklarını söylerken, bu yönlü ilk tasarıda kendi imzaları olduğunu hatırlattı. Pasquet, 21 Ocak günü Paris’teki büyük Türk yürüyüşünde de binlerce kişinin soykırımı inkar niyetlerini bir kez daha ortaya koyduğunu ifade etti. Pasquet, gruplarının çoğunluğunun tasarı lehinde oy kullanacağını sözlerine ekledi.

UMP SENATÖRÜ: KATLİAMLAR ARASINDA AYRIMCILIK OLMAZ

İktidar partisi UMP grubu senatör Roger Karoutchi, parlamenterlerin tarih yazdığı tepkilerine yanıt vererek “Nasıl tarihçiler sorumluluk alabilir?” diye sordu ve tarihçilerin her konuda birbirinden farklı düşündüğünü ifade etti. Karoutchi, böyle bir sorumluğun siyasetçilerde olduğunu belirterek, neden “Yahudi Soykırımı’nı inkar suç sayılıyor da, Ermeni Soykırımı değil” dedi ve burada bir eşitlik olmadığını ifade etti. “Katliam katliamdır, kurban kurbandır” diyen Karoutchi, “Eğer tarihçiler yapmayacaksa, siyasetçiler yapmayacaksa o zaman kim yapacak?” diye sordu. UMP’den Bruno Gilles, tasarının tarihçiler değil kin ve nefret içeren ideolojilere karşı olduğunu belirtti.

ANTİ-KÜRT VE ANTİ-ERMENİ SÖYLEMLERE TEPKİ

UMP’li bir diğer senatör Sophie Joissains, tasarıyı hazırlayan Boyer’e yönelik tehdit ve hakaretlere dikkat çekerken, saldırılar sırasında Türkler tarafından gelen anti-ermeni, anti-yunan ve anti-kürt söylemlere tepki gösterdi. Joissains, siyasetçilerin sorumluluğunun tarihçilerden daha büyük olduğunu ifade ederken, Yasa Komisyonu’nun tezlerine tepki gösterdi. Joissains, Türkiye’nin büyüklüğünden bahsedenlere de yanıt vererek, “hafızaya saygının paradan daha önemli olduğunu” kaydetti.

ÇEVRECİLER TASARIYA KARŞI AMA AB KRİTERİ OLMASINI İSTEDİ

Çevreci Esther Benbassa, “Jön Türkler soykırım yaptı” dedi ancak bu tasarısının Ermeni Soykırımı’nın Türkiye tarafından tanınmasına ve Ermenistan ile Türkiye arasında bir yakınlaşmaya hiçbir şekilde hizmet etmeyeceğini belirtti. “Tarih parlamentoda yazılmaz” diyen Benbassa, çevreci senatörlerin tasarıya karşı olduğunu vurguladı. Çevreci grup başkanı Jean-Vincent Place de söz alarak, tasarı aleyhinde konuştu. Place, inkarı suç sayan yasa tasarısına karşı çıkmakla birlikte, soykırımı tanımanın Türkiye’nin AB üyeliği için bir kriter olmasını söyledi.

Merkezci ve Cumhuriyetçi gruptan Herve Marseille, Benhassa’nın tezlerine karşı çıkarak, burada sözkonusu olanın savaş suçları değil soykırımı mahkum etmek olduğunu ifade ederek, tasarıyı savundu.

SOSYALİST GRUP: GERİ ADIM ATMAK AHLAKİ BİR YENİLGİDİR

Sosyalist Partisi Grubu adına Philippe Kaltenbach, ne kadar güçlü olursa olsun bir ülkenin baskılarına boyun eğmeyeceklerini dile getirirken, daha önceki tasarıların sosyalistler tarafından parlamentoya getirildiğini hatırlattı. Kaltenbach bu konuda partizancı yaklaşımların aşılması gerektiğini ifade ederek, böyle bir yasanın tarihçiler için engel olmadığını aksine manipülatörleri eleyerek tarihçilere geniş bir araştırma alanı sunduğunu söyledi. Sosyalist senatör Luc Carvounas ise, Ermeni halkının geçmişe ait olmadığını, bugün var olduğunu belirterek, yasa üzerine geri adım atmanın ahlaki bir yenilgi olduğunu kaydetti.

FRANSA-TÜRKİYE ARASINDAKİ ANTİ-KÜRT İŞBİRLİĞİ

Sosyalist Parti’den Jean-Yves Leconte ise konuşmasında Fransa’nın Türkiye ile işbirliğini sert eleştirdi ve Kürtlere karşı yapılan işbirliğini hatırlattı. Fransız İçişleri Bakanı’nın Ekim ayında Ankara’da yaptığı PKK karşıtı anlaşması ile Dışişleri Bakanı’nın Kasım ayında Ankara ziyaretinde AKP hükümetinin baskı politikaları ile “tam dayanışma” içinde olduğu mesajı verdiğini hatırlatan Leconte, Suriye’ye karşı Türkiye ile Fransa arasındaki işbirliğini de dikkat çekti.

IRKÇILIK VE İNKARA “İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ”

Düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda en kötü karneye sahip olan Türk hükümeti, tasarıya “insan hakları” ve “ifade özgürlüğüne” aykırı olduğu iddiasıyla karşı çıktı, tehditlerde bulundu, bir dizi yaptırım kararı aldı. İnsan hakları ihlalleri konusunda Türkiye’yi dünya şampiyonu yapan ve ifade özgürlüğü açısından dünyanın en büyük cezaevine çeviren Erdoğan iktidarının bu gerekçelerinin AKP çevresi dışında hiçbir inandırıcılığı bulunmadı. Zira Türkiye cezaevlerinde bugün 100 gazeteci tutuklu bulunuyor.

İsmail Beşikçi’den İbrahim Güçlü’ye Mektup -1

İsmail Beşikçi 
 
 

İsmail Beşikçi, Kürdistan üzerine bilimsel araştırmaları ve kitapları nedeniyle yıllarca hapis yattı, zulüm gördü, görüşlerinden taviz vermesi için baskı gördü. Ancak, Beşikçi, bir bilim adamı olarak gerçekleri araması ve dile getirmesi nedeniyle sadece Türk devleti tarafından hedeflenmedi, görüşlerinden vazgeçmesi için sadece onların baskılarını yaşamadı. Kendisine “devrimci”, “sosyalist”, “Kürdistan davası sahibi” sıfatlarını takan bir takım kişi ve çevreler de Dr. İsmail Beşikçi’yi bu görüşlerinden dolayı, hedef haline getirdiler, bunlardan vazgeçmesi için çok çeşitli yol ve yöntemlere başvurdular. Bu çabaların çarpıcı bir örneğini Beşikçi bundan 22 yıl önce İbrahim Güçlü’ye yazdığı bir mektupta dile getirdi.

Bugün Roboski katliamını bile PKK’nin yaptığını !!! iddia edecek kadar ileri giden İbrahim Güçlü’ye Beşikçi’nin yıllarca önce gönderdiği mektup önce Serxwebun dergisinde yayınlandı. Beşikçi’nin bu uzun mektubu aynı zamanda yakın dönem tarihine ışık tutuyor. Beşikçi Hoca’nın mektubunu (arabaşlıkları ekleyerek) olduğu gibi yayınlıyoruz.

Değerli Kardeşim,

11 Ağustos 1990 tarihli mektubunu aldığımı, uzunca bir cevap yazmayı düşündüğümü, bunun biraz zaman alacağını daha önce belirtmiştim. Şimdi bu cevabı yazmaya çalışıyorum

1. İnsanların düşüncelerindeki doğal gelişmelerden rahatsız olmamak gerekir. Benim 1960'lı yılların sonlarında Devrimci Doğu Kültür Ocakları'yla ilişkilerim nasıl geliştiyse, bugün PKK ile ilişkilerim de öyle gelişmektedir. Bu doğal bir gelişmedir. Aynı şekilde düşünen, aynı şeyleri hisseden, olaylar karşısındaki tavır ve davranışları birbirine benzeyen insanların zaman içinde, belirli mekanlarda karşılaşmamaları mümkün değildir. Bu karşılaşma her zaman maddi olarak gerçekleşmeyebilir. Bir derginin, bir gazetenin sayfalarında da insanlar karşılaşabilir ve aynı şeyleri düşündüklerini hissedebilirler.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları'yla ilişkilerimin zaman içerisinde, çok doğal bir ortamda geliştiğini sizler çok iyi biliyorsunuz. Bir gün (1970 yılı başları olmalı) Ankara'da, Devrimci Doğu Kültür Ocaklarının, Ziya Gökalp Caddesi'ndeki bürosuna gitmiştim. 1974'ten sonra "Dinleme Kıraathanesi" yapılan büroya. Kapıyı, 1963-1964 yıllarında, Bitlis'te askerlik yaparken tanıdığım bir arkadaş açtı. Bu karşılaşma beni çok mutlu etmişti. Kendisi o zaman öğrenciydi, ağabeyi benimle beraber aynı birlikte askerdi. Ondan sonra DDKO'ya daha rahat gelmeye başladım.

‘İSMAİL BEŞİKÇİ MALUM ETNİK GRUP SENİ KANDIRIYOR’!

Sizlerin de hatırlayabileceğiniz bir olayı anlatayım. Yıl 1972, Diyarbakır'da Doğu Duruşmaları sürüyor. 9-10 Mart günlerinde yapılan duruşmalarda, benimle ilgili davada, muhbir-tanık Prof. Dr. Kemal Bıyıkoğlu, muhbir-tanık Prof. Dr. Orhan Türdoğan, muhbir-tanık Prof. Dr Şaban Karataş, muhbir-tanık Asistan Dr. Erol Kozak, muhbir-tanık Prof. Dr. Mithat Torunoğlu, mahkeme huzurunda dinlendiler. Bu muhbir tanıklardan Asistan Dr. Erol İbrahim Kozak, daha sonra bana, Erzurum'dan bir mektup göndermişti. 25 Mart 1972 tarihini taşıyan bir mektup. Bu mektup Kemal tarafından yayınlanan, "Bilimsel Yöntem, Üniversite Özerkliği ve Demokratik Toplum İlkeleri Açısından İsmail Beşikçi Davası l" (Ankara 1975) isimli kitapta yayınlandı, (s. 194-198)

Bu mektubu koğuşta hep beraber okumuştuk. Bazen gülerek, bazen burkularak, bazen öfkelenerek. Bu mektubunda muhbir-tanık Dr, Asistan İbrahim Erol Kozak kısaca şunları söylüyordu: "...İsmail Beşikçi, malum etnik grup seni kandırıyor. Seni posanı çıkarıncaya kadar kullanacaklar, ondan sonra da seni çöp tenekesine atacaklar. Duruşmalardan sonra ben senin avukatlarından birinin konuşmalarına tanık oldum. Sen onların umurlarında bile değilsin. Onlar kendi keyfinde... Senden elbette yararlanacaklar. Seni ciddi bir şekilde savunmaları bile söz konusu değil. Senin zayıf bir kişiliğin var. Bu bakımdan çok kolay ve çabuk bir biçimde etki altında kalıyorsun. Fakat nefis muhasebesi yapmak suretiyle düştüğün gafletten ve çukurdan kurtulabilirsin..." vs.

Bu, aslında uzun bir mektup. Yukarıda sözünü ettiğim kitapta tamamı yayınlandı. Burada çok küçük bir özeti verilmeye çalışıldı. Şunu vurgulamaya çalışıyorum: 1960'lı yılların sonlarında ve 1970'li yılların başlarında, birtakım Türkler, Kürtlerin beni kandırdıklarını, kullandıklarını, işleri bittikten sonra da bir köşeye atacaklarını söylüyorlardı. 1980'li yılların sonlarında ve 1990'lı yılların başlarında ise, bir kısım Kürtler, Kürt arkadaşlar, PKK'nin beni kandırdığını, etki altına aldığını, kullandığını, posamı çıkarıncaya kadar kullandıktan sonra kağıt mendil gibi çöp tenekesine atacağını söylüyor.

‘İBRAHİM BUNLARI SADECE SEN SÖYLEMİYORSUN’

Sevgili İbrahim, bunları sadece sen söylemiyorsun. Pek çok arkadaş gerek sözlü açıklamalarında, gerek yazılı açıklamalarında, mektuplarında benzer düşüncelerini ve duygularını ifade ettiler. 1960'lı yılların ortalarından itibaren bu tür açıklamalar yapan Türkler, Kürdistan'da yeşeren, yeni yeni filizlenmeye başlayan Kürt ulusal hareketine karşıydılar. Burada sağcı Türkler, solcu Türkler diye bir ayrım yapmayı da gereksiz görüyorum. Her iki kategorinin düşünceleri ve duyguları aşağı yukarı aynıydı. Bugün ise, bu tür düşünceleri ve duyguları, beni çok yakından tanıması gereken bir kısım Kürt arkadaşlar ifade ediyor. Bu arkadaşların PKK'nin düşüncesine ve eylemine karşı olduklarını yakından biliyorum. Fakat bana karşı 1960'lı yıllarda, özellikle bu yılların sonlarında ve bugün yapılan değerlendirmelerin ve suçlamaların aynı olduğunu, içeriğinin değişmediğini belirtmek durumundayım. 1980'li yılların sonlarında ve 1990'lı yılların başlarında bir kısım Kürt arkadaşların değerlendirmelerinin ve suçlamalarının, 20-25 yıl önce yapılan, bazı Türklerin değerlendirmelerine ve suçlamalarına benzemesi, Kürdistan için, hepimiz için bir talihsizliktir.

Yukarıda muhbir-tanık Asistan Dr. (şimdi profesör) İbrahim Erol Kozak'ın mektubundan söz etmiştim. Sana bu cevabı yazarken o mektubu bir kere daha inceledim. Bu tür yazıların bizler için genellikle iki boyutu oluyor. Kürt sorununu nasıl kavrıyor? Bilim yöntemini nasıl kavrıyor? O kişiye mahkemede, muhbir-tanık olarak dinlenirken bir soru sormuştum. Soru şöyle: "Muhbir-tanık Asistan Dr. İbrahim Erol Kozak'la uzun süre aynı odada oturduk. Bu odaya başka asistan arkadaşlar ve öğrenciler de gelirdi. Çeşitli konuşmalar olurdu. Muhbir-tanık bu konuşmalara, tartışmalara hiç katılmazdı. Halbuki sıkıyönetim komutanlıklarına uzun uzun ihbar dilekçeleri yazmış. Şimdi de mahkemede konuşuyor. Halbuki bu tür konuların konuşulması, tartışılması gereken yerler üniversite kürsüleridir, sıkıyönetim mahkemeleri değil... Muhbir-tanık Dr. Asistan Erol Kozak bu konuları o zaman neden konuşmamış, tartışmamış, düşüncelerini neden açıklamamış, biz uzun süre aynı odada, birlikte oturduk?.." Bu soruya muhbir-tanık cevap vermemiş, fakat mektubunda cevap veriyor Şunu söylüyor: "...Bu Türk milletinin, Türk devletinin bütünlüğü ile ilgili bir konudur. Bu konuda tartışma açılmaz. Bilim bu konuya alet edilemez. Bu sorunlar fikri tartışmayla değil, kurşun kurşuna halledilir."

Muhbir-tanık mektubunda bunları etraflı bir şekilde anlatmış. Mektup bu yönlerden çok ilgi çekici. Hem Kürt sorununun hem de bilim yönteminin kavranışı açısından ilgi çekici. Türk üniversitesinde yükselmenin yollarını da gösteriyor. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim. Komal'ın yayınladığı "İsmail Beşikçi Davası'nın ikincisini de yayınlamayı düşünüyoruz. İkinci kitapta sadece sıkıyönetim mahkemesinin gerekçeli kararı yer alacak. Gerekçeli karar 129 sayfa.

Bu konuda kısaca şunu ifade etmek istiyorum. Siyasal hareketlerin, ulusal kurtuluş güçlerinin, bazı insanları, araştırmacıları kullanması... biçiminde yapılan saptamalar doğru değildir, yanıltıcıdır. Benzer düşüncede olanlar, benzer uygulamaları ve benzer heyecanları taşıyanlar, olaylar karşısındaki tavır ve davranışları birbirine benzeyenler... zaman içerisinde birbirleriyle karşılaşıyorlar, Bir dostluk ve arkadaşlık gelişiyor, ilerliyor. Böyle değerlendirmek daha doğrudur, gerçeğe uygundur.

2. Bana yapılan uyarmalardan biri de şöyle: Sen uzun seneler hapiste kaldın. Bu süreler içinde, PKK seninle hiç ilgilenmedi. Seni küçük gördü. Kitaplarının dağıtımını engelledi. Fakat sen PKK'den söz etmeye başlayınca sana sahip çıkmaya başladı...vs. Bu uyarmalarda da bazı anlayış ve kavrayış hataları var. Bir kere, "Apocular"ın, PKK'nin, Kürdistan'la ilgili incelemeler yapan, Kürt toplumunu izlemeye ve gözlemeye çalışan herhangi bir kişinin, bir araştırmacının dikkatini ve ilgisini çekmemesi mümkün değildir. Bu bakımdan Kürt toplumunun, özellikle Kuzey Kürdistan'ın tarihsel gelişimi içinde PKK'yi değerlendirmek, yerli yerine koymak önemli bir görev olarak çıkmaktadır.

Öte yandan, Kürt toplumu, Kürdistan'ı devletlerarası sömürge düzeyinde tutan ırkçı ve sömürgeci devletler tarafından bilinçli bir şekilde, hesaplı, kitaplı politikalarla bilgisiz bırakılmış bir toplumdur. Kürtlerin bilime, bilgiye ihtiyaçları çok büyüktür. Bu durumda, bütün Kürtlerin, Kürt siyasal hareketlerinin, Kürdistan'la ilgili incelemelerin gelişmesini teşvik etmeleri, bunun için uygun bir ortamın hazırlanmasına katkıda bulunmaları gerekir. Bu incelemeleri ve araştırmaları yapanlar kim olursa olsun, hangi kuruma mensup olursa olsun Kürtler bu özeni ve dikkati göstermelidirler. Bütün bunlara rağmen, herhangi bir araştırmacıya ilgi duymuyordu diye, onu küçümsüyordu vs. diye PKK'yi eleştirmek, o araştırmacıyı uyarmak doğru değildir. Ayrıca bunların bana anlatılması da doğru değildir.

‘DEVRİMCİ DOĞU KÜLTÜR OCAKLARI KÜÇÜK BURJUVALARIN SORUNLARINI ÇÖZMEK İÇİN KURULMUYOR

Söz buraya gelmişken bir anımı anlatmayı gerekli görüyorum. Sen de kolayca hatırlayacaksın. Yıl 1971, Diyarbakır. Seyrantepe'den Dicle kıyısındaki gözaltı koğuşlarına getirilmişiz. 12 Aralık'tan, yani Devrimci Doğu Kültür Ocakları duruşmalarının başlamasından çok kısa bir zaman önce... Avukatlar, Şerafettin ağabey, Gülfer, mahkemedeki dosyalardan fotokopiler getiriyorlardı. Güller, maydanoz, marul, soğan, domates yığınları arasında bu tür fotokopileri de getiriyordu. Bir gün Şerafettin ağabey yine bir tomar fotokopi getirdi. Fotokopiler, Devrimci Doğu Kültür Ocakları davası ile ilgiliydi. DDKO'nun gerek kuruluş çalışmaları, gerek faaliyetleri MİT tarafından banda alınmış. Fotokopiler, kuruluş çalışmalarına ilişkin tartışmaların çözümlerini içeriyor. Avukatlar o günden önce de bu tür fotokopiler getirmişlerdi. Ben bunları ilgiyle, dikkatle okuyordum. Şerafettin ağabeyin o gün getirdiklerini de okumaya başladım. Yemekhanenin en dip tarafında, bizim masada okuyordum. Okumayı sürdürürken, belirli bir yerde gözüm faltaşı gibi açıldı. Tüylerim ürperdi, sarsıldım. Zira benden söz ediyordu. Birkaç kişi benimle ilgili tartışma; daha doğrusu dedikodu yapıyorlardı. Bu tür konuşmalar farklı zamanlarda ve farklı mekanlarda birkaç kere yapılmış. 1969 yılının sonları, 1970 yılının başları. Konuşmaların yapıldığı mekanların bir kısmı ev, bir kısmı üniversite binaları. Devrimci Doğu Kültür Ocaklarının kuruluşu için hazırlık çalışmaları yapılıyor.

Benimle ilgili konuşmaları kısaca anlatmaya çalışayım. Bir arkadaş şöyle söylüyor: "...Erzurum Atatürk Üniversitesinde bir kişi var. Kürtlerle ilgili çalışmalar yapıyor. Bu yüzden üniversite ona baskı uyguluyor, çalışmalarını engellemeye çalışıyor. Biz bu arkadaşı yalnız bırakmayalım. O'nun yanında olduğumuzu, çalışmalarını desteklediğimizi açıklayalım..." Bu öneriye karşı başka bir arkadaş, biraz da öfkeyle karşılık veriyor: "İsmail Beşikçi kimmiş? Muhakkak eşeğin biridir. Biz böyle bir kişiyi tanımıyoruz. Türklerden adam çıkmaz. Çalışmaları da bizi ilgilendirmez. Destek de olmayız. Devrimci Doğu Kültür Ocakları, küçük burjuvaların sorunlarını çözümlemek için kurulmuyor."

İlk öneriyi sunan arkadaş Erzurumlu, beni yakından tanıyor. Zaman zaman üniversitedeki odada ziyarete geliyordu. Önerisinde ısrar ediyor. "Bu arkadaş Türk, Çorumlu. Üniversite baskısını durmadan arttırıyor. Bu arkadaşı yalnız bırakmamak gerekiyor... "Bu arada başka bir arkadaş da, "...olayı ciddi bir şekilde inceleyelim" falan diyor. Fakat bu öneriye karşı çıkan arkadaş da epey katı. "Türklerden adam çıkmaz, Çorum'dan adam çıkmaz, Kürtlerle ilgili incelemeler falan olmaz. O kitapları yazan olsa olsa eşeğin tekidir, biz kendi işimize bakalım..." Konuşmalar böyle sürüp gidiyor.

Bu olayı hatırladığını sanıyorum. Bu fotokopileri okuduktan sonra arkadaşlara sitem etmiştim. "Tanımadığınız, kitaplarını okumadığınız, bilmediğiniz bir kişiye neden eşeğin teki diyorsunuz" diyerek. Kaldı ki benim o zamana kadar, Kürt toplumuyla ilgili olarak yayınlanmış epey çalışmalarım vardı. Bu konuşmaların 1969 yılının sonlarında, 1970 yılının başlarında yapıldığını yukarıda belirtmiştim. Sözünü ettiğim çalışmalar ise, 1960'lı yıllar dikkate alındığında önemli sayılabilecek çalışmalardı. "Göçebe Alikan Aşireti" isimli çalışma 1965 yılından beri sürüyordu. 1967'de "Doğu Anadolu'daki Göçebe Kürt Aşiretlerinde Toplumsal Değişme" isimli yazılar yayınlandı." Bu yazılar Forum Dergisi'nde yayınlandı. 1968'de "Doğu'da Değişim ve Yapısal Sorunlar Göçebe Alikan Aşireti" isimli çalışmam yayınlandı. 1969'da "Doğu Anadolunun Düzeni Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temel l" isimli kitap yayınlandı. Ayrıca yine bu yıllar içinde Forum Dergisi'nde, Ant Dergisi'nde, Akşam Gazetesi'nde "Doğu"ya ilişkin çeşitli yazılar yayınlanmıştı.

Fakat bunları, yani hakkımda söylenenleri büyütmenin de hiç gereği yoktur. Nitekim benim, Devrimci Doğu Kültür Ocakları'yla, arkadaşlarla ne kadar sıkı bir dost olduğumu sen yakından biliyorsun. Çünkü insanlar benzer şeyleri düşündükleri zaman bir araya geliyorlar, birbirleriyle ilişki kuruyorlar. Bu ilişki daha sağlıklı, daha kalıcı oluyor. PKK'yi, falanca yazara zamanında neden ilgi göstermedi, sahip çıkmadı diye... eleştirmek doğru değildir. Fakat PKK'den, Kürdistan'la ilgili olarak yapılan incelemeleri izlemesi, incelemesi, eleştirmesi istenmelidir. Kürdistan'la ilgili olarak yapılan araştırma ve inceleme ortamının hazırlanmasına katkıda bulunması istenmelidir. "Sahip çıkmak" sözü de, niyetleri, düşünceleri ve duyguları açıklayıcı bir deyim değildir. Örneğin, Kürt halkı kendine sahip çıktığı zaman, o araştırmacılara zaten "sahip çıkmış" demektir. Kürtlerin kendi kendilerine sahip çıkmaları, kendi özlerine dönmeleri sürecinde PKK'nin çok büyük bir rolü olduğu inkar edilemez.

‘BEŞİKÇİ GELSİN KENDİSİ SAYSIN, DEVRİMCİLERİN BUNA VAKTİ YOK’


İlgi konusunda bir olayı daha hatırlatmada yarar vardır. Sen de kolayca hatırlayacaksın. 1974 yılının sonları. Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin karşısında Devrimci Halk Kültür Derneği vardı. Bu derneğe mensup Kürt arkadaşlar bir gün bana geldiler. O zaman Yeni Mahalle'de oturuyorduk. Kürt toplumunun bugünkü yapısına ilişkin araştırmalar yapmayı düşündüklerini söylediler. Örneğin kapitalist ilişkiler "Doğu"da nasıl gelişiyordu? vs. Bu araştırma için yardımcı olmamı istediler. Yardımcı olup olmayacağımı sordular. "Bu konuyla ilgili yazılı projeniz varsa onu okuyabilirim, eleştirebilirim" dedim. Örneğin, bu araştırma neden yapılıyor, temel varsayımlar nedir, bu konuda yapılan başka araştırmalar var mı, onlar ihtiyacı neden karşılamıyor vs. Daha sonra arkadaşlar bir projeyle geldiler. Proje üzerinde uzun çalışmalarımız, tartışmalarımız oldu. Projeyi geliştirdik.

Geniş bir soru kağıdı hazırladık. , Soru kağıdı Komal'da hazırlandı, çoğaltıldı. 500'e yakın idi. Bu soru kağıtlarını bazı arkadaşlar aracılığıyla Kürdistan'a gönderdik. Artık 1975 yılının yaz aylarıydı. Her ile belirli bir soru kağıdı gönderdik. Bir, bir buçuk ay içerisinde cevaplar gelir diye düşünüyordum. Soru kağıtları ilk olarak Urfa'dan geri döndü. 55 civarındaki soru kağıdının tamamı geri gönderilmiş, hiçbir işlem yapılmamıştı. Paket açılmamış bile. Soru kağıtları köylülere vs. dağıtılmamış, gönderildiği gibi geri gelmiş. Yalnız paket üzerine bir not iliştirilmiş. Not, yırtık, kötü bir kağıda yazılmış. Şöyle yazıyor: "Biz devrimciyiz. Biz düşmanın topunu, tankını, uçaklarını sayarız. Köylülerin kağnısını, karasabanını, öküzünü, kimin toprağa sahip olduğunu, kimin olmadığını, Beşikçi gelsin kendisi saysın, devrimcilerin bunlara vakti yok..."vs. Bu şaşırtıcı, iç burkutucu bir cevaptı. Arkadaşlara bu paketi kimin getirdiğini sordum. Getireni bilmiyorlar, "Bir solukta bırakıp gitti" diyorlar. Not üzerinde de isim, imza hiç bir şey yok. Bu, aslında, benim araştırmam değildi. Benim başka planlarım, projelerim vardı, onlarla ilgili olarak çalışıyordum. Arkadaşların ricaları üzerine, onlara yardım için bir teşebbüse katılmıştım.

Birkaç gün sonra, Mardin'den, Siirt'ten, Van'dan, başka yerlerden de soru kağıtları döndü. Onlar da aynen gönderildiği gibi döndüler. Paketler açılmamış bile. Benzer notlar onlarda da var. "Biz devrimciyiz, düşmanın tankını, topunu, uçağını sayarız, öküzü, karasabanı, toprağı Beşikçi gelsin, kendi saysın." Bazı yerlerde de soru kağıtları hiç gelmedi. Araştırma sabote edilmişti.

Arkadaşlara araştırmanın neden sabote edildiğini, bunları kimin yaptığını sordum. Bilmiyoruz, diyorlardı. Bir müddet sonra bu araştırmayı "Apocular" engelledi demeye başladılar. "Bu arkadaşlarla konuşalım" vs. diyordum. Fakat böyle bir olanağa sahip olmadım. Çeşitli cezaevlerinde özellikle Kürt arkadaşlarla bu konuyu konuşuyordum. Bu araştırmadan söz ediyordum. Bu araştırmanın engellenmesi konusunda bilgisinin olup olmadığını soruyordum. Pek sağlıklı bir cevap alamıyordum. Bu konuyu, 1985'de Gaziantep Özel Tip Cezaevi'ndeki PKK'lı arkadaşlarla konuştum. Arkadaşlardan biri bu araştırmanın engellenmesinden haberi olduğunu söyledi. Kendi bölgesinde, Urfa'da, bu engellemenin nasıl yapıldığını açıkladı. Şimdi ben de biliyorum. Bu engellemeyi PKK yapmadı, hiçbir ilgisi yok. Başka bir grup yaptı. Bunu da büyütmemek gerekir, önemli değil. Bugün o grubun militanlarının çok büyük bir kısmının PKK'da olduğunu da biliyoruz.

PKK’YE İLİŞKİN İLK BİLGİ

3. Yukarıda düşünce yapısındaki doğal gelişmelerden söz ettim. Burada, PKK ile ilgili ilk bilgilere nasıl sahip olduğumu belirtmeye çalışacağım.

a) 1976-1977 yıllarında Apoculardan, Apocu hareketten söz ediliyordu. Kürt arkadaşlardan bu sözcükleri sık sık duyardım. Türk basınında, bir kısım sosyalist basında, bu grup ile ilgili suçlayıcı haberler görürdüm. Arkadaşlara sık sık "Bu grup kendini nasıl ifade ediyor, bildirileri, broşürleri yok mu?" diye soruyordum. Çoğaltılmış bazı yazılarının olduğunu, fakat bunların ancak kendi üyeleri ve sempatizanlarının arasında dolaştırıldığını söylüyorlardı. Bu grubun Kürdistan'ı sömürge kabul ettiği vurgulanıyordu.

1977 yılı yaz aylarıydı. Komal bürosunda bir arkadaş, "Ağabey sana bir olay anlatayım" diyerek, Ağrı'da bir kahvehanede geçen bir tartışmayı nakletti. Olayı anlatan Rizgari'ye mensup bir arkadaştı. Naklettiği olay da, Özgürlük Yolu'na ve Apocular'a mensup arkadaşların tartışmalarıyla ilgiliydi. Kahvehane kalabalık. İnsanlar gençlerin tartışmalarını dinliyorlar. Özgürlük Yolu'na mensup arkadaşlar kısaca şöyle söylüyorlar: "Kürdistan bir sömürgedir. Bu durumu halkımıza anlatmalı, kavratmalıyız. Bu konuyla ilgili olarak basın yayın faaliyetlerini, ideolojik ve politik propagandayı, örgütlenmeyi gerçekleştirmeliyiz.." Buna karşı Apocular şöyle söylüyorlar: "...Kürdistan elbette bir sömürgedir. Bunu herkes biliyor. Kürdistan bir sömürgedir. Fakat bunu bilmek yetmez. Bunun gereklerini yerine getirmemiz gerekir. Biz bunun gereklerini yerine getiriyoruz. Sömürgeci devletle savaşıyoruz. Siz neredesiniz?" Olayı bana anlatan arkadaşın naklettiğine göre, tartışma bu ana eksen etrafında gelişiyor.

Benim için, PKK'nin düşüncesine ve eylemine ilişkin ilk sağlıklı bilginin bu olduğunu sanıyorum. Bu, benim için çarpıcı bir bilgiydi. Bu bilgi beni o zamanlar hep etkiledi ve düşündürdü. Böyle bir sözü ilk defa duyuyordum. Böyle bir tavır ve davranıştan ilk defa haberdar oluyordum. Gerçi bazı Kürt siyasal partileri, Kürt siyasal akımları buna benzer saptamalar yapmışlardı. Örneğin Rizgari Dergisi birinci sayısında böyle bir program açıklamıştı. Fakat, somut olarak, o günlerde sürdürülen bir tavır ve davranışın varlığını ilk defa öğreniyordum. Bu tartışmayı bana nakleden arkadaş da, bu tavrı takdir ederek biraz da gıpta ederek anlatıyordu. "...Apocular, böyle böyle söylediler, herkes parmağını ısırdı" diyordu. "Kürdistan elbette sömürgedir, bunu bilmek yetmez, bunun gereklerini de yerine getirmek gerekir. Sömürgeci devletle savaşmak gerekir. Biz savaşıyoruz. Siz neredesiniz?"sözlerinde savaş cephesine çağrı anlamı vardı.

b) Apocular hakkında, bölük-pörçük bilgilere daha sonraki yıllarda da sahip oldum. Fakat, bütün çabalarıma rağmen Apocuların görüşlerini içeren herhangi bir broşür, bildiri veya herhangi bir yayını görmedim, göremedim. Arkadaşlar, arıyoruz, bulduk, getireceğiz vs. diyorlardı, fakat bir türlü getiremiyorlardı. 1977-1978 yıllarında Türk solunun bazı gruplarıyla Apocular arasında, Kürt solunun bazı gruplarıyla Apocular arasında önemli çatışmalar oldu. Dersim'de ve Kürdistan'ın öteki merkezlerinde. Hilvan'da, Siverek'te, Viranşehir'de, Süleymanlar ve Bucaklarla Apocular arasında önemli çatışmalar oldu. Basında, Ceylanpınar'da yerel yönetimin Apocuların eline geçtiğine dair haberler yer alıyordu. Başbakan Süleyman Demirel'in Apoculardan şikayetçi olan beyanları sık sık yer alıyordu. Süleyman Demirel Apocular'ı Cumhurbaşkanı'na, Genelkurmay Başkanı'na ve Milli Güvenlik Kurulu'na şikayet ediyordu. Bu arada, Batman'da Edip Solmaz, bağımsız belediye başkanı olarak seçilmişti. Edip Solmaz'ın Belediye Başkanı seçilmesinde, Apocuların çok büyük rolü olduğu, hatta, Edip Solmaz'ın Apocular'ın adayı olduğu söyleniyordu. Apocular özellikle Urfa'da faşistlerle çok yoğun çatışmalara girdiler. Urfa'yı faşistlerden temizlediler. 1979 yılının ortalarından itibaren Apocular'a ilişkin geniş tutuklamalar oldu. 1979 yılı sonlarında tutuklamalar yaygınlaştı. Örneğin, Siverek'de, Viranşehir'de, Hilvan'da vs. 250 kişi, 80 kişi, 60 kişi gözaltına alınıyordu. Apocular'a karşı devlet baskısı 1980 yılında artarak sürdü. Bütün bu operasyonlar ve operasyonlara ilişkin haberler Apocu hareket hakkında bölük-pörçük bilgiler veriyordu. Örneğin, Apocular'a kitlesel katılım, katılanların sınıfsal yapısı düşündürücüydü. Bütün bunlara rağmen, Apocular'ın kendilerini nasıl ifade ettiklerini henüz bilmiyordum. Bildirilerini, broşürlerini, her hangi bir yazılarını görme olanağım olmadı. 12 Eylül geldi.

c) 1981 yılında, 23 Şubat-12 Nisan tarihleri arasında, Kaynarca Cezaevi'nde kaldım. Kaynarca, Sakarya iline bağlı küçük bir ilçe. 12 Eylül rejimi, yaptırımlarını bilinçli ve kararlı bir şekilde sürdürüyor. Gazeteler, radyo, televizyon tam anlamıyla 12 Eylül rejiminin denetiminde. Devrimcileri, Kürtleri kötüleyen, küçük düşüren programlar arka arkaya yayınlanıyor.

DİKKAT ÇEKEN BİR ÖRNEK

Kaynarca Cezaevi çok küçük bir cezaeviydi. 4 koğuşu vardı. Normal olarak 24 kişilik kapasitesi vardı. Koğuşların ikisi dörder, ikisi sekizer kişilikti. 24 kişilik bu cezaevinde 70'e yakın insan kalıyordu. Ben dört kişilik koğuştaydım. 12 kişi kalıyorduk. Cezaevinde tek siyasal mahkum bendim. Koğuşta değil yatacak, yatağını serecek, oturacak yer bile yok. Bu kalabalığın dışında, gardiyanlar da sık sık bizim koğuşa geliyorlar, uzun süre saatler boyunca bizim koğuşta kalıyorlar. Koğuşta teyp var, fakat radyo ve televizyon yok. Radyo ve televizyon başka koğuşlarda var. Bir gün gardiyanlardan biri heyecanla koğuşa gelerek televizyonda izlediği bir programı anlattı. PKK ile ilgili bir program, PKK'yi olağanüstü derecede kötüleyen, olayları bilinçli bir şekilde mübalağa eden, çarpıtan bir program. "...Anarşistler yakaladıkları insanları sorguya çekiyorlarmış, mahkeme kurmuşlar, insanların kulaklarını kesiyorlarmış. Bazı insanların gözlerini çıkarıyorlar, bazılarının burunlarını koparmışlar... İnsanlara çok büyük eziyet ve işkence yapıyorlarmış... Allahtan ordu iktidara geldi de bu vahşeti önledi. Bunlar işi öyle azıtmışlar ki, analarına, babalarına, yakınlarına eziyet edenler bile varmış... Biz bu uğurda yakınlarımızı bile feda ederiz diyorlarmış... vs." PKK'dan şikayetçi olan insanların konuştuklarını, çeşitli görüntülerinin de uzun uzun ekrana getirildiğini söylüyordu. Suçlamalar böyle sürüp gidiyor, tekrar tekrar anlatılıyor.

Burada dikkati çeken bir durum var. "…Bu uğurda yakınlarını bile feda ediyorlarmış." Türk televizyonunun olayları mübalağa ettiği, çarpıttığı büyük bir gerçek. Gardiyanın anlatımları kuşkusuz bunu daha da çarpıtıyor. Fakat "…bu uğurda yakınlarımızı bile feda ederiz" ifadesini de kurcalamak gerekiyor. Kanımca, bu, aslında Kürtler için yeni bir değerdir. Aileden, aşiretten, akrabalardan daha önemli değerler vardır. Ulus, vatan böyle değerlerdir. Ulusun ve vatanın özgür olmadığı durumlarda aile kurumunun özgür olması, akrabalık ilişkilerinin bir değer ifade etmesi de olası değildir.

Gerek televizyonun sözü edilen programı, gerek onu nakletmeye çalışan gardiyan kuşkusuz böyle şeyler söylemiyor. Fakat anlatamadıklarından, satır aralarından bunları çıkarmak da mümkündür. İşte bu anlatımlar bende, PKK'nın düşünceleri ve eylemiyle ilgili olarak bazı bilgilerin oluşmasına neden oldu. PKK'nin düşüncesi ve eylemiyle ilgili olarak elde edebildiğim somut bilgilerden birisinin de bunlar olduğunu söyleyebilirim.

1982'yi, 1983'e bağlayan yılbaşında Çanakkale Cezaevi'ndeydim. D-8 koğuşunda kalıyordum. İdareyle siyasal mahkumların arası iyi değildi. Gergindi. Buna rağmen yılbaşı gecesi, başka koğuşlardan bizim koğuşa ziyaret yapılmasına idare izin vermişti. Bizim koğuşta televizyon vardı. O koğuşlarda ise yoktu. Misafir arkadaşlar arasında, PKK'li olduğunu öğrendiğim bir arkadaşla tanıştım. O çok kalabalık ve gürültülü gecede, ancak bir iki satır konuşabilmiştik. Ona yukarıda kısaca anlattığım televizyon programından söz ettim. "Sen de o tür propagandalara inanıyor musun?" demişti. Bu arkadaşı daha sonra ne Çanakkale Cezaevi'nde ne başka cezaevlerinde görmedim.

PKK YAYGIN ÖRGÜTLEMEYİ NASIL BAŞARDI?

d) 15 Ağustos 1984'e kadar, PKK ile ilgili, yine bölük-pörçük bazı bilgiler sahibi oldum sayılır. Bunlar daha çok Türk devletinin ve hükümetinin suçlamalarından oluşuyordu. Bu suçlamaların satır aralarını, önünü ve arkasını düşündüğünüz zaman PKK ile ilgili bazı sonuçlar çıkarabiliyordunuz. PKK ile ilgili sağlıklı bilgilere ulaşmak benim için önü alınmaz bir istek haline gelmişti. PKK'nin Kürdistan'da yaygın bir örgüt olduğu hemen anlaşılıyordu. Örneğin PKK, Kars'tan Gaziantep'e, Hakkari'den Diyarbekır’e, Van'dan Dersim’e kadar her yerde var. Kürdistan'ın hemen hemen her alanında var. Nicelik olarak da kalabalık. Bunları sıkıyönetim komutanlıklarının hazırladıkları iddianamelerden çıkarıyorum. Örneğin Mardin grubu hakkında bin kişiyi içeren bir iddianame hazırlanıyor. Urfa grubu, Siirt grubu vs. bin kişilik, 600-700 kişilik iddianameler hazırlanıyor. Yine iddianamelerin basına ve televizyona yansıyan kısımlarından öğrendiğimize göre, PKK, Kürt toplumunun çeşitli sınıf ve tabakaları arasında örgütlü, öğrenciler yanında işçiler, köylüler var, çeşitli serbest meslek sahipleri var. Kadınlar var. Bütün bunların dışında, PKK'de Türk kökenli devrimciler var. Bu durumda insan ister istemez düşünüyor. PKK Kürdistan alanında bu kadar geniş ve yaygın bir örgütlenmeyi nasıl başarabildi? PKK Kürt toplumunun çeşitli sınıf ve katmanları arasında, derinliğine bir örgütlülüğü nasıl geliştirebildi? Kadınlar örgüte nasıl katılabildiler? Öteki Kürt örgütleri, gerek mekanda, gerek toplumsal sınıflar arasında böyle bir yaygınlaşmayı ve derinleşmeyi neden başarmadılar? PKK bunu nasıl başardı? Ben bu soruları kendi kendimle sürekli tartışıyordum. Bu bakımdan PKK'nın kendini nasıl ifade ettiğini öğrenmek benim için çok önemli oluyordu. Bu arada, Türk basınından, PKK'nin Serxwebûn ve Berxwedan isimli dergiler yayınladığını öğrenebilmiştim.

İLK KURŞUN TEORİSİ

15 Ağustos 1984 Atılımı'nı, PKK'nin kendi kendini ifade etmesinin en güzel yolu olarak değerlendirmek mümkündür. 15 Ağustos Atılımı'nın bizzat kendisi, PKK'nin düşünce ve eylemini en açık ve en sağlıklı bir şekilde gösteren bir olaydır. Ben o zaman Çanakkale cezaevindeydim. D-9 Koğuşunda kalıyordum, burası 72 kişilik büyük bir koğuştur. O zaman Türk televizyonu, Türk gazeteleri, "... Kuşatıldılar, kıstırıldılar, kaçıyorlar, yakalanacaklar, yakalanmaları an meselesi..." gibi haberler yayınlıyorlardı. Biz bunun vur-kaç eylemi olmadığını, kalıcı bir eylem olduğunu, Kürtlerin mücadelesinde yeni bir eylem olduğunu fark etmekte gecikmedik. Ekim ayı sonlarında, koğuşta üç gün arka arkaya süren bir toplantı düzenlemiştik. Kürdistan sorununu ve bu bağlamda 15 Ağustos Atılımı'nı tartışıyorduk. "İlk kurşun teorisi" ilk kez bu toplantılarda konuşuldu, PKK ile ilgili olarak.

e) Bundan sonra PKK hakkındaki bilgilerim yine Türk televizyonu ve Türk gazetelerinin verdiği bilgilerdi. O bilgilerin satır aralıklarını değerlendirerek, o bilgilerin öncesini ve sonrasını kurmaya çalışarak PKK'yi anlamaya gayret ediyordum.

1986 yılı Ekim ayında Milliyet gazetesi Haftaya Bakış isimli bir ilave vermeye başladı. Bu ilavenin genel yayın müdürü Mehmet Ali Kışlalı idi. Bu ilavenin 30 Kasım-6 Aralık 1986 tarihli 7. sayısında itirafçılardan Şahin Dönmez ile yapılmış bir röportaj vardı. Röportajı Serdar Can yapmıştı. İtirafçı Şahin Dönmez, PKK'yi, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ı karalamak ve kötülemek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Fakat Şahin Dönmez'in söyledikleri benim çok ilgimi ve dikkatimi çekti. Bu anlatımlarda PKK'nin düşüncesine ve eylemine ilişkin çok önemli bilgiler gizliydi. İtirafçı Şahin Dönmez, "Kürtlerin devlet kurma hakkına dair bölge-halkının tepkisi ne oldu?" sorusuna şu karşılığı veriyor: "Benim yakalandığım 1979 Mayıs'ına kadar, böyle bir hareketi geliştirme, bu yönde mücadele verme, destek sağlama eğilimi yoktu. Hatta PKK'nin yayın organı Serxwebûn bile bunu itiraf etmiş, 'bugün kendine ihanet etmemiş hemen tek fert kalmamıştır' diye yazmıştır. Yani PKK'ya göre, doğu ve güneydoğu, Kürdistan, orada yaşayanlar Kürt halkı, servet sahibi olanlar hain, halk teslimiyetçi, gençlik Türk sömürgeci eğitiminin cenderesinde asimile olmuş, uşaklaşmış, yani herkes ihanet etmiş, teslim olmuş. Oysa dünyanın hiç bir yerinde ulusal kurtuluş mücadelesi veren hareketin ve önder kadroların böyle bir tespiti yoktur. Örneğin Mustafa Kemal, halkın gücüne güvenip, bu temelde ulusal kurtuluş savaşı gerçekleştirmiştir." (s. 21)

İtirafçı Şahin Dönmez bunları, PKK'yi ve PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ı suçlamak, karalamak, aşağılamak için söylüyor. Fakat bu bilgilerden PKK'nin görüşleri, değerlendirmeleri hakkında çok önemli bilgiler çıkarmak mümkün. Bu değerlendirmeler benim çok dikkatimi çekti. Zira benim de benzer düşüncelerim vardı. Kürtlerin kendi aralarındaki kavgalardaki tavır ve davranışlarıyla, devlet güçleri karşısındaki tavır ve davranışlarını incelediğimiz zaman bu sonuçları çıkarmak mümkündü.

PKK KÜRT TOPLUMU HAKKINDAKİ SAPTAMALARI


Şöyle ki, bir kere Kürtler, Ortadoğu'da 30 milyonu aşkın bir nüfusa sahip. Kürdistan'da Kürt ulusu bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış, fakat hiç bir parçada, Kürtlerin en ufak bir statüleri yok. Halbuki, dünyada nüfusu 10 bini bulmayan devletler var. Böyle bir nüfusun ve toprağın sahibi olmasına rağmen, Kürtler neden devlet olmamışlar, Kürtler neden, Türkler, Araplar ve Farslar karşısında ciddi bir varlık gösterememişler? Neden onlar tarafından yönetiliyorlar? Bu sorgulama Kürtler arasında neden yapılmamış?

1970 yılında, yaz aylarında, Bismil, Silvan, Viranşehir, Malazgirt köylerinde, Kürtlere yapılan bir işkence ve hakaret yöntemi vardı. Türk Güvenlik Güçleri, Komandolar köye giriyor, erkekleri, kadınları, çocukları, ihtiyarları köy meydanında topluyordu. Sonra yetişkin erkekleri ayırıyordu. Bu erkekleri çırılçıplak yapıyor, erkeklik organlarına ip bağlıyordu. Bu ipi kadınların eline veriyordu. Onları bu vaziyette dipçik zoruyla köy meydanında dolaştırıyorlardı. Dünyanın hiç bir yerinde insanlar, toplumlar, bu tür hakaretlerle karşı karşıya kalmamalıdırlar. Fakat, toplumlar, insanlar, dünyanın neresinde olursa olsun, bu tür hakaretlerle karşı karşıya kalıyorlarsa, o zaman da bu hakareti yapan güce karşı baş kaldırmalıdırlar. Bu hakaretle birlikte, bu hakareti içlerine sindirerek yaşamamalıdırlar. Fakat, Kürtler bu hakareti yaşıyorlardı. İçlerine sindiriyorlardı.

O zamanlar, bu hakaretlerle, bu işkencelerle karşılaşan Kürt köylüleri şöyle düşünüyorlardı: "...Bu hakaretleri, bu zulümleri yapanlar Türk olamazlar, çünkü Türkler müslümandırlar. Müslümanlar böyle işleri yapmazlar. "Özellikle yaşlı kadınlara, bu hakaretleri yapanların Türk güvenlik güçleri olduğunu anlatmak son derece zor oluyordu. Kürt halkı günümüzde artık, Türk güvenlik güçlerinin gerçek niteliğini iyice anladı. İyice biliyor...

Kürtlerin tavır ve davranışlarıyla ilgili bu saptamaları yaparken, bu sorunun iki boyutunu daha dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Bunlardan birisi Kürtlerin kendi aralarındaki kavgalarda, ne kadar gözü kara, ne kadar yiğit(!) ve cesur(!) olduklarıdır. "Kan davası" diye bilinen davalarda bunun böyle olduğunu yakından biliyoruz. Kendi aralarındaki kavgalarda bu kadar gözü kara olan insanlar bir onbaşı karşısında neden korkaktırlar, siniktirler, onursuzdurlar? Sorunun ikinci boyutuysa, Kürtler arasında gelişkin olan erkeklik kültürüyle ilgilidir. Kürtler erkeklikleriyle pek övünürler. "Çocukların sayılarını bile bilmiyoruz, adlarını bile bilmiyoruz... Çocukları birbirine karıştırıyoruz." derler. "Her yıl bir çocuk" diye övünüp dururlar. Yukarıda özünü ve biçimini anlatmaya çalıştığım hakaret böyle bir toplumda uygulanıyor. Erkeklikleriyle böylesine övünen adamlar, bu hakareti yapanlara karşı en ufak bir tepki göstermiyorlar. İçlerine sindiriyorlar. Bu hakaret ve işkence yönteminin, Kürtler için özel olarak seçildiği de söylenebilir. Örneğin, falaka insanların canını acıtabilir, fakat onurlarını bu derece kırmaz, yüreklerini yaralamaz. Böyle bir hareket ve bu hareketi sindirmek ise, insanların yüreklerini yaralar.

Bunlar Türk sömürge yönetiminin, Kürt insanlarının ruhsal yapılarını etkilemesiyle ilgili bir olaydır. PKK'nin saptamaları son derece doğru, yerinde saptamalardır. Bütün bunlardan dolayı, itirafçı Şahin Dönmez'in açıklamaları, beni PKK'ye daha çok yaklaştırdı. Kürt toplumunun, toplumsal-ruhsal yapısı, toplumsal ilişkiler konusunda PKK ile benzer düşünceler içinde olduğumu fark ettim.

Devam edecek

ANF NEWS AGENCY

Karayılan: Tecrit Yasalaşırsa, Sonuçlarına Katlanırlar

Behdinan - PKK lideri Öcalan’ın “Burası çok hassastır. Görüşe çıkmamız uygun değildir” mesajını değerlendiren KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, İmralı’da nelerin yaşandığı konusunda “çok ciddi kuşkular taşıdıklarını” belirtti. Karayılan, Meclis’in çıkarmaya çalıştığı Öcalan’a tecrit yasası konusunda ise sert uyardı: “Bu yasayı çıkarmak sonuna kadar savaş zihniyetinin egemen olması demektir. Yapsınlar, sonuçlarına da katlanırlar.”

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, geçen hafta PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmek üzere İmralı’ya giden kardeşi Mehmet Öcalan’a cezaevinin verdiği, “Burası çok hassastır. Görüşe çıkmamız uygun değildir” şeklindeki Öcalan’ın notunu değerlendirdi.

ANF’nin “Bu mesajı nasıl okuyorsunuz” sorusuna Karayılan, şöyle yanıt verdi: “Önder Apo’nun bu sözleri ve geliştirdiği tutum tabii ki anlamlıdır. Bunun anlamını doğru değerlendirmek de bir o kadar önemlidir. Önderliğimizin bu tutumunu iki boyutta ele almak gerekiyor:

Birincisi, bilindiği gibi AKP’nin öncülüğündeki Türk devletinin Önderliğimize, Hareketimize ve halkımıza dönük geliştirdiği bir topyekun savaş vardır ve bu topyekun savaşın en çok yoğunlaştığı alanlardan birisi de Önderlik alanıdır. Önderliğe karşı geliştirilen politikaların bu anlamda tamamen merkezi olduğu ve sonuç almayı hedeflediği bilinmektedir.


ÖCALAN’IN DURUMUNA İLİŞKİN ÇOK CİDDİ KUŞKULAR VAR

Orada bir psikolojik işkence vardır; gayrı ahlaki bir biçimde insan iradesi üzerinde baskı kurma ve geri adım atmaya zorlama amaçlı çeşitli psikolojik savaş yöntemleri geliştirilmektedir. Bu uygulamaların hukuki ve ahlaki hiçbir yanının olmadığını vurgulamaya gerek bile yoktur; uygulanan ağırlaştırılmış tecrit ve psikolojik işkencenin insanlık dışı bir uygulama olduğu açıktır. Ama gelinen aşamada bu uygulamaların hangi boyuta ulaştığını ve orada nelerin olduğunu biz bilmiyoruz. Önderliğimizin geliştirmiş olduğu bu tutum, bu konuda bizi ciddi endişelere sevk etmiştir. Eğer çok zorlayıcı, dayanılmaz koşullar olmasaydı Önderlik böyle bir tutum koymazdı. Demek ki, oradaki koşullar farklılaşmış, ağırlaşmış ve daha tehlikeli bir hale gelmiştir. Onun için, “burası çok hassastır, görüşe çıkmamız uygun değildir” cümlesi kullanılmaktadır. Bizler de, İmralı’da ciddi durumların olduğu yönünde çok ciddi kuşkular gelişmiştir. Tabii ki bu kuşkuyu taşıyan sadece bizler değiliz; tüm halkımızda ve toplumumuzda da bu konuda ciddi kuşkular söz konusu. Yani bir kapalılık vardır; orada neler yapılıyor, uygulanıyor ve neler yapılmak isteniyor? Bir halkın önderine böyle mi yaklaşılır? Düşmanlık yapılıyorsa düşmanlığın da bir ciddiyeti olur. Bu biçimde, gayrı ahlaki yöntemlerle insan iradesi üzerinde baskı kurmaya çalışmak, bir insanın temel hakkı olan günlük ihtiyaçlarını bile bir psikolojik savaş aracı olarak kullanmak, her türlü etik dışı yöntemi geliştirmek insanlığa sığar mı? Eğer devlet bir erk ise ve büyüklük taslıyorsa onların deyimiyle bu ‘devlet büyüklüğüne’ sığar mı?

İki yüzyıldan beri hem Osmanlı döneminde hem Cumhuriyet döneminde Kürt önderleri çeşitli biçimlerde esir alınmışlardır. Osmanlı döneminde böyle mi yaklaşılırdı? Cumhuriyet döneminde idam edildiler ama böyle yöntemleri uygulamadılar. Fakat bunların uygulamaları idamdan da beter etmedir; insan iradesi üzerinde hükmetmeye çalışmadır. En ahlaksız yöntemlerle sonuç almaya çalışma türünde çok iğrenç yöntemler söz konusudur. Önderliğimizde büyük bir onurla bu alçaklığa direnmekte ve insanlık onurunu korumaktadır. Bu nedenle gittikçe koşulları ağırlaştırmak ve yeni yöntemlere başvurmaktadırlar. Bu yüzden orada nelerin yaşandığı konusunda ciddi kuşkular taşıyoruz.


CPT VE AİHM’İN VİCDANI VARSA DEVREYE GİRMELİLER

Eğer varsa gerçekten bir uluslararası vicdan ve yine CPT, AİHM, vb. esas olarak bu işlerin takibiyle ilgili olması gereken kurumların gerçekten bir vicdanı varsa devreye girmeleri gerekiyor. Bugüne kadar bir ortaklık içerisinde bulundukları açığa çıkmış bir durumdur ama bu kadar da seviyeyi düşürme, bu kadar da hukuk ve insanlık dışı uygulama içerisine girme Avrupa hukuku ve demokratik değerleriyle ne kadar örtüşecektir? Bu nasıl bir hukuktur, bu nasıl bir uluslararası gözetim kurumu olmadır, nasıl ‘İşkenceyi Önleme Örgütü’ olmadır. Uluslararası yasalara göre ağırlaştırılmış tecrit bir işkence değil midir? İşkencedir. O zaman İşkenceyi Önleme Örgütü nerededir?

AKP ÖCALAN’IN ÜZERİNE GİTMESİ KURAL TANIMAYAN BİR SAVAŞTIR

AKP hükümetinin en iğrenç bir biçimde, en alçakça yöntemlerle İmralı’da Önderlik üzerine giderek sonuç alma istemi bir savaştır. Bir halka karşı geliştirilmiş, kural tanımayan bir savaştır. Bu iğrenç insanlık dışı yönteme karşı, insan haysiyetinden, onurundan yana olan, insan haklarından yana olan hiç kimsenin sessiz kalmaması gerekmektedir. Biz ilgili kurumları bir kez daha göreve çağırıyoruz.
İMRALI KÜRTLER İÇİN KARA KUTUDUR

Biz orada nelerin olduğunu bilmiyoruz. Ancak ağır koşullar ve ciddi durumlar olmasaydı Önderliğimiz bu tutumu geliştirmezdi. Netleşmeye ve şeffaf olmaya ihtiyaç vardır. Şu anda Kürt halkı için 6 aydan bu yana İmralı kara bir kutudur. Orada neler oluyor, neler yapılıyor, bilinmemektedir. Bu durum tabii kendisiyle birlikte çeşitli düzeylerde tedirginlik ve endişelere yol açmaktadır.

Önderliğimizin bu tutumunun ikinci boyutu ise, bizlere, yurtsever halkımıza, demokratik kurum ile kuruluşlara dönük verilen mesajdır. Tüm yurtsever halkımız, tüm demokratik kurum ve kuruluşlar, barıştan yana olan bütün kesimler bu tutumdan doğru anlam çıkarmalıdır. Bir taraftan binlerce Kürt siyasetçisi toplama kamplarında toplatılırken, diğer taraftan katliamlarla halkımız imha edilirken, harekete ve halkımıza karşı topyekun bir savaş geliştirilirken ve bunun en temel zemini olarak İmralı’da psikolojik savaş tarzında bunlar üst düzeyde uygulanırken, Önderliğimizin bu tutumun ne anlam teşkil ettiğini görmek ve doğru sonuç çıkarmak büyük önem taşımaktadır. Yani bu tutumun manasını doğru anlamak ve ona göre davranış sahibi olmak önemlidir. Baskının ve işkencenin yarattığı tıkanma ortamı ileri bir düzeyde olmasaydı bu tutumun geliştirilmeyeceği çok iyi bilinmektedir. Bu açıdan bu aynı zamanda tıkanmanın ulaştığı boyutu da gösteren bir tutumdur. Bu nedenle başta tüm yapımızın ve yine tüm halkımızın, ulusal ve uluslararası insan haklarından yana-barıştan yana olan tüm kesimlerin bu süreci ve Önderliğimizin mevcut tutumunu doğru anlamaları birçok açıdan önemli olacaktır.


ÖCALAN’A TECRİT YASASI: ÇIKARSINLAR, SONUÇLARINA KATLANIRLAR

Karayılan, bu hafta Meclis’e gelmesi beklenen Öcalan’a tecrit yasasını da değerlendirdi: “O topyekun savaş çerçevesinde geliştirilen bir yasadır. Bir halkın Önderliğinin dış temaslarını kesme veya onu apolitik konuma sokma girişimidir. Bu yasayı çıkarmak sonuna kadar savaş zihniyetinin egemen olması demektir. Yapsınlar, sonuçlarına da katlanırlar. Onlar sanıyorlar ki böylelikle sonuç alacaklardır. Halbuki biz hareketin yönetimi olarak kendi inisiyatifimizle mücadele yürüten bir konumdayız. Özellikle bundan böyle gelişecek olan mücadele tamamen bizim sorumluluğumuz altında gelişecek olan bir mücadeledir. Çağımızda demokratik değerler ve özgürlük yükselirken AKP zihniyetinin diyalog ve uzlaşma ile değil de bizi yok ederek ve Kürt toplumunu bastırarak sonuç alma politikası asla sonuç almayacaktır. Şuradan, buradan bulduğu bazı marjinal kişilere dayanarak ve onları alternatif haline getirmeye çalışarak Önderliği devre dışı kılma politikasında ısrarcı olmak kadar yanlış ve hatalı bir şey olamaz. Çünkü bu, Türk devleti açısından herhangi bir sonucu olmayacak bir politikadır. Bu açıdan bu politika nihayetinde sahiplerine dönecek ve yenilgilerine yol açacaktır.
KÜRT HALKI ONURLU BİR HALKTIR

Kürt halkı onurlu bir halktır; Önderliği ile birlikte özgür olmak istemektedir. Bunun için yola çıkmış, bedel vermiş, fedakarlık yapmış ve bundan sonra da fedakarlık yapabilecek bir halktır. Bunu göz ardı edip daha değişik politikalardan medet ummak, işi yokuşa sürmek, şiddet yöntemiyle sonuç alacağını sanmak ya da Önder Apo’nun geri adım atacağını beklemek ham hayalden başka bir şey değildir. Bu Önderlik, bu hareket ve bu halk her türlü baskı ve saldırı karşısında bugüne kadar direndiği gibi bundan sonra da direnecek ve kazanacaktır.

BİZ YOKSUL OLABİLİRİZ AMA…

Biz yoksul olabiliriz. AKP’liler gibi dış ilişkilere, diplomatik, ekonomik ve askeri araçlara sahip olmayabiliriz. Ama yolumuz doğru yoldur ve davamızda haklıyız. Özgürleşmeye karar kılmış bir halkız, bu temelde şekillenmiş binlerce sınanmış-denenmiş kadroya sahip bir hareket durumundayız. Savaş diyorlarsa bu savaş sürecektir. Gerekirse yöntem değiştirir, tümüyle topluma dayanan yeni savaş ve direniş biçimlerini de geliştirebiliriz.

Nasıl ki 12 Eylül faşizmine karşı direndik, ‘90’ların Ergenekon’una karşı direndik ve bunların hepsinin foyasını açığa çıkarıp sonuçsuz bıraktıksa aynı şekilde AKP zihniyeti de sonuçsuz kalacaktır. Bu açıdan AKP’nin akla ziyan bazı tedbirleri geliştirmesi Kürt Halk Önderliği’ne karşı yeni kararlar alması, kendilerini de zora sokacak, yenilgiye götürecek bir sürece yol açacaktır.

ÖCALAN’A ÖZGÜRLÜK PLATFORMU

18 Ocak günü kuruluşunu ilan eden “Barış İçin Öcalan’a Özgürlük Platformu” konusunda ise Karayılan şunları söyledi: “Değerli ve zamanında yapılmış bir çıkıştır. Sanıyorum Türkiyeli ve Kürdistanlı tanınan 7 kadın akademisyen, siyasetçi ve insan hakları savunucusu tarafından geliştirilmiş bir platformdur. Bunu destekleyen ve tamamlayan, yurtdışında uluslararası boyutta da rol oynayabilecek daha değişik platformların da ortaya çıkması söz konusu olabilirdi. Dolayısıyla bu tür platformları yaymak ve bir eksende yoğunlaştırarak, gerçekten Türkiye’ye barış, Önderliğe özgürlük, halklara kardeşlik getirecek yetkin bir mücadele platformuna dönüştürmek gerekiyor. Sürece denk düşen bir çıkıştır. O nedenle yerini bulur diye düşünüyorum.

Artık Kürt halkı ve demokrasi güçleri şunu iyi bilmektedirler: Kürdistan’da barış ve özgürlük Önder Apo’nun özgürlüğünden geçmektedir. Birçok şey devletin İmralı politikasında tıkanmış bulunuyor; İmralı sisteminin aşılmasının ve özgürlüğün gelişmesinin, halkların kardeşliğini, özgürlüğünü ve demokratik bir sürecin gelişmesini de beraberinde getireceğini bugün herkes bilmektedir. Bu açıdan Önder Apo’nun özgürlüğünü eksen alan ve bundan hareketle Kürt sorununun çözümünü, demokrasinin gelişmesini öngören mücadele biçimlerinin yurtiçinde ve yurtdışında değişik tarzlarda gelişmesi gerekmektedir. Uluslararası Komplo’nun 13. yıldönümü olan bu Şubat ayı, bunun için önemli bir start süreci olacağa benziyor. Umarım bu yönlü gelişmeler önemli bir yoğunluk kazanacak, Uluslararası Komplo’nun Kürdistan halkı üzerinde uygulamakta olduğu sömürgecilik ve faşizmin artık çağımızda kabul edilemeyeceğini herkese gösteren bir mücadele düzeyine çıkacaktır.


MAHABAD KÜRT CUMHURİYETİ’NİN KURULUŞ YILDÖNÜMÜ


Karayılan ayrıca, bugünün Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kuruluş yıldönümü olduğunu hatırlatarak, bu konuda şu mesajı verdi: “Bugün 22 Ocak. Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kuruluş ve ilan günü. 22 Ocak 1946 tarihinde Qazî Muhammed’in öncülüğünde kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti Kürdistan halkının özgürlük mücadelesinde önemli bir kilometre taşıdır. Bu önemli adımın 66. yıldönümünde başta Qazî Muhammed olmak üzere tüm Mahabad Cumhuriyeti şehitlerini anıyorum. Mahabad Cumhuriyeti ile yapılan çıkış esas itibarıyla Kürt halkını yok sayan Lozan Antlaşması’na karşı yapılmış bir ulusal çıkıştır. Bir ilk deneme olarak Mahabad Cumhuriyeti’nin hem ulusal ve hem de demokratik muhtevası da önde olan bir adımdı. Belki kısa süreli yaşadı, uzun yaşayamadı ama Kürt halkının özgürlük mücadelesinde önemli bir yeri bulunan bir çıkıştır. Bu nedenle tüm Kürt halkı için önemli bir anlama sahip olan bu günü anmayı bir görev biliyor, Mahabad şehitlerinin anılarının özgür Kürdistan mücadelesinde yaşayacağını vurgulamak istiyorum.”

ANF NEWS AGENCY