7 Mayıs 2011 Cumartesi

Restorasyoncu AKP

Polis Kürt halkına kan kusturuyor, ama polise küçük bir müdahale olunca şovenist “Türklük” ayranları kabarıyor. Polis Türkiye'nin en faşist dönemlerinde bile bu kadar savunulmamıştır.
 
Hüseyin Ali
 
Önümüzdeki on yıllarda Türkiye'nin nasıl şekilleneceğine yön verecek bir seçim yaşanacak. Türkiye bu seçimden sonra bir anayasa yapmak zorunda kalacak. Daha doğrusu Türkiye'nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var. Anayasa değişikliği referandumu sırasında hayırcılar da evetciler de “bu anayasa Türkiye'nin ihtiyacını karşılamıyor, tümden değişmelidir” dediler. Kürtler zaten boykot ederek anayasanın kendileri için bir meşruiyeti olmadığını ve bu anayasa altında yaşamak istemediklerini gösterdiler.
Demokratik bir anayasaya ihtiyaç var. Ancak demokratik anayasa yapacak bir zihniyet var mı sorusuna iyimser cevap veremiyoruz. Çünkü yüzde 10 barajı meclise herkesin siyasi iradesinin yansımasını engellediği gibi en fazla milletvekili çıkartacağını söyleyen AKP'nin zihniyeti demokratik bir anayasa yapımına uygun değil.
AKP demokratik bir anayasa yapımını düşünmüyor. Anayasayı kendi zihniyetine uygun hale getirmek istiyor. Çünkü her yere gidip Türkiye'de ileri demokrasi olduğunu iddia ediyor. Sadece uygulamada bazı eksikliklerin var olduğundan söz ediyor. İleri demokrasi olduğunu söyleyen bir zihniyet, demokratik anayasa yapımına engeldir. Ancak kendine göre eksik gördüğü bazı yerleri yamalar. Halbuki Türkiye'de ileri demokrasi değil, çok köklü çözülmesi gereken demokrasi sorunları ortaya çıkaran neo-faşist ve otoriter bir rejim bulunmaktadır.
Hatırlanırsa AKP hükümeti 12 Eylül referandumu yapıldığında vesayet ortadan kalkacak diyordu. Propagandasını buna dayandırıyordu. Başbakan seçim beyannamesini açıklarken yine vesayetin ortadan kalktığı bir anayasa istiyoruz dedi. Anlaşılıyor ki bu vesayet kavramı AKP'nin ağzında sadece kendine Müslüman kendine demokrat bir propaganda sözcüğüne dönüşmüş.
Vesayet kalksın derken Kürtler üzerindeki siyasi egemenlik ve kültürel soykırım kalksın denmiyor. Demokrasi güçleri üzerindeki baskı kalksın denmiyor. Zaten biraz demokrasi anlayışı olsaydı herkesi bir örgüt içine sokuşturan binlerce insanı cezaevine atan terörle mücadele yasasını değiştirirdi. Çünkü bu yasanın değişmesi için 350 değil 250 milletvekili yeterdi. Ne var ki terörle mücadele yasasını bu hale getiren bizzat AKP hükümetidir.
AKP seçim beyannamesinde nasıl bir anayasa yapacağını söylemiyor. Genel geçer sözlerle geçiştiriyor. Her zaman olduğu gibi demagoji yapıyor. Sadece zaman zaman nelerin olmayacağını söyleyerek daha baştan yasakçı ve baskıcı bir anayasa düşündüğünün ipuçlarını veriyor. Halbuki anayasa yapacak bir meclisin oluşumu gündemdeyken nasıl anayasa yapılacağının açıkça söylenmemesi anayasa yapımının özüne aykırıdır. Anayasa, bir toplumun geleceğini ve kaderini belirleyecekse her kesimin kendi anayasa önerilerini hiçbir muğlaklık bırakmayacak biçimde açıkça ortaya koyması gerekir.
AKP bunu yapmıyor. Çünkü nasıl bir anayasa yapacağını ortaya koyarsa tüm cilaları dökülür. Ancak yine de konuşmalarıyla nasıl bir anayasa yapacağını gösteriyor. Tek millet nakaratı devam ediyor. Daha ileri giderek “Kürt sorunu kalmamıştır; Kürt vatandaşlarının sorunu kalmıştır” diyerek sorunu eski hükümetler gibi eğitim ve ekonomi sorunu olarak gördüğünü ortaya koymuştur.
Bu vatan hepimizindir diyor, ama tek milletten vurgulu biçimde söz ederek Türkiye içinde yaşayan diğer halkların haklarını reddediyor. Kürtlerin ve diğer toplulukların varlığı açıkça tanınmayacaksa, Kürtlerin ve diğer toplulukların siyasi iradesi ve öz yönetimleri tanınmayacaksa, anadilde eğitim olmayacaksa o zaman Türkiye herkesin ortak vatanı olamaz. Kürdistan Kürtlerin vatanı, ama kendi vatanlarında bile haklarıyla yaşayamıyorlar. Şu anda Kürdistan polislerin zindanı haline getirilmiştir. Türkiye bu haliyle nasıl herkesin vatanı olabilir?
Kürt halkının en ufak bir talebini ve demokratik eylemini şiddetle ezmek isteyen bir hükümetin demokratik bir anayasa yapması mümkün değildir. Zaten anayasada bölgesel milliyetçilik yer almayacaktır diyerek Kürtlerin haklarının tanınmayacağı ilan edilmiştir. Herkesin serbestçe Kürtçe konuşmasını sağladık, tutuklular aileleriyle Kürtçe konuşabiliyor, istenildiği gibi kurslar açılabiliyor gibi nakaratı tekrar ederek Kürt sorununu çözme niyeti olmadığını açıkça göstermiştir. Hatta ana okullarını her yere yayarak nasıl bir asimilasyon politikasını izleyeceğini de ifade etmiştir.
Başbakan, Kürt sorununun istismar edilmesini sadece biz ortadan kaldırırız iddiasında bulunarak Kürt halkının örgütlü mücadelesini sadece biz ezeriz demektedir. Çünkü on yıllardır Demirel’den Çiller’e ve Erdoğan’a kadar tüm başbakanlar Kürtlerin mücadelesini ve özgürlük istemlerini sorunları istismar etmek olarak değerlendirmişlerdir. Kürt sorununu çözme politikası değil de istismar etkenlerini ortadan kaldırma politikası izlemişlerdir. Bu tür söylemler AKP'nin demokratik bir anayasa yapma niyetinin olmadığının kanıtıdır.
Sadece ileri demokrasi olarak tanımladığı sistemi restore etmek istiyor. Böylece Kürtler üzerinde siyasi egemenlik ve kültürel soykırım politikasını yeni koşullarda sürdürmeyi hedefliyor.
Bu hükümetin elinde mendille her yerde ağlayıp duyguları sömüren önemli bir bakanı Kürt ve kadını karşısında gördüğünde aklına ilk gelen küfretmek oluyor. Daha önce Emine Ayna’ya hakaret eden Bülent Arınç şimdi de Sabahat Tuncel’e küfürler ediyor. Bu söylemde hem Kürt’ü hem de kadını küçümseme vardır. Zaten suratına bakıldığında Kürt’ü ve kadını nasıl küçümsediğini herkes görebiliyor. Bu zihniyette olanların demokrat olması ve demokratik bir anayasa düşünmesi mümkün müdür?
Polis Kürt halkına kan kusturuyor, ama polise küçük bir müdahale olunca şovenist “Türklük” ayranları kabarıyor.  Polis Türkiye'nin en faşist dönemlerinde bile bu kadar savunulmamıştır. Artık toplum hak arayamaz! Polis toplumun demokratik tepkilerine azgınca saldırırsa haktır, ama toplum buna tepki gösterirse onlar mutlaka ezilmelidir. AKP'nin Türkiye'yi getirdiği nokta budur. Tam bir polis devleti!
Demokratik ulus bloğunun seçimdeki başarısı bu nedenle çok önemlidir. Ancak demokratik ulus bloğu bu seçimden güçlü çıkarsa AKP'nin bu kendini kaybetmiş ve kendini bilmez zihniyetine dur diyebilir. Türkiye halklarının sesi ancak böyle bir blokla meclise yansıyabilir. Yapılacak bir anayasanın içeriği ancak demokratik ulus bloğunun seçimden güçlü çıkmasıyla demokratik hale getirilebilir. Yoksa önümüzdeki yıllar da Türkiye için kabuslu yıllar olmaya devam eder.

Ortadoğu Direnişleri ve Truva Atı AKP

Ortadoğu Güneşi altında tüm halkların, kültürlerin, dillerin ve inançların özgürce yaşamasının zamanıdır.

Canfeda Deniz
                          Yağmur çağıran çimenler, otlar çıktı. Güneş vurunca yeşillendi toprak. Sıra ağaçlarda. Bugün yağmur altında yürürken dallardaki ilk tomurcuğu gördük. Hafiften açmış, ucundaki minik yeşil yapraklar arasından çıkacak yakında. Çiçeğe dönüşecek. Zirvelerdeki karlar bile erimeye yüz tuttu. Baharın gelişini hiçbir şey önleyemeyecek…

Ortadoğu halklarının baharı da gelmiştir. Ortadoğu halklarının baharını önlemek için masa başlarında, kapalı kapılar ardında anlaşmalar yapılıyor. Ortadoğu sırtındaki hançerden henüz kurtulmadan yeni ihanet anlaşmalarına kurban gitme tehlikesiyle karşı karşıyadır…

Ortadoğu’yu sırtından hançerleyecek yeni güç AKP ve onun başkanlığını yapan R.Tayyip Erdoğan’dır. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında iktidara getirilmiş olduğu artık herkes tarafından bilinmektedir. Siyasetin değil her türlü riyakârlığın ekolünde yetişmiş ve kendi Hocasını da satmış olan Türkiye başbakanı şimdi sadece Türkiye’nin değil tüm Ortadoğu’nun geleceğiyle oynuyor.

Halk isyanları karşısında pişkinlikle akıl verme rolüne soyunurken perde arkasından ABD-İngiltere ile Ortadoğu’ya yönelik küresel hamlenin planlarını tartışıyor ve kaptığı rolü daha ustalıklı oynamak için Haziran seçimlerinde onlardan yardım istiyor. Bu yardım talebi hem ekonomik, hem siyasidir. Türkiye’de örtülü ödenek olur da ABD ve NATO’da örtülü ödenek olmaz mı? AKP’ye ülke içinden ve uluslar arası alandan akan kayıt dışı paraların miktarı milyar dolarları geçiyor. Bu paralar seçim rüşveti olarak kullanılacaktır. AKP’nin daha önce sadece Siirt’te 22 trilyon seçim rüşveti dağıttığı hatırlardadır. Seçime giren tüm partiler bu konunun takipçisi olursa AKP’yi suçüstü yakalayabilirler. Peki, bu paralar ve iktidarda kalma karşılığında ne verecekler?  

AKP Ortadoğu’da TRUVA ATI olmayı kabul etmiş ve bu temelde iktidara getirilmiştir. Bugün tüm Ortadoğu’yu isyan ateşi sarmışken hangi ülke AKP ile dostluğa yanaşırsa ilkin orası düşürülecektir. Örneğin, Mısır’da Mübarek yönetimi yerine geçecek olanlar ile AKP sıkı ilişkide olacak ve Turuva atı rolüyle orada halk hareketinin kalıcı bir sonuca gitmesini önlemeye çalışacaklardır. Mısır’da seçimlerle iş başına gelecek olanların radikal İslamcı çizgide değil, AKP tarzı işbirlikçi ılımlı İslamcı çizgide yani başka bir deyişle KARŞI İSLAM çizgisinde olmasını sağlamaya çalışacaklardır. Aksi halde Mısır, Arap dünyasına öncülük yapabilir ve model oluşturabilir. Mısır’ın değil AKP’nin model olarak Ortadoğu’ya sunulması için Mısır üzerinde çok kapsamlı oynayacaklardır. Tunus, Yemen, Bahreyn, Ürdün, Suriye ve sıradaki her ülke ile ilişkisini bu temelde kuracaktır. Şimdiden bunun yoğun diplomatik trafiğini geliştirmişlerdir. 

Bu rol ile yakında Türkiye tüm Ortadoğu halklarının nefret edeceği bir ülke haline de gelebilir. Model olarak gösterilmek istenirken tam tersine nefret kaynağı olabilecektir. Çünkü Ortadoğu halkları uyanmıştır ve AKP’nin hayal ettiği gibi zavallı ve kandırılacak cahiller sürüsü değildir.

AKP halkı sürü olarak görüyor. Kapitalist modernitenin çöplüğünden beslendiği için AKP Ortadoğu’ya en koyu oryantalist yaklaşımı gösteriyor. Bu nedenle de Truva Atı rolünün tutacağını sanıyor fakat hesaba katmadığı bir şey daha var. Ortadoğu halklarının baharı gelmiştir. Zaman halkların özgürlük çığlıklarıyla kuşatılmış durumdadır. Eğer bu özgürlük yürüyüşünde Demokratik Uygarlık paradigması esas alınırsa bir değil bin tane AKP gelse halkların baharını önleyemez.

Demokratik Uygarlık paradigması halkların veya toplumun alternatifinin iktidarları ele geçirmekte değil toplumu devletten ayrı ele alıp kendi kendini yönetebilecek örgütlenmelere kavuşmasında görür. Toplum demokratik, sivil meclislere, komünlere, kooperatif ve akademilere kavuşturulduğunda ve diğer topluluklarla demokratik birliğini geliştirdiğinde sadece AKP ile değil tüm küresel saldırılarla baş edebilecek politik iradeye ve ahlaki güce kavuşur. Topluma dayalı sistemin kendisini sadece bir ülke ile sınırlı tutmaması gerekir. Ortadoğu’nun kadim tarihi ve kültürü de yapay sınırlara yabancıdır. Dolayısıyla DEMOKRATİK ORTADOĞU KONFEDERASYONU’NU gündemleştirmenin tam zamanıdır. Böyle bir birliğin tarihsel ve toplumsal temelleri AB temellerinden daha sağlamdır. Ortadoğu birliği için Arap birliğini de savunmak gerekir. Bunun yanında AKP hedeflenmeli ve birlikten yana olan Arap, Fars, Kürt, Türk, Ermeni ve diğer tüm halklar AKP ile olan ilişkilerini kesmeli ve tavır almalıdır. 

AKP’nin Truva Atı olduğu görülmezse emperyalizmin tuzağına düşmek işten bile sayılmaz. Halk hareketleri kendi demokratik seçeneklerini yaratmazlarsa sisteme teslim olma noktasına geri dönülür. Bunu sağlayacak olan da AKP’dir. AKP’yi model alacağını açıklayan herhangi bir ülke çıkarsa bunun anlamı ve taşıdığı mesaj şudur: ‘ABD’nin uşağı olmaya hazırım, yeter ki iktidarda kalayım!’ Bu böyle bilinmeli ve gelişmeler takip edilirken ayırt edici bir ölçüt olarak görülmelidir.

Libya konusunda takındığı tavır AKP’nin deşifrasyonunu sağlamada büyük bir belirti olmuştur. Libya’ya yapılan emperyalist saldırının içinde de plancı ve lojistikçi olarak yer alan AKP’nin ihanetini Arap halkı unutmayacaktır. Henüz ortada hiç bir şey yokken Libya’daki Türkleri aceleyle Türkiye’ye taşımaları bu saldırı planını önceden bildiklerini ve baştan itibaren içinde olduklarını göstermiştir.

Aslında AKP’nin uğursuz rolünü deşifre ve teşhir etmek için Kürt halkı karşısında takındığı tavrın değerlendirilmesi yeter de artar bile. İktidara geldiği günden bu yana AKP’nin kadın ve çocuk demeden Kürtlere karşı katliam uyguladığını bilmeyen kalmadı. Halen Kürt dili üzerindeki yasaklar bile kalkmış değil. Halkı yoksullukla, açlıkla terbiye etme politikasını güdüyor. Zindanlar sayıları binlerce olan Kürt siyasetçilerle dolu. Böyle bir hükümetin İslam’la ne alakası olabilir? Demokrasiyle ne alakası olabilir? AKP’ye tavır almayan herkes Kürt katliamına ve Ortadoğu halklarına karşı geliştirdiği ihanete göz yummuş olacaktır. 

Güneş toplayan çiçekler açmaya başladı. Bahar tüm güzelliğiyle yüzünü gösterdi. Newroz kutlamaları müjdeyi verdi. Ortadoğu Güneşi altında tüm halkların, kültürlerin, dillerin ve inançların özgürce yaşamasının zamanıdır. Emevi takipçisi olan ve karşı İslamı temsil eden AKP’ye karşı Devr-i Saadet’i savunan ve özgürlükten yana olan herkesin harekete geçmesinin ve birleşmesinin zamanıdır. Halkların baharını önlemek isteyen Truva Atını parçalayalım, özgürlüğe giden yolumuzu açalım…                                                             
                                                 24.3.2011 

Demokratik Ulus Bloğu Korkusu

Türk devleti şimdiye kadar Kürtler arası birlikten ve Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi’nin Türkiye toplumuyla buluşmasından çok korkmuştur.
 
Hüseyin Ali
 
Başbakan; Kürt sorunu kalmadığını, halkı istismar edenlerin olduğunu yine tekrarladı. Anlaşılıyor ki TRT 6 ve kursları Kürt sorununun çözümü için yeterli görüyor. Belediyelerin hizmet alanı da biraz genişletirsem vatandaşlarımın sorunu da biter diye düşünüyor. Bunun anlamı inkârcılığın yeni koşullarda devam ettirilmesinden başka bir şey değildir. Kürt vatandaşlarımız var denilmesi bu gerçeği değiştirmez. 

Halkın istismarından söz edilmesi, Kürt sorununda çözüm politikası olmayanların tekerlemesidir. Bütün diktatörlükler de halkın her tepkisini istismar olarak değerlendirir. Zaten Tayyip Erdoğan kendi hükümetine yönelik her tepkiyi de böyle değerlendirmektedir. Demokratik anlayışa sahip olunmadığı için halkın taleplerini anlama ve gereğini yerine getirme tutumu gösterilmiyor. 

Kürtler ne zaman hak talep etse ve bunun mücadelesini yürütse istismardan söz edilir. Bu bir taraftan Kürt sorunu yok, bazı eksiklikler istismar ediliyor anlamına gelirken, diğer taraftan Kürt sorununu bir ekonomik ve sosyal sorun olarak değerlendirmeyi ifade ediyor. Demirel de, Çiller de ve bütün başbakanlar da “Kürt sorunu yoktur, bazı sorunları istismar eden teröristler var” demişlerdir. Başbakan’ın söylemlerinin eski yöneticilerin söyleminden farkı yoktur. 

Onlarca yıldır süren direniş ve savaş bir istismarla izah edilemez. Kürtler her zaman yoksul yaşamıştır. Ancak böyle uzun süreli bir direniş göstermemiştir. Kürtler kültürel soykırımla karşı karşıya oldukları ve varlık sorunu yaşadıkları için canlarını dişine takıp direniyorlar. 7’den 70’e çocuk, kadın herkes ayaktaysa, buna istismar demek en iyimser deyimle kafayı kuma gömmektir. Ama biz böyle değerlendirmiyoruz. İnkârcılığı bilinçli biçimde sürdürme zihniyeti olarak değerlendirmek gerekiyor. Zaten yine Başbakan tek millet, tek vatan, tek devlet, tek bayraktan söz etmiştir. 

Tek millet söylemi, Kürtlerin anayasa ve yasalarda kimliğinin kabul edilmeyeceğini ifade ediyor. 

Tek devlet söylemi, Kürt halkının siyasi iradesi ve öz yönetimini, yani Demokratik Özerkliği reddetme anlamına geliyor.
Tek vatan, Kürdistan'ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirme anlayışını ifade ediyor. 

Tek bayrak, Türklük dışında hiçbir topluluk kendi sembollerini kullanamaz demektir. Burada semboller şahsında farklı kimlikleri yok sayma vardır. 

AKP hükümeti için Kürt sorunu kalmamıştır. Bundan sonra kim Kürtlerin siyasi ve kültürel haklarından söz ederse istismarcılıkla suçlanacaktır. İstismarcılık sözünü sadece BDP’liler değil, farklı siyasi eğilimde olan Kürtler de iyi tanıyor. Çünkü bu Kürt sorunu yoktur diyenlerin eski dönemdeki diliydi. Şimdi Başbakan hem Kürt sorunu kalmamıştır hem de istismar vardır diyerek eski inkarcıların devamcısı olduğunu açıkça tüm Kürtlere göstermiştir. 

Bazı AKP yardakçılarının, Başbakan yağdanlıklarının belirttiği gibi Kürt sorunu tartışılıyor, Kürtlerden söz ediliyor, bu nedenle Kürt sorunu kalmamıştır denildi diyerek neo-inkârcılığı gizlemeye çalışmaları, kimlik ve özgürlük talebi olan hiçbir Kürt’ü aldatamayacaktır. Varlık yokluk sorunu devam ederken ve Kürt sorunu hiçbir biçimde çözülmemişken bu sorun kalmamıştır demek, Kürtlere karşı yeni bir savaş dönemi başlatmaktır.

AKP yeni bir seçim kazandıktan sonra kendine demokrat kendine Müslüman karakteriyle CHP’yle de uzlaşıp yeni bir anayasa yapmayı düşünmektedir. Daha doğrusu Kürtlere yeni bir kefen biçeceklerdir. Yani düşündükleri anayasa Kürtler için, Aleviler için, tüm etnik ve dinsel topluluklar için bu anlama gelecektir. Bunu da bireysel hakları genişlettiklerini söyleyecekleri anayasayla gerçekleştireceklerdir. 

Daha doğrusu AKP denetimindeki yeni derin devletin Kürt’üyle, Türküyle, Alevi’siyle, Gayri Müslim’iyle tüm topluma giydirmek istediği yeni bir elbise söz konusudur. Başbakan’ın söylemleri, seçimden sonra yeni bir toplum mühendisliği yapılacağını göstermektedir. Bu nedenle tüm seslerin, renklerin var olduğu bir meclis değil, AKP'nin hakim olacağı bir meclis isteniyor. Başbakan’ın önünde ilik düğmeleyen bir meclis isteniyor. Başbakan’ın sözünden çıkmayacak adayların milletvekili listesine konmasının nedeni de düşündüğü toplum mühendisliğidir. 

Demokratik ulus bloğu bu proje için tehlikeli görüldüğü için önü kesilmek istenmiştir. Türk devleti şimdiye kadar Kürtler arası birlikten ve Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi’nin Türkiye toplumuyla buluşmasından çok korkmuştur. Tüm çabası bunu engellemeye çalışmak olmuştur. Her türlü engellemeye rağmen Türkiye toplumuyla buluşma hamlesi ve Kürtler arası birlik yönünde adımlar görülünce paniğe kapılmıştır. Başbakan ve derin devletin has adamı Cemil Çiçek bu nedenle BDP'ye çirkince saldırmıştır.

Demokrasi ve özgürlük bloğu AKP'nin toplum mühendisliğini bozacak tek güçtür. AKP CHP ve MHP’den korkmuyor. Bunların Kürtler başta olmak üzere tüm Türkiye toplumuna giydirilecek kefenin destekçisi olacağını biliyor. AKP'nin Kürtsüz ve inkarcılığın yeni biçimi olacak anayasa oyununu bozacak ve demokratik anayasayı dayatacak tek gücün bu demokrasi ve özgürlük bloğu olduğunu görüyor. Başbakan ve Cemil Çiçek’in öfkesi bunadır.
Ancak korkunun ecele faydası yoktur. Demokrasi ve özgürlük bloğu, demokratik ulus ve ortak vatan anlayışıyla AKP'nin ulus-devletçi yeni bir otoriter rejim yaratma oyunlarını bozacaktır. AKP'nin “biz devlet içine alındık, o zaman demokrasi sorunu bitmiştir; ya da geriye kalanların canı cehenneme” oyunu demokratik ulus bloğunca bozulacaktır. Bu açıdan bu seçimlerde meclise girecek 35 milletvekilinden daha şimdiden tir tir titrenerek korkulmaktadır.

Özgürlük Cumaları

Kürtler inkara ve imhaya karşı toplumsal itaatsizlik serhıldan dalgası çerçevesinde ve Sivil Cuma adıyla ortaya koydukları duruşla toplumsal tarih bilincinin gelmiş olduğu düzeyi de ortaya koymuş oldu.
 
Mazlum Yılmaz
 
AKP hükümeti MGK’nin de onayını alarak binlerce özel savaş elemanını imam kisvesi altında Kürdistan’da görevlendirerek PKK’yi tasfiye planını farklı bir boyuta taşımak istedi. AKP’nin topyekun tasfiye konseptinin bir parçası olan planın deşifre olması ardından, yurtsever dindar Kürtler de kendi toplumsal özgür iradelerini ortaya koyarak AKP’nin kontra imamlarına tepki gösterdi. Bunu da Sivil Cuma adını verdiği alternatif cemaatlerle ve Cuma namazını AKP-Gülen cemaat imamlarının arkasında kılmayarak gösterdi. Bunun üzerine dini bir sömürü ve tasfiye aracı olarak Kürt toplumuna karşı kullanmak isteyen Türk Başbakanı Tayip Erdoğan’ının sert tepkisiyle karşılaştı. Hatta Erdoğan’ın bu tepkisi Kürt halkının örgütlü gücünün temsilcilerini suçlamaya kadar gitti. 

Tabi böyle bir tepkiye çok da şaşırmamak gerekir. Çünkü Kürtler Sivil Cuma adını verdikleri onurlu ve gerçek İslam’ın özüne yakışan tutumlarıyla Erdoğan’ın dini bir tasfiye aracı olarak kullanma planını büyük oranda boşa çıkarmış oldu. Cumalar devlet tekelinden çıkarıldı. Cumalar, özgürlük Cumalarına dönüştürüldü. Erdoğan’ı asıl korkutan nokta da burasıdır.  Erdoğan’ın bu konudaki ruh halinin analizi yapıldığında; en güçlü silahı elinden alınarak kendisine doğrultulan bir kişinin yaşadığı şok biçiminde değerlendirilebilir. Aynı zamanda AKP’nin iktidarda tutulmasının gerekçesi de darbe yiyerek zayıflatılmış oldu. AKP’nin Kürt özgürlük hareketini en iyi ben tasfiye ederim iddiasının fiyaskoyla sonuçlanması tasfiye edeyim derken tasfiye olmasının büyük riskini taşıdığı bilinmektedir. 

Kürtler inkara ve imhaya karşı toplumsal itaatsizlik serhıldan dalgası çerçevesinde ve Sivil Cuma adıyla ortaya koydukları duruşla toplumsal tarih bilincinin gelmiş olduğu düzeyi de ortaya koymuş oldu. Tarihin birçok döneminde kendisine karşı din kullanılarak zayıf düşürülen, iradesizleştirilen Kürtler bu tarihsel trajediyi alt üst ettiler. İlk defa Kürtler başlattıkları bu sivil Cuma eylemleriyle İslam dinini kendi ulusal, toplumsal tüm kökleriyle bütünleşmenin harcı haline getirdi. Bunu söylerken hiç kuşku yok ki İslam’ın özünün bu olduğu katledilmek istenmiyor. İslam’ın tarihsel-toplumsal gerçekliğine bakıldığında çıkış itibariyle insanın tüm toplumsal ve insani değerleriyle bir anlamda öz kökleriyle buluşmanın adı olduğu da görülecektir. İslam’ı asıl özüne yabancılaştıranların, kendi devlet ve iktidarının çıkarları için kullananların merkezi egemen devletçi sistemin kendisi olduğu görülecektir. Günümüzde bu devletçi-iktidarcı sistem geleneğinin pratik uygulayıcılarından biri de AKP olmaktadır.  AKP’nin Kürtlerin siyasal iradesini tasfiye etmede din tüccarlığındaki ısrarı buradan gelmektedir. 

Kürtlerin dini değerleri AKP’nin devlet tekelinden alarak ait olduğu yere yani toplumun hizmetine sunan yaklaşımı Türk Başbakanı Tayyip Erdoğan’ı o kadar rahatsız etti ki işi DTK ve BDP’yi dini bölücülükle suçlamaya kadar vardırdı. Hatta ortaya koyduğu tepkili açıklamasının normal suçlayıcı bir açıklamanın ötesinde bir yerlere mesajlar vermeyi içerdiği de belirtilebilir. Erdoğan’ın açıklaması ardından AKP’nin özel savaş medyasının MİT tarafından servis edildiği belli olan yalan ve uydurma senaryolarla ilgili peş peşe haberlerin yapılması bu mesajın neticesindedir. Yoksa PKK’nin 1000 tetikçi imamı var(!) haberleriyle yapılmak isteneninde yurtsever Kürt imamlarının hedef gösterilmesinin farklı bir izahı yoktur.  

Durumun AKP JİTEM’i tarafından Yurtsever Kürt imamlara karşı gerçekleştirilmek istenen operasyon ve saldırılara zemin hazırlanmak istendiği görülüyor. Erdoğan bu açıklamasıyla imam kisvesi altındaki Polis JİTEM’ine bağlı tetikçilerine harekete geçme talimatı vermiştir. Bu açıklamanın ardından yurtsever Kürt imamlarına yönelik gelişebilecek her tür baskı, operasyon ve saldırıların tek sorumlusunun Türk Başbakanı Tayip Erdoğan olacağı kesindir.

Sivil Cuma eyleminin AKP hükümeti üzerinde yarattığı korku ve kamuoyunda oluşturduğu gündem bu tarz sivil itaatsizlik eylemselliklerinin ne kadar isabetli olduğunu ortaya koymuştur. Bu nedenle bu toplumsal itaatsizlik eylemlerinde ısrarın Kürt sorununun çözümü konusunda ciddi bir baskı oluşturacaktır. Bu tarz eylemsellikler daha da zenginleştirilerek artırılmalıdır. Hiç kuşku yok ki AKP hükümeti Kürtlerin demokratik meşru eylemselliklerini provoke etmeye çalışacaktır. Hatta provokatif ve komplocu bir takım girişimlerde bulunacağı medya üzeri kamuoyunu manipüle eden yaklaşımından anlaşılmaktadır.  Buna karşı Kürt halkının sonuç alması için geçmişin tecrübeleri ışığında daha ısrarlı bir duruşun sahibi olması gerektiği açıktır. Öyle bir ısrarın sahibi olunmalı ki Sivil Cuma eylemleri her geçen gün kitleselleşerek yaygınlaşmalıdır.

Entellektüel Görevler

Onur sahibi olan sıradan bir entelektüel, krizin asıl olarak zihniyet alanındaki tıkanmayla ilgili olduğunu kavramakta zorluk çekmez. Kaldı ki, sistem yapılanmalarıyla zihniyetleri arasında beden-ruh ilişkisine benzer bir bağ vardır.
 
Abdullah Öcalan
 
Entelektüel görevleri basmakalıp bilinç oluşturma ve birimlere aktarma olarak belirlemeyeceğimi peşinen belirtmeliyim. Yapılması gereken ilk iş entelektüelliğin kendisini değerlendirmektir. Moderniteyi ‘Aydınlanma Çağının (18. yüzyıl Avrupa’sı) belirlediği çokça söylenir. Yahudi soykırımı başta olmak üzere, ulus-devletçe sistematik olarak uygulanan sayısız fiziki ve kültürel soykırımlar modernitenin aydınlanma ideasına ölümcül darbe indirir. Entelektüel Adorno’nun, artık bütün tanrısallıkların susması gerektiğini söylediği andır bu. Aynı zamanda uygarlıkların vardığı son aşamadır. Bu an önemli bir andır; çözümlenmesi yapılmadan bir adım bile ileriye atılamaz. Tarihsel bir iflas, yalan ve soykırım anından bahsediyoruz. Bir aydınlanma, bilinçlenme, bilimlenme eylemi olarak entelektüellik kendini bu andan soyutlayamaz. Baş suçlulardan biri olarak yargılanmak durumundadır. Suçu birkaç Hitler’e yüklemek, liberalizmin en iğrenç propagandasıdır. Hitler’leri beşikten mezara kadar besleyen sistemi açıklamadan hakikat açıklanmış olamaz; olsa olsa hakikate ihanet edilmiş olur. Entelektüelliğin temel görevi olan ‘hakikatin peşinde olmak’ ihanete uğramışken, hem de bu ihanet yaygınca entelektüel sermayedar ve hamallığı tarafından gerçekleştirilirken, kökten gözden geçirilmesi gereken hususlar var demektir. Entelektüel alanda kökten gözden geçirilmesi gereken konular çözümlenmedikçe, içine girilecek konum yeni entelektüel sermayedarlar ve hamallar olmaktan öteye sonuç doğurmaz. 

Eğer sistemik küresel kriz ancak olağanüstü kriz yönetimiyle sürdürülebiliyorsa, bu durumda entelektüel krizden bahsetmemek ya körlükten ileri gelir ya da sistemin iflah olmaz bir entelektüel sermayedarı ve hamalı olmakla mümkündür. Onur sahibi olan sıradan bir entelektüel, krizin asıl olarak zihniyet alanındaki tıkanmayla ilgili olduğunu kavramakta zorluk çekmez. Kaldı ki, sistem yapılanmalarıyla zihniyetleri arasında beden-ruh ilişkisine benzer bir bağ vardır. Yapısallık olarak bedenin krizi, ruh olarak zihniyet krizini sadece gerekli kılmaz, öncüsü kılar. Öncelik bedende değil, ruhsal krizdedir. Nasıl ki beynin ölümü beden ölümünün kesin kanıtıysa, zihniyet krizi de ancak yapısal krizin kanıtı olabilir. Açıkçası derin bir entelektüel krizin yaşandığı kesindir. Bazı alanlarda yapılacak yeniliklerle giderilemeyeceği için krize verilecek yanıt derinlik ister; sistemin dönüşümüyle ilgili olmayı gerektirir. Sistemin entelektüel krizinin çözümü ancak onun aşılmasıyla, yani ‘entelektüel devrim’le mümkündür. Günümüz entelektüel devrimini tartışmadan önce, bazı tarihsel örneklere değinmek bu konuda son derece aydınlatıcı olacaktır. 

Yorumlanabileceği kadarıyla tarihte ilk büyük entelektüel devrim M.Ö. 6000-4000 döneminde Mezopotamya’da yaşandı. Bu dönem toplumun ve doğal kuvvetlerin gücünün ilk defa kapsamlı olarak gözlemlendiği ve devasa boyutlu pratik sonuçların çıkarıldığı, Gordon Childe’ın ancak 16. yüzyıl sonrasının Avrupa’sıyla kıyaslanabileceğini söylediği dönemdir. Halen hem zihinsel hem araçsal olarak yaşanan toplumsal kazanımların büyük kısmı o dönemden kalmadır. İkinci büyük devrim, Sümer ve Mısır uygarlıklarının kuruluş dönemleridir. İlk dönemde hem zihinsel hem araçsal olarak devriminin kazanımlarını uygarlık sistemine dönüştürme becerisi gösterilecektir. Yazı, matematik, edebiyat, tıp, astronomi, teoloji, biyoloji başta olmak üzere değişik alanlardaki icatlar ve buluşların birçoğu bu dönemde sağlanan devrimsel entelektüel gelişmelerin eseridir. Tarih daha sonraki Grek-İonya devrimine kadar bu gelişmeleri öğrenmek ve tekrarlamakla geçecektir. 

Grek-İonya entelektüel devrimi üçüncü büyük adımı teşkil eder. M.Ö. 600 dönemi hem felsefi zihniyet, hem bilimsellik açısından çok zengin geçen diğer bir dönemdir. Mitoloji karışımlı dinlerden felsefi devrime geçiş, şüphesiz büyük bir entelektüel devrimdir. Ayrıca yazı, edebiyat, fizik, biyoloji, mantık, matematik, tarih, sanat ve politika alanında da devrimsel gelişmeler yaşandı. 16. yüzyıla kadar ancak bu devrimlerin ürünleri aktarılarak, tekrarlanarak tarih yaşandı. Şüphesiz başka mekân ve zamanlarda birçok entelektüel gelişme olmuştur. Ama bunlar büyük devrim sayılamazlar. Tek tanrılı dinsel çıkışları önemli zihniyet devrimleri olarak yorumlamak mümkündür. Ayrıca Zerdüşti ahlaki devrim büyük bir entelektüel devrimdir. Çin’de Konfüçyus, Hint’te Buda önemli entelektüel değerlerdir. İslam’ın 8.-12. yüzyıllarında da görülen entelektüel pırıltılar önemlidir. Bunların devrime dönüşememeleri büyük kayıptır. 

Avrupa entelektüel devrimi şüphesiz köklü ve kapsamlıdır. Ancak kaynaklarını bahsettiğimiz devrim ve pırıltılardan aldığı tartışılmaz bir gerçektir. Hemen belirtmeliyim ki, bu entelektüel devrimlerin tümünün sömürü ve iktidar tekelleriyle alakası yoktur. Tersine, bu tekeller yüzünden layıkıyla gelişmemeleri ve saptırılmaları, köreltilmeleri, daha çok da kendilerine bağlayıp sermaye haline getirmeleri söz konusudur. Avrupa büyük entelektüel devriminde bu gerçeklik daha açık ve çarpıcıdır. Kapitalist tekeller ve devlet tekelleri olarak mutlakıyet ve ulus-devlet sistemleri, entelektüel devrimi engellemek, saptırmak ve kendi iktidarlarına bağlamak için büyük uğraş vermişler, bunu başat işlerinden saymışlardır. Bu konuda büyük mücadeleler verilmiştir. Bruno, Erasmus, Galileo, Thomas Moore vb. gibi şahsiyetler ve bilim adamları entelektüel bağımsızlıklarını korumak ve onurlarını kaybetmemek için, engizisyondan Fransız devrim mahkemelerine kadar iktidarların amansız zulmüne karşı direnmişler, yakılmayı göze alabilmişlerdir.
19. ve 20. yüzyıllarda, toplumun her alanında ve birimlerinde olduğu gibi, entelektüel alan ve birimlerde de tekelci sermaye ve ulus-devletin hegemonyası güçlü yansıma buldu. Bilim, felsefe, sanat ve hatta din iktidarlara, özellikle ulus-devlet yapılanmalarına büyük oranda entegre edildi. Her iki alandaki tekelcilik, entelektüel bağımsızlığa büyük darbe vurdu. Bağımlılık altındaki entelektüel ya bir entelektüel sermayedara ya da çoğunlukla üniversite ve diğer okul sistemlerinde bilgi hamalına dönüştü. Her ulus-devletin yeni tapınakları, üniversiteler başta olmak üzere okul yapıları oldu. Yeni nesillerin beyni ve ruhu buralarda yıkanır; ulus-devlet tanrısına hiçbir dönemle kıyaslanmayacak denli tapınan kul-vatandaşlar haline getirilir. Haliyle her düzeydeki hocalar yeni rahip sınıfı konumundadır. Şüphesiz entelektüel haysiyetini koruyan tek tük aydınlar da vardır. Ama genel kuralı bozmayacak kadar istisnaidirler. 

Daha da önemlisi, Avrupa entelektüel devriminin içeriğindeki gelişmelerle ilgilidir. Önceki çağların din, bilim, felsefe ve sanatını öncelikle iyi özümsediklerini belirtmek gerekir. Kendi katkılarını bu özümsemeye dayandırdıkları açıktır. Kabul etmek gerekir ki, Avrupalı entelektüeller hakikate yaklaşmada büyük bir aşama kat ettiler. Metot ve uygulama olarak başarıları kesindir. Özellikle Birinci Doğaya (fizik, kimya, biyoloji, astronomi alanlarına) ilişkin başarıları bu yönlüdür. Fakat İkinci Doğa olarak topluma ilişkin bilimsel, felsefi, sanatsal ve ahlaksal yaklaşımları için aynı hususu belirlemek mümkün değildir. Büyük ve anlamlı açıklamalar (manifestolar), bilimsel disiplinler, felsefi ekoller, sanatsal eğilimler ve etik öğretiler geliştirdiler. Fakat toplumun ahlaki ve politik karakterini koruyacak kadar başarılı olamadılar. Tersine, sermaye ve iktidar tekellerine bağlandıkça, ahlaki ve politik toplumun imhaya varana dek hedef haline getirilmesinde sadece yetmezlik, eksiklik ve yanlışlıklarla izah edilemeyecek denli suç ortaklığı yaptılar. Entelektüel kriz işte böyle başladı. 

Şüphesiz yalnız toplum değil, çevrenin de imha hedefi haline gelmesinde entelektüeller kesin sorumludur. Zaten küresel krizden müştereken sorumlu tutulmaları, krizin müşterek olmasından ötürüdür. Burada aydınlatılması gereken en önemli husus, entelektüel yenilginin, bozulmanın ve çarpıklaşmanın stratejik ve taktik olarak nasıl geliştiğidir. Özellikle toplumsal bilimler (Birinci Doğaya ilişkin bilimlerin de toplumsal nitelikte olduklarına veya öyle olmaları gerektiğine inancımı öncelikle belirtmeliyim) alanındaki büyük kargaşa, yenilgi ve ihanetin gelişmesinde neleri sorumlu tutmalıyız? Tümüyle bilimsel paradigmayla ilgili bir hastalık mı söz konusudur? En büyük payı bazı disiplinlerde mi aramak gerekir? Hastalık bünyesel midir, yoksa arızi midir? Tedavisi mümkün müdür? Tedavinin yol ve yöntemleri nasıl geliştirilmelidir? Yeni bilimsel devrim veya paradigmanın ana göstergeleri neler olabilir? Stratejik olarak nerelerden başlamalıyız? Ancak bunlar ve benzer sorulara özlü yanıtlarımız olursa, entelektüel krizden çıkış kadar, yeni paradigmatik ve bilimsel görevlerimizi belirleyebiliriz. 

Avrupa uygarlık merkezli bilim krizi bünyeseldir. Uygarlığın başlangıç dönemlerindeki gelişmeleriyle ilgilidir. Bilimin tapınakta merkezileşmesi, iktidarla bütünleşmesi anlamına gelir. Mısır ve Sümer uygarlığındaki bilimin iktidarın ayrılmaz bir parçası haline geldiğini kanıtlayan çok sayıda örnek vardır. Bilimi toparlayan rahiplik zaten iktidarın en önemli ortağı konumundaydı. Hâlbuki neolitik dönemdeki bilimin yapısı farklıydı. Kadının bitkiler üzerindeki bilgisi belki de biyoloji ve tıbbın temeliydi. Ayrıca mevsim ve ay gözetlemeleri hesabı ortaya çıkarıyordu. Tarım-köy topluluklarının bin yıllara yayılan yaşam pratiklerinin büyük bir bilgi hazinesini ortaya çıkardığı rahatlıkla yorumlanabilir. Uygarlık döneminde bu bilgiler toparlanıp iktidarın parçası haline getirildi. Burada olumsuz anlamda niteliksel bir dönüşüm yaşanmıştır. 

Uygarlık öncesi ve dönemindeki karşıt toplumlarda bilgi ve bilim, ahlaki ve politik toplumun parçasıydı. Toplumun hayati çıkarları gerektirmedikçe, bilimin başka türlü kullanılması mümkün değildi. Bilgi ve bilimin tek amacı toplumun varoluşunu sürdürmek, korumak ve beslemek olabilirdi. Başka amacı düşünülemezdi. Uygarlık bu durumu kökten değiştirdi. Bilgi ve bilim üzerinde tekelini kurarak toplumdan kopardı. Toplum bilgi ve bilim yoksunu kılınırken, iktidar ve devlet güçleri bilgi ve bilimle alabildiğine güçlendiler. Bilgi üretenleri ve taşıyanları hanedanlıklara ve saraylara bağlayarak tekellerini sağlamlaştırdılar. Böylelikle bilimin toplumdan, özellikle kadından köklü koparılışı, yaşam ve çevreyle bağının koparılışı anlamına da geliyordu. Aynı zamanda analitik zekânın duygusal zekâyla bağının köklü kopuşu ve aralarındaki mesafenin sürekli büyümesi de birlikte gelişiyordu. 

Bilimin toplumsal doğadaki anlamı tanrısallıktı. Toplum kendi doğasına ilişkin bilgi ve bilinç düzeyini kendi kimliğinin ifadesi olarak tanrısallaştırıyor, tanrısallıkla bir tutuyordu. Uygarlık bu konumu da değiştirdi. Bilim hanedan ve ortaklarına geçince, tanrısallık da konum değiştirdi. Artık topluma kulluk, tanrısal olmayanlar payesi biçilirken, hanedan ve yakın çevresi tanrı soylusu olarak mitolojiye ve dine geçirilmiş oldu. Tanrı-krallar, tanrı soylular böylesi bir sürecin ürünüydü. Bilim ve bilgi üreticilerinin ve taşıyıcılarının toplumla bağlarının bu tür koparılışı tüm uygarlık çağları boyunca devam etti. Buna karşı direnen olduysa da, kolayca tasfiye edildiler. Bilgi ve bilim adeta bir kast oluşturdu. Avrupa uygarlığına gelince, özellikle kiliseyle krallığın çekişmesi ve yine manastırların kısmen özerk havası nedeniyle bilgi ve bilim üreticileri sınırlı bir bağımsız dönem yaşadılar. Yoğun iktidar savaşları araştırmalarına zarar vermeden daha kolay koruyucu bulmalarına fırsat sunuyordu. Rönesans, Reform ve Aydınlanma bu iktidar savaşlarının yol açtığı özerk ortamla yakından bağlantılıydı. Çin ve Osmanlı tarzı bir mutlakıyetin olmaması özerkliğe katkı sunuyordu. Sonuç, felsefesel ve bilimsel devrim oldu. Fakat bir yandan kapitalizmin hegemonik yükselişi, diğer yandan ulus-devletin oluşumu, 19. ve 20. yüzyılda bilim üzerinde sermaye ve iktidar tekelinin kurulmasını beraberinde getirdi. Bilim artık sermaye ve iktidarın ayrılmaz parçasıydı. Zaten uygarlık tarihi boyunca ahlaki ve politik toplumun aleyhine gelişen bu durum Avrupa modernitesiyle zirve yaptı. 

Demek oluyor ki, Avrupa merkezli bilimsel paradigmalar çok önceden toplumdan kopmuşlardı. Bilgi ve bilimle uğraşanlar ağırlıklı olarak sermaye ve iktidar perspektifi içindeydiler. Ahlaki ve politik toplum çoktan gözden düşmüştü. Kilisenin yenilgisiyle bu süreç daha da hızlandı. Temel kaygısı ahlaki ve politik toplum olmayan bilim, artık sermayenin ve devletin hedeflerine kilitlenmekten başka bir uğraş alanı bulamazdı. Artık bilim iktidar ve sermaye üretirken, sermaye ve iktidar da bilimi kendine iyice mal ediyorlardı. Bilimin ahlak ve politikayla bağının sonuna kadar koparılışı kapıyı ardına kadar savaşlara, çatışmalara, kavgalara, her tür istismara açıyordu. Nitekim Avrupa uygarlık tarihi aynı zamanda savaşların en yoğun olduğu tarih oldu. Bilime biçilen rol artık mükemmel ve zafer getirecek savaş araçları icadına yoğunlaşmaktı. Böylece sonuçta nükleer silahlara kadar bir tırmanma yaşandı. Ahlaki ve politik toplum kurallarının egemen olduğu bir toplumda değil nükleer silah, bir mantar tabanca bile icat edilemezdi. Edilse bile en azından topluma karşı kullanılamazdı. 

Ahlaki yıkılış savaşları en önemli başlangıç etkenidir. Bilim ile ahlak ilişkisinin kopuşu ise, her tür yıkıcı araç icadının temelidir. Bilim ile iktidar ve toplum arasındaki bu ilişkinin temel paradigma ve yönteme yansımaması düşünülemezdi. Toplumun devreden çıkarılması, nesneleştirilmesi anlamına da geliyordu. Tıpkı daha önce kadın ve kölelerin nesneleştirilmesi gibi. Ardından Bacon’la, Descartes’lerle başlayan nesne-özne ayrımları tüm bilimlere taşınmış oldu. Bilimde nesnel olma çok övülür. Hâlbuki en temel felaketin kapısı nesnelik-öznellik ayrımının keskinleşmesiyle açıldı. Ardından ben-öteki ayrımıyla derinleşti. Ardından birbirini yok eden diyalektik uçlara dönüştü. Bu ikilemler kesinlikle ahlaki ve politik toplumla sermaye ve iktidar ayrışmasının, çelişkisinin bir yansımasıdır. Doğanın, ardından kadın ve kölenin, en son tüm toplumun nesne konumuna indirgenmesi, bilimde halen kullanılan çok ünlü ‘nesnellik kuralı’ olarak karşımıza çıktı. Eskinin tanrı-kul ilişkisi, özne-nesne ilişkisine dönüştü. Daha eskinin canlı doğa anlayışı yerini ölü nesne doğa ve üzerinde tanrısal özne insana bıraktı. 

Bu paradigmatik yaklaşımların bilim, özellikle toplumsal bilimler üzerinde etkisi yıkıcı olmuştur. Örneğin tamamen nesnel olan fiziki doğayı esas alan fizik bilimi, doğa üzerinde sınırsız deneyim ve tasarrufta bulunma özgürlüğüne sahip olduğuna inanır. Nükleer deneyimden her tür otodinamikleri harekete geçirmeye kadar kendini özgür sayar. Bunu yaparken herhangi bir ahlaki endişe duymaz. Nesnel doğa anlayışı madde üzerinde sınırsız tasarrufunu doğurunca, sonuç atom bombasına kadar gider. Tanrısal bilim araçsal bilime dönüşünce toplumla bağı kalmaz. İktidar ve sermayenin elinde azami kâr kanununa bağlı bir araçsallık kazanır. Görünüşte fizik tamamen tarafsız olup, nesnel doğayla ilgilenen bir bilimdir. Özünde ise iktidarın ve sermayenin temel güç kaynaklarından biri olduğu açıktır. Aksi halde fizik bilimi mevcut halini koruyamazdı. Toplum-karşıtı bir güce dönüşümü öyle tarafsız nesnel bir bilim bulunmadığını göstermektedir. Fizik kanunları denilen güç ilişkileri de son tahlilde insan gücünün yansımalarından başka anlama gelmez. İnsanın ise mutlak anlamda bir toplumsal varlık olduğunu biliyoruz. 

Modernitenin tüm bilimsel yapısına damgasını vuran pozitivist felsefeyi yorumlayınca, uygarlık-iktidar-bilim ilişkisinin içyüzünü daha iyi açığa çıkarabiliriz. Pozitivist felsefenin kesin nesnel olgulardan yola çıktığını, bunun dışında hiçbir bilimsel yaklaşıma yer vermediğini biliyoruz. Yakından bakınca, nesnelerin ilişkisi olarak bilimin tüm eski puta tapıcılardan ve metafizik güçlerden daha putçu ve metafizikçi olduğu kavranacaktır. Bu konuda tarihsel diyalektiği kısaca hatırlatırsak daha çok aydınlanırız. Nasıl tek ve soyut tanrılı dinler, paganizmi (putçuluk, bir nevi olguları tanrısallaştırma dini) eleştirme temelinde ortaya çıkıp kendilerini şekillendirmişlerse, pozitivizm de bir nevi karşı atak olarak yeni putçuluk biçiminde ortaya çıkmıştır. Din ve metafizik eleştirisi, yeni putçuluk (Olgulara dayalı hakikatçilik kesinlikle neo-paganizmdir) olarak, neo-metafizik olarak şekillenmiştir. F. Nietzsche’nin bu gerçeği ilk tespit eden filozoflardan olması son derece önemlidir ve değerlendirmeleri hakikat araştırmalarında katkı niteliğindedir. Nesnel olgu denilen kavramın hakikatten uzak bir kavram olduğunu belirlemek büyük önem taşır. Olgular kendi başına hakikate ilişkin ya hiçbir anlamlı bilgi sunmazlar ya da sundukları kadarıyla çok yanlış sonuçları beraberinde getirirler. 

Olgular eğer karmaşık bağlantıları kapsamında anlam bulamazlarsa, ya hiç bilgi sunmazlar ya da en yanlış sonuçlara yol açabilirler demiştik. Fizik, kimya, biyoloji olgularını bir tarafa bırakalım. Yalnız bir toplumsal olgu örneği üzerinde durarak yol açtığı sonuçları yakından görelim. Pozitivizme göre ulus-devlet bir olgudur. Onu oluşturan bütün öğeler de birer olgudurlar. Binlerce kurum, milyonlarca insan hepsi birer olgudur. Aralarındaki ilişkileri de katınca resmi tamamlamış oluruz. Pozitivizme göre bilimsel kavramı oluşturduk demektir. Artık mutlak bir hakikatle karşı karşıyayız: Ulus-devlet hakikati! Pozitivizm bu tanıma bir yorum olarak bakmaz, mutlak hakikat olgusu olarak bakar. Diğer tüm toplumbilim olgularına da bu anlayışla bakar. Tıpkı birer fizik, kimya, biyoloji olgusu gibi bunlar da birer olgudur. Hakikat tanımlaması böyledir. Görünüşte masum, hiç tehlike içermeyen bu yaklaşımın hiç de öyle olmadığını, özellikle etnik temizlik-soykırım hareketlerinde bütün dehşetiyle fark etmeye başladık. Hitler’den tutalım sözde en ılımlı ulus-devlet liderine kadar hepsi, yaptıklarının bilime göre son derece doğru (pozitif bilimlere göre) olduğunu, ulus gerçeklerini arındırdıklarını, daha homojen bir ulus oluşturmanın sadece hak değil, doğal evrim yasasına uygun bir gelişme olduğunu söyleyeceklerdir. Esas aldıkları bilime göre doğru söylüyorlar. Onlara bu gücü pozitif felsefe ve bilimleri vermektedir. Nitekim tüm modernite döneminde bu pozitivist anlayış gereği sınırsız vatan, millet, devlet, etnisite, ideoloji, sistem savaşına girişildi. Çünkü bu kavramların hepsi kutsaldı ve uğruna sonuna kadar savaş gerekirdi. Bilindiği üzere bu anlayış sonucunda tarih kan deryasına dönüştü. Görünüşte masum olan pozitivizmin özünde kanlı çehresi böyle sırıtıyordu. 

Konuyu biraz daha açıklamaya çalışalım. Dünya’da günümüzde yaklaşık iki yüz ulus-devlet vardır. Yukarda belirttiğimiz kurum ve vatandaş kitlesi ve ilişkiler yekûnuyla bu devletlerin hepsi karşı karşıya gelirse, en az iki yüz tanrılı, binlerce mabetli, sınırsız tarikatlı bir düzen veya hercümerçlik durumunun doğması kaçınılmaz olacaktır. Çünkü temsil ettikleri tüm olgular kutsal ve uğruna ölmeye değerdir. Dikkat edelim, karşımızda gerçek toplumsal doğayı yansıtan ahlaki ve politik toplumdan ad düzeyinde bile bahis yoktur. Gerçekten saldırıya uğraması halinde uğrunda ölünecek bir gerçek varsa, o da ahlaki ve politik toplum gerçekliğidir. Ulus-devlette ise, herkes kendi kendine oluşturduğu ve oluşturulup önüne sunulan olgu putları adına savaşmaktadır. Eskinin putlar uğruna savaşımından bin kat daha azıtmış bir putlar uğruna savaşlar dönemiyle karşı karşıyayız. Sonuç sermaye ve ulus-devlet tekellerinin azami kâr kanununun işlemesidir; mutlu azınlığa firavunların bile yaşamadığı yaşantıların peşkeş çekilmesidir. Modern yaşam denilen, pozitivizmin bu gerçeğinin, daha doğrusu gerçekleri katletmesinin sonuçlarından başka bir şey değildir. Bugün sanal toplum çağına eriştik. Hiçbir gerçek, sanal toplum kadar olguculuğu açıklayamaz. Olgucu toplum sanal toplumdur. Sanal toplum olgucu toplumun gerçek yüzü, yüzünün ötesinde hakikatin ta kendisidir. Olguların anlamsızlığı (daha doğrusu kan banyosu, hayali toplum, tüketim toplumu anlamında anlamsızlık anlaşılmalı) sanal toplumla zirve yapıyor. Medyatik toplum, şov toplumu, magazinel toplum hep nesnel, olgucu anlayışın, pozitivizmin açığa çıkmış hakikatidir. Bu da aslında hakikatin inkârıdır. 

Konumuz gereği fazla incelemeye gerek duymadan, benzer sonuçları daha da sıralayabilirim. İslam, Hıristiyan, Musevi, Budist, kapitalist, sosyalist, feodal, köleci toplum kavramları aynı yaklaşımın gerçekleridir. Pozitivizmin metafizik yüzü burada da karşımıza çıkıyor. Evet, İslam toplumu, kapitalist toplumu aynı yaklaşımın sonucudur. Yani bunlar olgu kavramlarıdır; başka deyişle yakıştırma, görüntü kavramlarıdır. Aynı şey ulus aidiyetleri için de söylenebilir. Alman, Fransız, Arap, Türk, Kürt ulus kavramları pozitivist karakterde birer hakikattirler. Özde ise, hakikatin silik görüntüleridir. Peki, gerçek, hakikat nedir diye sorulabilir. Bence cevap basittir. Toplum gerçeğinde doğal olan ahlaki ve politik toplum hakikati ile bunu sürekli aşındırmak isteyen uygarlık hakikati vardır. Bunun dışındaki sıfatlar, isimler hiç gerçeği temsil etmez demiyorum. Özünü değil, görüntüsünü, basit ve sık değişkenli formunu temsil eder diyorum. 

Örneğin Arap ulus gerçeğine bakalım. Çok zayıf da düşmüş olsa, Arabistan denilen mekânda ahlaki ve politik özellikleri olan bir toplumla, bu toplumun sırtından binlerce yıl sulta sürmüş ve günümüzde çürüme noktasına getirmiş iktidar gerçeği dışında Araplık çok az şey ifade eder. Binlerce farklı, çelişkili, hatta birbirinin can düşmanı Arap vardır. Yani binlerce çelişkili hakikat! Pozitivizme göre böyle olması gerekir. Ama çok iyi biliyoruz ki, Arap gerçeği özde bu olmasa gerekir. Daha anlaşılabilir bir örnek ağaçlardır. Bir de ağacın olgu olarak binlerce dalı ve sayılamayacak kadar çok yaprağı vardır. Eğer ürünü bilinen ve değerli olan bir ağaçsa, ona göre anlam bulur; dallarına ve yaprağına göre değil. Pozitivizm hepsine aynı ağırlığı verme körlüğüdür. Evet, dallar ve yapraklar da gerçektir. Ama anlamlı gerçek değillerdir. Bir salkımın, bir kilo üzümün değeri, anlamı vardır. Ama bir yaprağının ancak bir görüntüsü, özünü yansıtmayan, biçimsel görüş kazandıran bir olgusal gerçekliği vardır. 

Bilimlerin olguya boğulması, her gün yeni bir bilimsel disiplinin doğması, hepsinin kendini aynı ağırlıkta hakikat sayması bilimsel krizin ana nedenidir. Sistemle bağını başta da belirledik. Hakikatin özne-nesne, biz-öteki, beden-ruh, din-bilim, mitoloji-felsefe, tanrı-kul, ezen-ezilen, hâkim-mahkûm vb. gibi sürekli ve gittikçe derinleşen biçimde karşıt ikilemler halinde parçalanması, özünde ahlaki ve politik toplum üzerinde kurulu uygarlıkçı tekel şebekelerinin yarattığı aşındırma ve sömürgeleştirme eyleminin sonucudur. Kapitalist modernite bu uygarlık ikilemini sınırsızca çoğaltıp derinleştirerek, toplumu bugünkü dağılma ve çürüme noktasına getirmiştir. Bunda sistemin işbirlikçi biliminin de büyük payı vardır. Kriz, ideolojik özle araçsal yapılanma arasındaki çelişme can çekişme noktasına gelince, farkına varılan hal oluyor; işsizlikle, savaşla, açlık ve yoksullukla, baskı ve kırımla, eşitsizlik ve özgürlüksüzlükle kendini ezici çoklukların etinde, ruhunda çığlıklara dönüştürmesini ifade ediyor. 

Pozitivizmi eleştirirken bazı yanlış anlamalara düşülmemesi konusunda uyarma gereği duyuyorum. Birincisi, olguların hiçbir değerinin olmadığı, gerçeklikle bağlarının bulunmadığı gibi yaklaşım içinde değilim. Sadece oldukça sınırlıdır diyorum. Olgusallığın bir felsefe düzeyine taşındığında büyük sakıncalara yol açacağını belirtiyorum. Avrupa düşünce sisteminde bu durumun fazlasıyla açığa çıktığını vurguluyorum. İkinci yanlış anlama hususu, belki bir nevi Eflatunculuğa kaydığım yönünde bir eleştiri getirilmesi olacaktır. Özün belirleyici olduğunu söylerken, özellikle ağaç örneğinde bu eleştiri beklenir. Fakat belirtmek istediğim şey ‘ağaç’ fikri, ideası değildir. Ağacın toplum açısından ihtiva ettiği gerçekliği dile getiriyorum. Faydacılıkçı bir yaklaşım da sunmuyorum. Sadece gerçekliğinin ancak ahlaki ve politik toplumca belirlenmesi gerektiğini söylüyorum. Ağaç bir birey veya grup için çok faydalı olabilir. Ama eğer bu durum ahlaki ve politik toplumca aynı biçimde yorumlanmıyorsa, gerçek fayda değeri yoktur demek istiyorum. 

Liberalizmin benimsetmek istediği gibi “Bireyler çıkar, filozof, bilim adamı, asker, politika adamı, sermayedar vb. olarak hakiki olan ne varsa bulur ve yaşarlar” felsefesini kesinlikle gayri ahlaki, gayri politik toplumsallık olarak eleştiriyorum. Bunun uygarlık tarihinin yol açtığı ve kapitalist sistemin tüm topluma yutturmaya çalıştığı en büyük ahlaksızlaştırma ve politiksizleştirmenin ideolojisi olduğunu, daha doğrusu propaganda ile benimsetilen ve modernlik kılıfı giydirilen çağdaş mitolojik bir anlatım olduğunu söylemek istiyorum.

O halde daha da önem kazanan soru veya sorun şu olacaktır: Hakikati nerede ve nasıl bulmalıyız? Çok basit bir kuralı hatırlatarak cevabımı vermek isterim: Bir şeyi nerede kaybettiysen, ancak orada arayarak bulabilirsin. Yoksa başka yerlerde, tüm dünyayı araştırsan da bulamazsın. Çünkü yöntemi yanlıştır. Kaybettiğin yerde değil, başka yerde arama yöntemi sadece zaman ve enerji kaybettirir. Çağımızın hakikat araştırmalarını da bu örneğe benzetiyorum. Korkunç araştırma laboratuarlarına, fonlarına rağmen, varılan gerçekler belirttiğim gibi kriz ve acı yüklüdür. İnsanlığın peşinde koştuğu hakikatin bu olamayacağı açıktır. Cevabım sıkça tekrarımın tekrarı olacaktır. Hakikat ancak toplumsal olabilir. Uygarlık sürecinde ahlaki ve politik toplum aşındırılıp sömürü ve iktidar tekelinin sıkı egemenliği altına alındığında, toplumsal hakikat yitirilmiş demektir. Yitirilen, ahlak ve politik değerlerle birlikte yitirilmiştir. Tekrar bulmak istiyorsan, kaybettiğin yerde arayacaksın. Yani uygarlık ve moderniteye karşı ahlaki ve politik toplumu, onun gerçekliğini arayacaksın, bulacaksın. Bununla da yetinmeyeceksin; tanınmaz hale getirilen varoluşunu yeniden inşa edeceksin. O zaman göreceksin ki, tarih boyunca kaybettiğin altın değerindeki bütün hakikatleri tek tek buluyorsun. Bu temelde daha mutlu olacaksın. Bunun da ahlaki ve politik toplumdan geçtiğini anlayacaksın. 

Entelektüel alanı yeniden düzenlerken, görevler kapsamında bazı önerilerimi geliştirmeye çalışarak, eleştiriler temelinde ilkeler düzeyinde sunmak durumundayım: 

1- Entelektüel çabalar, bilgi ve bilim çalışmaları toplumsal doğanın temel varoluş hali olan ahlaki ve politik toplum kapsamında geliştirilmelidir. Uygarlık tarihi boyunca kopulan ve gittikçe aşındırılan bu toplum gerçekliği, kapitalistin damgasını vurduğu modern çağla birlikte tamamen parçalanmış, çürümeye terk edilmiş ve yok olmanın eşiğine getirilmiştir. 

2- O halde entelektüel çaba, bilgi ve bilim çalışmaları öncelikle bu gidişatı durdurmayı amaçlamak zorundadır. Çünkü yok edilen bir şeyin bilimi olamaz. Belki hatırası olabilir, ama hatıra bilim değildir. Bilim yaşayan, var olanla ilgilidir. Bu durumdaki toplum tümüyle yok olmak istemiyorsa, kapitalistik moderniteye (tüm unsurlarıyla birlikte) direnmek zorundadır. Direniş artık varoluşla aynı düzlemde olup özdeştir. Entelektüel sermaye ve hamallık olarak değil, gerçek araştırıcının onuruyla yaşamak, ayakta kalmak isteniyorsa, entelektüelin tüm çabalarında hem direnişçi olması hem de araştırma unsurlarının direniş boyutlu olması kaçınılmazdır. Hem entelektüel hem de bilimi bu anlamda direnişçidir. Başka türlüsü ya kendini aldatmak ya da sermaye veya hamal kimliğini gizlemek olur.

3- Geliştirilecek bilim öncelikle ‘sosyal bilim’ olarak düzenlenmek zorundadır. Sosyal bilim tüm bilimlerin ana kraliçesi olarak kabul edilmek durumundadır. Ne Birinci Doğa ile ilgili diğer bilimler (fizik, astronomi, kimya, biyoloji) ne de İkinci Doğa’yla ilgili diğer beşeri bilgiler-bilimler (edebiyat, felsefe, sanat, ekonomi vb.) asla öncülük misyonu taşımaz; bunlar hakikatle anlamlı bağı kuramazlar. Her iki alan sosyal bilimle bağını ancak başarıyla kurabilirse hakikatten pay alabilir. 

4- Sosyal bilimin ana konusu olarak ahlaki ve politik toplumu nesnel bir obje olarak değil, özne-nesne, biz-öteki, beden-ruh, tanrı-kul, ölü-canlı gibi insan algılamasında derinleştirilmiş ve aralarına uçurumlar sokulmuş ikilemler olarak değil, bu ikilemleri aşan bir yöntemle araştırması esas olmalıdır. Farklılaşma evrenin yaşam tarzı olup, toplum doğasında da geçerliliği çok daha esnek, özgür ve yoğunlaşmış halde bulunan bir nitelemedir. Fakat bu farklılaşmayı uygarlık ve modernitenin tüm ideolojik yapılanmasının temeli haline getirilen özne-nesne düzeyine taşırmak, kesinlikle hem evrensel hem de toplumsal hakikatin yitirilmesi, parçalanması anlamına gelecektir. 

5- Zirvesine Avrupa modernitesinde erişen, genelde bilimin özelde sosyal bilimin üzerinde yükseldiği bu nesnelliğin genel felsefesi olan ve halen tüm şiddetiyle devam eden pozitivizm, kapsamlı eleştiriler temelinde tarihin çöp sepetine atılmadan, anlamlı bir sosyal bilim paradigması (köklü anti-uygarlıkçı bilim felsefesi) geliştirilemez. Çok parçalanmış olsa ve hakikati yitirme tehlikesi bulunsa da, Avrupa merkezli bilimin, özellikle sosyal bilimin olumlu kazanımlarını ve hakikat paylarını anlamak ve özümsemek şarttır. Pozitivizm ne kadar eleştirilip aşılmak durumundaysa, açığa çıkarılmış hakikat paylarının özümsenmesi de o denli benimsenmek durumundadır. Hakikat araştırmasında toptan anti-Avrupacılık en az toptan Avrupacılık kadar olumsuz sonuçlara yol açabilir.

6- Her ne kadar postmodernizm denilen bu hakikat araştırmaları pozitivizmi eleştirip Avrupa merkezli sosyal bilimi reddediyorlarsa da, bu yaklaşımların kolayca liberalize edilmesi ve daha anti-hakikatçi olan bir anti-Avrupacılık olarak biçim kazanması mümkündür. Sosyal bilimin krizli halinden yararlanan bu postmodern araştırmalar toptan reddedilmese de, son derece eleştirel yaklaşmak önem taşır. Modernist pozitivizmin evrenselci, ilerlemeci, çizgisel yöntemi ve perspektifi ne denli saptırıcı ise, birçok postmodernistin aşırı göreci (izafi) döngüsel yöntemi de benzer sapmalara açıktır. Bu uçlara savrulmamak için bağlı kalınması gereken temel ilkeleri (sıralamaya çalıştığımız) iyi özümsemek şarttır. Krizli ortam neredeyse herkese göre bir hakikat yolu aramaya müsaittir ki, bu husus bile hakikat araştırmalarını kendi başına birçok yönden saptırabilir, boşa çıkarabilir. 

7- Hakikati araştırmada ana yöntemimiz ne pozitivist nesnelcilik, ne de göreci öznellik olabilir. İkisi de özde liberalizmin iki yüzü olup, bolca birbirine karıştırarak piyasaya sunup entelektüel sermaye ve hamallık üretmede kullandığı yöntem enflasyonudur. Hakikati olanaksızlaştırmanın en etkili yönü bu yöntem enflasyonudur. Bu da ancak nesnelci ve öznelci yöntemlerin birbirlerine karıştırılmasıyla neredeyse kişi sayısı kadar yöntem bolluğu demektir. Hakikatin bozuk para misali değerden düşürülme eylemi olarak, bu yöntem bolluklarına aldanmamak önem taşır. Şüphesiz gerçeğin nesnel ve öznel yanları vardır. Bilinç, hakikat son tahlilde gözlemlenen-gözlemleyen ikilisinin çakışmasını (Aynılaşmasını kastetmiyorum, daha çok özdeşlik olarak kavranması olumlu olabilir) ifade eder. Bu konuda ne kadar derinleşme, yoğunlaşma yaşanırsa, o denli daha çok hakikat payları ortaya çıkar. Bu durumda ne gözlemleyen özne, ne de gözlemlenen nesne konumundadır. Daha çok ikisinin birbirine yaklaşması, aynılaşması denilemezse de, özdeşleşme konumunu yakalaması demektir. Hakikatin azamileştiği süreç, bu yönlü özdeşleşme olanağını yakalamaktır. Şimdilik bir ad verme gereği duymadan, yöntem konusunu böyle tanımlamak durumundayım. Şüphesiz ana gözlemleyen ve gözlenen birimin ahlaki ve politik toplum olduğunu hiçbir zaman ve mekânda göz ardı etmiyoruz.

8- Temel araştırma mekânları, üniversiteler başta olmak üzere, uygarlık ve modernitenin resmi kurumları olamaz. Geçmişte de, günümüzde de bilimin iktidarlaştırılması ve resmi devlet kurumlarında üretilmesi, hakikatle bağının yitirilmesi anlamına gelir. Bilimin ahlaki ve politik toplumla bağının koparılması, topluma yararlı olmaktan çıkarılması, tersine toplum üzerine baskı ve sömürü tekellerinin geliştirilmesine yardımcı olması demektir. Tıpkı özel veya genelevlere kapatılan kadın özgür gerçekliğini, hakikatini nasıl kaybediyorsa, resmi kurumlara kapatılan entelektüeller ve bilim de o denli özgürlüğünü, gerçek kimliğini yitirir. Şüphesiz bu demek değildir ki, bu kurumlarda hiç entelektüel yetiştirilmez ve bilim üretilmez. Anlaşılması gereken, iktidarlaşan entelektüel ve bilimin toplumsal gerçeklikle ilgili araştırma ve buluş amacından kopacağıdır. İstisna kabilinden entelektüel olunma ve bilimsel değeri olan yapıtların ortaya çıkarılması ana gerçeği değiştirmez.

9- Sosyal bilim için kurumsal devrim, diğer deyişle yeniden yapılanma şarttır. Nasıl ki Grek-İonya aydınlanmasında bağımsız felsefe ve bilim akademileri oluştuysa, yine ortaçağda hem İslami hem Hıristiyanlık geleneğinde tekke, dergâh ve manastırlar benzer bir rol oynadıysa, Avrupa Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketlerinin aynı zamanda birer entelektüel ve bilim devrimi oldukları gerçek ise, benzer devrimlere mevcut krizden çıkış için günümüzde de ihtiyaç vardır. Modernitenin dört yüz yıllık ideolojik hegemonyası en az maddi kültür hegemonyası kadar derin ve süreklileşen krizini aşma yeteneğinde değildir. İçerik ve biçim olarak demokratik modernitenin müdahalesi olmadan, krizin daha da çürütücü ve dağıtıcı rol oynaması kaçınılmazdır. Ütopik sosyalistlerden bilimsel sosyalistlere, anarşistlerden Frankfurt Okulu’na, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki Fransız felsefi çıkışından 1968 gençlik kültür devrimine ve en son 1990’lar sonrası postmodernist, feminist ve ekolojik çıkışlara kadar bu yönlü çıkışın zengin bir entelektüel ve bilim mirası vardır. Demokratik modernite hem uygarlık dönemi entelektüel pırıltı ve devrimlerini, hem modernite karşıtı entelektüel çıkışlarının olumlu özelliklerini özümseme temelinde kendi entelektüel ve bilim devrimini yapmak durumundadır. 

Kurumlaşma bu devrimin koşullarından biridir. Entelektüel devrimin küresel çapta başarısı için tarihte adı geçen deneyimlerden çıkarılacak dersler temelinde yeni bir dünya kurum merkezine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı gidermek için Dünya Kültür ve Akademiler Konfederasyonu inşa edilebilir. Özgür bir coğrafyada inşa edilecek bu konfederasyon hiçbir ulus-devlet ve iktidar gücüne bağlı olmayacağı gibi, sermaye tekellerine de karşıt temelde oluşmak durumundadır. Bağımsızlığı ve özerkliği esastır. Her yerel kültür ve bölgesel-ulusal akademilerden gönüllülük temelinde program, örgüt ve eylem ilkeleri uyarınca katılım gerçekleştirilebilir. Konfederasyon yerel, bölgesel, ulusal ve kıtasal düzeyde görevli kurumlaşmalara gidebilir. 

10- Demokratik siyaset ve kültür akademileri bu görev için uygun kurumlaşmalar olabilir. Ahlaki ve politik toplum birimlerinin yeniden yapılanma ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan entelektüel ve bilimsel desteği bu akademiler oluşturabilir. Kendilerine resmi ve özel tekel kurumlarını örnek alma yerine, orijinal çıkışlar olarak yapılanmaları daha uygundur. Modernite kurumlarını taklit etmek, başarısızlıkla sonuçlanmalarını beraberinde getirebilir. Özerk ve demokratik olmaları, kendi program ve kadrolarını kendileri oluşturmaları, gönüllü öğrenciliği ve öğretmenliği esas almaları, öğrencinin öğretmen, öğretmenin öğrenci pozisyonuna sık sık geçebileceği, dağdaki çobandan profesöre kadar ideası ve amacı olan herkesin katılım gösterebileceği başlangıç itibariyle öngörülebilir. Kadın ağırlıklı akademilerin de aynı içerikle birlikte özgün yanlarını bilimsel kılmaları için oluşturulması uygun olabilir. Sadece teorik kalmamaları için pratiğe çok yönlü katılım da aranan niteliklerden biridir. Akademiler yer ve zaman bakımından pratik ihtiyaçlar göz önünde bulundurularak kurulur ve çalıştırılır. Tarihte örneklerine çokça rastlandığı gibi (Zerdüşt’ün dağ başlarındaki ateşgedeleri, Eflatun ve Aristo’nun bahçeleri, Sokrates ve Stoacıların cadde kaldırımları, ortaçağın manastır ve tekkeleri vb.) sade ve gönüllü kuruluşlardır. Dağ başından tutalım mahalle köşelerine dek mekânlar seçilebilir. Şüphesiz iktidarların azametini kanıtlayan binalar aranmaz. Manastır ve sivil medreselerde olduğu gibi, eğitimin süresi katılanların durumuna ve öğrenci akışlarının yoğunluğuna göre belirlenebilir. Resmi kurumlar gibi katı zaman koşulları gerekli değildir. Tümüyle şekil ve kuraldan yoksun olmaları da düşünülemez. Etik ve estetik kuralları mutlaka olmalıdır. 

Demokratik modernite birimlerinin yeniden inşa çalışmalarında entelektüel ve bilimsel katkı şarttır. Bu şartın piyasadaki entelektüel sermaye ile karşılanamayacağı açıktır. Yeni akademi kaynaklı kadro ve bilim ancak bu ihtiyacı karşılayabilir. 

Entelektüel görev kapsamında yapmaya çalıştığım bu kısa değerlendirme ve çözüm ilkeleri şüphesiz öneri niteliğinde olup tartışmayı gerektirir. Kriz koşulları ancak yeni entelektüel ve bilimsel çıkışlarla olumlu yönde aşılabilir. Söz konusu krizin küresel, sistematik ve yapısal olduğu göz önüne getirildiğinde, çıkış için de küresel, sistematik ve yapısal müdahaleler gerektiği açıktır. Eski kalıpları, kurumları, bilimleri taklit etmekle veya eklektik kılmakla bir yere varılamayacağı yaşanan sayısız devrimci deneyimden ders olarak öğrenilebilir. 

Demokratik modernitenin köklü bir aydınlanma devrimiyle iç içe kendini inşa etmesi, geçmişten öğrenilmesi gereken derslerin başında gelir. Bununla birlikte hemen vurgulamalıyım ki, geçmiş şimdidir. Toplumsal doğanın asli varoluş biçimi olan ahlaki ve politik toplumun tüm geçmişinden fazla söz etmesek de (Ama özellikle neolitik toplumun, köy-tarım toplumunun, göçebeliğin, kabile ve aşiretin, dinsel cemaatlerin halen yaşamsallıklarını inatla sürdürdüklerini göz ardı etmemeliyiz), son beş bin yıllık sermaye birikim ve iktidar tekellerince kaybettirilen değerlerini yeniden kazanmak için devrimsel nitelikte entelektüel ve bilim üretimi en çok ihtiyaç duyulan desteği oluşturacaktır. Olmazsa olmaz kabilinden bu ihtiyaç için entelektüel görevlerimiz üzerinde yoğunlaşma, çözümleme ve çözme çabalarımız her zamankinden daha fazla hayati önem taşır.