2 Ağustos 2010 Pazartesi

Dörtyol ve İnegöl olaylarının Sosyolojisi





Son zamanlarda Türkiye’de bir kaos ortamı yaratarak Türklerle Kürtleri birbirine düşürmek isteyen senaryoların yazıldığını, bu senaryonun aktörlerinin iş başında olduğunu, bundan kendine sonuçlar devşirmek isteyen güçlerin var olduğunu yazmıştık. Maalesef Hatay’ın Dörtyol’undan ve Bursa’nın İnegöl ilçelerinden gelen haberler bizi doğrulamaktadır. Ciddi önlem alınmadığı takdirde bu tür küçük çaplı olayların gelecekte kapanması zor sosyal patlamalara ve giderek onun da bir iç çatışmayı tetikleyecek toplumsal kargaşalara yol açabilir. Unutulmamalıdır ki bu tür toplumsal hareketleri başlatanlar orada yaşayanların %1’i bile değildir. Ancak öyle bir zaman gelir ki herkes kendini içinde bulur. Toplum psikolojisi burada öyle işler ki bu olayları başlangıçta tasvip etmeyenler bile istemeden de olsa olaylara karışarak bir parçası haline gelir ve böylece kargaşa büyür, derken öyle bir zaman gelir ki geri dönmek isteseler de artık vakit çok geçtir. Bu kıvılcım yayılır, herkesi içine alır, gelinen noktada artık son pişmanlık fayda etmez. Tıpkı burada olduğu gibi toplumun ve ülkenin diğer yerlerine de aynı psikoloji ile yayılan olaylar kısa sürede toplumu ayrıştırır kaos çatışma ve bölünme derinleşir. Bu işi tezgahlayanların da zaten istediği budur, böylece kurulan tuzağa düşülerek maksat hasıl olmuş olur.. Son günler de bazı medya kalemşorlarının dev kulelerinde oturup yazdıkları Kürtler Türklerden ayrılsın tezi başka nasıl gerçekleşecek ki?
Sorun şu ki Kürtler ile Kürtlerin kardeşlik mayası bozulmadan ve çözüme daha yakın ve ehil bu son kuşak da yitip gitmeden Kürt sorunu çözülmeli ve toplumsal barış gerçekleştirilerek bölünmeyi bekleyenlerin hevesleri kursaklarında bırakılmalıdır. Ancak bu olayları önlemenin birinci öncelikli yolu sebeplerini doğru teşhis etmekten ve ona göre tedavi yolları üzerinde durmaktan geçiyor. Bize göre bu olayları çıkaranlar ya da büyütenler milliyetçilik kisvesi altında ekonomik temeli bir rant kavgası yürüten yapay Türkçülerdir. Konun anlaşılması için bu önerme izaha muhtaçtır. Şöyle ki,
Bilindiği üzere Türkiye Cumhuriyeti çok dilli, çok dinli, çok etnisiteli ve çok kültürlü Osmanlının bakiyesi üzerine kuruldu. Ancak cumhuriyet kurulduktan sonra bu birlik içindeki çokluk teke indirgenmeye çalışıldı. Bu amaçla Kürtler Türkleştirilmeye, Aleviler Sünnileştirilmeye, Suniler de laiklik sopasıyla terbiye edilmeye çalışıldı. Bu homojenleştirici asimilasyonist politikalar kimi zaman (Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi) ideolojik araçlarla, kimi zaman da (Kürt isyanlarında ve sonrasındaki sürgün, mecburi iskan ve takriri sükunlarda olduğu gibi) askeri araçlarla yürütüldü. Kısmen başarılı da olan bu politikanın bir de dış ayağı vardı. İçerdeki (Rum, Ermeni ve Yahudi) gayrimüslimler mübadele, varlık vergisi ve 5-6 Eylül olaylarında olduğu gibi ülke dışına çıkmaya zorlandı. Böylece içerdeki Müslüman, ama Türk olmayan Kürtler Türkleştirilmeye çalışılırken, gayrım müslümler de dışarıya sürülerek tam bir etnik temizlik hareketi yürürlüğe konuldu.
Ancak burada konumuzla ve işin püf noktasıyla ilgili husus şudur: Cumhuriyetle beraber Kafkaslar ve Balkanlardan (daha önce de kısmen var olan bu kesimlerden) önemli oranda bir nüfusun yurda girişine izin verildi ve bu gelenler kıyı bandına yerleşti/yerleştirildi. Osmanlının son dönemlerinde köşe başlarını ve önemli makamları tutmuş olmakta deneyimli bu Türk olmayan devşirme nüfus ekonomik yararlılık karşısında kısa süre içerisinde gönüllü bir asimilasyonla Pazar birliğinin nimetlerinden faydalanarak sisteme entegre oldu ve sistemden daha fazla pay almak için kraldan daha çok kralcı davranarak Türkçülük yaptı, hatta Türkçülüğün öncülüğünü yapmaya çalıştı. Kıyı şeridine yerleşmiş bu yapay Türkçüler zamanla bu tavırlarının karşılığını ekonomik ve bürokratik nema olarak fazlasıyla almaya başladı..
Derken 90’lı yıllarda malum sebeplerle kıyı şeridine büyük dalgalar biçiminde bir Kürt göçü yaşanmaya başlandı. Yeni gelen Kürtler daha önce buralara yerleşmiş bu kesimin yerini daraltı, ekonomik nemasına kısmen de olsa ortak oldu ya da Kürtlerin gelişi böyle algılandı. Şimdi bu nüfus rahatsız olduğu Kürtlere karşı ekonomik temelli bir kavga yürütse bu hem abesle iştigal olacaktı hem de toplumda karşılık bulamayacaktı. Ancak bunu milliyetçilik kisvesi altında yürütmek hem daha kolay hem de taraftar bulmaya daha müsait bir argümandır. (Bu kesimin karakola, polise saldırması da zaten bunu gösteriyor.) PKK’nın silahlı çatışmasının sonucu gelen cenazeler bu kesimin işini kolaylaştırıyor ve bu çatışmayı yürütmenin zeminini hazırlıyor.
Kuşkusuz bu çatışmacı kaos ortamına katılanların tümü bu bilinçle hareket ediyor değiller. Toplumsal olayların tek bir sebebe indirgenemeyeceğini de biliyoruz. Ancak yukarıda izaha çalıştığımız sebebin de yabana atılamaması gerektiğini bu nedenle hatırlatmak istedim. İşte yapay Türkçülerin sürekli Türkçülükten dem vuruyor olmaları da bu sebeptendir. Hatta denebilir ki Türkiye’de savaş isteyenler hatı zatında bu yapay Türkçüler dir. dir.
Osmanlı yıkılırken Osmanlı Devleti’nin üst düzey bürokrasisinde yer alan ve sermayeyi elinde bulunduran bu kesimler paniklediler. Sonra gelenler de aynı yöntemi uyguladı. Bu statülerini korumak için devletçiliğe ve milliyetçiliğe sarıldılar. Hatta dikkat edilirse İttihat ve Terakkicilerin dört kurucusu da Türk değildir. Bunların hepsi Türk olmayan Türkçülerdi. Bu Türkçülük ideolojisini benimseyen İttihatçılar, bu ideoloji adına Ermeni katliamına da imza atmışlardır. Ermenileri bu şekilde Kürtlerin de eliyle hallettikten sonra Kürtleri de Türkleştirerek eritme politikasını devreye sokmuşlardır. Nitekim Mustafa Kemal Cumhuriyeti kurarken onların yapay Türkçülük anlayışıyla değil, Kürtlerle ittifak yaparak çözüme ulaşabileceğini biliyordu ki, böyle de yaptı. O zaman Kürtlere muhtariyet verilmesinden bile söz ediyordu. Mustafa Kemal bu ittihat ve terakkicileri tasfiye edip Cumhuriyeti kurduktan sonra da bunlar mücadelelerini sürdürdüler. Kürtlere vaat edilen sözler yerine getirilmeyince bu süreç nedeniyle daha sonra Kürt isyanları başladı. 1960’tan sonra Kürt inkârı had safhaya ulaştı. Bunun neticesinde önce Kürt fraksiyonları sonra da bunları devreden çıkararak adeta alan kapatan PKK ortaya çıktı. PKK üzerinden yürütülen bölünme paranoyası Türkiye’de hem yapılmak istenen reformların engellenmesinin hem de çete kurmanın, siyasi suikastların, faili meçhullerin ve nihayet daha tehlikeli bir biçimde Kürt –Türk çatışmasının gerekçesi olarak işlev görüyor.
Aslında bu paranoyanın da iki çeşidi olduğu söylenebilir. Bunlardan biri sahte paranoyadır. Yani aslında bu yaygarayı yapanlar ve bu fiilleri işleyenler, bir bölünme tehlikesi olmadığını bile bile bunu yapıyor ve yapacaklarına toplumun hassas bir noktasını kullanarak mazeret uyduruyorlar. Çünkü bundan besleniyorlar. Bunların büyük çoğunluğu hak etmedikleri halde çeşitli kademeleri ele geçirmiş (siyasi, askeri ve mali bürokraside yer alıyorlar) orada devletin olanaklarından faydalanıyor, hazineden geçiniyorlar. Halkı bölünme korkusu ile ürkütüp bulundukları yeri korumaya çalışıyorlar. Bir çeşit suni olarak yaratıp yaydıkları korkulardan nemalanıyorlar. İkinci kesimin ise bölünme paranoyasını besleyen korkularını (bu yazının konusu olmayan) tarihsel arka planı olan bazı gelişmelere dayandırıyorlar. Bu korkuların dayandığı olaylar silsilesinin en önemlisi, geçmişte beş milyon metrekare olan Osmanlı topraklarının bir milyon metrekarenin altıda bire düşmüş olması, Bu tarihi gerçekliği o günün siyasal, sosyal ve konjonktürel koşullarla ve hatta döneminin yöneticilerinin dayanağı olmayan Pantürkist politikaların peşine düşmekten kaynaklandığını görmezden geliyorlar. Sonuç itibariyle Türkiye barışı en çok konuştuğu bir dönemden çatışmayı en çok yaşadığı, bölünme ve iç çatışma kaygılarının en çok hissedildiği bir döneme geçti. İşte bu sebepledir ki vakit geçmeden bitti denilen açılım politikası asıl şimdi başlamalı, ama içi doldurularak başlatılmalı ve siyası çatışmalara, kısır parti çekişmelerine kurban edilmeden sonuca götürülmelidir. Yoksa yarın daha vahim kapanması zor derin sosyal bunalımlarla karşılaşabiliriz.
Prof. Dr. Ahmet Özer
Sosyolog,aozer@fef.sdu.edu.tr
 

Hiç yorum yok: