İsmail Beşikçi, Kürdistan üzerine bilimsel araştırmaları ve kitapları
nedeniyle yıllarca hapis yattı, zulüm gördü, görüşlerinden taviz vermesi
için baskı gördü. Ancak, Beşikçi, bir bilim adamı olarak gerçekleri
araması ve dile getirmesi nedeniyle sadece Türk devleti tarafından
hedeflenmedi, görüşlerinden vazgeçmesi için sadece onların baskılarını
yaşamadı. Kendisine “devrimci”, “sosyalist”, “Kürdistan davası sahibi”
sıfatlarını takan bir takım kişi ve çevreler de Dr. İsmail Beşikçi’yi bu
görüşlerinden dolayı, hedef haline getirdiler, bunlardan vazgeçmesi
için çok çeşitli yol ve yöntemlere başvurdular. Bu çabaların çarpıcı bir
örneğini Beşikçi bundan 22 yıl önce İbrahim Güçlü’ye yazdığı bir
mektupta dile getirdi.
Bugün Roboski katliamını bile PKK’nin yaptığını iddia edece kadar ileri giden İbrahim Güçlü’ye Beşikçi’nin yıllarca önce gönderdiği mektup önce Serxwebun dergisinde yayınlandı. Beşikçi’nin bu uzun mektubu aynı zamanda yakın dönem tarihine ışık tutuyor. Beşikçi Hoca’nın mektubunu (arabaşlıkları ekleyerek) olduğu gibi yayınlıyoruz.
f) 1984 yılının Kasım ayı sonlarında Çanakkale Cezaevi'nden Gaziantep Özel Tip Cezaevi'ne sevk edildik. Bu sevkten çok sürgüne benzeyen bir operasyondu. Bizden bir hafta kadar önce de Bartın Cezaevi'nden bir sevk yapılmış. Bu ise tam anlamıyla sürgün özelliklerini taşıyordu. 1985 yılının başından itibaren, Malatya Cezaevi'nden, daha sonra da çeşitli cezaevlerinden arkadaşlar buraya getirildiler. 1985 ortalarında Diyarbakır Cezaevi'nden de bir sevk oldu. Bu süreçte ilk defa PKK'li arkadaşlarla karşılaştım. O zamanlar cezaevinin koşulları çok kötü idi. Koğuşlar, daha doğrusu hücreler birbirlerine kapalıydı. Havalandırmaya, aynı koğuşta veya aynı hücrede bulunan bir veya üç kişi birlikte çıkabiliyordu. Buna rağmen mazgaldan kısa süreli de olsa görüşmeler yapılabiliyordu. Bazen tesadüfen, hastaneye veya mahkemeye giderken karşılaşabiliyorduk. PKK'li arkadaşlar önce iki kişiydiler, sonra üç oldular. Üçü birlikte kalıyordu. 1980'li yıllarda Diyarbakır Cezaevi'nde kalmışlardı. Vahşet dönemini yaşamışlardı. O dönemi etraflıca anlatıyorlardı. Diyarbakır gerçeğini ilk defa onlardan duymuştum. Bu arada PKK'nin düşüncesini ve eylemine ilişkin bazı olaylar da anlatmışlardı. Bu arkadaşlarla, epeyce uzun uzun konuşma olanağı buldum. Fakat PKK'ye ait bir bildiriyi veya broşürü göremedim. Bu durum 1986 yılları sonlarında biraz değiştiyse de 1987 yılının Mayıs ayının sonlarına kadar yani tahliye olduğum ana kadar böylece sürüp gitti.
4. Tahliye olmadan önceki bazı düşüncelerimi ve duygularımı da yazmak istiyorum. Tahliye oluncaya kadar, PKK'nin başlattığı silahlı mücadelenin bütün Kürt grupları tarafından yoğun bir biçimde desteklendiğini, Kürtlerin silahlı mücadele içinde yer aldıklarını düşünüyordum. Benim kaldığım cezaevlerinde, içeriye kitap ve dergi alınmıyordu. Bu bakımdan siyasal hareketler hakkında sağlıklı bilgiler elde edemiyorduk. Bunları ancak ziyaretçiler ve avukatlar aracılığıyla öğrenebiliyorduk. Fakat onlar da düzenli bir şekilde gelmiyorlardı.
1985 yılı başlarında Milliyet gazetesinden Kürdistan Press'in yayı¬na başlayacağını öğrenmiştim. Kürdistan Press'in silahlı mücadeleyi destekleyeceğini düşünüyordum. Veya beklentim buydu. Bunun çok doğal bir süreç olacağını düşünüyordum. Sömürge saptamasını yapan bütün Kürt siyasal hareketlerinin, bu arada özellikle Rizgari'nin silahlı mücadeleyi aktif bir şekilde destekleyeceğini düşünüyordum, hissediyordum. Arkadaşlarla bu konuda konuşuyorduk. Onlar, Rizgari, Ala Rizgari, Özgürlük Yolu, Kawa gibi siyasetlerin, KDP'nin silahlı mücadeleyi desteklemediğini, karşı çıktıklarını söylüyorlardı. Ben buna pek akıl erdiremiyordum. Onlar da sağlıklı bilgiler alamıyorlardır diye düşünüyordum.
PKK’NİN ÜÇ ÖNEMLİ SAPTAMASI
5. 25 Mayıs 1987'de tahliye oldum. Ağustos ayında bir kitapçıda genç bir arkadaşla tanıştım. Kürdistan konusunda konuşmalarımız oldu. Ona Serxwebûn ve Berxwedan gibi dergileri görmek ve okumak istediğimi, bu konuda yardım edip etmeyeceğini sordum. Birkaç gün sonra bana bir Serxwebûn dergisi getirdi. İkiye, dörde, sekize katlanmış bir dergiydi. Katlanmış yerleri iyice aşınmış, erimişti. Serxwebûn dergisinin 64. sayısıydı. İlk defa Serxwebûn dergisi görüyordum. O günden sonra bu arkadaş bana Serxwebûn dergisinin başka sayılarını da getirdi. Okuyup tekrar veriyordum. Elden ele dolaştırılıyordu. O zaman dergiyi okuyanlar, dolaştıranlar çok temkinli davranıyorlardı. Şimdi daha rahat okunuyor. Serxwebûn şimdi daha çok dolaşıyor, daha kolay dolaşıyor. Bu süreçte Berxwedan dergilerini de gördüm. Bu dergileri ilgiyle, dikkatle okuyordum. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın Kürdistan'la ilgili analizleri çok dikkatimi çekiyordu. Bu arada başka arkadaşlar bana PKK'nin yayınladığı kitaplardan da verdiler. Bunları dikkatle okuyordum... Bu okuma ve incelemelerden sonra vardığım sonuç şu oldu: PKK'nin üç önemli saptaması ve ilkesi var.
a) Birincisini şu şekilde ifade etmek mümkündür: Kürt halkı onursuz bir şekilde yaşamaktadır. Kürt halkı kendi kendine ihaneti sağlanmış bir halktır. Kürt halkı düşürülmüştür. Rezil-rüsvalaşmaktadır.
b) PKK ikinci olarak şunu söylemektedir: Halkımızın bu yaşantısından, çağdışı yaşam koşullarını normal yaşamış gibi telakki etmesinden, halkımızın köleliğinden, keyfi, onur kırıcı dayatmalara boyun eğmesinden utanç duyuyoruz.
c) Üçüncü olarak da şu söyleniyor: Bu durumu muhakkak değiştireceğiz. Kürt halkı dünyada öteki uluslar gibi, eşit, onurlu bir şekilde yaşamalı, yaşayacaktır...
Bu saptamaların ve ilkelerin, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinde çok önemli saptamalar ve ilkeler olduğunu düşünüyordum. Bunlardan birincisi, Kürt toplumun bilimsel bir analizi sonucu ulaşılmış bir bilgidir. Sömürge koşullarının Kürt insanının ruhsal yapısını nasıl şekillendirdiği konusuyla ilgilidir. Ruhsal yapı, kişilik gibi sorunlara çok önemli vurgulamalar yapılmıştır. "Düşürülmüş bir halk" kavramı PKK'nindir. PKK'nin çeşitli yazılarında, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan’ın çeşitli değerlendirmelerinde bu kavram sık sık kullanılmaktadır. "Halkımızın rezil rüsva yaşamasından utanç duyuyoruz" açıklaması, milli duygulamaların bir ifadesidir. Milli duygu açıklamasıdır. Üçüncüsü de ulusal bir hareket için, devrimci ve demokratik bir hareket için eylem kılavuzudur. Zaten Kürt toplumu konusunda oluşan bilinç, gittikçe yaygınlaşarak ve derinleşerek gelişen bilinç, milli duyguyla karşılaştığı zaman, ulusal, devrimci ve demokratik bir hareket kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
6. Üçüncü ilke konusunda, eylem kılavuzu denilebilecek bilgi üzerinde etraflı bir şekilde durmak gerekir. "...Bu durumu muhakkak değiştireceğiz. Dünyanın öteki ulusları gibi Kürt ulusunun da eşit ve onurlu bir şekilde yasaması için her türlü fedakarlığı yapacağız..." Bu ilke doğrultusunda çok ciddi cabalar sarf edilmiş. Buna, 1970'li yıllar ortalarından itibaren başlanmış. 1970'li yılların ortalarında, Ankara'da çok ciddi çalışmalar yapılmış, 1977'de Kürdistan'a açılım var. Çalışmalar, çabalar 1970'li yılların sonlarında aktif bir şekilde sürüyor. Daha sonra tekrar geriye dönmek üzere yurt dışına çıkış var. Çalışmalar Avrupa'da ve Ortadoğu'da sürüyor. 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli baskınıyla silahlı mücadele başlıyor. Bu noktada bazı şeyler söylemek gerekir:
a) 15 Ağustos 1984'ten sonra, PKK'nin öteki Kürt örgütleriyle, yani Avrupa’daki Kürt örgütleriyle ilişkilerini yakından biliyorum. Kürdistan Press, Rizgari, Riya Azadi, Komkar, Yekita Sosyalist gibi yayın organları, bu yayın organları etrafında gelişen örgütleşmeler silahlı mücadeleye şiddetle karşı çıktılar. PKK ile bu yayın organları ve örgütleri arasında çok uzun süre şiddetli tartışmalar ve suçlamalar oldu. Çok kırıcı tartışmalar oldu. Bunları sözü edilen yayın organlarından etraflı bir şekilde izlemek mümkündür.
‘SİLAHLI MÜCADELEYE KARŞI ÇIKMAYI ANLAYABİLMİŞ DEĞİLİM’
Değerli kardeşim, silahlı mücadeleye karşı çıkmayı anlayabilmiş değilim. Bunun haklı gerekçelerini göremiyorum. Yukarda 4 numaralı ana paragrafta, 1987'de tahliye oluncaya kadar, bütün Kürt örgütlerinin silahlı mücadeleyi desteklediklerini düşündüğümü belirtmiştim. ' Öyle olmadığını tahliyeden sonra anladım. Bu konunun PKK ile öteki Kürt örgütleri arasındaki çelişmede ve çatışmada çok önemli bir neden, hatta en önemli neden olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki,
b) Yukarıda, 3 numaralı ana paragrafın (e) bölümünde, Kürtlere özellikle uygulanan bir hakaret ve düşürme, işkence yönteminden söz ettim. Bu hakaret, aşağılama, düşürme ve işkence yöntemiyle ilgili olarak şunu düşünüyorum. Bir toplum, o topluma mensup insanlar bu çeşit bir hakaret ve düşürülmeyle karşı karşıya kalıyorlarsa, buna hiç tepki göstermiyorlarsa, içlerine sindiriyorlarsa, o toplum, o insanlar hasta demektirler. Toplum felç olmuştur, felç olduğu gibi etkisizdir. Bu hastalık tedavi edilmemeli midir? Bu hastalık nasıl tedavi edilecektir?
İnsanlar karınları ağrıdığı zaman, mideleri, gözleri, kulakları vs. ağrıdığı zaman hastaneye gidiyorlar. Doktora başvuruyorlar, ilaç alıyorlar, tedavi oluyorlar. Yukarıda kısaca, felç olarak tanımlanan hastalığın da tedavi edilmesi gerekir. Bu tedavinin tek yolu da özgürlükler için, eşitlik için, onur için yapılan kavgadır. Böyle bir kavgayı başlatmadan, felç durumunu tedavi etmek, insanları ve toplumu sağlıklı bir hale getirmek olası değildir.
PKK bunu kavramış. Bu mücadelenin gereğine inanmış, bu doğrultuda bir mücadele başlatmış. Bu mücadele sırasında onlarca, giderek yüzlerce şehit olmuş. Şehitlerin sayıları daha sonraları binlerce rakamıyla ifade edilmeye başlanmış. Yoğun bir fedakarlık ve vefakarlık var. Sonsuz bir özveri var. Kürdistan'da "Kürt ulusu için mücadele", "Kürt vatanı için mücadele''gibi yeni değerler oluşmaya başlamış. Buna rağmen öteki Kürt örgütleri, PKK'nin düşüncesine ve eylemine, tavır ve davranışlarına şiddetle karşı çıkıyorlar. İşte PKK ile öteki Kürt örgütleri arasındaki kopuşmanın temelini burada görüyorum.
c) Yukarıda 5 numaralı ana paragrafta, PKK'nin önemli saptamalar yaptığını ifade etmiştim. Bu saptamalar Kürt toplumunun toplumsal ve ruhsal yapısıyla ilgiliydi. Bunların çok önemli ve dikkate değer olduğunu belirtmiştim. Bu noktada bu konuya açıklık getirecek bir anımı anlatmak istiyorum: 1963 yılında, yaz aylarında Şemdinli'de askerlik yapıyordum. Yedek Subay, Teğmen. Aslında görevim, Bitlis'te 34. Piyade Alayı'ndaydı. 1963 yılında, Güney Kürdistan'da, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi önemli bir gelişme içine girmişti. Kürdistan Demokrat Partisi, Mela Mustafa Barzani önderliğinde bir mücadele yürütüyordu. Kürtlerin (o zaman eşkıya tabir ediliyordu) hükümet kuvvetleri karşısında sıkıştıkları, Hakkari'ye giriş yapabilecekleri söyleniyordu. 1947'de KDP lideri Mela Mustafa Barzani ve 500'ü aşkın peşmerge, Gevar'daki Misiç bataklıklarından geçerek İran'a ulaşmış, oradan da Sovyetler Birliği'ne kadar varmışlardır. Sovyetler Birliğinden siyasal iltica hakkı istemişlerdi. İşte, Türk Ordusunun görevi, tekrar bu tür oluşumların yaşanmasını önlemek, eşkıyaların (Kürtlerin) Hakkari'ye geçişlerini önlemek veya onları sınırda yakalamaktı.
Bitlis, Muş ve Erciş'de bulunan Piyade Alayları'ndan bir tabur Kürtlerin muhtemel hareketlerini engellemek için Hakkari bölgesine gönderilmişti. Bende o zaman Bitlis'teki Piyade Alayı'ndan bölgeye gönderilmiştim. Birlik önce, Başkale'de konakladı. Bir süre sonra Yüksekova'ya geçti. Oradan Şemdinli tarafına intikal etti, Şemdinli'den de sınıra kadar gidildi.
Ağustos ayının sonlarıydı, Şemdinli'den sınırdaki Rubarok Köyü'ne intikal ediyorduk. Bir sabah vaktiydi. Zerin köyünden Bedav'a doğru gidiyorduk. Yol diye bir şey yok. Keçiyoluna benzer bir takım izler var. Vahşi bir doğada ilerliyoruz. Keçiyolunun alt tarafı bir uçurum. Epeyce derin, suların çağıltısı duyuluyordu. Vadinin her iki tarafı meşe ormanlarıyla kaplı. Meşelerin gövdeleri çok kalın. Arada bir meyve ve sebze bahçelerinden, üzüm bağlarından geçiyoruz. Daha önceki günlerden biliyorum. Askerler üzüm bağlarını talan ediyorlar. Meyve ve sebze bahçelerini talan ediyorlar. Bu konuda hiç bir uyarı, ihtar yok.
O KADININ ÖFKESİ
Askerler, keçi yolu üzerinde birerli kol düzeninde ilerliyorlardı. Ben de biraz açıktan takımın ilerlemesini denetliyordum. Karşıdan bir kadının geldiğini gördüm, altmış yaşlarında bir kadın kucağında küçük bir bebek var. Torunu olmalı. Bir çocuğun da elinden tutuyor. Çocuğu çekiştire çekiştire geliyor. Çocuk kadının elinden kurtulmak, etraftaki otlarla, çalılarla, çırpılarla, böceklerle oynamak istiyor. Kadının öteki elinde de bir sopa var. Önündeki öküzü sürüyor. Kadın askerlere yol verecek diye düşündüm. Hiç oralı olmadı. Bu durum ilgimi çekti. Baktım, kadın dimdik yoluna devam ediyor. Kucağındaki çocuk ve yürüyen çocuk, askerlerin güneş altında parıldayan süngülerine, tüfekleri¬nin namlularına ilgi duyuyorlar. Kadın çocukların onlarla oyalanması¬na, oynamasına fırsat vermiyor. Uzaktan daha dikkatli bir şekilde kadının yürümesini, tavır ve davranışlarını, ilerlemesini izlemeye çalıştım. Kadının gözlerinden müthiş bir kin ve öfke okunuyordu. Kadın hiç bir şeye, hiç kimseye bakmıyor, çocuğu çekiştiriyor, öküzünü sürüyordu. Dudaklarının kıpırtılarından bir şeyler konuştuğu belli oluyordu, fakat bunları duymuyordum. Kadın gözleriyle, ellerinin hareketleriyle, yürümesiyle, adımlarıyla, yoldan birer birer ilerleyen askerlere hiç bakmamasıyla, askere yol vermeden yürümesiyle, çevreye karşı öfkesini ve kinini ifade ediyordu. Kadının bu tavrı karşısında askerler, yolun yukarısına çıkmaya çalışıyorlar, kadına yol veriyorlardı.
O günden bu güne kadının yüzündeki ve gözlerindeki, dudaklarındaki kini ve öfkeyi hiç unutmadım. Hayatım boyunca beni en çok etkileyen portrelerden biri bu oldu. Kadının bu tavrı ve davranışı karşısında düşüncelerim ve duygularım altüst oldu, askerlere yol vermediği için kadını küstahlıkla suçluyorlardı. Fakat dimdik, alnı açık bir şekilde yürümesi, çevreye kin ve öfke dolu bakışları insanda bir saygı da uyandırıyordu. Öküzünü sürüyor, torunu¬nu çekiştirerek götürüyor, emekçi bir kadın, giyiminden kuşamından belli, yoksul bir kadın. Ayakkabıları kötü, ayaklarının yarısı yere basıyor. Bu portre kafama ve yüreğime yerleşti. Bu portreyi çizmekte büyük bir güçlük çekiyorum. Bunu anlatabilmek için büyük bir ressam olmak gerekir, büyük bir müzisyen olmak gerekir. Ahmede Xanî gibi, Cîgerxwîn gibi şair olmak gerekir. Bu tavrın ve davranışın, bu öfkenin nedenleri üzerinde uzun uzun düşündüm.
15 Ağustos 1984 Atılımından sonra, bu atılımın Kürt halkının çok yaygın bir desteğini kazanmasından sonra, bu tavrın ve davranışın nedenlerini çözümleme olanağına kavuştum diyebilirim. Kanımca PKK bu ruhsal yapıyı çok yakından izledi ve tahlil etti. Kürt halkının ruhunun derinliklerindeki özü yakaladı. Silahlı mücadeleyi başlattı ve Kürt halkının yoğun desteğini yanında buldu.
Yukarıda 5 numaralı ana paragrafta, Kürt toplumunun yapısı konusunda PKK'nin bilimsel açıklamalar getirdiğini yazmıştım, Kürt hareketlerinin, geçmişteki Kürt başkaldırılarının neden başarısızlığa uğradığı konusunda geliştirilen açıklamalarını yine bu çerçevede değerlendirmek gerekir. PKK'nin Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın bilim adamı yönünü de hiç gözden uzak tutmamak gerekir. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın Kürdistan'a ilişkin analizlerini çok ilgi çekici ve dikkate değer buluyorum.
KÜRDİSTAN’A İLİŞKİN TEK POLİTİKA: DEVLET TERÖRÜ
d) 5 numaralı ana paragrafta ifade edilen üçüncü ilke konusunda biraz daha durmakta yarar vardır. "Bu ilişkileri değiştireceğiz..." Senin de bildiğin gibi, ben Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nı oldukça yakından tanıyorum. Rizgari, Özgürlük Yolu, Ala Rizgari, Kawa, Şivancılar gibi Devrimci Doğu Kültür Ocakları kökenli örgütleri de yakından tanı¬yorum. Bu arada, Türkiye-Kürdistan Demokrat Partisi'ni ve benzer örgütleri de yakından tanıyorum. Bu örgütlere mensup arkadaşlarımız vardı. Ve onlar bizlere bu örgütler hakkında, bu örgütlerin düşünceleri ve eylemleri hakkında çok geniş bilgiler verdiler.
Bu noktada şöyle düşünüyorum. Kürdistan'da silahlı mücadele büyük bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü Türk devletinin, Kürdistan'ı devletlerarası sömürge düzeyinde tutmaya çalışan öteki devletlerin Kürdistan'a ilişkin tek bir politikaları vardır, o da devlet terörüdür. Böyle bir gereksinime rağmen, yukarıda sözünü etmeye çalıştığım örgütlerin, o örgütlerin liderlerinin, ileri gelen kadrolarının, Kürdistan'da silahlı mücadele kararı verebileceklerini sanmıyorum. Yani geçmişi dikkate aldığımız zaman, liderler, böyle bir kararı vermezlerdi, demek istiyorum. Örneğin, benim yakından tanıdığım arkadaşlar böyle bir kararı veremezlerdi. Bunda elbette bir kavrayış ve duyuş eksikliği var. Örgütlerde, örgütlerin ileri gelen yöneticilerinde bazı şeyler eksik. PKK bu kararı verdi, silahlı mücadeleyi başlattı. Kadınları gerillaya kattı. Bunlar çok önemli kararlardır. Şunu vurgulamaya çalışıyorum: Bu önemli kararları ancak PKK verebildi. Kararlarını uygulayabildi. Bu kararları uygulayabilmek için sarsılmaz bir inanç gösterdi. Bu konuda yoğun, yaygın bir bilincin oluşmasını sağladı. Bu düşüncelerimde acaba yanılıyor muyum?
Bizim yukarıda sözünü etmeye çalıştığım arkadaşlarımız olsaydı, şöyle düşünürlerdi sanıyorum: "Silahlı mücadele gerek ama şimdi zamanı değil." "Biraz daha örgütlenelim, halkımızı aydınlatalım, bilinçlendirelim belirli bir güç olduktan sonra silahlı mücadeleye başlayalım..." "... Örgütlenmeden, belirli bir güç olmadan silahlı mücadeleye başlamak intihardır.""... Falanca yere bir gezi daha düzenleyelim, halkın nabzını yoklayalım.""... Falanca konuyu araştıralım, bir komite daha kuralım..."vs. Görüldüğü gibi silahlı mücadeleye karşı çıkılmıyor. Veya örgütlerin önemli bir kısmı silahlı mücadeleye karşı çıkmıyor. Fakat, "şu aşamada" silahlı mücadelenin olanaklı olmadığını öne sürüyor. İşte olanaklı görülmeyen bu şeyi PKK gerçekleştirdi. Bu kararın alınması ve alınan kararların hayata geçirilmesi, aslında, düşünüldüğünden çok daha önemli bir olaydır. Kuzey Kürdistan'ın tarihsel gelişmesini ele aldığımız zaman, bunu ifade etmek, görmek gayet kolaydır. Acaba yanılıyor muyum?
7. Avrupa'daki Kürt örgütlerinin silahlı mücadeleye karşı çıktığını, yukarıda, 6 numaralı ana paragrafta, (a) bendinde belirtmiştim. Bu konu ile ilgili olarak, 15 Ağustos 1984'ten sonraki gelişmeleri yakından biliyoruz. 1990 yılı Mart ayında ve sonrasında da, 15 Ağustos 1984'ten önceki aşamaları öğrenme fırsatı buldum. Kaldığım koğuşta pekçok PKK'li arkadaş vardı. Daha doğrusu, PKK'lilerin kaldığı koğuştaydım. Gerillalarla tanışma olanağı buldum.
1984'ten önce, Avrupa'daki ve Ortadoğu'daki gelişmeleri çok yakından izleyen, hatta bu sürecin içinde olan bazı arkadaşlarla tanışma olanağı buldum. Bu dönemi, ilişkileri, ilişkilerin gelişim sürecini etraflı bir şekilde anlattılar. Öte yandan bu konulara ilişkin pekçok yazı vardı. PKK bunları anlatmış, yazmış, konuşmuş. Bunlarda belirli bir tarafgirlik, belirli bir mübalağa olsa bile, bir süre için böyle kabul edilirse bile, geriye kalanlar, gelişmelerin yönünü, içeriğini biliyor. Kaldı ki bana bunları anlatanlar çok saygın kişilerdi. Bilinçli bir şekilde yanıltmak için bilgi verdiklerini de hiç sanmıyorum. PKK öteki örgütlere silahlı mücadele gereğini açık-layınca, örgütlerin büyük bir tepkisini çekiyor. "...Siz bizim halkımızı intihara sürüklüyorsunuz..." "Kürt halkı silahlı mücadeleye hazır değildir" vs. Örgütler, liderler, kadrolar, PKK'nin bu düşüncelerine ve eylemine karşı şiddetli bir tepki gösteriyorlar. Bu sürecin PKK ile öteki Kürt örgütleri arasında, büyük bir kopuşmanın meydana gelmesi¬ne neden olduğunu yukarıda ifade etmiştim.
‘ESAS OLAN KÜRDİSTAN’DA OLMAKTIR’
8. Deniyor ki, PKK Suriye'ye dayanarak eylem yapıyor, halbuki, Suriye de sömürgeci bir devlettir.
Kürtlerin kendilerini sömürgeleştiren devletlerle ilişkilerinin irdelenmesi Kürt tarihinin en acılı, en dramatik yönüdür. Bu konuda şöyle düşünüyorum: Kürtlerin, bu arada PKK'nin Ortadoğu'da, çok bağımsız, son derece bağımsız politikalar oluşturması ve bu politikaları uygulamaları pek olanaklı değildir. Bu Kürdistan'ın ve Kürt ulusunun bölünmesinin, parçalanmasının ve paylaşılmasının ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Bu tarihsel gelişmenin, bunun Kürtler bakımından anlamının bilincine varan bir örgüt ise mümkün olduğu kadar bağımsız ve özgür politikalar oluşturabilir ve bu politikaları hayata geçirebilir. Bu sorunu biraz daha yakından irdelemekte yarar vardır: Şöyle ki;
a) Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten bir örgüt mümkün olduğu kadar, Kürdistan'da veya Kürdistan'a yakın bir yerde olmalıdır. Kürt örgütlerinin Almanya'da, Fransa'da, İsveç'te, Londra'da, Roma'da, yani Avrupa'da olmaları çok önemlidir. Fakat bu örgütlerin Kürdistan'da eğer kökleri, dayanakları yoksa, Avrupa'da olmak çok anlamlı değildir. Esas olan Kürdistan'da olmaktır. Kürdistan'da kökleri, dayanakları olan bir örgüt, Avrupa'da varsa, işte önemli olan budur.
b) Bu açılardan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten örgütlerin Kürdistan'da veya Kürdistan'a çok yakın bir alanda olması gerekiyor. Şu da önemlidir: Uluslararası ilişkilerde, çıkar esası önemlidir, hiç kimse kimseye, adalet olsun diye, insan haklarının gereğidir diye, insanlık gereğidir diye yardım etmiyor. Herhangi bir devlet, Kürtlerden çıkar umuyor olabilir. Bu durumda Kürtler de hesap kitap yaparlar. Kendilerinden ne isteniyor, kendilerinin kazanacağı nedir? İşte kendilerinden istenenlerle, kendilerinin kazançları arasında bir denge varsa, Kürtlerin benzer ilişkileri sürdürmesinde büyük bir sakınca yoktur. Bu da sürekli bir sorgulamayı gerekli kılar. Alınanların ve verilenlerin dengeli olup olmadığı her zaman denetlenir. Ben PKK'nin Suriye ile ilişkilerini bu çerçevede değerlendiriyorum. Suriye de elbette Kürdistan'ı devletlerarası sömürge düzeyinde tutan devletlerden biridir. Bu açıktır. Fakat Kürtler için, yukarıdaki muhasebeyi yapmanın zorunluluğu da vardır.
‘PKK GERİLLALARI KÜRDİSTAN İÇİN ÖLÜYOR’
c) PKK için "Hafız Esat'ın maşası", "Hafız Esat'ın askerleri" gibi sıfatları kullanmak büyük bir demagojidir. Çirkin bir suçlamadır. PKK gerillaları Kürt ulusu için çarpışıyor. Kürdistan için ölüyor. Bugüne kadar binlerce şehit var. Hepsi Kürdistan için, Kürt ulusu için. Kürtler arasında "ulus için mücadele", "vatan için mücadele" gibi çok yeni, yepyeni değerler oluşmaktadır.
Yeni değerlerin oluşumunun kökeninde, Kürt gerillaların büyük bir özveriyle, bilgiyle ve bilinçle, fedakarca sürdürdükleri mücadele vardır. O halde Kürt gerillalara karşı, PKK'ye karşı bu suçlamalar nasıl yapılabiliyor? Ben bunu, Kürdistan topraklarından, Kürt halk yığınlarından kopukluğa bağlıyorum. Kürdistan'dan, Kürt halk yığınlarından, kopukluğa bağlıyorum. Kürdistan'dan, Kürt halk yığınlarından, halk yığınlarından uzak kalmak, maddi dayanağı olmayan bu suçlamaları da ortaya çıkarabiliyor.
d) Ortadoğu'da Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten önderlerin, Kürdistan, Ortadoğu, dünya hakkında bilgi birikimi elbette gerekir. Fakat bilgi birikimi yetmez. Tavır ve davranışları da önemlidir. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten kadroların cin gibi olmaları gerekir. Cinlik, örneğin, İran Kürdistan Demokrat Partisi lideri Abdurrahman Kasımlo'da yoktu. Abdurrahman Kasımlo, Batılı değerlerle politika yapmaya çalışıyordu. Halbuki politika yaptığı alan Ortadoğu'dur. Ortadoğu'da ise devlet terörü egemendir. "Cin gibi olmak" Mela Mustafa Barzani'de de görülebiliyordu. Fakat Mela Mustafa Barzani geleneksel bir Kürt önderiydi. Irak Kürdistan Demokrat Partisi lideri Mesut Barzani'de, Kürdistan Yurtsever Birliği lideri Celal Talabani'de bu niteliklerin çok fazla geliştiği kanısında değilim. PKK'da, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'da, Başkan Apo'da bu nitelik kolayca görülebiliyor.
‘KÜRTLERİN BİJİ APO DEMELERİ YERİNDE BİR HAREKETTİR'
9. Çirkin suçlamalardan biri de çoluk-çocuk öldürmek biçiminde ortaya çıkıyor. Türkiye'de, Ortadoğu'da terör devlet tarafından yapılmaktadır. Türk devletinin Kürtlere karşı temel politikası devlet terörüdür. Bu devlet terörünün bir boyutu da Kürt halkının bölünerek ve parçalanarak yönetilmesini gerekli kılmaktadır. Korucular olayının tezgahlanması bu gerek içindir. Böl-yönet politikasının en önemli özelliği bu politikanın; her zaman, her yerde, her koşul altında kendini üretiyor olmasıdır. Bölünme ve parçalanma toplumun en küçük hücrelerinde bile etkili olmaktadır. Bu ise, "hainlik" ve "ihanet" için elverişli bir ortam hazırlamaktadır. Bu bakımdan Kürt toplumu haini bol bir toplumdur. Koruculuk sürecinde korkunç derecede düşürülmüş korucular görülmektedir. Bunlar Kürt gerillalara karşı cinayet makinası gibi çalışmaktadırlar. Kulak, burun, dudak kesmektedirler, göz çıkarmaktadırlar. Gerillaların kafalarını kesip dolaştırmaya yeltenmektedirler, özgürlük, eşitlik, onur diyenleri öldürmeye çalışmaktadırlar. Bunlar elbette uyarılmaya çalışılmalıdır, Kürt ulusuna yaptıkları ihanet hatırlatılmalıdır. Sömürgeci devletin hizmetinde bir alet olarak çalışanlara, devlet terörünün vazgeçilmez bir halkası olanlara ise, ancak etkili bir terör, devrimci bir terör uygulanır. Kürt halkının kendi hainlerini cezalandırma hakkı da vardır. Bu hak da tartışılmazdır.
Baskı ve zulüm altında olan bütün halkların bu hakları vardır. Bu şiddetin hedefi kuşkusuz çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar değildir. Sömürgeci devletin propagandalarına, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın bir şubesi gibi çalışan Türk basınına, sömürgeci basına itibar etmemek gerekir.
10. PKK'nın liderini putlaştırdığı, liderin anti-demokratik olduğu, çoğulculuğu kesinlikle engellediği sık sık vurgulanmaktadır. "Olur olmaz yerlerde Bijî Apo, diye bağırıyorlar". "Apo'nun çeşitli pozlardaki fotoğraflarını asıyorlar, dağıtıyorlar..." vs. Bu sloganların, bu fotoğrafların fazla büyütülmemesi gerektiği kanısındayım. Kaldı ki Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi henüz muhalefet hareketidir. Öte yandan bu bir siyasal harekettir. Kitlelere hitap etmektedir. Bu süreçte "Başkan Apo", "Önder Apo", "Bijî Apo" gibi deyimlerin, sloganların kullanılması bana ters gelmemektedir.
Kendimden bir örnek vereyim. 1990 yılı Mart ayında Sağmalcılar cezaevine konulduktan sonra, benim için de kampanyalar açıldı, imzalar toplandı, afişler basıldı. Aslında bu benim tavrım değil. Bunları senin de çok yakından tanıyacağın arkadaşlar yaptılar. Bu sürece karşı çıkmayı düşündüm. Karşı çıktım da. Fakat, mekan olarak o kadar değişik yerlerde yapılıyordu ki, hangisine karşı çıkacaksın? Fakat, bu tür süreçlerin şöyle bir boyutu da var. Toplumsal ve siyasal muhalefetin gelişmesine, muhalefetin derlenip toparlanmasına, kısaca, hareketin gelişmesine katkısı da olabiliyor. Bu bakımdan sorun, çoğu zaman sizi aşıyor, karşı çıkarılıyorsunuz. Kaldı ki, benim konumumla PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın konumu çok farklı, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan politik ve askeri yönleri ağır basan bir önder. Bu bakımdan Kürt halk kitlelerinin, "Başkan Apo, Bijî Apo" gibi hitaplarda bulunmaları, sloganlar atmaları yErinde bir harekettir.
"Başkan", "önder" gibi kavramların demokratik kavramlar olmadığını biliyorum. Fakat henüz muhalefette olan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin bu kavramları kullanmasında büyük bir sakınca görmüyorum. Bunlar liderleri putlaştırmak değildir. Kürtler günümüze kadar hep yönetildiler. Hep başkaları tarafından yönetildiler. Şimdi, bir Kürt örgütü ciddi bir şekilde "Kürdistan'ı biz yöneteceğiz" diyor. Düşündüklerini, planlarını, projelerini hayata geçirmeye çalışıyor. Bu süreci geliştirmek gerekiyor. Bu sürecin gelişmesine katkıda bulunmak gerekir.
Devam edecek…
ANF NEWS AGENCY
Bugün Roboski katliamını bile PKK’nin yaptığını iddia edece kadar ileri giden İbrahim Güçlü’ye Beşikçi’nin yıllarca önce gönderdiği mektup önce Serxwebun dergisinde yayınlandı. Beşikçi’nin bu uzun mektubu aynı zamanda yakın dönem tarihine ışık tutuyor. Beşikçi Hoca’nın mektubunu (arabaşlıkları ekleyerek) olduğu gibi yayınlıyoruz.
f) 1984 yılının Kasım ayı sonlarında Çanakkale Cezaevi'nden Gaziantep Özel Tip Cezaevi'ne sevk edildik. Bu sevkten çok sürgüne benzeyen bir operasyondu. Bizden bir hafta kadar önce de Bartın Cezaevi'nden bir sevk yapılmış. Bu ise tam anlamıyla sürgün özelliklerini taşıyordu. 1985 yılının başından itibaren, Malatya Cezaevi'nden, daha sonra da çeşitli cezaevlerinden arkadaşlar buraya getirildiler. 1985 ortalarında Diyarbakır Cezaevi'nden de bir sevk oldu. Bu süreçte ilk defa PKK'li arkadaşlarla karşılaştım. O zamanlar cezaevinin koşulları çok kötü idi. Koğuşlar, daha doğrusu hücreler birbirlerine kapalıydı. Havalandırmaya, aynı koğuşta veya aynı hücrede bulunan bir veya üç kişi birlikte çıkabiliyordu. Buna rağmen mazgaldan kısa süreli de olsa görüşmeler yapılabiliyordu. Bazen tesadüfen, hastaneye veya mahkemeye giderken karşılaşabiliyorduk. PKK'li arkadaşlar önce iki kişiydiler, sonra üç oldular. Üçü birlikte kalıyordu. 1980'li yıllarda Diyarbakır Cezaevi'nde kalmışlardı. Vahşet dönemini yaşamışlardı. O dönemi etraflıca anlatıyorlardı. Diyarbakır gerçeğini ilk defa onlardan duymuştum. Bu arada PKK'nin düşüncesini ve eylemine ilişkin bazı olaylar da anlatmışlardı. Bu arkadaşlarla, epeyce uzun uzun konuşma olanağı buldum. Fakat PKK'ye ait bir bildiriyi veya broşürü göremedim. Bu durum 1986 yılları sonlarında biraz değiştiyse de 1987 yılının Mayıs ayının sonlarına kadar yani tahliye olduğum ana kadar böylece sürüp gitti.
4. Tahliye olmadan önceki bazı düşüncelerimi ve duygularımı da yazmak istiyorum. Tahliye oluncaya kadar, PKK'nin başlattığı silahlı mücadelenin bütün Kürt grupları tarafından yoğun bir biçimde desteklendiğini, Kürtlerin silahlı mücadele içinde yer aldıklarını düşünüyordum. Benim kaldığım cezaevlerinde, içeriye kitap ve dergi alınmıyordu. Bu bakımdan siyasal hareketler hakkında sağlıklı bilgiler elde edemiyorduk. Bunları ancak ziyaretçiler ve avukatlar aracılığıyla öğrenebiliyorduk. Fakat onlar da düzenli bir şekilde gelmiyorlardı.
1985 yılı başlarında Milliyet gazetesinden Kürdistan Press'in yayı¬na başlayacağını öğrenmiştim. Kürdistan Press'in silahlı mücadeleyi destekleyeceğini düşünüyordum. Veya beklentim buydu. Bunun çok doğal bir süreç olacağını düşünüyordum. Sömürge saptamasını yapan bütün Kürt siyasal hareketlerinin, bu arada özellikle Rizgari'nin silahlı mücadeleyi aktif bir şekilde destekleyeceğini düşünüyordum, hissediyordum. Arkadaşlarla bu konuda konuşuyorduk. Onlar, Rizgari, Ala Rizgari, Özgürlük Yolu, Kawa gibi siyasetlerin, KDP'nin silahlı mücadeleyi desteklemediğini, karşı çıktıklarını söylüyorlardı. Ben buna pek akıl erdiremiyordum. Onlar da sağlıklı bilgiler alamıyorlardır diye düşünüyordum.
PKK’NİN ÜÇ ÖNEMLİ SAPTAMASI
5. 25 Mayıs 1987'de tahliye oldum. Ağustos ayında bir kitapçıda genç bir arkadaşla tanıştım. Kürdistan konusunda konuşmalarımız oldu. Ona Serxwebûn ve Berxwedan gibi dergileri görmek ve okumak istediğimi, bu konuda yardım edip etmeyeceğini sordum. Birkaç gün sonra bana bir Serxwebûn dergisi getirdi. İkiye, dörde, sekize katlanmış bir dergiydi. Katlanmış yerleri iyice aşınmış, erimişti. Serxwebûn dergisinin 64. sayısıydı. İlk defa Serxwebûn dergisi görüyordum. O günden sonra bu arkadaş bana Serxwebûn dergisinin başka sayılarını da getirdi. Okuyup tekrar veriyordum. Elden ele dolaştırılıyordu. O zaman dergiyi okuyanlar, dolaştıranlar çok temkinli davranıyorlardı. Şimdi daha rahat okunuyor. Serxwebûn şimdi daha çok dolaşıyor, daha kolay dolaşıyor. Bu süreçte Berxwedan dergilerini de gördüm. Bu dergileri ilgiyle, dikkatle okuyordum. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın Kürdistan'la ilgili analizleri çok dikkatimi çekiyordu. Bu arada başka arkadaşlar bana PKK'nin yayınladığı kitaplardan da verdiler. Bunları dikkatle okuyordum... Bu okuma ve incelemelerden sonra vardığım sonuç şu oldu: PKK'nin üç önemli saptaması ve ilkesi var.
a) Birincisini şu şekilde ifade etmek mümkündür: Kürt halkı onursuz bir şekilde yaşamaktadır. Kürt halkı kendi kendine ihaneti sağlanmış bir halktır. Kürt halkı düşürülmüştür. Rezil-rüsvalaşmaktadır.
b) PKK ikinci olarak şunu söylemektedir: Halkımızın bu yaşantısından, çağdışı yaşam koşullarını normal yaşamış gibi telakki etmesinden, halkımızın köleliğinden, keyfi, onur kırıcı dayatmalara boyun eğmesinden utanç duyuyoruz.
c) Üçüncü olarak da şu söyleniyor: Bu durumu muhakkak değiştireceğiz. Kürt halkı dünyada öteki uluslar gibi, eşit, onurlu bir şekilde yaşamalı, yaşayacaktır...
Bu saptamaların ve ilkelerin, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinde çok önemli saptamalar ve ilkeler olduğunu düşünüyordum. Bunlardan birincisi, Kürt toplumun bilimsel bir analizi sonucu ulaşılmış bir bilgidir. Sömürge koşullarının Kürt insanının ruhsal yapısını nasıl şekillendirdiği konusuyla ilgilidir. Ruhsal yapı, kişilik gibi sorunlara çok önemli vurgulamalar yapılmıştır. "Düşürülmüş bir halk" kavramı PKK'nindir. PKK'nin çeşitli yazılarında, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan’ın çeşitli değerlendirmelerinde bu kavram sık sık kullanılmaktadır. "Halkımızın rezil rüsva yaşamasından utanç duyuyoruz" açıklaması, milli duygulamaların bir ifadesidir. Milli duygu açıklamasıdır. Üçüncüsü de ulusal bir hareket için, devrimci ve demokratik bir hareket için eylem kılavuzudur. Zaten Kürt toplumu konusunda oluşan bilinç, gittikçe yaygınlaşarak ve derinleşerek gelişen bilinç, milli duyguyla karşılaştığı zaman, ulusal, devrimci ve demokratik bir hareket kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
6. Üçüncü ilke konusunda, eylem kılavuzu denilebilecek bilgi üzerinde etraflı bir şekilde durmak gerekir. "...Bu durumu muhakkak değiştireceğiz. Dünyanın öteki ulusları gibi Kürt ulusunun da eşit ve onurlu bir şekilde yasaması için her türlü fedakarlığı yapacağız..." Bu ilke doğrultusunda çok ciddi cabalar sarf edilmiş. Buna, 1970'li yıllar ortalarından itibaren başlanmış. 1970'li yılların ortalarında, Ankara'da çok ciddi çalışmalar yapılmış, 1977'de Kürdistan'a açılım var. Çalışmalar, çabalar 1970'li yılların sonlarında aktif bir şekilde sürüyor. Daha sonra tekrar geriye dönmek üzere yurt dışına çıkış var. Çalışmalar Avrupa'da ve Ortadoğu'da sürüyor. 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli baskınıyla silahlı mücadele başlıyor. Bu noktada bazı şeyler söylemek gerekir:
a) 15 Ağustos 1984'ten sonra, PKK'nin öteki Kürt örgütleriyle, yani Avrupa’daki Kürt örgütleriyle ilişkilerini yakından biliyorum. Kürdistan Press, Rizgari, Riya Azadi, Komkar, Yekita Sosyalist gibi yayın organları, bu yayın organları etrafında gelişen örgütleşmeler silahlı mücadeleye şiddetle karşı çıktılar. PKK ile bu yayın organları ve örgütleri arasında çok uzun süre şiddetli tartışmalar ve suçlamalar oldu. Çok kırıcı tartışmalar oldu. Bunları sözü edilen yayın organlarından etraflı bir şekilde izlemek mümkündür.
‘SİLAHLI MÜCADELEYE KARŞI ÇIKMAYI ANLAYABİLMİŞ DEĞİLİM’
Değerli kardeşim, silahlı mücadeleye karşı çıkmayı anlayabilmiş değilim. Bunun haklı gerekçelerini göremiyorum. Yukarda 4 numaralı ana paragrafta, 1987'de tahliye oluncaya kadar, bütün Kürt örgütlerinin silahlı mücadeleyi desteklediklerini düşündüğümü belirtmiştim. ' Öyle olmadığını tahliyeden sonra anladım. Bu konunun PKK ile öteki Kürt örgütleri arasındaki çelişmede ve çatışmada çok önemli bir neden, hatta en önemli neden olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki,
b) Yukarıda, 3 numaralı ana paragrafın (e) bölümünde, Kürtlere özellikle uygulanan bir hakaret ve düşürme, işkence yönteminden söz ettim. Bu hakaret, aşağılama, düşürme ve işkence yöntemiyle ilgili olarak şunu düşünüyorum. Bir toplum, o topluma mensup insanlar bu çeşit bir hakaret ve düşürülmeyle karşı karşıya kalıyorlarsa, buna hiç tepki göstermiyorlarsa, içlerine sindiriyorlarsa, o toplum, o insanlar hasta demektirler. Toplum felç olmuştur, felç olduğu gibi etkisizdir. Bu hastalık tedavi edilmemeli midir? Bu hastalık nasıl tedavi edilecektir?
İnsanlar karınları ağrıdığı zaman, mideleri, gözleri, kulakları vs. ağrıdığı zaman hastaneye gidiyorlar. Doktora başvuruyorlar, ilaç alıyorlar, tedavi oluyorlar. Yukarıda kısaca, felç olarak tanımlanan hastalığın da tedavi edilmesi gerekir. Bu tedavinin tek yolu da özgürlükler için, eşitlik için, onur için yapılan kavgadır. Böyle bir kavgayı başlatmadan, felç durumunu tedavi etmek, insanları ve toplumu sağlıklı bir hale getirmek olası değildir.
PKK bunu kavramış. Bu mücadelenin gereğine inanmış, bu doğrultuda bir mücadele başlatmış. Bu mücadele sırasında onlarca, giderek yüzlerce şehit olmuş. Şehitlerin sayıları daha sonraları binlerce rakamıyla ifade edilmeye başlanmış. Yoğun bir fedakarlık ve vefakarlık var. Sonsuz bir özveri var. Kürdistan'da "Kürt ulusu için mücadele", "Kürt vatanı için mücadele''gibi yeni değerler oluşmaya başlamış. Buna rağmen öteki Kürt örgütleri, PKK'nin düşüncesine ve eylemine, tavır ve davranışlarına şiddetle karşı çıkıyorlar. İşte PKK ile öteki Kürt örgütleri arasındaki kopuşmanın temelini burada görüyorum.
c) Yukarıda 5 numaralı ana paragrafta, PKK'nin önemli saptamalar yaptığını ifade etmiştim. Bu saptamalar Kürt toplumunun toplumsal ve ruhsal yapısıyla ilgiliydi. Bunların çok önemli ve dikkate değer olduğunu belirtmiştim. Bu noktada bu konuya açıklık getirecek bir anımı anlatmak istiyorum: 1963 yılında, yaz aylarında Şemdinli'de askerlik yapıyordum. Yedek Subay, Teğmen. Aslında görevim, Bitlis'te 34. Piyade Alayı'ndaydı. 1963 yılında, Güney Kürdistan'da, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi önemli bir gelişme içine girmişti. Kürdistan Demokrat Partisi, Mela Mustafa Barzani önderliğinde bir mücadele yürütüyordu. Kürtlerin (o zaman eşkıya tabir ediliyordu) hükümet kuvvetleri karşısında sıkıştıkları, Hakkari'ye giriş yapabilecekleri söyleniyordu. 1947'de KDP lideri Mela Mustafa Barzani ve 500'ü aşkın peşmerge, Gevar'daki Misiç bataklıklarından geçerek İran'a ulaşmış, oradan da Sovyetler Birliği'ne kadar varmışlardır. Sovyetler Birliğinden siyasal iltica hakkı istemişlerdi. İşte, Türk Ordusunun görevi, tekrar bu tür oluşumların yaşanmasını önlemek, eşkıyaların (Kürtlerin) Hakkari'ye geçişlerini önlemek veya onları sınırda yakalamaktı.
Bitlis, Muş ve Erciş'de bulunan Piyade Alayları'ndan bir tabur Kürtlerin muhtemel hareketlerini engellemek için Hakkari bölgesine gönderilmişti. Bende o zaman Bitlis'teki Piyade Alayı'ndan bölgeye gönderilmiştim. Birlik önce, Başkale'de konakladı. Bir süre sonra Yüksekova'ya geçti. Oradan Şemdinli tarafına intikal etti, Şemdinli'den de sınıra kadar gidildi.
Ağustos ayının sonlarıydı, Şemdinli'den sınırdaki Rubarok Köyü'ne intikal ediyorduk. Bir sabah vaktiydi. Zerin köyünden Bedav'a doğru gidiyorduk. Yol diye bir şey yok. Keçiyoluna benzer bir takım izler var. Vahşi bir doğada ilerliyoruz. Keçiyolunun alt tarafı bir uçurum. Epeyce derin, suların çağıltısı duyuluyordu. Vadinin her iki tarafı meşe ormanlarıyla kaplı. Meşelerin gövdeleri çok kalın. Arada bir meyve ve sebze bahçelerinden, üzüm bağlarından geçiyoruz. Daha önceki günlerden biliyorum. Askerler üzüm bağlarını talan ediyorlar. Meyve ve sebze bahçelerini talan ediyorlar. Bu konuda hiç bir uyarı, ihtar yok.
O KADININ ÖFKESİ
Askerler, keçi yolu üzerinde birerli kol düzeninde ilerliyorlardı. Ben de biraz açıktan takımın ilerlemesini denetliyordum. Karşıdan bir kadının geldiğini gördüm, altmış yaşlarında bir kadın kucağında küçük bir bebek var. Torunu olmalı. Bir çocuğun da elinden tutuyor. Çocuğu çekiştire çekiştire geliyor. Çocuk kadının elinden kurtulmak, etraftaki otlarla, çalılarla, çırpılarla, böceklerle oynamak istiyor. Kadının öteki elinde de bir sopa var. Önündeki öküzü sürüyor. Kadın askerlere yol verecek diye düşündüm. Hiç oralı olmadı. Bu durum ilgimi çekti. Baktım, kadın dimdik yoluna devam ediyor. Kucağındaki çocuk ve yürüyen çocuk, askerlerin güneş altında parıldayan süngülerine, tüfekleri¬nin namlularına ilgi duyuyorlar. Kadın çocukların onlarla oyalanması¬na, oynamasına fırsat vermiyor. Uzaktan daha dikkatli bir şekilde kadının yürümesini, tavır ve davranışlarını, ilerlemesini izlemeye çalıştım. Kadının gözlerinden müthiş bir kin ve öfke okunuyordu. Kadın hiç bir şeye, hiç kimseye bakmıyor, çocuğu çekiştiriyor, öküzünü sürüyordu. Dudaklarının kıpırtılarından bir şeyler konuştuğu belli oluyordu, fakat bunları duymuyordum. Kadın gözleriyle, ellerinin hareketleriyle, yürümesiyle, adımlarıyla, yoldan birer birer ilerleyen askerlere hiç bakmamasıyla, askere yol vermeden yürümesiyle, çevreye karşı öfkesini ve kinini ifade ediyordu. Kadının bu tavrı karşısında askerler, yolun yukarısına çıkmaya çalışıyorlar, kadına yol veriyorlardı.
O günden bu güne kadının yüzündeki ve gözlerindeki, dudaklarındaki kini ve öfkeyi hiç unutmadım. Hayatım boyunca beni en çok etkileyen portrelerden biri bu oldu. Kadının bu tavrı ve davranışı karşısında düşüncelerim ve duygularım altüst oldu, askerlere yol vermediği için kadını küstahlıkla suçluyorlardı. Fakat dimdik, alnı açık bir şekilde yürümesi, çevreye kin ve öfke dolu bakışları insanda bir saygı da uyandırıyordu. Öküzünü sürüyor, torunu¬nu çekiştirerek götürüyor, emekçi bir kadın, giyiminden kuşamından belli, yoksul bir kadın. Ayakkabıları kötü, ayaklarının yarısı yere basıyor. Bu portre kafama ve yüreğime yerleşti. Bu portreyi çizmekte büyük bir güçlük çekiyorum. Bunu anlatabilmek için büyük bir ressam olmak gerekir, büyük bir müzisyen olmak gerekir. Ahmede Xanî gibi, Cîgerxwîn gibi şair olmak gerekir. Bu tavrın ve davranışın, bu öfkenin nedenleri üzerinde uzun uzun düşündüm.
15 Ağustos 1984 Atılımından sonra, bu atılımın Kürt halkının çok yaygın bir desteğini kazanmasından sonra, bu tavrın ve davranışın nedenlerini çözümleme olanağına kavuştum diyebilirim. Kanımca PKK bu ruhsal yapıyı çok yakından izledi ve tahlil etti. Kürt halkının ruhunun derinliklerindeki özü yakaladı. Silahlı mücadeleyi başlattı ve Kürt halkının yoğun desteğini yanında buldu.
Yukarıda 5 numaralı ana paragrafta, Kürt toplumunun yapısı konusunda PKK'nin bilimsel açıklamalar getirdiğini yazmıştım, Kürt hareketlerinin, geçmişteki Kürt başkaldırılarının neden başarısızlığa uğradığı konusunda geliştirilen açıklamalarını yine bu çerçevede değerlendirmek gerekir. PKK'nin Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın bilim adamı yönünü de hiç gözden uzak tutmamak gerekir. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın Kürdistan'a ilişkin analizlerini çok ilgi çekici ve dikkate değer buluyorum.
KÜRDİSTAN’A İLİŞKİN TEK POLİTİKA: DEVLET TERÖRÜ
d) 5 numaralı ana paragrafta ifade edilen üçüncü ilke konusunda biraz daha durmakta yarar vardır. "Bu ilişkileri değiştireceğiz..." Senin de bildiğin gibi, ben Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nı oldukça yakından tanıyorum. Rizgari, Özgürlük Yolu, Ala Rizgari, Kawa, Şivancılar gibi Devrimci Doğu Kültür Ocakları kökenli örgütleri de yakından tanı¬yorum. Bu arada, Türkiye-Kürdistan Demokrat Partisi'ni ve benzer örgütleri de yakından tanıyorum. Bu örgütlere mensup arkadaşlarımız vardı. Ve onlar bizlere bu örgütler hakkında, bu örgütlerin düşünceleri ve eylemleri hakkında çok geniş bilgiler verdiler.
Bu noktada şöyle düşünüyorum. Kürdistan'da silahlı mücadele büyük bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü Türk devletinin, Kürdistan'ı devletlerarası sömürge düzeyinde tutmaya çalışan öteki devletlerin Kürdistan'a ilişkin tek bir politikaları vardır, o da devlet terörüdür. Böyle bir gereksinime rağmen, yukarıda sözünü etmeye çalıştığım örgütlerin, o örgütlerin liderlerinin, ileri gelen kadrolarının, Kürdistan'da silahlı mücadele kararı verebileceklerini sanmıyorum. Yani geçmişi dikkate aldığımız zaman, liderler, böyle bir kararı vermezlerdi, demek istiyorum. Örneğin, benim yakından tanıdığım arkadaşlar böyle bir kararı veremezlerdi. Bunda elbette bir kavrayış ve duyuş eksikliği var. Örgütlerde, örgütlerin ileri gelen yöneticilerinde bazı şeyler eksik. PKK bu kararı verdi, silahlı mücadeleyi başlattı. Kadınları gerillaya kattı. Bunlar çok önemli kararlardır. Şunu vurgulamaya çalışıyorum: Bu önemli kararları ancak PKK verebildi. Kararlarını uygulayabildi. Bu kararları uygulayabilmek için sarsılmaz bir inanç gösterdi. Bu konuda yoğun, yaygın bir bilincin oluşmasını sağladı. Bu düşüncelerimde acaba yanılıyor muyum?
Bizim yukarıda sözünü etmeye çalıştığım arkadaşlarımız olsaydı, şöyle düşünürlerdi sanıyorum: "Silahlı mücadele gerek ama şimdi zamanı değil." "Biraz daha örgütlenelim, halkımızı aydınlatalım, bilinçlendirelim belirli bir güç olduktan sonra silahlı mücadeleye başlayalım..." "... Örgütlenmeden, belirli bir güç olmadan silahlı mücadeleye başlamak intihardır.""... Falanca yere bir gezi daha düzenleyelim, halkın nabzını yoklayalım.""... Falanca konuyu araştıralım, bir komite daha kuralım..."vs. Görüldüğü gibi silahlı mücadeleye karşı çıkılmıyor. Veya örgütlerin önemli bir kısmı silahlı mücadeleye karşı çıkmıyor. Fakat, "şu aşamada" silahlı mücadelenin olanaklı olmadığını öne sürüyor. İşte olanaklı görülmeyen bu şeyi PKK gerçekleştirdi. Bu kararın alınması ve alınan kararların hayata geçirilmesi, aslında, düşünüldüğünden çok daha önemli bir olaydır. Kuzey Kürdistan'ın tarihsel gelişmesini ele aldığımız zaman, bunu ifade etmek, görmek gayet kolaydır. Acaba yanılıyor muyum?
7. Avrupa'daki Kürt örgütlerinin silahlı mücadeleye karşı çıktığını, yukarıda, 6 numaralı ana paragrafta, (a) bendinde belirtmiştim. Bu konu ile ilgili olarak, 15 Ağustos 1984'ten sonraki gelişmeleri yakından biliyoruz. 1990 yılı Mart ayında ve sonrasında da, 15 Ağustos 1984'ten önceki aşamaları öğrenme fırsatı buldum. Kaldığım koğuşta pekçok PKK'li arkadaş vardı. Daha doğrusu, PKK'lilerin kaldığı koğuştaydım. Gerillalarla tanışma olanağı buldum.
1984'ten önce, Avrupa'daki ve Ortadoğu'daki gelişmeleri çok yakından izleyen, hatta bu sürecin içinde olan bazı arkadaşlarla tanışma olanağı buldum. Bu dönemi, ilişkileri, ilişkilerin gelişim sürecini etraflı bir şekilde anlattılar. Öte yandan bu konulara ilişkin pekçok yazı vardı. PKK bunları anlatmış, yazmış, konuşmuş. Bunlarda belirli bir tarafgirlik, belirli bir mübalağa olsa bile, bir süre için böyle kabul edilirse bile, geriye kalanlar, gelişmelerin yönünü, içeriğini biliyor. Kaldı ki bana bunları anlatanlar çok saygın kişilerdi. Bilinçli bir şekilde yanıltmak için bilgi verdiklerini de hiç sanmıyorum. PKK öteki örgütlere silahlı mücadele gereğini açık-layınca, örgütlerin büyük bir tepkisini çekiyor. "...Siz bizim halkımızı intihara sürüklüyorsunuz..." "Kürt halkı silahlı mücadeleye hazır değildir" vs. Örgütler, liderler, kadrolar, PKK'nin bu düşüncelerine ve eylemine karşı şiddetli bir tepki gösteriyorlar. Bu sürecin PKK ile öteki Kürt örgütleri arasında, büyük bir kopuşmanın meydana gelmesi¬ne neden olduğunu yukarıda ifade etmiştim.
‘ESAS OLAN KÜRDİSTAN’DA OLMAKTIR’
8. Deniyor ki, PKK Suriye'ye dayanarak eylem yapıyor, halbuki, Suriye de sömürgeci bir devlettir.
Kürtlerin kendilerini sömürgeleştiren devletlerle ilişkilerinin irdelenmesi Kürt tarihinin en acılı, en dramatik yönüdür. Bu konuda şöyle düşünüyorum: Kürtlerin, bu arada PKK'nin Ortadoğu'da, çok bağımsız, son derece bağımsız politikalar oluşturması ve bu politikaları uygulamaları pek olanaklı değildir. Bu Kürdistan'ın ve Kürt ulusunun bölünmesinin, parçalanmasının ve paylaşılmasının ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Bu tarihsel gelişmenin, bunun Kürtler bakımından anlamının bilincine varan bir örgüt ise mümkün olduğu kadar bağımsız ve özgür politikalar oluşturabilir ve bu politikaları hayata geçirebilir. Bu sorunu biraz daha yakından irdelemekte yarar vardır: Şöyle ki;
a) Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten bir örgüt mümkün olduğu kadar, Kürdistan'da veya Kürdistan'a yakın bir yerde olmalıdır. Kürt örgütlerinin Almanya'da, Fransa'da, İsveç'te, Londra'da, Roma'da, yani Avrupa'da olmaları çok önemlidir. Fakat bu örgütlerin Kürdistan'da eğer kökleri, dayanakları yoksa, Avrupa'da olmak çok anlamlı değildir. Esas olan Kürdistan'da olmaktır. Kürdistan'da kökleri, dayanakları olan bir örgüt, Avrupa'da varsa, işte önemli olan budur.
b) Bu açılardan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten örgütlerin Kürdistan'da veya Kürdistan'a çok yakın bir alanda olması gerekiyor. Şu da önemlidir: Uluslararası ilişkilerde, çıkar esası önemlidir, hiç kimse kimseye, adalet olsun diye, insan haklarının gereğidir diye, insanlık gereğidir diye yardım etmiyor. Herhangi bir devlet, Kürtlerden çıkar umuyor olabilir. Bu durumda Kürtler de hesap kitap yaparlar. Kendilerinden ne isteniyor, kendilerinin kazanacağı nedir? İşte kendilerinden istenenlerle, kendilerinin kazançları arasında bir denge varsa, Kürtlerin benzer ilişkileri sürdürmesinde büyük bir sakınca yoktur. Bu da sürekli bir sorgulamayı gerekli kılar. Alınanların ve verilenlerin dengeli olup olmadığı her zaman denetlenir. Ben PKK'nin Suriye ile ilişkilerini bu çerçevede değerlendiriyorum. Suriye de elbette Kürdistan'ı devletlerarası sömürge düzeyinde tutan devletlerden biridir. Bu açıktır. Fakat Kürtler için, yukarıdaki muhasebeyi yapmanın zorunluluğu da vardır.
‘PKK GERİLLALARI KÜRDİSTAN İÇİN ÖLÜYOR’
c) PKK için "Hafız Esat'ın maşası", "Hafız Esat'ın askerleri" gibi sıfatları kullanmak büyük bir demagojidir. Çirkin bir suçlamadır. PKK gerillaları Kürt ulusu için çarpışıyor. Kürdistan için ölüyor. Bugüne kadar binlerce şehit var. Hepsi Kürdistan için, Kürt ulusu için. Kürtler arasında "ulus için mücadele", "vatan için mücadele" gibi çok yeni, yepyeni değerler oluşmaktadır.
Yeni değerlerin oluşumunun kökeninde, Kürt gerillaların büyük bir özveriyle, bilgiyle ve bilinçle, fedakarca sürdürdükleri mücadele vardır. O halde Kürt gerillalara karşı, PKK'ye karşı bu suçlamalar nasıl yapılabiliyor? Ben bunu, Kürdistan topraklarından, Kürt halk yığınlarından kopukluğa bağlıyorum. Kürdistan'dan, Kürt halk yığınlarından, kopukluğa bağlıyorum. Kürdistan'dan, Kürt halk yığınlarından, halk yığınlarından uzak kalmak, maddi dayanağı olmayan bu suçlamaları da ortaya çıkarabiliyor.
d) Ortadoğu'da Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten önderlerin, Kürdistan, Ortadoğu, dünya hakkında bilgi birikimi elbette gerekir. Fakat bilgi birikimi yetmez. Tavır ve davranışları da önemlidir. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten kadroların cin gibi olmaları gerekir. Cinlik, örneğin, İran Kürdistan Demokrat Partisi lideri Abdurrahman Kasımlo'da yoktu. Abdurrahman Kasımlo, Batılı değerlerle politika yapmaya çalışıyordu. Halbuki politika yaptığı alan Ortadoğu'dur. Ortadoğu'da ise devlet terörü egemendir. "Cin gibi olmak" Mela Mustafa Barzani'de de görülebiliyordu. Fakat Mela Mustafa Barzani geleneksel bir Kürt önderiydi. Irak Kürdistan Demokrat Partisi lideri Mesut Barzani'de, Kürdistan Yurtsever Birliği lideri Celal Talabani'de bu niteliklerin çok fazla geliştiği kanısında değilim. PKK'da, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'da, Başkan Apo'da bu nitelik kolayca görülebiliyor.
‘KÜRTLERİN BİJİ APO DEMELERİ YERİNDE BİR HAREKETTİR'
9. Çirkin suçlamalardan biri de çoluk-çocuk öldürmek biçiminde ortaya çıkıyor. Türkiye'de, Ortadoğu'da terör devlet tarafından yapılmaktadır. Türk devletinin Kürtlere karşı temel politikası devlet terörüdür. Bu devlet terörünün bir boyutu da Kürt halkının bölünerek ve parçalanarak yönetilmesini gerekli kılmaktadır. Korucular olayının tezgahlanması bu gerek içindir. Böl-yönet politikasının en önemli özelliği bu politikanın; her zaman, her yerde, her koşul altında kendini üretiyor olmasıdır. Bölünme ve parçalanma toplumun en küçük hücrelerinde bile etkili olmaktadır. Bu ise, "hainlik" ve "ihanet" için elverişli bir ortam hazırlamaktadır. Bu bakımdan Kürt toplumu haini bol bir toplumdur. Koruculuk sürecinde korkunç derecede düşürülmüş korucular görülmektedir. Bunlar Kürt gerillalara karşı cinayet makinası gibi çalışmaktadırlar. Kulak, burun, dudak kesmektedirler, göz çıkarmaktadırlar. Gerillaların kafalarını kesip dolaştırmaya yeltenmektedirler, özgürlük, eşitlik, onur diyenleri öldürmeye çalışmaktadırlar. Bunlar elbette uyarılmaya çalışılmalıdır, Kürt ulusuna yaptıkları ihanet hatırlatılmalıdır. Sömürgeci devletin hizmetinde bir alet olarak çalışanlara, devlet terörünün vazgeçilmez bir halkası olanlara ise, ancak etkili bir terör, devrimci bir terör uygulanır. Kürt halkının kendi hainlerini cezalandırma hakkı da vardır. Bu hak da tartışılmazdır.
Baskı ve zulüm altında olan bütün halkların bu hakları vardır. Bu şiddetin hedefi kuşkusuz çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar değildir. Sömürgeci devletin propagandalarına, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın bir şubesi gibi çalışan Türk basınına, sömürgeci basına itibar etmemek gerekir.
10. PKK'nın liderini putlaştırdığı, liderin anti-demokratik olduğu, çoğulculuğu kesinlikle engellediği sık sık vurgulanmaktadır. "Olur olmaz yerlerde Bijî Apo, diye bağırıyorlar". "Apo'nun çeşitli pozlardaki fotoğraflarını asıyorlar, dağıtıyorlar..." vs. Bu sloganların, bu fotoğrafların fazla büyütülmemesi gerektiği kanısındayım. Kaldı ki Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi henüz muhalefet hareketidir. Öte yandan bu bir siyasal harekettir. Kitlelere hitap etmektedir. Bu süreçte "Başkan Apo", "Önder Apo", "Bijî Apo" gibi deyimlerin, sloganların kullanılması bana ters gelmemektedir.
Kendimden bir örnek vereyim. 1990 yılı Mart ayında Sağmalcılar cezaevine konulduktan sonra, benim için de kampanyalar açıldı, imzalar toplandı, afişler basıldı. Aslında bu benim tavrım değil. Bunları senin de çok yakından tanıyacağın arkadaşlar yaptılar. Bu sürece karşı çıkmayı düşündüm. Karşı çıktım da. Fakat, mekan olarak o kadar değişik yerlerde yapılıyordu ki, hangisine karşı çıkacaksın? Fakat, bu tür süreçlerin şöyle bir boyutu da var. Toplumsal ve siyasal muhalefetin gelişmesine, muhalefetin derlenip toparlanmasına, kısaca, hareketin gelişmesine katkısı da olabiliyor. Bu bakımdan sorun, çoğu zaman sizi aşıyor, karşı çıkarılıyorsunuz. Kaldı ki, benim konumumla PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın konumu çok farklı, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan politik ve askeri yönleri ağır basan bir önder. Bu bakımdan Kürt halk kitlelerinin, "Başkan Apo, Bijî Apo" gibi hitaplarda bulunmaları, sloganlar atmaları yErinde bir harekettir.
"Başkan", "önder" gibi kavramların demokratik kavramlar olmadığını biliyorum. Fakat henüz muhalefette olan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin bu kavramları kullanmasında büyük bir sakınca görmüyorum. Bunlar liderleri putlaştırmak değildir. Kürtler günümüze kadar hep yönetildiler. Hep başkaları tarafından yönetildiler. Şimdi, bir Kürt örgütü ciddi bir şekilde "Kürdistan'ı biz yöneteceğiz" diyor. Düşündüklerini, planlarını, projelerini hayata geçirmeye çalışıyor. Bu süreci geliştirmek gerekiyor. Bu sürecin gelişmesine katkıda bulunmak gerekir.
Devam edecek…
ANF NEWS AGENCY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder