2 Ağustos 2010 Pazartesi

Karasu: AKP Ucuz Zafer Peşinde

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, Kürtlerin AKP’nin anayasa değişiklik paketini ciddiye almayacağını belirterek “Ucuz bir zafer kazanarak bu zafer üzerinden kısa sürede gerçekleşecek seçimde yeniden hükümet olmayı hedeflemektedir” dedi.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, anayasa değişiklik paketi, referendum, Eylül Anayasası ve bu anaysaya karşı verilen mücadele konularında değerlendirmelerde bulundu. AKP değişiklik paketini 1924’den bu yana Kürtlere karşı yapılan anayasal komplonun parçası olarak değerlendiren Karasu, “Dolayısıyla Kürt halkının ciddiye almayacağı ve kabul etmeyeceği bir değişiklik olmaktadır” dedi.

Karasu, AKP’nin referandum ile ucuz zafer peşinde olduğunu söyleyerek, dayatılan değişikliklerin toplumun talepleri dikkate alınmadan yapılan düzenlemeler olduğunu kaydetti. Karasu, “Daha doğrusu Türkiye halkının, Türkiye toplumunun, Kürt halkının demokrasi özlemini ve birikimini kendi çıkarları için tüketmiştir” vurgusunu yaptı.

Karasu sorularımıza şöyle yanıt verdi:

AKP NASIL İKTİDAR OLDU?

*Eylül ayında referendum var. İlk olarak, sizce AKP böyle bir anayasa paketine neden ihtiyaç duydu, bu açıdan referandum AKP için ne anlama geliyor?

-Her şeyden önce AKP 8 yıldır iktidarda olan bir partidir. İktidara geldiği süreç Kürt Özgürlük Hareketinin gerilla güçlerini sınır dışına çektiği, bu nedenle de Türkiye'de nispi bir siyasi istikrarın olduğu dönemdir. Yine AKP iktidara gelmeden önce uluslar arası ve iç ekonomik güçler tarafından bilinçli bir biçimde devalüasyon gerçekleştirilmişti. 1980’li ve 90’lı yıllarda sürdürülen kirli savaşı finanse etmek için alınan yüksek faizli borçlar, bu borçlar ve faizleri Türkiye'yi rehin almıştır. Bu ağır borç yükü eritilmeden Türkiye'nin ekonomik olarak nispi bir istikrara kavuşması mümkün değildi. İşte bu nedenle çok ağır bir devalüasyonla bu borç yükü Türkiye halkının üzerine yıkılmıştır. Bu devalüasyon sonrası uluslar arası finans kuruluşlarıyla ilişkili olan Kemal Derviş’in acil reçeteleriyle Türkiye artık borcunu ve borcunun faizlerini ödeyecek duruma gelmiştir.

AKP 20 yıl süren savaşın yarattığı sıkıntılar sonucu biriken demokrasi özlemine seslenerek, yine on yıllardır süren savaş sırasında kaynakların tümüyle savaşa gitmesi nedeniyle ekonomik olarak sıkıntıya düşen halka ekonomik iyileştirmeler vaat ederek iktidara gelmiştir. Gerçekten de AKP'nin iktidara geldiği dönem çok büyük bir zorluklardan sonra bu zorlukların nispi olarak ortadan kalktığı, artık hem ekonomik hem de siyasi olarak iyileşmelerin yapılabileceği bir ortama denk gelmiştir. Bu, AKP'nin şansı olmuştur. Öte yandan sürekli geçmişi kötü göstererek toplumdan destek almasına imkan sunmuştur.

AKP Kürt Özgürlük Hareketinin silahlı güçlerini geriye çektiği bir süreçte demokrasi söylemleriyle iktidara gelmiştir. Bu süreçte Türk devleti ve siyasetçilerinde bu sorun bitmiştir gibi bir yaklaşım ortaya çıkmıştır. Türkiye'de Kürt sorunu söz konusu olmadığı müddetçe demokrasiden söz etmek kolaydır. Bu konu dışındaki birçok konuda iyileştirmeler de yapılabilir. Ama sıra Kürt sorununa geldiğinde iyisinin de kötüsünün de demokrasi söylemleri biter ve anlamsız hale gelir. AKP'nin hükümete geldikten sonra Kürt sorununu bırakalım çözmeyi düşünmesini, aksine Kürt yoktur diyerek Kürtsüz bir siyasal yaşam, Kürtsüz bir demokrasi söylemi içinde olduğunu ortaya koymuştur. Kürt sorununu çözmeden ekonomik ve siyasal istikrarı sağlayacağını sanmış; ancak bu politika karşısında Kürt Özgürlük Hareketi direnişe geçince amiyane deyimle AKP anyayı da Konya’yı da görmüştür.

GERÇEK YÜZÜ AÇIĞA ÇIKTI

Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi geliştikçe ve demokrasi taleplerini AKP'ye dayattıkça AKP'nin gerçek yüzü açığa çıkmıştır. Türkiye tarihinde görüldüğü gibi Kürtler yararlanır denilerek demokrasi adımları atılmaktadır. Eğer bugün hala Türkiye demokratikleşmeye karşı direniyorsa bunun nedeni, Kürtler yararlanır diye demokratik adımların atılmamasıdır. Nitekim Kürt haklının Özgürlük Mücadelesi gelişip taleplerini ortaya koyduktan sonra AKP bırakalım bu demokrasi ve özgürlük taleplerini karşılamayı, baskı yoluna geçmiştir.

2002 seçim öncesi ve sonrası Kürt sorununda politikası olmayan AKP, Kürt Özgürlük Hareketi mücadeleyi geliştirince ilk önce açıktan Kürt Özgürlük Hareketine ve halkın taleplerine karşı sert bir yaklaşım içine girmekten kaçınmıştır. Çünkü demokrasi söylemleriyle geldiğinden dolayı açıktan saldırı haline geçmek bu yüzünü açığa çıkarırdı. Bu nedenle hem Kürt Özgürlük Hareketini hem de devleti oyalama politikası izlemiştir. Ancak 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesi Mayıs ayında Dolmabahçe’de genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt’la yaptığı görüşmeden sonra tamamen devletin Kürt politikası temelinde bir savaş hükümeti olacağını kabul etmiştir. Başbakan Erdoğan, burada verdiği sözle Kürt Özgürlük Hareketinin bastırılması konusunda devletin politikaları dışında bir yaklaşım göstermeyeceğini, aksine Kürt Özgürlük Hareketini ezmek için elinden geleni yapacağını ortaya koyunca bir daha hükümet olmuş ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasının önü açılmıştır.

AKP artık hem Kürtleri hem asker-sivil bürokrasiyi idare eden bir politika yerine, esas olarak da devletin politikalarını benimsemiştir. Nitekim 22 Temmuz seçimlerinden hemen sonra savaş tezkeresi çıkarmış, dış ve iç politikasını tamamen Kürt Özgürlük Hareketini ezme ekseninde yürütmeye başlamıştır. Havadan ve karadan askeri operasyonlar; Kürt Halk Önderine ve Kürt Özgürlük Hareketine sert tutumlar içine girmesi AKP'nin artık tamamen bir savaş hükümeti haline gelmesi sonucudur. Her ne kadar liberalleri ve kimi Kürtleri oyalamak için demagojik söylemleri sürdürse de, giderek Kürtler, liberaller ve kimi destekçileri içinde teşhir olmaya başlamıştır. Nitekim Fehmi Koru Tayyip Erdoğan için “Obama gibi geldi, Bush gibi oldu” demiştir. Yine birçok liberal “AKP demokratik adımlar atma yerine, devletin politikalarının parçası haline gelmiştir” biçiminde eleştirilerde bulunmuştur.

Devlet, Kürt Özgürlük Hareketinin mücadelesi karşısında sıkıştıkça Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmek için bazı siyasi meşruiyet argümanlarına ihtiyaç duymuştur. Bunu da içeride ve dışarıda en fazla sıkıştıkları kültür alanında yapmayı tercih etmişlerdir. Bunun sonucu da TRT6 ve Kürdoloji bölümlerinin açılması gündeme gelmiştir. AKP, devletin derinliklerinin de uygun gördüğü bu psikolojik savaş argümanlarını Kürt sorununda bir şeyler yapıyormuş gibi yansıtarak çeşitli demokrat ve liberal eğilimli kesimleri yanında tutmaya ve kimi Kürtleri de yedeklemeye çalışmıştır. Ancak Kürt halkı 29 Mart seçimlerinde bu psikolojik savaşın meşruiyet argümanlarına yüz vermemiş, gerçek anlamda demokrasi ve özgürlük adımlarının atılmasını Türk devletine dayatmıştır.

O güne kadar sadece psikolojik savaş argümanları olarak belirli girişimlerde bulunulurken, 29 Mart seçimlerinden sonra kimi kültürel argümanlarla siyasi meşruiyeti güçlendirilmiş yeni bir Kürt politikası izleme ve bu temelde de siyasi sömürgeciliği ve kültürel soykırımı yeni koşullarda devam ettirecek yeni bir siyasal sistem yaratma kararı almışlardır. İşte açılım dedikleri tasfiye politikası budur. Kimi kültürel argümanlarla meşruiyeti sağlanmış siyasal egemenlik ve kültürel soykırım politikası sanki bir çözümmüş gibi Kürtlere, liberallere ve çeşitli demokratik kesimlere yutturulmaya çalışılmıştır. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi gerçek anlamda bir demokratik çözüm ve özgürlükler doğrultusunda adım atılmasını dayatınca Türk devletinin açılım kod adını verdiği tasfiye politikası bütün açıklığıyla kendini dışa vurmuştur. 14 Nisan’da başlayan siyasi soykırım saldırıları, DTP’nin kapatılması, belediye başkanlarının içeri alınması bunu tümden açığa çıkarmıştır.

REFERANDUM İLE UCUZ BİR ZAFER PEŞİNDE

Tüm bu gelişmeler AKP'nin imajını önemli oranda yıpratmıştır. AKP aslında kendi tabanından aldığı destekle değil -tabii ki bu destek de önemlidir- bu desteğin üstüne eklediği başka desteklerle bugüne kadar iktidar olmuştur. Bu konuda da özellikle kimi liberallerin, demokratik çevrelerin, kimi Kürtlerin ve Güney Kürdistanlı siyasi güçlerin desteği AKP'yi bugünlere getirmiştir. Ancak AKP'nin demokratikleşme konusunda adım atmaması, bu konuda teşhir olması, hatta siyasi krizin derinleşmesine yol açması, siyasi otoritesini ve etkisini önemli oranda yıpratmıştır. Hem Türkiye hem de Kürt kamuoyu gözünde AKP sözünü yerine getirmeyen, esas olarak da kendi yandaşı ve çevresi için hükümet olan bir görüntü vermeye başlamıştır. Bunun sonucu oyları düşmeye başlamıştır.

İşte AKP hükümeti bu durum karşısında bir hamle yapmak istemiştir. Bir taraftan ekonomik krizin topluma yansıması, demokrasi konusunda adım atmaması, diğer taraftan klasik iktidar bloklarının AKP'yi sıkıştırması karşısında toplumdaki bu imaj kaybını giderecek bir anayasa paketi gündeme getirmiştir. Burada temel demokratik sorunları ya da anayasanın antidemokratik özünü, ruhunu değiştiren maddeleri değil, kurnazlıkla kozmik ve propaganda aracı olarak kullanabileceği kimi maddeleri gündeme koyarak toplumdaki yıpranan imajını yeniden tazelemek, onarmak istemiştir. Yine kimi değişikliklerle devlet bürokrasisi içinde kendisine çıkarılan zorlukları da aşarak bir seçim daha kazanmayı, böylelikle iktidarını pekiştirerek devletin başat gücü olmayı hesaplamıştır. AKP'nin böyle bir anayasa paketini gündeme getirmesinin nedeni budur. Ucuz bir zafer kazanarak bu zafer üzerinden kısa sürede gerçekleşecek seçimde yeniden hükümet olmayı hedeflemektedir. AKP'nin referandumu gündeme getirmesi ve referandumdan sonra beklediği sonuçları, izlediği stratejiyi ve taktiği bu çerçevede ele almak gerekmektedir.

12 EYLÜL ANAYASASINA İSLAMİ KESİMLERİN FAZLA TEPKİSİ OLMADI

*Türkiye'de demokratik yeni bir anayasa yapma ve bu temelde Türkiye'nin demokratikleşmesi eğilimi ve özlemini daha güçlü bir şekilde ortaya çıkaran temel etkenler nedir? Bunda siyasal İslamcıların rolü ne kadardır?


-12 Eylül anayasasına karşı İslami kesimlerin ya da faşistlerin çok fazla bir tepkisi olmamıştır. Faşistler 12 Eylül rejimi karşısında belirli düzeyde mağdur olmuşlarsa da ortaya çıkan 12 Eylül anayasası onlara gelişme zemini sağlayan, onların örgütlenmesine imkan veren, onların zihniyetinin toplumda yeşermesini, güçlenmesini sağlayan bir karakter taşımıştır. Bu açıdan 12 Eylül anayasasının ortadan kaldırılmasını isteyen bir mücadeleye gerek duymamışlardır. Nitekim daha cezaevindeyken MHP’nin lideri Alparslan Türkeş “biz içerdeyiz, ama düşüncemiz iktidarda” demiştir. Aslında 12 Eylül anayasası bir yönüyle de MHP’nin ülkücü adı verilen faşistlerin arzuladıkları otoriter toplum gerçeğini kurumsal olarak yaratmayı hedefleyen bir metindir. Bu açıdan faşistlerin böyle bir anayasal metinden rahatsız olmalarını gerektirecek çok fazla bir neden bulunmamaktadır. Bu nedenle de bu 12 Eylül anayasasının meşruiyetini kaybetmesinde onların herhangi bir payından söz edilemez.

Siyasal İslamcılar açısından 12 Eylül anayasası belirli sıkıntılar getirse de, onlar da aslında bu anayasaya karşı çok fazla itiraz etmemişlerdir. Özellikle ceza yasasındaki 163. Madde kaldırıldıktan sonra mevcut anayasa onlar açısından çok rahatsız edici bir metin olmaktan çıkmıştır. Her ne kadar irtica denilerek siyasal İslam’ın sınırlandırılması yaklaşımı belirli düzeyde 12 Eylül anayasasına ve yasalarına yansımış olsa da, 12 Eylül rejimi daha başından itibaren halkın dini duygularını istismar etme temelinde toplumun demokrasi ve Özgürlük Mücadelesini bastırmayı bir psikolojik savaş tarzı olarak gördüğünden, bir yönüyle de 12 Eylül siyasal İslamcıların gelişmesine zemin olacak bir kültürel, psikolojik, ideolojik ve siyasal ortam sağlamıştır. Bunun açıkça görülmesi gerekmektedir. 12 Eylül’ün ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı ve daha sonra Türkiye başbakanı olan Turgut Özal, bir yönüyle de İslamcı düşünceleri belirli düzeyde taşıyan bir insandı. Necmettin Erbakan ve şimdiki AKP liderleri gibi olmasa da dini hassasiyetleri olan bir insandı. 12 Eylül onu başbakan yardımcısı yapmıştı, ekonomiyi ona teslim etmişti. Seçime gidilirken 12 Eylül cuntası bütün diğer partileri, Demirel’i, İnönü’yü veto ederken Özal’ı veto etmemiştir. Tabii bunda Özal’ın uluslar arası ilişkileri de etkili olmuştur.

Bilindiği gibi Özal zamanında Abdulkadir Aksu içişleri bakanı olmuştur, Cemil Çiçek bakan olmuştur, yine bunlar gibi kimi insanlar bakan olmuşlardır. 12 Eylül rejiminin bunların zihniyetinin bakan olmasına bir itirazı olmamıştır. 12 Eylül rejimi aslında kontrollü biçimde siyasal İslamcı düşüncelerin ve grupların varlığını kendi rejiminin çıkarına görmüştür. Öte yandan 1980’li yıllarda ve 1992-93’e kadar soğuk savaş hala varlığını sürdürdüğünden de Türk devleti, onun Özel Harp dairesi siyasal İslam’ı sola ve muhaliflere karşı kullanma politikasını, yine halkın İslami duyarlılıklarının bir psikolojik savaş aracı olarak değerlendirilmesini bir politika olarak benimsemiştir. Bunlar, kimsenin reddedemeyeceği bilinen gerçekliklerdir.

Özellikle de 1984 gerilla hamlesi ve Kürt Özgürlük Hareketinin gelişiminden sonra 12 Eylül rejimi, onun 12 Eylül anayasasına dayanan hükümetleri, yine asker-sivil bürokrasinin hakim olduğu kontrgerilla, Özel Harp dairesi ya da Ergenekon denilen odaklar, Kürt halkının dini hassasiyetleri nedeniyle bu İslami grupların, çevrelerin PKK'ye karşı kullanılmasını bir politika haline getirmişlerdir. Hatta 1980’li yılların sonu ve 1990’lı yıllarda kullandıkları en büyük silah Kürt Özgürlük Hareketine karşı bunların kullanılması olmuştur. Böyle bir ortamda da siyasal İslamcı kesimler anayasanın değişmesini isteme, rejime karşı muhalefet yapma yerine, devletin Kürt Özgürlük Hareketine karşı siyasi İslam’ı kullanma, hoşgörü gösterme ortamından yararlanarak kendilerini güç yapma yoluna gitmişlerdir.

Bu dönemlerde, 1990’ların başında siyasal İslamcıların bırakalım devlete karşı muhalefet yapma ve anayasanın değiştirilmesini isteme, demokrasi güçleriyle, Kürt halkıyla birlikte 1990’ların başındaki o kirli savaşa karşı tutum gösterme ve mücadele etmeyi; aksine bu savaştan nasıl yararlanırız hesabı içinde olmuşlardır. Bu ortamda devletin kendileri üzerine gelmediğini, gelemeyeceğini görerek 12 Eylül rejiminin kurduğu bu düzenden yararlanarak kendilerini güç yapmaya çalışmışlardır. Dolayısıyla da siyasal İslamcı kesimlerin Türk devletinin kirli savaşının en şiddetli sürdüğü dönemde, 12 Eylül rejiminin Kürt halkı ve Türkiye halkı üzerine kabus gibi çöktüğü bir dönemde ne 12 Eylül rejimine ne de anayasasına karşı tutum gösterdikleri görülmektedir. O dönemdeki siyasal İslamcı basının ve bu kesimlerin temsilcilerinin konuşmaları incelenirse 12 Eylül rejiminden de anayasasından da çok rahatsız olmadıkları rahatlıkla görülebilir. Öyle ki Hizbullah’ın Kürt yurtseverlerine karşı devlet destekli ya da müsamahalı yürüttüğü saldırıdan memnun oldukları bile görülmüştür. Kürt yurtseverlerinin sindirildiği ortamda kendilerinin siyasi olarak gelişeceği hesabını yapmışlardır.

Siyasal İslamcıların rahatsızlıkları esas olarak da Doğru Yol-Refah koalisyonunda Erbakan’ın başbakanlığına ve hükümette etkin olmasına karşı klasik asker sivil bürokrasinin tepki göstermesinden sonra başlamıştır. Asker-sivil bürokrasi Kürtlerin DEP’e, Kürt Demokratik Siyasetine ya da Kürt Özgürlük Hareketine taban olması yerine Refah partisinin tabanı olması, Refah partisinin etrafında toplanmasını tercih etmişlerdir. Bu tercihleri, politikaları, siyasal İslamcıları hem de radikal bir kişilik olan Erbakan’ın önderliğinde iktidara getirince klasik iktidar blokları bunu kabul etmemişlerdir. Bunun sonucu 28 Şubat kararlarının ortaya çıkması ve Doğru Yol-Refah hükümetinin dağılmasına yol açan süreç yaşanmıştır. Siyasal İslamcılar kendilerinin güçlenmesinden sonra devletin şimdi onların önünü kesmek istediğini, 1980’lerin sonu ve 1990’ların başındaki müsamaha yerine sınırlama, baskı altına alma politikasına karar verdiğini, böyle bir politika değişikliği içine girdiğini görünce o zaman tepkiler gelişmeye başlamıştır. Yani aradan on beş yıl geçtikten sonra 12 Eylül rejimine ve anayasasına karşı belirli düzeyde itiraz eden, muhalefet eden bir konuma gelmişlerdir. Ama yine de 12 Eylül anayasasına ve rejimine karşı öyle açıktan sert bir mücadele içine girdikleri ya da bu 12 Eylül anayasası değişsin, demokratik bir anayasa yapılsın, Kürtlerin, diğer halkların, toplulukların hakları ve hukuku bu anayasa içinde yer alsın gibi bir yaklaşım içinde oldukları görülmemiştir. 1990’lı yılların sonuna kadar da 12 Eylül anayasasını kabul etmeyen, meşruiyetini ortadan kaldıran muhalefet yine esas olarak Kürt Özgürlük Hareketi, sol güçler ve demokrasi güçleri, sol-demokrat aydın ve yazarlar ve bu nitelikteki sivil toplum örgütlerinden gelmiştir.

ANAYASA PAKETİ NEDEN KOMPLO?

*Bu anayasa değişikliğini başından beri neden bir komplo olarak değerlendiriyorsunuz?


-Türkiye esas olarak 1924 yılından beri bir anayasa sorunu yaşamaktadır. Anayasalar toplumsal sözleşmeyi ifade eder. Toplumların iradesini dikkate alan metinlerdir. Anayasalar öyle birilerinin masa başında yazıp oylatmasıyla ortaya çıkmazlar. Ancak toplumdaki sosyal, siyasal dengeleri, kültürel ihtiyaçları, hassasiyetleri dikkate alırlarsa toplumda meşruiyeti olan, toplumun benimsediği bir sözleşme olarak görülebilirler. Türkiye 1921’de bunu gerçekleştirmişti. 1920 meclisi zaten bir kurucu meclis gibiydi. Türkiye'deki tüm toplumsal kesimlerin, etnik ve dinsel grupların sesi meclise yansımıştı. Bu yönüyle çok renkliliğiyle Türkiye mozaiğini temsil etmekteydi. Zaten böyle bir anayasa olduğu için Türkiye'deki birçok kesim ulusal kurtuluş hareketi olarak tanımlanan mücadeleye destek olmuştu. Bu mücadeleyi veren yönetimin arkasında durmuştu, etrafında birleşmişti ve bunun sonucu da yeni Türkiye kurulmuştu. Yeni Türkiye'yi kuruluşa götüren 1921 meclisi ve 1921 anayasasıdır. Bunu görmeden Türkiye'nin kuruluş felsefesi neydi, Türkiye'nin kuruluşundaki siyasal dengeler neydi, yönetim gerçeği neydi, hangi siyasi zihniyetle Osmanlı imparatorluğunun yıkıntıları üzerinde yeni Türkiye kuruldu sorularına cevap vermek mümkün değildir.

ANAYASAL KOMPLO

Ancak Türkiye'de savaş bitip yeni Türkiye kurulunca ve daha sonra bu kuruluş belirli düzeyde güvenceye alındıktan sonra 1924’te 1920 meclisi ve onun ortaya çıkardığı anayasa ve bu dengeleri gözetmeyen yeni bir anayasa yapılmıştır. Bu açıdan 1924 anayasası bir yönüyle de Türkiye halklarına bir komplo anayasasıdır. Türkiye'nin ihtiyaçlarını karşılamayan, belirli çevrelerin ya da tek bir etnisitenin ihtiyacına cevap veren bir anayasa olarak bugüne kadar sorunların kaynağı olmuştur. Aslında bundan sonraki bütün anayasalar, 1961 anayasası da, sonraki 72-73 değişiklikleri de, 1980’de kabul edilen anayasa da ve daha sonraki bütün değişiklikler de Türkiye toplumuna karşı, Türkiye toplumundaki var olan etnik, dinsel topluluklara, dengelere karşı gerçekleştirilmiş bir komployu ifade etmektedir. Bir kere bir anayasal komplodan söz edilecekse bu 1924’ten beri başlayan, bugüne kadar da aynı zihniyet ve onun siyasi temsilcileri tarafından sürdürülen bir durumdur. Türkiye'deki etnik, dinsel toplulukların bütün sosyal grupların ihtiyacını karşılamayan tekçi ve dayatmacı anayasa ve bu tür anayasa yapma, değiştirme zihniyetleri sürdüğü müddetçe Türkiye halklarına, topluma karşı bir anayasal komplo vardır demek gerçekçi bir değerlendirmedir. Bu çerçeveden bakıldığında AKP'nin dayattığı, kendi ihtiyaçlarına göre düzenlediği değişiklikler de bir anayasal komplodur. Anayasal komplocu zihniyetin şu andaki dışa vurumudur. Çünkü AKP hükümeti de toplumun ihtiyaçlarını karşılayan bir anayasa yapma yerine, toplumun taleplerini dikkate almadan hazırlayıp dayattığı bir değişiklik söz konusudur.

*AKP'nin bu girişimini demokratik anayasa hareketini ve mücadelesini sabote etmek olarak değerlendirdiniz. Bundan neyi kast ediyorsunuz?


-Şunu rahatlıkla söyleyebilirim; 1982 anayasasının Türkiye'ye şöyle bir hayrı olmuştur. Faşist karakteriyle toplumda büyük tepki ortaya çıkararak topluma dayalı yeni bir anayasa ortaya çıkarma bilincinin gelişmesine hizmet etmiştir. 12 Eylül faşist anayasası Türkiye toplumunda onlarca yıldır yürütülen demokrasi mücadelesiyle ortaya çıkmış demokratikleşme bilincini, özgürlük bilincini çok katı bir anayasayla baskı altına almak ve Türkiye'yi onlarca yıl böyle yönetmek istemiştir. Ancak 12 Eylül anayasasına daha başından itibaren demokrasi güçlerinin, aydınların büyük itirazı olmuştur. Kürtler, Kürt halkı daha başından itibaren bu anayasayı kabul etmemiştir. Zaten PKK'nin yürüttüğü Özgürlük Mücadelesi 12 Eylülden sonra bu anayasayı yapanlara karşı daha kapsamlı bir mücadele haline gelmiştir. Başta Diyarbakır cezaevinde olmak üzere 12 Eylül rejimini kabul etmeyen bir direniş ortaya çıkmıştır. Daha sonra Kürt Özgürlük Hareketi 12 Eylül’e karşı bu direnişini 15 Ağustos’ta bir gerilla direnişiyle yeni bir aşamaya yükseltmiştir.

ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ KARŞISINDA MEŞRUİYETİNİ KAYBETTİ


12 Eylül anayasasının kabul edilmesinden sonra her yıl toplumda bu anayasanın faşist karakterine, tekçi karakterine, baskıcı karakterine karşı itirazlar, direnişler, tepkiler, mücadeleler günbegün artmıştır. 12 Eylül anayasası bu mücadele karşısında her gün giderek meşruiyetini kaybeder bir duruma gelmiştir. 1990’lı yıllara gelindiğinde başta Kürt Özgürlük Hareketinin yürüttüğü mücadele olmak üzere, Türkiye halkının, demokrasi güçlerinin, devrimcilerin, emekçilerin yürüttüğü mücadele sonucu artık bu anayasanın Türkiye toplumu için kabul edilemez ve değiştirilmesi gerektiği konusunda bir genel kanaat oluşmuştur. 1990’lı yıllar boyunca 12 Eylül anayasasının Türkiye toplumunun ihtiyaçlarına cevap vermediği konusunda düşünceler, eğilimler neredeyse tüm toplumsal kesimlere yansımıştır. Belki Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaş ortamında bu çok geniş bir demokratik bir siyasal harekete dönüşmemiş olsa da, her kurum, her toplumsal kesim, her demokratik çevre kendi bulunduğu konumdan mevcut anayasanın ihtiyaçları karşılamadığını sürekli dile getirmiştir. Öyle ki artık belirli bir azınlık dışında 12 Eylül anayasasını eleştirmeyen kimse kalmamıştır. Kuşkusuz toplumda yeni bir anayasa ihtiyacının ortaya çıkmasını sağlayan temel güç Kürt Özgürlük Hareketi olurken, Türkiye'deki devrimci güçler, demokrasi güçleri de 12 Eylül anayasasına başından beri itiraz etmişler, buna karşı mücadele vermişlerdir. Tepkilerini göstererek Türkiye toplumunda 12 Eylül anayasasının meşruiyetini önemli düzeyde ortadan kaldırmışlardır. 12 Eylül’den bu yana Kürt Özgürlük Hareketi başta olmak üzere sol güçlerin, demokrasi güçlerinin yürüttüğü mücadeleyle toplumda bir demokratikleşme eğilimi ortaya çıkmıştır. Bu aynı zamanda yeni bir demokratik anayasa yapılması özlemini de ifade etmektedir.

1999’da Kürt Özgürlük Hareketinin silahlı güçlerini sınır dışına çekmesine kadar bu özlem kendisini açığa vurmada sıkıntılar yaşamıştır. Kürt Özgürlük Hareketinin silahlı mücadeleye ara verdiği ve Kürt sorununun barışçıl yollardan demokratik temelde çözümünü istediği süreç Türkiye'de bir nispi rahatlama ortaya çıkardı. İşte bu koşullarda AKP hükümeti özellikle de demokratik sol- sosyal demokrat bir partinin olmadığı koşullarda demokrasi söyleminden, değişim söyleminden, sosyal refahtan söz ederek 2002 seçimlerine girdi. Bir yönüyle sol ve sosyal demokratların olmadığı yerde sol, sosyal demokrat söylemleri dile getirerek 20 yıldır baskı altında olan, cendere altında tutulan, 1980’den beri ekonomik, sosyal, kültürel talepleri ve demokrasi isteği bastırılan Türkiye toplumuna seslenerek 2002 seçimlerinde birinci parti olarak çıktı. Bir nevi savaş ortamının sıkıntıların ve sonrasında ortaya çıkan ekonomik çöküntünün diğer siyasal partileri yıpratmasını AKP çok iyi değerlendirdi. Bu yönüyle de aslında ucuz bir zafer kazandı denilebilir.

Kürt Özgürlük Hareketinin mücadele etmediği, Kürt sorununun hükümeti sıkıştırmadığı, Kürt sorununun bir nevi gündemden düştüğü ortamda Avrupa Birliği Uyum Paketleri çerçevesinde kimi ekonomik, sosyal alanda yumuşamalar getiren bazı değişiklikler yapmaya çalıştı. Ecevit hükümeti döneminde başlatılan uyum paketlerine AKP hükümeti de devam etti. Ancak bu paketlerin hiçbirisi gerçek anlamda Türkiye'nin demokratikleşmesini hedefleyen, Kürt sorununu çözen, bu yönüyle de Türkiye'nin demokratikleşmesinin temelini güçlendiren adımlar olmadı. Daha çok Türkiye ekonomisinin Avrupa ve dünya ekonomisine entegre olmasını sağlayan ve Türkiye'nin siyasi, sosyal, kültürel yapısının Avrupa’yla ilişkilerini sıkılaştıran adımlar atılmıştır. Ancak bir yönüyle de Türkiye tarihinde toplumun sosyal dokusunu bozan, kapitalizmin istediği bireyciliği geliştiren, bir bütünüyle toplumsal sorunları bu kadar ağırlaştıran başka bir hükümet olmamıştır. Kuşkusuz metropollere göç etmiş Kürtlerin ucuz işgücü üzerinden ve 70-80 yıldır Türkiye'nin yarattığı tüm ekonomik sektörleri özelleştirerek hükümetine kaynak aktarıp yılları kurtaran bir politika izlemiştir. Kuşkusuz bunu söylerken ne devletçi kapitalist politikayı ne de özel sektöre dayanan kapitalist politikayı savunuyoruz ve doğru buluyoruz. Biz burada AKP'nin iktidar olduktan sonra uyguladığı politikalardan söz ediyoruz.

AKP HALKLARIN ÖZLEMİNİ KENDİ ÇIKARLARI İÇİN TÜKETTİ

AKP iktidara geldikten sonra toplumda birikmiş her şeyi kendi çıkarı için kullanmayı, kendi çıkarı içinde tüketmeyi bir politika haline getirmiştir. Bunu hem demokratikleşme sorununda hem Kürt sorununun çözümü konusunda hem de yeni anayasanın ihtiyacı konusunda uygulamıştır. Demokrasi derken, demokratikleşme derken bunları ne Kürt halkının, ne emekçilerin, ne Türkiye'deki diğer etnik ve dinsel toplulukların özgür ve demokratik yaşamını güçlendirecek adımlar ve politika çerçevesinde ele almıştır. AKP hükümeti, Türkiye'de ve Kürdistan'da on yılların demokrasi mücadelesiyle ortaya çıkan birikmiş demokrasi özlemini, demokrasi isteğini köklü demokratik adımlarla Türkiye'yi demokratikleştirme yerine, kendisine demokrat kendisine Müslüman anlayışla kendi tabanı, kendi siyasi anlayışı açısından rahatlama yapan, yumuşatmalar yaratan kimi adımlar atmayla yetinmiştir. Yasal, anayasal değişiklikleri bu çerçevede sınırlamıştır. Türkiye toplumunda ve Kürdistan halkında birikmiş güçlü demokrasi özleminin kendisini Türkiye devletine, siyasetine, hükümetine dayatmasını, kendi çıkarları doğrultusunda siyasi eğilimini ve tabanını Türkiye siyaseti, sosyal, ekonomik, kültürel yapısı içinde güç yapmak için kullanmıştır. Daha doğrusu Türkiye halkının, Türkiye toplumunun, Kürt halkının demokrasi özlemini ve birikimini kendi çıkarları için tüketmiştir.

KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ KAPIYA DAYANDI

Türkiye'de Kürt halkının özellikle kırk yıldır verdiği bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi vardır. Kaldı ki öncesi de vardır. Bütün bunların sonucu Türkiye'de Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda güçlü bir eğilim ortaya çıkmıştır. Kürt sorununun çözülmesi konusunda Türkiye toplumunda, çeşitli çevrelerde önemli bir zemin oluşmuştur. Uluslar arası ve bölgesel durum da Kürt sorununun çözümü açısından müsait bir siyasal ortam doğurmuştur. Gerçekten de Kürt sorununun çözümü gelmiş Türkiye'nin kapısına dayanmıştır. Bu, başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi güçlerinin mücadelesiyle ortaya çıkmıştır. Siyasal İslamcılar ve AKP geleneği böyle bir sorun dillendirilemez derken, hatta karşı çıkarlarken Kürt Özgürlük Hareketi, Kürt grupları, Türkiyeli sol gruplar, demokratlar Kürt sorununun çözümü için program da ortaya koymuşlardır, mücadele de etmişlerdir. Türkiye İşçi Partisi’nin bu nedenle kapatıldığı bilinmektedir. Birçok sol parti de Kürtçü programdan dolayı kapatılmıştır. Şimdiye kadar hiçbir siyasal İslamcı parti Kürtçülük propagandası yaptı ve programında Kürtçülüğü savundu diye kapatılmamış ya da bu konuda uyarı almamıştır. Zaten propagandalarında bu soruna yer vermemişlerdir. Hatta hepimiz Müslüman’ız, Türk-Kürt fark etmez gibi bir literatür de kullanmışlardır.

AKP, Kürt sorununun demokratik çözümünün kendisini dayatmasını sorununun çözümü doğrultusunda değerlendireceğine, Kürt Özgürlük Hareketinin devleti sıkıştırması karşısında Özgürlük Mücadelesine karşı devletin yürüttüğü savaşta psikolojik savaş argümanları olarak kullanılması öngörülen TRT6, Kürdoloji gibi girişimleri çok önemli adımlarmış gibi göstererek Kürt sorununun demokratik çözümünü de kendi çıkarlarında tüketmeyi hedeflemiştir. Kürt sorununu çözme yerine, Kürt sorununun çözümünü dayatması karşısında Türk devletinin en fazla sıkıştığı kültürel alanda kimi yumuşatmalar yaparak, bakın Kürt sorununu çözüyorum, Kürt sorununa ben el atıyorum diyerek demokrasi güçlerini ve Kürt toplumunu aldatmaya çalışmıştır. Özcesi Kürt sorununun çözümü için ortaya çıkan birikimi de kendi politikası çerçevesinde tüketmeye yönelmiştir. Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin onlarca yıldır verdiği Kürt sorununun çözüm mücadelesini böylelikle kendi çıkarları doğrultusunda -hatta Kürtlerin sırtından iktidar olma temelinde- tüketmeye yönelmiştir. Kürtleri en iyi ben ezerim, en iyi ben tasfiye ederim diyerek devletten aldığı icazetle de TRT6, Kürdoloji ve belirli kültürel alandaki çok sınırlı bazı yumuşatmaları tasfiye politikası doğrultusunda kullanarak Kürt halkının onlarca yıldır verdiği mücadeleyi bitirmeye yönelmiştir. Daha doğrusu kendisini dayatmış Kürt sorununun çözümünü sabote etmiştir.

Herkesin de bildiği gibi Kürt sorununun çözümü konusunda Türkiye toplumunda da ciddi bir eğilim ortaya çıkmıştır. Ama AKP izlediği politikalarla bırakalım sorunu çözmeyi, daha da içinden çıkılmaz çatışmalı bir durum ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucunda Türkiye toplumunda neredeyse TRT6 açıldı, Kürt açılımından söz edildi, bu nedenle çatışmalar arttı gibi bir algılama ortaya çıkararak bırakalım Kürt sorununun çözümü konusunda ilerleme sağlatmayı, aksine Kürt sorununun demokratik çözümüne karşı bir tepki ortaya çıkmasına neden olmuştur. Milliyetçi kimi kışkırtmalar olsa da bu durumun ortaya çıkmasının esas sorumlusu kesinlikle AKP hükümetidir. Eğer ciddi adımlar atılsaydı Kürt sorununun çözümünde ilerleme sağlanır, bu durumlar ortaya çıkmazdı.

AKP PAKETİ DEMOKRATİKLEŞME ÖZLEMİNİ SAPOTE EDİYOR

AKP meclise getirdiği bazı değişikliklerle bırakalım yeni bir anayasa yapılmasını, 12 Eylül anayasasının ortadan kaldırılmasını, anayasanın demokratikleşme doğrultusunda değiştirilmesini; tam aksine, Türkiye'de birikmiş demokratikleşme özlemini ve birikimini sabote etmektedir. Türkiye tarihinde hiçbir dönemde olmadığı kadar toplumsal kesimlerden yeni bir anayasa yapılması talebi ortaya çıkmıştır. Başta da belirttiğim gibi 12 Eylül rejiminin Türkiye'ye bir hayrı olmuşsa o da topluma dayattığı 12 Eylül anayasası sonucu toplumda bu anayasaya karşı tepki temelinde demokratik bir anayasa özlemini ortaya çıkarmasıdır. Bu çok önemli bir taleptir, birikimdir. Türkiye'yi demokratikleştirecek, demokratik Türkiye'nin gerçekleşmesinde ortaya çıkan en önemli demokratik birikimlerden, demokrasi özlemlerinden biridir. Ne var ki AKP hükümeti ortaya çıkan bu demokratik anayasa birikimini, özlemini, talebini gerçek anlamda bir demokratik anayasa yapma temelinde Türkiye'yi demokratikleşme için değerlendireceğine, kendisi için ucuz bir zafer kazandıracak ve daha sonraki seçimlere güçlü girmesini sağlayacak birkaç değişiklikle çarçur etmiştir.

Bu anayasa değişikliklerinde toplumun onlarca yıldır ortaya çıkan özlemine, birikimine, demokratik anayasa talebine, Türkiye'nin demokratik ihtiyacına cevap verebilecek hiçbir köklü değişiklik yoktur. Özellikle de Türkiye'nin temel sorunlarıyla ilgili hiçbir değişiklik ortaya konulmamıştır. Anayasanın özüne, içeriğine yönelik değişiklik yoktur. Sadece anayasa mahkemesi ve hakimler kurulunun nasıl şekilleneceğine, yeni bileşeninin nasıl seçileceğine dair değişiklik söz konusudur. Bunun demokratikleşmeyle, demokratik bir anayasa özlemiyle, bu demokratik anayasa özlemine cevap vermeyle hiçbir alakası yoktur. Sadece12 Eylül faşist anayasasının özünü, ruhunu, uygulanışını gözetecek, bu uygulamayı yapacak, yaptıracak ya da bu uygulamayı denetleyecek kurumların nasıl seçileceğine dair değişiklikler getirilmiştir. Bunun dışındaki değişikliklere zaten ne CHP ne de MHP itiraz etmiştir. Hatta anayasa mahkemesine bireysel başvurular gibi maddelere MHP ve CHP devlet adına sevinmişlerdir. Daha doğrusu bu bireysel başvurunun anayasa mahkemesine verilmesi talebi bizzat devletten gelmiştir. Devletin derinliklerinde bu konu yıllarca tartışılmaktaydı. Dolayısıyla bu bireysel başvuru öyle ciddi bir hak tanıma falan değildir. Buna, Avrupa mahkemesine tanınan bireysel başvuru hakkının yozlaştırılması da denilebilir. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvurular Türkiye'yi çok zor durumda bırakmıştır. Türkiye nüfus oranıyla karşılaştırıldığında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde en fazla mahkum edilen bir devlet olmuştur. Bu durum Türkiye'nin itibarını ve imajını ciddi bir biçimde zedelemektedir. Çünkü demokrasiyi ve insan haklarını çiğneme, hak ve özgürlükleri ihlal etme konusunda mahkum olmada birinci sıradadır. Rusya belki birinci sırada gözüküyor, ama nüfus oranına göre Türkiye birinci sıradadır. İşte bu imaj ve itibar kaybını önlemek için anayasa mahkemesi bundan böyle bir filtre görevi görecektir. Bazı başvuruları böyle ayıklayarak Türkiye'de çözecektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de ister istemez anayasa mahkemesinin bu kararlarına kısmen itiraz etse de çoğuna uyacaktır. Böylelikle Türkiye sırtındaki bir yükten kurtulmuş olacaktır. Bunların demokratikleşmeyle ne alakası olabilir?!

Özcesi AKP hükümeti böyle ucuz demagojik propagandalarla toplumda birikmiş demokrasi özlemine seslenip değişiklikleri kabul ettirmeyi; referandumdan evet çıktığında bunu kendisinin demokratikleşme adımlarını halkın onayladığı biçiminde gösterip seçime böyle bir ucuz zafer temelinde girmek istemektedir. AKP'nin referandumda amaçladığı budur.

Kuşkusuz belirli güç odaklarıyla bir iktidar mücadelesi içindedir. AKP'nin, daha doğrusu siyasal İslam’ın Türkiye devleti içinde başat güç olmasına itiraz eden güçler vardır. Anayasa Mahkemesi ve yargıçlar kurulundaki değişiklikler de kendisinin Türkiye'de başat güç olmasına itiraz eden bu kurumları geriletmek için gündeme getirilmiştir. Bu yönüyle de iktidar mücadelesinde kendisine avantaj kazandırma girişimidir. Daha doğrusu kendi çıkarları için, kendine Müslüman kendine demokrat yaklaşımı için Kürt halkının ve Türkiye halkının onlarca yıldır ağır bedeller vererek yürüttüğü mücadele sonucu ortaya çıkardığı demokratik anayasa talebini, ihtiyacını böyle dar, kendi çıkarları doğrultusunda yaptığı değişikliklere destek veren konuma düşürerek sabote etmektedir, çarçur etmektedir.

ANAYASA TALEBİNE VURULMUŞ DARBE

Bu bile başlı başına halkların demokrasi özlemine, gerçek bir demokrasi için yeni bir demokratik anayasa yapılması talebine vurulmuş bir darbedir, bir ihanettir. Halkın ve demokrasi güçlerinin yeni anayasa yapılması özlemini bu kadar ucuz, esnaf kurnazlığıyla kendisi için kullanmak, ancak AKP gibi halkı, toplumu değil, sadece kendi iktidarını düşünen, kendi yandaşlarını düşünen kesimlerin eseri olabilirdi. AKP her konuda bunu yaptığı gibi bu konuda da aynı tarzı ortaya koymuştur.

Özellikle halkın yeni demokrasi özlemini böyle bir anayasa referandumundan tüketen bir sonuç da ortaya çıkacaktır. AKP tabanında da bulunan yeni demokratik anayasa özlemini böylelikle ortadan kaldırmış olmaktadır. Sanki çok büyük değişiklikler yapılmış gibi göstererek toplumda ve kendi tabanının bir kesiminde var olan bu yakıcı özlemi ve ihtiyacı yakıcı bir ihtiyaç olmaktan çıkarmış bulunmaktadır.

*AKP yandaşları “şimdi bu yapılıyor, ilerde daha da köklü değişiklikler yapılır” biçiminde propagandayla değişikliklere ‘evet’ denilmesini istemektedir. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Bu bir demagojik propagandadır. Bu da aslında bu değişiklikleri kabul ettirmenin bir yoludur. Ya da bu değişikliklerin içi boş olmasını, 12 Eylül anayasasını değiştirmemesini, 12 Eylül anayasasının ruhuna ve özüne dokunmayan bir karakterde olmasını makul gösteren, meşrulaştıran bir yaklaşımı ifade etmektedir. Bu söylemin kendisi zaten başlı başına yapılan değişikliklerin önemsiz olduğunu ortaya koymaktadır. Yani propaganda yaptıkları gibi bir demokratikleşme adımı ya da 12 Eylül anayasasında büyük değişikler getiren büyük bir paket olmadığının itiraf edilmesidir. Bu konuda doğru söylemiyorlar. Eğer köklü değişiklikler getirselerdi bunu BDP desteklemeye hazırdı. Bu konuda açık destek verirdi. Toplumda zaten güçlü biçimde yeni bir anayasa yapma talebi vardı. Referanduma da gitse demokrasi güçlerinin ve BDP'nin desteğiyle yeni demokratik anayasa onaylanırdı. Ama AKP'nin herhangi bir demokratikleşme kaygısı, demokrasi mücadelesi söz konusu değildir. Daha doğrusu AKP böyle bir zihniyette parti değildir. AKP'nin ne milletvekillerinde, ne kendi ideolojik politik yaklaşımında köklü bir demokratikleşme eğilimi bulunmaktadır. Eğer köklü bir anayasa değişikliği ortaya çıksaydı aslında bu AKP grubu içinde de kabul görmezdi. AKP yönetimi de bunu kabul etmezdi.

DEMOKRATİKLEŞME ANCAK KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜYLE OLUR

Demek ki toplumun talebinin en yüksek olduğu dönemde demokratikleşme adımı atmayan AKP'nin daha sonra adım atması da söz konusu değildir. İşte şimdi bunu yapacağız, daha sonra diğerlerini yaparız yaklaşımı da kesinlikle doğru değildir. Sorun koşulların olgun olup olmamasıyla ilgili değildir. Sorun, AKP'nin ideolojik politik yaklaşımı, yönetim anlayışı ve öncelikleriyle ilgili konudur. AKP'nin ne siyasetinde ne de önceliklerinde gerçek bir demokratikleşme vardır. Çünkü gerçek bir demokratikleşme ancak Kürt sorununun demokratik çözümüyle mümkün olabilir. Kürtlerin ulusal varlığının ve demokratik haklarının anayasal ve yasal güvenceye alınmasıyla mümkün olabilir. AKP'nin de böyle bir yaklaşımı bulunmamaktadır. Yarın da bulunmayacaktır. 400 milletvekiliyle de iktidara gelse köklü bir anayasa değişikliğine gitmeyecektir. AKP'nin ideolojik politik yaklaşımı buna uygun değildir. Çünkü AKP Kürt sorununu çözecek, demokratikleşme yapacak bir karakterde, bir ideolojik politik yaklaşım göstermediği gibi, örgütlenmesini de bunun üzerinde yapmamaktadır. Yine seçilen milletvekilleri ya da belediye başkanları böyle bir gerçek demokratikleşme zihniyeti üzerinden parti içine girmiş, partide milletvekili ya da belediye başkanı olmuş insanlar değildir. Siz bakmayın Kürdistan'daki milletvekillerinin konuşurken biz de şunu yapmak istiyoruz, bunu yapmak istiyoruz demelerine, kesinlikle AKP'nin onların belirttiği şeyleri yapmaya ne niyeti ne de düşüncesi vardır. AKP'nin Kürt milletvekilleri söyleminin pratik hiçbir değeri olmayan, ama Kürdistan'da propaganda yaparak kendilerini seçmek için kullandıkları sözlerdir. Öyle ki Kürt sorunu konusunun çok kritik geldiği süreçlerde AKP yönetimi, Kürt sorunuyla ilgili konularda yönetim dışında kimsenin konuşmasını istememiştir. Çünkü geniş bir milliyetçi tabana dayanmaktadır. Milliyetçi söylemlerle Türkiye'nin Karadeniz’inden, Orta Anadolu’sundan, birçok yerinden oy almaktadır. Birçok milletvekilinin karakteri de şoven milliyetçidir. Bu nedenle milliyetçi, muhafazakar denilebilecek kesimlerin oyunu almayı önemli gören AKP'den köklü değişiklikler beklemek Türkiye siyasi gerçeğini ve AKP'nin nasıl bir parti olduğunu anlamamaktır.

AKP KÜRTLERİ ALDATMA İDDİASIYLA İKTİDARA GELDİ

Dolayısıyla AKP koşulları olmadığından ya da sayısı az olduğundan değil; Kürt sorununu köklü biçimde çözecek bir demokratik zihniyete sahip olmadığından ne anayasada ne de yasalarda köklü değişikler yapmaktadır. Aksine AKP çeşitli güçlere “Kürt Özgürlük Hareketini en iyi ben ezerim, Kürt toplumunu en iyi ben aldatırım, Kürt halkının dini hassasiyetlerini kullanarak Kürt halkıyla terör örgütü arasına ancak ben girerim” iddiasıyla iktidarda kalmaktadır. Hala devletin kimi kesimleri –buna ordu da dahildir- AKP'nin halkın dini duygularını kullanarak Kürt Özgürlük Hareketinin mücadelesini zayıflatacağını, tabanını daraltacağını ve kendilerinin de buna dayanarak Kürt Özgürlük Hareketini ezeceğini düşünmektedirler.

AKP'nin iktidar olmasına böyle icazet verilmiştir. Yaşar Büyükanıt’la Erdoğan’ın 4 Mayıs 2007’de Dolmabahçe’deki görüşmeleri de bunun üzerine kuruludur. Cumhuriyet mitingleri ve 27 Nisan muhtıraları da belirli kesimler tarafından AKP ile belirli bir uzlaşma yaratmak için kullanılmıştır. 4 Mayıs’ta hem Yaşar Büyükanıt’ın hem de Erdoğan’ın mezara kadar götüreceği anlaşma şöyledir: AKP hükümeti Kürt sorununda tamamen devlet politikası izleyecek, Kürt Özgürlük Hareketini ezme konusunda devletin çizdiği politikanın dışına çıkmayacaktır. Devletin psikolojik savaşı, Kürt Özgürlük Hareketini ezmesi gereği kültürel alanda bazı yumuşatmalar yapmasına onay vermesi dışında Kürt kimliğini canlandıracak, yeni bir ulus yaratacak adımlar atmayacağı konusunda Erdoğan’dan söz almışlardır. Erdoğan kesinlikle Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmayacağını; tek millet, tek vatan, tek devlet, tek siyasi irade olmaktan çıkaracak ve Kürtleri uluslaştıracak hiçbir adım atmayacağını, bu konuda kesinlikle kendilerine güvenilmesi gerektiği sözünü vermiştir. Genelkurmay başkanı da bu temelde AKP hükümetinin yeni bir seçim kazanmasına ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasına engel olmayacağını taahhüt etmiştir. Bu temelde de siyasal İslam’ın devlet içinde yer alacağı asker-sivil bürokrasi tarafından kabul edilmiştir. Her ne kadar bugün Yaşar Büyükanıt’ın kararı ve iradesidir denilse de ancak fiili olarak böyle bir durum yaratılmıştır.

Nitekim 22 Temmuz seçimlerinden sonra AKP o güne kadar sınır içinde bitirdik mi ki sınır dışına operasyon yapalım derken, hemen savaş tezkeresi çıkarmıştır ve Kürt Özgürlük Hareketine karşı sert söylemlerini arttırmıştır. İç ve dış ittifakların Kürt Özgürlük Hareketini ezme doğrultusunda yapmaya çalışmıştır. Kısa bir süre sonra sınır ötesi harekat yapılmıştır. Sınır ötesi harekatın başarısız kalmasından sonra bile AKP ile genelkurmay arasında sağlanan mutabakat Erdoğan-Başbuğ görüşmesiyle yenilenmiştir. Daha sonraki süreçte izlenen politikayı da AKP hükümetiyle derin devlet birlikte yürütmüşlerdir. Başbakanın sık sık tek millet, tek devlet, tek vatan söyleminde bulunması, hatta bunu kabul etmeyenlerin çekip gitsin demesi asında bu uzlaşmanın sonucudur. 27 Nisan muhtırasında genelkurmayın Kürtler için söyledikleriyle daha sonra başbakanın söylediklerinin örtüşmesi tesadüf değildir. 4 Nisan’da yapılan mutabakatın sonucudur.

Dolayısıyla Kürt halkı ve demokrasi güçleri güçlü bir mücadele vermeden, Türkiye'deki siyasi dengeleri değiştirmeden AKP'nin mevcut politik zihniyeti ve yaklaşımlarıyla, AKP'yi oluşturan siyasi kimyayla, bu kimyayı oluşturan bileşenlerle 12 Eylül anayasasını köklü değiştirecek, Kürt halkının temel taleplerini kabul ederek Kürt sorununun demokratik çözümünü sağlayacak bir anaysa yapmaları mümkün değildir. Bugün yapamıyoruz, yarın iktidara gelirsek kesinlikle yaparız söylemleri de kesinlikle toplumu kandırmak içindir. AKP'nin ne 22 Temmuz seçimlerinden daha fazla oy alması mümkündür ne de demokratik bir anayasa konusunda bugünkü kadar kendisini bu düzeyde dayatan bir toplumsal talep bulması mümkündür. Çünkü demokrasi güçleri AKP'nin ne demokrasi geliştirme ne de anayasayı değiştirme niyeti olduğunu pratik içinde görmüşlerdir. Dolayısıyla artık demokrasi güçleri açısından AKP'nin bırakalım yeni bir anayasa yapması ve demokratik adımlar atması, ancak alternatif bir demokrasi hareketi geliştirilip AKP geriletildiğinde yeni bir anayasa yapılacağını ve demokrasinin gelişeceğini görmeleri söz konusudur.

*İçeriğinin demokratikleşme konusunda bir şeyler getirmediğini söylediğiniz gibi, anayasa yapma tekniği konusunda da itirazlarınız var. Bunları biraz açar mısınız?

-1924’ten beri Türkiye toplumuna karşı bir anayasal komplo olduğundan söz ettik. Bunun da toplumu dikkate almayan dayatmacı zihniyetten kaynaklandığını vurguladık. 12 Eylül anayasasında kimi değişiklikler yaparak bu anayasal komploculuğu ortadan kaldırmak mümkün değildir. Nitekim 12 Eylül anayasasının şurasından, burasından kırparak, değiştirerek toplumların kabul edeceği ve meşru göreceği bir anayasa ortaya çıkarmanın mümkün olmayacağı anlaşılmıştır. Çünkü defalarca değişiklik yapılmıştır, ama buna rağmen 12 Eylül anayasasının ruhu, içeriği değişmemiştir. Sistem olduğu gibi devam etmiştir. Bu açıdan gelinen aşamada toplumsal sözleşme anlamında bir anayasa yapmak için toplumun ihtiyaçlarının ve önceliklerinin tespit edilmesi, yeni anayasa yapma konusunda geniş toplumsal kesimlerin düşüncesini ve onayını alarak yeni bir anayasa yapma sürecinin olması gerekmektedir. Her şeyden önce Türkiye'de birkaç maddenin değiştirilmesi biçiminde bir ihtiyaç söz konusu değildir. Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin mücadelesiyle ortaya çıkan yeni anayasa yapma, anayasayı değiştirme eğilimi birkaç maddeyi değiştirme eğilimiyle sınırlı olan bir eğilim değildir. Bu anayasanın esasında, özünde, ruhunda o sistemi oluşturan temel maddelerine itiraz vardır. Toplumdaki yeni anayasa ihtiyacı konusu bu çerçevede gündeme gelmiştir. Yoksa sistem içi güçlerin hepsinin de bu anayasa içinde değiştireceği kimi maddeler olabilir. Yarın CHP gelir kendine göre bazılarını değiştirir, MHP gelir kendine göre değiştirir, AKP gelir kendine göre değiştirir ya da koalisyonlar olur kendilerine göre değiştirirler. Bu açıdan da 12 Eylül anayasasında maddeler değişmez diye bir şey yoktur. Bunlar değiştirilebilir. Daha önce de değiştirilmiştir şimdi de değiştirilebilir. Nitekim Kenan Evren bile “tabii ki anayasada değişiklikler yapılması mümkündür” demektedir.

YENİ BİR ANAYASAYA İHTİYAÇ VAR

12 Eylül anayasasını sahiplenenler ya da bu anayasa değişmesin diyenler esas olarak girişteki üç madde ve bunları bütünleyen birkaç maddeyle ilgilidir. Girişteki üç-dört madde ve bunları bütünleyen maddeleri değiştirmek 12 Eylül anayasasını değiştirmektir; 12 Eylül anayasasının ruhunu ve özünü değiştirmektir. Yoksa şu-bu maddenin değiştirilmesinin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü her değişiklik bilinen o özü ve ruhu oluşturan maddeler tarafından şerbetlenecektir; onların ruhu tarafından belirlenecektir. Onların ruhu derhal o değişen maddelerin içine sinecektir ya da değişen maddeler o ruhla yoğrularak uygulanacaktır, pratikleşecektir.

Bu açıdan bütün toplumsal kesimlerin düşüncesinin alınacağı demokratik yeni bir anayasaya ihtiyaç vardır. Aslında değişiklikler konusunda bile dünyada bu yöntem izlenir. Eğer köklü değişiklikler olacaksa aynı yeni bir anayasa yapılıyor gibi konsensüsle o değişiklikler yapılır. Ancak çok köklü olmayan değişiklikleri her hükümet kendisine göre yapabilir, yapmaktadır. Bu, dünyanın her tarafında böyle olmuştur.

Türkiye toplumu anayasa değişikliği değil, yeni bir anayasa yapılmasını istemektedir. Bunun için de tüm toplumsal kesimler siyasi iradelerinin yansıyacağı bir yol izlenmesini beklemektedir. Ama mevcut yasa değişikliklerinin yapılması konusunda da anayasaların yapım felsefesine, tekniğine uygun davranılmamıştır. Toplum hangi değişiklikleri istiyor, değişikliklerin önceliği nedir biçiminde hiçbir şey sunulmamıştır. Sadece bu anayasa değişikliklerini yapıyoruz destekliyor musunuz desteklemiyor musunuz, dayatmasıyla hareket edilmektedir. Çeşitli toplumsal kesimlerin şu maddeler de girsin, bu maddeler de içinde olsun biçimindeki önerileri, düşünceleri kesinlikle dikkate alınmamıştır. AKP hükümeti kendisi bir anayasa değişikliği paketi hazırlamış, planlamış, ama daha sonra bunları topluma yutturmak için, evet diyenleri çoğaltmak için nasıl bir iki tane madde içine sokuşturabiliriz biçiminde düşünmüşler, anayasanın geçici 15. Maddesini bu değişikliklerin içinde böyle koymuşlardır. AKP hükümeti daha önceleri anayasanın geçici 15. Maddesi değişsin diyenlere karşı çıkarken, buna yanaşmazken, ama bu anayasa paketinin sunulması sırasında bunu ekleyerek, 12 Eylülcüleri mahkum ediyoruz, onların yargılanmayacağı biçimindeki geçici maddeyi anayasadan çıkarıyoruz diyerek bu değişikliklere itiraz edilemeyeceğini söylemek istemektedir. Sadece bu madde üzerinden 12 Eylüle karşı çıkıyoruz ve anayasasını değiştiriyoruz, 12 Eylül’e karşı olanlar buraya oy versinler biçiminde bir kurnazlık yapmaktadır. Şark kurnazlığı ve kasaba politikacılığı işte buna denir. 15. Maddenin kalkmasıyla 12 Eylül anayasasına karşı çıkılmış olmaz. Zaten geçicici maddedir ve darbecilerin yargılama konusu zaman aşımına uğramıştır hiçbir değeri yoktur. Bizzat AKP hükümeti zaman aşımının kaldırılmasına yönelik değişiklik önerisini reddetmiştir. Bu açıdan bu maddeye dayanarak 12 Eylülcülerden yana mısınız 12 Eylülcülere karşı mısınız yaklaşımı kesinlikle bir göz boyamadır, kandırmadır. Bunun belirtilmesinde fayda vardır. Kaldı ki sorun Kenan Evren’in yargılanıp yargılanmaması da değildir. Yargılanmasını isteriz, ama Kenan Evren’in yarattığı anayasa değiştiriliyor mu değiştirilmiyor mu? Bu anayasa değiştirilecek mi değiştirilmeyecek mi? 12 Eylül sisteminden ve amacından vazgeçilecek mi vazgeçilmeyecek mi? Sorun budur. Yoksa Kenan Evren’in yargılanması bile bu anayasanın değişeceği anlamına gelmez.

Kenan Evren ve 12 Eylül’de sorumluluk almış tüm yetkililer yargılanmalıdır. Ancak bu yargılanma esas olarak onların yaptığı anayasayı yargılama, onların yaptığı bütün işleri yargılama ve bu temelde de onların yaptığı anayasayı ve kurdukları düzeni köklü biçimde değiştirme biçiminde olmalıdır. Böyle olmayan her yaklaşım göz boyamak ve toplumu aldatmaktır. Eğer bu çerçevede yapılmazsa Türkeş’in dediğini bu sefer Kenan Evren diyecektir. “bakın ben yargılanıyorum, ama benim anayasamla hala Türkiye'yi yönetiyorsunuz” diyecektir.

Bu anayasa değişikliğinde Kürtlerin düşüncesi alınmamıştır. Kürtlerin siyasi temsilcilerinin düşünceleri ve önerileri ciddiye alınmamıştır. Belki CHP ve MHP baştan karşı çıkmışlardır, ama Kürtlerin meclisteki siyasi temsilcileri “biz baştan karşı değiliz, eğer olumlu şeyler yapılırsa biz destekleriz” demiştir. Ama buna rağmen Kürt Demokratik Hareketinin düşüncesi alınmadığı gibi, çeşitli milliyetçi kesimlerin desteğini almak için BDP ile yan yana gözükmemek ve BDP'ye karşı sert yaklaşımlar içinde olmayı tercih etmişlerdir. Aslında Kenan Evren’in 12 Eylül’de yaptığı gibi “biz sağa da sola da karşıyız, CHP de MHP de bizim paketimize karşı, BDP de bizim pakete karşı” diyerek aslında kendi anayasa paketine meşruiyet kazandırmaya çalışmışlardır.

AKP'nin tutumu antidemokratik olduğu gibi, değişiklikler de 12 Eylül anayasasının özünü ve ruhunu değiştirmeyen palyatif karaktere sahiptirler. BDP'nin de görüşünü almadığı gibi sert ve olumsuz yaklaşım göstermişlerdir. Herkes bilmelidir ki halkımız da bir iradedir artık. Halkımız şunun, bunun kuyruğuna takılacak bir halk değildir; onun da bir demokratik iradesi, onun da talepleri vardır. Bu demokratik irade dikkate alınmadan, Kürtlerin anayasa ve yasalarda varlığının yer alması kabul edilmeden halkımız tabii ki bu tür değişikliklere onay veremez. Zaten değişikliklerde Kürtlerle ilgili bir şey yoktur. Gelinen aşamada Kürt halkının temel sorunu muhatap görülerek bir siyasi irade olarak tanınıyor mu tanınmıyor mu konusudur. Kürt halkı bir toplum ve temsilcileri demokratik bir siyasi irade olarak tanınmadığı sürece demek ki Kürtlere bir hak yoktur, bir hukuk yoktur, Kürtlerin varlığı kabul edilmiyor anlamına gelir.

1924’DEN BERİ DEVAM EDEN KOMPLO

Bu açıdan bu anayasa değişikliği sürecinde Kürtlerin dikkate alınmaması nedeniyle mevcut değişikliklerin Kürtler için bir meşruiyeti yoktur. Hala Kürtler bir toplum olarak varlığı tanınmıyor, siyasi iradeleri dikkate alınmıyor, ama bize oy verin deniliyor. Bu tabii kabul edilecek bir durum değildir. Yeri geldiğinde BDP kendini muhatap göstermiyor, İmralı’yı gösteriyor deniliyor, bu da büyük bir yalan, demagoji ve kandırmacadır. Kesinlikle Kürt Demokratik Hareketi bir irade olarak tanınmıyor. Çünkü defalarca benim Kürt vatandaşlarımı BDP de temsil etmez, PKK de temsil etmez, İmralı da temsil etmez diyerek aslında Kürt toplumunun ayrı bir iradesi olmadığını, ancak Türkiye'deki siyasi rejimi meşru gören partilerin Kürtleri temsil ettiğini söyleyerek klasik inkar ve imha politikasının politik zihniyetini ortaya koymaktadırlar.

Bu açıdan biz demokratik yeni bir anayasanın bu temelde yapılamayacağını söylediğimiz gibi, yapılan değişikliklerin de tartışma, olgunlaştırma, meclise getirme ve buradan kabul ettirilip yasalaştırılması sürecini de tamamen anayasa yapma tekniğine ters, dayatmacı bir zihniyet olarak görüyoruz. Sadece bir AKP dayatması biçiminde de ele almıyoruz. Bunu aynı zamanda Türk devletinin 70-80 yıldır, 1924’ten beridir Kürtlere karşı dayatılan Kürtleri inkar eden komplocu anayasa yaklaşımının bir parçası olarak görüyoruz. Dolayısıyla Kürt halkının ciddiye almayacağı ve kabul etmeyeceği bir değişiklik olmaktadır.

Ortadoğu ve Endüstriyalizm Sorunu-1

Anlamlı, komünal yaşamın diğer adı. Geleneğin sarsılmaz ve direngen kalesi. Yaşamın merkezi. İnsanlığın açık alnı…
Ortadoğu!
 Anlamlı, komünal yaşamın diğer adı. Geleneğin sarsılmaz ve direngen kalesi. Yaşamın merkezi.  İnsanlığın açık alnı… Bugün görüyoruz ki en çok sana, Ortadoğu’ya yani bu komünal yaşam değerlerine, geleneğine, yaşam kültürüne saldırılıyor. En çok Ortadoğu’da kapitalizm, egemenlikli sistem kendisini oturtmak istiyor. Toplumumuzda çok yanılgılı, yabancısı olduğu bir yaşam kültürü geliştirilmek isteniyor. Ortadoğu’da merkez olan, zihniyet olarak yaşadığı, doğayla barışık, iç içe yaşam geleneği bu kapitalist modernite yaratımı olan, adına endüstriyalizm denen ucube yapıyla darmadağın edilmek isteniyor. Ortadoğu’nun binlerce yıl süre gelen ve tarihsel, toplumsal gelenek halini alan tarım ve köy toplumu bu yapıyla tarih sayfasından silinmek istenmektedir. 
İnsanlığın ilk toplumsallaşmasının tarım köy toplumu olarak geliştirmesi ve bunun Ortadoğu merkezli olması çok büyük anlam ifade etmektedir. Sarsılmaz ve çok köklü bir gelenek olan tarım ve köye dayalı kültür çok köklü yaşanmaktadır Ortadoğu’da…
Neolitik çağ, tarım toplumunda ilk kullanılan av ve üretim araçları gibi devrim niteliği taşıyan gelişmelere yol açmıştı.  Özellikle yontma taşın kullanımı tunç çağına geçişle birlikte önemli bir gelişim rolü oynamıştır. Daha sonraları buluşlar geliştikçe demir bulunduktan sonra saban, silah, vb. icat edildikten sonra en büyük patlama sağlanmıştır. 
Teknik gelişimler çağlardan beri önemli rol oynamıştır insanlık gelişimi açısından. Oyma taştan sabana, silahtan av aletlerine ve en zirvede atoma, uzay teknolojisine kadar çığır açıcı gelişmelerin önünü açmıştır. Kapitalist tekelci sistemde teknik nitelik devrim aşamasında gelişmiş ve özellikle makine tekniği büyük rol oynamıştır. Lokomotif ve buhar makineleri üretim tarzında belirleyici rol oynamış ve bilimse bu gelişmelerin önünü açmıştır. Bu döneme kadar bağımsız gelişen bilim teknik birbirini besleyen roller oynamıştır. Zaten kapitalist devrimin teknik devrimi olmasında bilimin payı büyüktür. Birbirini besleyen bu iki olgu üretimde patlamaya,  farklı iş alanlarını oluşturmaya yine doğada var olan kaynakları insan hizmetine koymaya yol açmıştır. Belki de buraya kadar her şey yolundadır. Fakat ne zaman ki bilim ve teknik insana hizmet amacından saptı esas tehlike kendisini açığa çıkardı. Önderliğimiz kapitalist tekniği yoğun olarak bu anlamda eleştiriyor. İdeolojik kimlik yapısıyla kapitalist uygarlık genel tarih içerisinde faklı bir pozisyon kazanmış ve zirveye tırmanıyordur. Teknik kullanımı artık üretimi değil tüketimi geliştirmiş ve üretim fazlalığı en büyük sorun kaynağı olmaktadır. Bilim içinde aynı şey geçerlidir. İnsana hizmet amacından sapmıştır. Gen teknolojisinden tutalım insan kopyalamaya kadar bilim hiçte iyi niyetli, insan hizmetinde kullanılmıyor.
Teknik de yine öyle…  Kontrolden çıkıp bir canavara dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Tekniğe dayalı insan yaşamı hastalık düzeyindedir. Bireycilik kadar toplumsal yaşamı tehdit altına alan ve içi boş bir yapı oluşturmaktadır. İnsanı kendi doğal özelliklerinden koparan, içine sürüklediği arayışlarıyla anlam arayışından uzaklaştıran sanal dünya, kapılarını açmıştır. En az tarım devrimi kadar gelişim sağlayan endüstri, binlerce yıllık birikimi de kullanarak günümüze kadar farklı gelişim aşamaları kaydederek gelebilmiştir. Bu devrimin temelinde analitik aklın gelişimi nasıl rol oynadı ise, şimdi eleştiri konusu olması, aşılması gerektiği, toplumsal değer taşımadığı, duygusal akılla yani sezgisellikle bağı kurulmadıkça,  bugünde aynı analitik aklın kullanılma biçimi tersinden rol oynamaktadır. 
Kapitalist tekelci ve sermayeci sistem denetiminde olup kullanılma biçimi toplumsal açıdan sorun kaynağının esasını teşkil etmektedir. Nasıl analitik aklın kullanma biçimini eleştiriyoruz endüstrinin de toplumun hizmetinde olmayan kulanım biçimini eleştiriyoruz. Endüstri toplum yararına kullanılmadığı anda, tekelci sistem çıkarına hizmet ettiği oranda toplumsal huzuru, sağlıklı yaşamı, doğanın kendi içersinde yine doğa ve insan ilişkilerinde dengeyi oturtamazsa,  felakette o zaman başlar. Şunu hiç yadırgamıyoruz akıl nasıl toplum yararına olduğu müddetçe değerliyse endüstri de toplumsal işlevi yaşamsallaştıkça değerlidir.
 ‘Toplumun varlık gerekçeleriyle bütünleştirilmiş bir endüstri, kesinlikle dünyayı insan için, hatta tüm yaşamlar için Üçüncü Doğa haline getirmede belirleyici rol oynayabilir. Böylesi bir potansiyel taşımaktadır. Böyle olursa endüstriyi kutsamak da gerekir. Fakat kâr-sermayenin ağırlıklı olarak kontrolüne girerse, dünyayı bir avuç tekelcinin dışında tüm insanlık için cehenneme de çevirebilir.’’ Cümlesi önderliğimizin öngörüsünü ve aslında bu olguların özüne inkârcı yaklaşmadığını tam tersine hak ettiği önemi verdiğini gösteriyor.  Bu iyi yanı görülüp bu amaçta kullanılmazsa ekolojik felaketler, sınırsız ve ahlaktan yoksun savaşlar doğayı ve insan yaşamını tehdit eden korkunç denecek derecede canavarlaşacaktır.
İlk etapta toplumsal üretimi kolaylaştıran ve ilk insanın taş aletleri geliştirmesi yine tarım köy toplumuna geçişle beraber çanak-çömlek, dokuma, el değirmeni yine daha sonraları saban, tekerlek, kazma gibi üretim teknikleri ve bilim-sanat tada yaşanan büyük gelişimlerdir. Kapitalist devlet tekelinin hizmetine girmemiş hem köy hem kent toplumun ahlaki politik yaşam biçiminin hizmetinde olup tarihsel, kültürel ve toplumsal rollerini oynamışlardır. İnsan kolay üretip, az güç harcayıp, çok ürün elde etmiştir. Ama bu insanlığa hizmet, daha rahat üretim, fazla ürünü çok güç harcamadan elde etme amacı gütmüştür. Ama günümüzde Endüstri tekelleştirilerek toplum üzerinde egemenlik kurmuş, siyasi, askeri, kültürel endüstriler önü alınamaz düzeylere ulaşmıştır. Toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olan tarım bu anlamda can evinden vurulmuş, yok olmayla karşı karşıya gelmiştir. 
Endüstriyalizm günümüz dünyasında yaşam koşullarını zorlayan, doğada dengesizliği yaratan ve aynı zamanda kirliliği doğurarak insan hayatını, doğal çevreyi ve doğadaki yaşayan canlıları zehirleyen temel etkenlerden olmaktadır. Toplumsal bütün alanlara hâkimiyetini kurmak isteyen, spor, sanat başta olmak üzere toplumsal hücrelere kadar sızmayı amaçlıyor. Bu amacında sonuç alamaya doğru gidiyor da. Başta tüm canlıların hayatını tehlikeye atmakta ve bununla da yetinmeyen dünyayı yaşanılır bir yer olmaktan çıkaran kapitalist modernitenin bir yaratımı olup en önemli üç sacayağından birini oluşturmaktadır. Ve bu konumu, kültürel soykırımın gelişmesinde oynadığı rolü tartışma götürmez bir gerçekliği ifade etmektedir. 
Endüstriyalizm toplumsal yaşamda felçliği geliştiren, ekonomik, ekolojik, tarım köy toplumunun yıkımına yol açan kapitalist, tekelci ve iktidarcı sistem yaratımıdır. On beş bin yıllık bir geleneği, yaşam biçimini, kültürünü tasfiye ve inkâr sistemidir. Endüstriyel kapitalizm çağı da denilen bu çağ ve sistem sadece toplumu uyuşturan, emekten uzaklaştıran, işsizliği dev boyutlara tırmandıran ve bunun dışında bir anlamı taşımayan günümüzün yaşadığı tek gerçektir. Bir nevi toplumun yaşarken ölmesini ifade eden bir gerçektir. Toplumsal hiçbir değer yoktur ki endüstrileşmemiş olsun…  Sanat, spordan tutalım da cinselliğe kadar ki bu durum, toplumun ahlak ve vicdanen de tükenmesine neden olmuştur. Maddi ve manevi kültür olarak toplumun tüm hücrelerine bulaşmış bir virüs olarak kendisini yaygınlaştıran ve bir hastalık durumunu alan endüstriyalizmin tek ilacı deyim yerindeyse panzehiri demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlüklü toplumun yeniden inşasındadır. Devam edecek…

O vakit gelecek

Topraklarından kan revan içinde göçertilmiş halkım, Dörtyol’da, sömürgeci devlet güçleri ve onların MHP ve AKP’lilerden ibaret sokak tetikçileri tarafından kuşatıldı. Bu faşist güruh, Türk bayraksız ev ve araçları kuşatıyor, toplandıkları emniyet müdürlüğünün yanında, çıktıkları panzer üzerinden devletten Kürtlerin Dörtyol’a sokulmamasını istiyorlar. İstedikleri oldu. Devlet güçleri, BDP’nin sorumlularından ibaret Kürtleri Dörtyol’a sokmadı.
Türklerin devleti, Türkiye’nin ve Kürdistan’ın bütün şehir ve kasabalarında aynı şeyi yapacak. Kürt halkını kuşatacak, Emniyet müdürlüğü ve valilikler çevresine toplanan “tekbirli” MHP ve AKP’li tetikçilere davranış özgürlüğü sağlayacak. Şimdilik yalnızca korkutma ve talan gerekiyorsa toplumsa cinayet işlenmeyecek. Fakat toplu cinayet işleyecekleri vakit de gelecek. Cinayet ve katliam üzerine kurulu Türk devletinin karakteridir bu. Bin yıldır bu topraklarda cinayet işlemekte ve en son Kürtlerle nihai bir hesaplaşmanın eşiğine gelip dayanmış bulunmaktadır.
Bunun ortası var mıdır? Yoktur. Halklar yaşamı, birinin hakimiyetinde, ötekilerin ezilip çorbalaştırıldığı tatsız tuzsuz bir yaşamı sür git kaldıramaz. Kürtlerin midesi daha fazla bunu kaldıramadı. Kürtlerin midesinin kaldırmadığı berbat bir yaşamın dışına çıkma arzusunu da Türk tetikçiliği kabul etmedi.  O zaman bunun ortası yoktur. İnegöl’de, Dörtyol’da, Sakarya’da olup biten her şey adım adım bütün bir Türkiye ve Kürdistan’ı saracaktır…
Toplumlar canlı organizmalardır. Yaşam refleksleri vardır. Yeni başlamış toplumsal olayların algılanma süreci uzun sürer. Bazen on yıllara yayılır. Algılanma süreci tamamlandıktan sonra, daha önce bir yılda gerçekleşen gerilim ve çatışmalar aya, haftaya ve bir güne kadar iner. Bu, suyun kaynaması gibidir. Doksanlı derecelere kadar su ısınır, onca ısınmanın kaynaması için artık bir derece yeterlidir.
Kürtlerle Türklerin durumu artık böyledir.
Kürtler, mezhep ve etnik kimlik gizleyen korkak atalarını doğal ölümle çoktan toprağa vermişlerdir. Şimdi hükmü süren, aile kadını veya erkeği olan Kürt, bomba ve kurşun sesleriyle, serhildanlarla büyümüş olan direnişçi Kürttür. Aşağılık bir yaşamı artık kabul etmek istememektedir. Tahammülsüzdür. Gergindir. Sürgün acısı, cinayet acısı, yoksulluk acısı ve inkar acısı bir türlü geçmemektedir.
Türklerin devleti, Kürtlerin düşünen beynini darmadağın etmiştir. Düşünen Kürtler dağdadır, sürgündedir, hapistedir, mezardadır… Türkiye alanında bulunanlar baskı ve şiddet altındadır. Türklerin devleti, otuz yıldır yan gelip yatan, canı istediğinde PKK aleyhtarı devlet projelerine dahil olan,  PKK’nin açtığı özgürlük alanında PKK’yi şikayet edip, devlet projelerine yaslanarak yaşayan “Bireysel Kürtlüğe” dayanarak Kürt özgürlük mücadelesini tasfiye edebileceğini sanmaktadır. Bu büyük bir yanılgıdır. İki tane Kürdü bir arada tutama becerisi olmayan “bireysel Kürtlüğün” Kürt ve Türk halkına sunabileceği hiçbir şey yoktur.
Karadeniz’de, Ege’de, Akdeniz’in küçük yerleşim birimlerinde başlayan gerginlik ve çatışmalar zamanla büyük kentlere kayacak, Kürdistan’a doğru geri büyük bir Kürt göçü başlayacaktır. Türk şehirlerinden kan revan içinde dönen Kürtlerin Kürdistan şehirlerinde Türk devletinin varlığını kabul etmeleri asla mümkün olmayacaktır…
Halkın kendi can güvenliğini korumasını istemekten başka yapacak fazla bir şey yoktur artık. Hiçbir reform ve öngörü yeteneği olmayan Türk devleti ise, bu kaos ortamında çöküp gidecektir. Kürdistan’ı kaybetmiş Türk devletinin, Türklerin ihtiyaçlarını karşılaması mümkün olmayacak, ilerici Türk insanı sokak tetikçiliğinden ibaret faşist bir yönetim altında yaşamayı kabul etmeyecektir…
Sovyetler Birliği onbeş cumhuriyetini evine gönderirken bu tür kanlı boğazlaşmaları hesaplamıştı. İkiye bölünmüş Almanya sınırında bir yürüyüşe tanıklık eden Rus Devlet Başkanı Gorbaçov:
“O yürüyüşü gördükten sonra Doğu Almanya’nın işinin bitmiş olduğunu anlamıştım,” demişti.
İnegöl, Dörtyol, İzmir, Trabzon, Samsun, Sakarya… Anlayanlar için çöküşün çoktan işaretleridir. Bu şehirlerde eşitliğin ve kardeşliğin sağlanması mümkün değildir. Buralardaki Kürtler yaşayacaklarsa, kafalarına dikilmiş bayrak ve gözlerine sokulmuş Türk işaretlerinin ağırlığı altında dudaklarını kanatırcasına yaşayacaklardır. Türk devletinin ve toplumunun onlara sunabileceği başka bir yaşam seçeneği yoktur.
Türk medya üç kağıtçılığı, çürümüş “Türk Kürtçülüğü” ve sömürgeci diktatörlük, Kürt sorununu çözme peşinde değil, PKK’yi yenme peşindedir…
Fakat bu heves asla gerçekleşmeyecektir. Bir katliam ve ölüm simgesi olan Türk üst kimliği, Kürtlerin kimliği olmayacaktır.
Kürtlerin, Kürt kasaba ve şehirleri dışında rahat edebilecekleri, güvenlik altında yaşayabilecekleri hiçbir yer yoktur…
Sihirli bir dokunuş, ilahi bir üfleme veya uluslar arası ciddi bir müdahale olmadığı sürece Kürtlerle Türklerin ayrılması gelip kapıya dayanacak ve Kürtler, Medlerden sonra ilk kez, Kürdistan coğrafyasının egemen sahipleri olarak tarih sahnesine çıkacaklardır…
Ey Türk sömürgeciliği altında ülkesinin adını anamayan ve doğurduğu çocuklarına kendi dilinde seslenemeyen halkım, büyük ve cesur düşün.
Kandil’e, Zagroslara, Cudi’ye, Botan’a; Diyarbakır, Hewler ve Urmiye’ye senden başka kim hakim olabilir?

Dörtyol ve İnegöl olaylarının Sosyolojisi





Son zamanlarda Türkiye’de bir kaos ortamı yaratarak Türklerle Kürtleri birbirine düşürmek isteyen senaryoların yazıldığını, bu senaryonun aktörlerinin iş başında olduğunu, bundan kendine sonuçlar devşirmek isteyen güçlerin var olduğunu yazmıştık. Maalesef Hatay’ın Dörtyol’undan ve Bursa’nın İnegöl ilçelerinden gelen haberler bizi doğrulamaktadır. Ciddi önlem alınmadığı takdirde bu tür küçük çaplı olayların gelecekte kapanması zor sosyal patlamalara ve giderek onun da bir iç çatışmayı tetikleyecek toplumsal kargaşalara yol açabilir. Unutulmamalıdır ki bu tür toplumsal hareketleri başlatanlar orada yaşayanların %1’i bile değildir. Ancak öyle bir zaman gelir ki herkes kendini içinde bulur. Toplum psikolojisi burada öyle işler ki bu olayları başlangıçta tasvip etmeyenler bile istemeden de olsa olaylara karışarak bir parçası haline gelir ve böylece kargaşa büyür, derken öyle bir zaman gelir ki geri dönmek isteseler de artık vakit çok geçtir. Bu kıvılcım yayılır, herkesi içine alır, gelinen noktada artık son pişmanlık fayda etmez. Tıpkı burada olduğu gibi toplumun ve ülkenin diğer yerlerine de aynı psikoloji ile yayılan olaylar kısa sürede toplumu ayrıştırır kaos çatışma ve bölünme derinleşir. Bu işi tezgahlayanların da zaten istediği budur, böylece kurulan tuzağa düşülerek maksat hasıl olmuş olur.. Son günler de bazı medya kalemşorlarının dev kulelerinde oturup yazdıkları Kürtler Türklerden ayrılsın tezi başka nasıl gerçekleşecek ki?
Sorun şu ki Kürtler ile Kürtlerin kardeşlik mayası bozulmadan ve çözüme daha yakın ve ehil bu son kuşak da yitip gitmeden Kürt sorunu çözülmeli ve toplumsal barış gerçekleştirilerek bölünmeyi bekleyenlerin hevesleri kursaklarında bırakılmalıdır. Ancak bu olayları önlemenin birinci öncelikli yolu sebeplerini doğru teşhis etmekten ve ona göre tedavi yolları üzerinde durmaktan geçiyor. Bize göre bu olayları çıkaranlar ya da büyütenler milliyetçilik kisvesi altında ekonomik temeli bir rant kavgası yürüten yapay Türkçülerdir. Konun anlaşılması için bu önerme izaha muhtaçtır. Şöyle ki,
Bilindiği üzere Türkiye Cumhuriyeti çok dilli, çok dinli, çok etnisiteli ve çok kültürlü Osmanlının bakiyesi üzerine kuruldu. Ancak cumhuriyet kurulduktan sonra bu birlik içindeki çokluk teke indirgenmeye çalışıldı. Bu amaçla Kürtler Türkleştirilmeye, Aleviler Sünnileştirilmeye, Suniler de laiklik sopasıyla terbiye edilmeye çalışıldı. Bu homojenleştirici asimilasyonist politikalar kimi zaman (Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi) ideolojik araçlarla, kimi zaman da (Kürt isyanlarında ve sonrasındaki sürgün, mecburi iskan ve takriri sükunlarda olduğu gibi) askeri araçlarla yürütüldü. Kısmen başarılı da olan bu politikanın bir de dış ayağı vardı. İçerdeki (Rum, Ermeni ve Yahudi) gayrimüslimler mübadele, varlık vergisi ve 5-6 Eylül olaylarında olduğu gibi ülke dışına çıkmaya zorlandı. Böylece içerdeki Müslüman, ama Türk olmayan Kürtler Türkleştirilmeye çalışılırken, gayrım müslümler de dışarıya sürülerek tam bir etnik temizlik hareketi yürürlüğe konuldu.
Ancak burada konumuzla ve işin püf noktasıyla ilgili husus şudur: Cumhuriyetle beraber Kafkaslar ve Balkanlardan (daha önce de kısmen var olan bu kesimlerden) önemli oranda bir nüfusun yurda girişine izin verildi ve bu gelenler kıyı bandına yerleşti/yerleştirildi. Osmanlının son dönemlerinde köşe başlarını ve önemli makamları tutmuş olmakta deneyimli bu Türk olmayan devşirme nüfus ekonomik yararlılık karşısında kısa süre içerisinde gönüllü bir asimilasyonla Pazar birliğinin nimetlerinden faydalanarak sisteme entegre oldu ve sistemden daha fazla pay almak için kraldan daha çok kralcı davranarak Türkçülük yaptı, hatta Türkçülüğün öncülüğünü yapmaya çalıştı. Kıyı şeridine yerleşmiş bu yapay Türkçüler zamanla bu tavırlarının karşılığını ekonomik ve bürokratik nema olarak fazlasıyla almaya başladı..
Derken 90’lı yıllarda malum sebeplerle kıyı şeridine büyük dalgalar biçiminde bir Kürt göçü yaşanmaya başlandı. Yeni gelen Kürtler daha önce buralara yerleşmiş bu kesimin yerini daraltı, ekonomik nemasına kısmen de olsa ortak oldu ya da Kürtlerin gelişi böyle algılandı. Şimdi bu nüfus rahatsız olduğu Kürtlere karşı ekonomik temelli bir kavga yürütse bu hem abesle iştigal olacaktı hem de toplumda karşılık bulamayacaktı. Ancak bunu milliyetçilik kisvesi altında yürütmek hem daha kolay hem de taraftar bulmaya daha müsait bir argümandır. (Bu kesimin karakola, polise saldırması da zaten bunu gösteriyor.) PKK’nın silahlı çatışmasının sonucu gelen cenazeler bu kesimin işini kolaylaştırıyor ve bu çatışmayı yürütmenin zeminini hazırlıyor.
Kuşkusuz bu çatışmacı kaos ortamına katılanların tümü bu bilinçle hareket ediyor değiller. Toplumsal olayların tek bir sebebe indirgenemeyeceğini de biliyoruz. Ancak yukarıda izaha çalıştığımız sebebin de yabana atılamaması gerektiğini bu nedenle hatırlatmak istedim. İşte yapay Türkçülerin sürekli Türkçülükten dem vuruyor olmaları da bu sebeptendir. Hatta denebilir ki Türkiye’de savaş isteyenler hatı zatında bu yapay Türkçüler dir. dir.
Osmanlı yıkılırken Osmanlı Devleti’nin üst düzey bürokrasisinde yer alan ve sermayeyi elinde bulunduran bu kesimler paniklediler. Sonra gelenler de aynı yöntemi uyguladı. Bu statülerini korumak için devletçiliğe ve milliyetçiliğe sarıldılar. Hatta dikkat edilirse İttihat ve Terakkicilerin dört kurucusu da Türk değildir. Bunların hepsi Türk olmayan Türkçülerdi. Bu Türkçülük ideolojisini benimseyen İttihatçılar, bu ideoloji adına Ermeni katliamına da imza atmışlardır. Ermenileri bu şekilde Kürtlerin de eliyle hallettikten sonra Kürtleri de Türkleştirerek eritme politikasını devreye sokmuşlardır. Nitekim Mustafa Kemal Cumhuriyeti kurarken onların yapay Türkçülük anlayışıyla değil, Kürtlerle ittifak yaparak çözüme ulaşabileceğini biliyordu ki, böyle de yaptı. O zaman Kürtlere muhtariyet verilmesinden bile söz ediyordu. Mustafa Kemal bu ittihat ve terakkicileri tasfiye edip Cumhuriyeti kurduktan sonra da bunlar mücadelelerini sürdürdüler. Kürtlere vaat edilen sözler yerine getirilmeyince bu süreç nedeniyle daha sonra Kürt isyanları başladı. 1960’tan sonra Kürt inkârı had safhaya ulaştı. Bunun neticesinde önce Kürt fraksiyonları sonra da bunları devreden çıkararak adeta alan kapatan PKK ortaya çıktı. PKK üzerinden yürütülen bölünme paranoyası Türkiye’de hem yapılmak istenen reformların engellenmesinin hem de çete kurmanın, siyasi suikastların, faili meçhullerin ve nihayet daha tehlikeli bir biçimde Kürt –Türk çatışmasının gerekçesi olarak işlev görüyor.
Aslında bu paranoyanın da iki çeşidi olduğu söylenebilir. Bunlardan biri sahte paranoyadır. Yani aslında bu yaygarayı yapanlar ve bu fiilleri işleyenler, bir bölünme tehlikesi olmadığını bile bile bunu yapıyor ve yapacaklarına toplumun hassas bir noktasını kullanarak mazeret uyduruyorlar. Çünkü bundan besleniyorlar. Bunların büyük çoğunluğu hak etmedikleri halde çeşitli kademeleri ele geçirmiş (siyasi, askeri ve mali bürokraside yer alıyorlar) orada devletin olanaklarından faydalanıyor, hazineden geçiniyorlar. Halkı bölünme korkusu ile ürkütüp bulundukları yeri korumaya çalışıyorlar. Bir çeşit suni olarak yaratıp yaydıkları korkulardan nemalanıyorlar. İkinci kesimin ise bölünme paranoyasını besleyen korkularını (bu yazının konusu olmayan) tarihsel arka planı olan bazı gelişmelere dayandırıyorlar. Bu korkuların dayandığı olaylar silsilesinin en önemlisi, geçmişte beş milyon metrekare olan Osmanlı topraklarının bir milyon metrekarenin altıda bire düşmüş olması, Bu tarihi gerçekliği o günün siyasal, sosyal ve konjonktürel koşullarla ve hatta döneminin yöneticilerinin dayanağı olmayan Pantürkist politikaların peşine düşmekten kaynaklandığını görmezden geliyorlar. Sonuç itibariyle Türkiye barışı en çok konuştuğu bir dönemden çatışmayı en çok yaşadığı, bölünme ve iç çatışma kaygılarının en çok hissedildiği bir döneme geçti. İşte bu sebepledir ki vakit geçmeden bitti denilen açılım politikası asıl şimdi başlamalı, ama içi doldurularak başlatılmalı ve siyası çatışmalara, kısır parti çekişmelerine kurban edilmeden sonuca götürülmelidir. Yoksa yarın daha vahim kapanması zor derin sosyal bunalımlarla karşılaşabiliriz.
Prof. Dr. Ahmet Özer
Sosyolog,aozer@fef.sdu.edu.tr