22 Aralık 2011 Perşembe

Erdoğan'ın Danışmanı Akdoğan Katliamları Üstlendi

AKP hükümetinin Kürtlere karşı uyguladığı soykırım politikasına ilişkin başbakan yardımcısı Beşir Atalay’dan sonra, bir itirafta kirli savaşın mimarlarından ve Erdoğan’ın akıl hocası AKP milletvekili Yalçın Akdoğan’dan geldi.

AKP’nin gayri resmi yayın organı Yeni Şafak, başbakan Erdoğan’ın siyasi başdanışmanı olarak sunduğu Akdoğan da, tıpkı Beşir Atalay gibi her alanda Kürtlere karşı yürütülen kirli savaşın daha önce tartışıldığını, kararların alındığını, plan yapıldığını ve buna uygun adımlar atıldığını itiraf etti.

En önemlisi de, Yalçın Akdoğan Kürtlere karşı yürütülen soykırım operasyonlarının koordine bakanı Beşir Atalay’ın itiraflarına ek olarak, Erdoğan hükümeti adına katliamları, cinayetleri üstlendi. Kürdistan özgürlük hareketini tasfiye etmek, en azından sınırlandırmak için bundan sonra da katliam ve cinayet işleyeceklerini itiraf etti.

Akdoğan’ın bu kanlı ve kirli itiraflarını Yeni Şafak ‘Kandilcikler yok ediliyor’ diye manşete çekmiş. AKP tetikçisi Yeni Şafak gazetesinin manşete çektiği bu üç kelime dahi, örneğin 22 Ekim günü Kazan vadisinde uluslararası sözleşmelerde yasaklanmış silahlarla 36 gerillanın katledildiğinin itirafıdır.

Akdoğan’a göre ‘kırsaldaki nokta operasyonlar, kötü arazi şartlarında oluşan Kandilcikleri ortadan kaldırıyor.’ Bunun anlamı şudur: Türk ordusu karadan ulaşamadığı gerilla üstlerine havadan kimyasal silah ve fosfor bombaları kullanarak imhaya yöneliyor. Katliam yapıyor.

İlk başta ‘Kürt Açılımı’, daha sonra ‘demokratik açılım’ ve daha sonra da ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ olarak sunulan, ama giderekten Kürtlere karşı tam bir kırıma dönüşen politikanın da mimarlarından olan, hatta baş mimarı olduğu söylenen Yalçın Akdoğan bu kirli ve kanlı işin eşgüdüm içinde yürütüldüğünü de itiraf ediyor.

Kürt hareketini ‘dağda HPG ile şehirde ise KCK yapılanmasıyla ayrı bir devlet’ kurmak istediğini iddia eden Akdoğan açıktan ‘KCK operasyonlarını’ da savunarak "bunların hepsi devletin güvenlik politikalarıyla boşa çıkarıldı" diyor.

Bu ‘güvenlik politikalarının’ gerillaya karşı kimyasal silah, suikast, pusu ve nokta operasyonları, halka karşı ise binlerce insanın tutuklanması, rehin alınması olduğunu itiraf ediyor. Akdoğan tıpkı başbakanı gibi İmralı’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın ağır tecrit koşullarında tutulmasının ve görüşmelerin kesilmesinin de bu güvenlik politikasının bir sonucu olduğunu bir kez daha itiraf ediyor.

Atalay gibi Akdoğan’da görüşme ve diyalog ‘masası’nı bilerek, planlayarak devirdiklerini itiraf ediyor. Akdoğan istemeyerekte olsa süreci kanlı ve kirli bir savaşa dönüştürenin PKK değil, kendilerinin olduğunu kabul ediyor. Bu konudaki propagandanın aslında ‘halkla ilişkiler’ çalışması olarak yürütüldüğünü tıpkı Atalay gibi deşifre ediyor.

Akdoğan 21 Ağustos’ta Güney Kürdistan’ın Kortek kasabasında aralarında altı aylık Solin bebeğinde olduğu 7 Kürt sivilin nokta atışıyla öldürülmesini, Kazan vadisinde gerillalara karşı kimyasal silah kullanılmasını ‘Kandilcikler Yok ediliyor’ diyerek açıktan üstleniyor.

Akdoğan Kürtlere karşı devletin tüm birimlerinin Genelkurmay, emniyet teşkilatı, polis ve istihbarat yapısının eşgüdüm içinde hareket ettiğini, elde edilen istihbaratında anlık operasyonlara dönüştürüldüğünü itiraf ediyor. Yani bir halka karşı soykırımın eşgüdüm içinde yapıldığından kıvanç duyuyor. İnsan olmanın onurunu, soykırımcı olmanın kibirine tercih ediyor.

Akdoğan ‘ABD, AB ve bölge ülkeleri Türkiye'nin haklılığı konusunda daha açık bir tavır takınıyor ve teröre karşı işbirliği daha somut boyutlara ulaşıyor" diyerek aslında Türk devletinin içine düştüğü çaresizliği bir anlamda itiraf ediyor. Akdoğan bitirdiği, tükettiği ve sözüm ona artık hiçbir yerde rahat olamayan bir örgüte karşı neden bu kadar dış desteğe ihtiyaç duyduklarını ise açıklamıyor.

Akdoğan tam bir psikolojik savaş uzmanı gibi ‘Devlet hem psikolojik hem fiziki hâkimiyeti daha güçlü bir şekilde tesis etmiş durumda. PKK için artık at oynatacağı güvenli alan yok" diyerek, geceleyin mezarlıkta yürürken, ne olur ne olmaz diye korkaklar gibi ıslık çalmayı da ihmal etmiyor. Hayali ‘psikolojik ve fiziki hakimiyet’ kuruyor. Veya kurulduğuna inanıyor.

Akdoğan aslında bununla gerillaya karşı gayri nizami harpın, yani kimyasal silahlarda dahil her türlü aracın kullanılacağını ve ‘KCK’ adı altında siyasi soykırım operasyonlarının devam edeceğini söylüyor. Kirli savaş itiraflarında BDP eş başkanı Selahattin Demirtaş’ı da hedef gösteren Akdoğan ‘KCK operasyonlarının’ parlamentodaki Kürt milletvekillerini de içine alacak şekilde genişleyeceğinin sinyallerini veriyor.

Ve Türk başbakanının baş danışmanı Akdoğan bütün bu kirli ve kanlı itiraflarını ‘hukuka uygun’ diyerek gizlemeye çalışıyor.

Akdoğan her dönemin vazgeçilmez demagojisi olan "asker ve polisin operasyonlarının insani, hukuki ve nizami olduğu’ söylemini tekrarlama ihtiyacı duyuyor. Akdoğan üstlendiği cinayetleri, kirli savaşı nizamı kalıplara sokmaya çalışıyor. Ama olmuyor. Kanlı mızrak Türk hukuk çuvalına sığmıyor.

Elektrik Faturularında Büyük Soygun!

Doğalgaz, Elektrik ve su faturalarında yapılan küçük kalemlerle vatandaşlardan “verginin vergisi” alındığı ortaya çıktı. Vergilere tepki gösteren tüketiciyi koruma dernekleri “tüketici tükendi” açıklaması yaptı.

Elektrik faturalarında 9 farklı kalemde alınan paylar için tüketici derneklerinin açtığı davalar sürürken, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yeni yönetmeliğiyle su faturalarına da “katı atık vergisi” eklendi. Yönetmelik çerçevesinde ilçe belediyeleri tarafından belirlenen katı atık vergisi, su faturaları üzerinden alınacak.

Sadece TRT için 2010 yılında 515 milyon katkı payı toplandığı belirtildi. Abonelerden su faturaları aracılığıyla tahsil edilecek olan katı atık vergilerine tepki gösteren Avukat Enis Dinçeroğlu, uygulamanın yasal olmadığına dikkat çekti. Gelirlerin adının belli olmasını isteyen Dinçeroğlu şöyle konuştu:

“Bütçe için çeşitli gelirler belirlemek mümkün. Ortada söz konusu bir proje yok. Belediyelere 28 kalem harç ödeniyor. Su parası üzerinden tahsilat gerçekleştirmek yasal değildir. Bu konuya vatandaşlar dava açarsa iptal edilecektir.”

Elektrik faturalarına 9 hizmet kaleminde ücret yansıtıldığını belirten Tüketiciler Birliği Genel Sekreteri Mehmet İmrek ise “Faturalardan verginin vergisinin alınıyor. AKP iktidarı kendi imkânlarını genişletecek her kazancı tüketicinin sırtına yüklüyor. Bunlar tüketiciyi tüketiyor” şeklinde konuştu.

Vergilere tepki göster Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Genel Başkanı Cengiz Göltaş de bu kadar kalemin yanında elektrikte son 4 yılda yüzde 88 oranında zam yapıldığına dikkat çekti.

‘Madem 'Gastecisin' Niye Haber Yaptın?’

Türkiye genelinde gerçekleştirilen baskınlar sonucu gözaltına alınan 46 gazeteci, polisin 'absürt' sorularıyla karşılaştı. Gazetecinin yapması gereken en doğal işleri "terör faaliyeti" gibi gösteren polis, "Neden bu haberi yaptın?" gibi sorular yöneltti.

Polis, gözaltındaki gazetecilere "neden haber yaptın?" sorusunu bile yöneltti! "Sen bu haberi niçin yaptın? Bu haberin içeriği neden böyle? Neden böyle haber yazıyorsun?" şeklindeki sorulara karşılık gazeteciler ise, susmakta ısrar etti.

Yarın adliyeye sevk edilecek olan gazetecilerin emniyetteki ifadesi bugün sona erecek. Susma hakkını kullanan gazetecilerin, "haberlerimizi sorguluyorlar" dediği öğrenildi.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde tutulan gazeteciler için meslektaşları ise Emniyet önünde nöbet tutmaya devam ediyor. İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde tutulan gazeteciler, kendilerine yönelik gerçekleştirilen operasyonlara protesto için başlattıkları açlık grevinin de savcılık sorgusuna kadar devam ettireceği öğrenildi.

İTİRAFA ZORLANIYORLAR, HABER KAYNAKLARI SORULUYOR


20 Aralık'tan bu yana İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde gözaltında olan gazetecilerin ifadeleri alınmak istendi. Avukat nezaretinde ifadesi alınmak istenen gazetecilere polisler tarafından haber ve haber kaynaklarına ilişkin sorular sorulmak istendi. Gazetecilerin ise, "Haberlerimiz sorgulanıyor" dedikleri ve susma hakkını kullandıkları öğrenildi. Yapmış oldukları haber ve haber kaynakları sorulan gazetecilerden bazılarının ise sürekli "sohbet" adı altında itirafa zorlandıkları öğrenildi. Polislerin bazı gazetecilere, "Biz seni tanıyoruz. Her şeyi anlat seni bırakalım" dedikleri öğrenildi.

'NEDEN BÖYLE HABER YAPIYORSUN?'

Bazı gazetecilere ise haberleri gösterilerek sorular yöneltildiği öğrenildi. "Sen bu haberi niçin yaptın? Bu haberin içeriği neden böyle? Neden böyle haber yazıyorsun?" şeklindeki sorulara karşılık gazeteciler ise, susma haklarını kullanıyor.

"Susma haklarını kesinlikle kullanacaklarını" belirten gazeteciler, bu hukuksuzluk nedeniyle de açlık grevine başlamıştı. Gazetecilerin "Açlık grevindeyiz ve hepimiz susma hakkımızı kullanıyoruz. Haberlerimiz üzerinden KCK ile ilişkilendirmek istiyorlar" dedikleri öğrenildi.

Gözaltındaki 46 kişinin yarın sabah savcılığa çıkarılması bekleniyor.

İngiliz'in Filleri... Arınç'ın Hakları....

Yoğun gündem arasında, Bizans oyunlarının modern ve güncellenmiş bir versiyonu olarak “Bextê Romê” kategorisinden yaklaşık 10 yıldır oscarı kimseye kaptırmayan AKP’nin ‘İyi polisi’ Bülent Arınç’ın henüz tanımlanmamış “Kütlerin Varlığı Gerçektir” sözü damga vuradursun, benim aklım sömürgecilik işini ana sütü gibi kendisine helal belleyen İngilizlerin zamanında Afrika’da yaptıkları geldi.

Bilge’nin de ısrarla dikkat çektiği ve kendilerinin de uygarlık tarihi boyunca vazgeçmediği “Böl ve Yönet” (Divide Et İmpera) politikasında o kadar başarılıydılar ki ‘hayvanlara’ bile el atmışlardı. Fil örneği tamda bahsettiğim psikolojik soykırımın doğasını biraz özetleyecek nitelikte.

Şöyle ki; İngilizler fillerin bolca olduğu ya da geçtiği arazilerde derin çukurlar kazdılar. Sonra da beklemeye koyulup fillerin o derin hendeklere düşmelerini seyrettiler. Filler düştüğünde olay yeni başlıyordu. Bir grup İngiliz ellerine kamçıları alıp o hendeklere dalar ve fillerin canını okurdu. Yalnız bir ayrıntı vardı. O kamçı vuran beyaz İngiliz, yüzünü ellerini ve görebilecek tüm uzuvlarını siyaha boyardı. Afrika’nın yerlisi olurdu. Amaç o filin beynine-ruhuna işkenceci olarak Afrikalıyı sokmaktı. Hayvanlar kanlar içinde kaldıktan sonra planın ikinci aşaması devreye sokulurdu. Bu sefer yüzü temiz beyaz İngilizler hendeğe atlar, içerdekileri kovar ve elleri ile filleri okşar, sever, yaralarını onarmaya çalışıp diğer yandan da onları o çukurdan çıkarırlardı. İyi, zararsız ve yardımsever beyaz adam! İşlem tamamdı. File gerekli bilinçaltı mesaj verilmişti…

Yıllar geçti…

Filler tepişti ve çimler ezildi…

Türkiye’de bu yöntemle tanıştı. 90 yıl önce kamçısız direk hayatına hücum eden zihniyet, son on yıldır AKP ile level atlayıp sükse yaptı. Bu sefer filler tepişti ve Kürtler ezildi…

Hendekler kazıldı. Kürtler akla gelebilecek her türlü yöntemlerle içine atıldı.

Yüzlerini boyamadılar ama maskeler kullanıldı. Eskiden kalma hangi iğrenç maske varsa arşivlerden indirildi, takılıp denendi ve yerine konundu. Açılımıdır, özrüdür ve bir sürü zırvalık birer tiyatral metinden başka bişi değildi.

Bununla bitmedi. Kürde can damarından yakın dostunu, aydınını, çizerini, kardeşlerini hendeğe bir bir koydular.

Kamçıları onlara verip vurdurttular. Halen kamçı ve ağız değiştirip vuruyorlar. “Partinde Kürt vekiller yok mu?” söylemi bu zavallı ruh halinin itirafıdır.

Ve ‘açılın’ diyerek gelip Mesih rolünü oynadılar. Oynuyorlar.

İyi adam olduğuna inandırmış bir iki boya ile.

Sevgili Arınç son ve iyi bir Kürt boyacısıdır. Akıl almaz söylem ve çelişki dolu söylemlerle, kamera kayıtlarına şunu diyor “Her sözümüzden sorumluyuz”...

Arkasından ekliyor “Kimliğini tanıdığımız insanların tüm haklarını vereceğiz”

Yani?

Yanisi şu: Daha önce bilerek tanımadık.

Bu meclisten yapılmış resmi bir itiraftır.

Özellikle Özgür Basına yapılan son saldırı ve tutuklama furyası ardından her yerden yükselen kınama seslerini dengelemek ve az geriye itelemek için yapılmış bilinçli bir kurgudur.

Değil Kürtlerin hakkını, içerdeki binlerce arkadaşın ayakkabı bağını dahi vermez Arınç.

Hak hukuktan bahsedenlerin gözleri önünde eriyip ölüme giden Mehmet Aras, yine dün Mardin’de “yanlışlıkla” vurduk dedikleri Yusuf Akın bir şey ifade ediyor mu acaba?

Bu kadar aleni dalga geçildiği görülmemiştir. Bildiğin insanda kusma etkisi yaratan cinsten.

Şunu da unutmadan ve şaşmaz bir AKP siyaseti olduğunu vurgulayaraktan;

Bir Kürt deyimi olan “Elaleme balıkçı kendine kaplumbağacı” sözünün hayatlarımızla test ettik. Bozulan sağlığına şu aralar Fransa-Sarkozy’nın “Soykırımı tanıması” ile bir darbe daha alacak gibi görünen Erdoğan ve Arınç’a nimet dolu, bağışlayıcı hakları için kolaylıklar, bol keseden atmalı günler diliyoruz.
 

Özgür Amed

Geceler Kısalır, Gündüzler Uzarken...

Veysi SARISÖZEN
Bu yazı, yılın “en uzun gecesinde” yani 21 Aralık’ta yazıldı.

En uzun, en karanlık gün...


Ama siz bu yazıyı artık “karanlıkların” azalmaya, “aydınlıkların” uzamaya başladığı 22 Aralık’ta okuyorsunuz.


Aydınlık günler ağır ağır uzayacak. Bulutlar ağır ağır dağılacak...


Siz şimdi bakmayın AKP-Cemaat-polis-yargı ittifakının üzerimize bütün güçleriyle yürümesine...


Yürüsünler...


Napolyon’un Moskova yürüyüşü gibi... Yürüdü, yürüdü ve yolunu yitirdi ve yenildi...


Şimdi “karanlıkların” uzun olduğu şu günlerde acele ediyorlar... İşlerini “karanlıkta” görmeye çalışıyorlar. Çünkü uçakları karanlıkta uçabiliyor. Tankları karanlıkta yollarını görüyor. Topları karanlıkta hedefini vuruyor. Polisleri gazetemizi basıyor, ajanslarımızı dağıtıyor, gazetecilerimizi tutukluyor.


Ama bahar artık yaklaşıyor. 21 Aralık’ta, onlar karanlıktan istifade Kürt özgür medyasına saldırdıkları günün ertesinde, artık gündüzler uzamaya başladı. İlk dakikaları kazanıyoruz. Ağır, ağır, yavaş yavaş, güneş doğudan daha erken doğmakta...


Bahar yaklaşmakta... Hergün saniye saniye... Dakika dakika... Saat saat...


İşte Aralık bitti. Ocağı hayırlısıyla devireceğiz. Cüce Şubat çabucak geride kalacak. Önümüz Mart. Kürt halkı için, onun dostları için, bütün barış severler için Mart demek Newroz demek.


Ama aynı Mart Erdoğan-Fethullah tayfasına “kapıdan baktıracak”, sonra “kazma kürek yaktıracak.”


Nisan dedin mi, Kürt dağlarından yaşam fışkıracak. Yanmış meşeler fışkın verecek. Toprak kendi evladını koruyan muazzam bir yeşillik haline alacak.


Ve bu kısacık zaman diliminde daha pek çok şey olacak.


Bölge’de dengeler büyük bir hızla değişecek. ABD Irak’tan çekildi. Daha şimdiden Şii liderlik, Sünni liderliğin altını oymaya başladı. İran gözünü Irak’a dikti. Türk militarizmi pençesini Musul-Kerkük’e doğru uzatıyor.


Bunun anlamı ne?


Bunun anlamı, Türk-İran rekabetinin kızışmasıdır.


AKP-Cemaat koalisyonunun başı Fransa ile derde girmiştir. İsrailíle sürtüşmeler sürmekte. Bu iki kafadar Suriyeíye bulaştıkları anda karşılarında Rusyaíyı da bulacak.


PKK’yi ezmek, bu yolla Federe Kürdistan’ı teslim almak ve Irak üzerinde nüfuz elde etmek için kafalarının dikine gitmeye devam ederlerse, bu iki kafadar, kafalarını ekonominin şakaya gelmez duvarına vuracak. Bataklık üstüne inşa edilen Türk ekonomik “şatosu” iskambil kağıdından yapılmış gibi o anda çökecek.


Bu kadar da değil.


AKP’nin dayandığı sosyo-politik güçler arasında, bugün için zayıf bir eğilim olsa da, ayrışma yavaş yavaş gelişiyor. Cemaat şefleri, “muhafazakar-demokratlarla, liberal-demokratlar” arasındaki ittifakı sona erdirdi. Bakın, izleyin ve görün: Düne kadar AB üyeliği adına AKP hükümetinin Kürt sorununda izlediği kanlı yola destek verenler, şimdi AKP’ye ağız dolusu hakaret ediyorlar.


Bu böyle olunca, gözler yeniden “orduya” çevrilmekte. Daha şimdiden AKP’ye akıl hocalığı edenler, “acaba Hükümet tökezlerse” yeniden geriye dönüş olur mu? ABD kritik bir anda yeniden orduya dayalı bir otoriter rejime ihtiyaç duyar mı?” demeye başladı. Kimisi bu korkuyu, AKP’den hızla uzaklaşan “vesayet karşıtı” çevreleri yeniden kazanmak için abartıyor olsa da, bu tehlikeli bir oyun. Korku, temeli zayıf olsa bile, bir kere yayılınca, onun önünü olmak zor olur. Üstelik kaderlerini AKP’ye bağlayanlar için korkunun temeli var.


Çünkü “Başbakan hasta”. Ve AKP’nin binbir çıkar ortaklıklarıyla bir araya gelmiş öbeklerini Erdoğan dışıda birleştirebilecek bir kişi yok. Korku bacayı sardı. AKP’nin içinde, Başbakan hayattayken, onun koltuğuna kimin oturacağına dair kirli, rezil bir tartışma, bu partinin mütedeyyin, namuslu, yoksul taraftarları arasında büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Ahlaki bir krize yol açıyor. Erbakan ekolünden gelenlerle Fethullah Gülenciler; Erdoğan ile Gül arasındaki sürtüşmeler artık basına yansıyor; esrarengiz gazeteci Baransu, “Gül’ün Erdoğan sonrasına hazırlık” yaptığı hakkında bir hayli “karanlık” laflar etmeye başladı bile...


AKP artık gelecekten emin değildir.


İşte o nedenle, “bahar” gelmeden, henüz “geceler gündüzlerden uzunken”, “hava karanlıkken”, “pusluyken” demokratik muhalefete umutsuzca ve bütün gücüyle saldırıyor. Her biri bir tonluk Kazan bombalarıyla, suratı boyalı özel harekatçılarıyla kan döküyor, tutukluyor.


Ama zaman daralıyor. Her 24 saatte bir gündüzler uzuyor, geceler kısalıyor.


Bu zulmün ömrünün kısalmasıdır.


Bahar yaklaşıyor.


Dağlar yemyeşil olacak; karlar eriyecek, güneş ısıtacak...


Üç ay!..


Fırat, Dicle boyları, Newroz’a var güçle hazırlanacak... Karayılan’ın dediği gibi, öyle “pasif” protestolara değil, milyonların haykırışına hazırlanacak...


Üç ay!..


Büyük hazırlık... Büyük inisiyatif... Newroz uyanışının örgütlenmesi için bir “komite”, o tutuklanacağı için, “yüz de yedek komite”... Halkın kendisi komite. Halk tutuklamayla biter mi?


Ne demiş Tevfik Fikret: “Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa-Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır-Göz yumma güneşten ne kadar nuru kararsa-Sönmez ebedi, her gecenin gündüzü vardır.”

‘Son Türk Devleti’ ve ‘Dört Parça!’

Ömer AĞIN

Çarkınlar şu anda zindanda ve eski suç ortaklarının suçlarını anlatıyor.

İşlenen cinayetler bizim halkımızın bilincindedir.


Dersim’de Kürt jenosidi uygulanmıştır. Bu kan deryasını hatırlayan son kuşaktan insanlar, canlı tanıklıklarını artık yaptılar.


Bizler, Şeyh Said ayaklanmasında ölenlerin çocukları ve torunlarıyız. Büyüklerimizden dinlediğimiz vahşet hafızamızda.


1990 başlarını yaşayanlar, eğer o gün öldürülmemişler ve sonra da hâlâ yaşayabilmişlerse, işte gördüğünüz gibi siyasi mücadelenin en safında savaşıyorlar.


Yani biz bir devletin yapabileceği en korkunç  katliamları bilen, yaşayan insanlarız.


Şunu soruyoruz:


Ey Başbakan ve ey Fethullah Gülen...


1925 yılında yaptıklarınızdan daha beterini yapabilir misiniz?


1938’den daha büyük bir soykırım gerçekleştirebilir misiniz?


1990 başlarında gerçekleştirdiğiniz alçakca cinayetleri bir kere daha tekrar edebilir misiniz?


Yapamazsınız, gerçekleştiremezsiniz, tekrar edemezsiniz...


Deneyin, dünya başınıza yıkılır. Vahşi ve cani idari yapınız, mülkünüz, eviniz, barkınız tarumar olur.


Yapamazsınız. 1925’te, 1938’de, 1990 başında yaptığınızı, ettiğinizi tekrar edecek ne gücünüz var, ne Kürt eski kürt, ne de dünya eski dünya...


O halde, tekrar soralım:


Bu halk 1925’i, 1938’i, 1990’ı yaşadı. Ve işte otuz yıldır bu zulüm tarihine karşı direniyor. Bu zulüm tarihinin korkutamadığı, teslim alamadığı, sindiremediği, şerefini, dinini, imanını elinden alamadığı bu zulüm tarihinden daha kanlı bir silah yok elinizde...


Bu zulüm tarihiyle korkutamadığınız, teslim alamadığınız bu halkı, milyonlar halinde otuz yıldır direnen bu toplumu, 1925’ten, 1938’den, 1990’dan daha korkunç, daha kanlı, daha alçakça ne yapacaksınız da teslim alacaksınız?


Teslim alamazsınız...


O zaman, ne yapmak istiyorsunuz? CHP’nin, AP’nin, faşist cuntanın, Susurluk, Ergenekon çetelerinin, kontraların, kan içicilerinin yapamadığını, siz nasıl yapacaksınız?


“Teslim olmayanların üzerine askerle değil, kimyasalla yürüyerek yapacağız...” Onurumuz olan “geleceğimi”, “teslim olmayanlar özlemez” şiarını sayısız bedel ödeyerek öğrenmiştir.


Bu yeni bir silah değil. Saddamın silahı. Güney’de sonuç vermeyen bu silah, Kuzey’de hiçbir işe yaramaz. Siz şimdi “insansız uçaklarınızla” yer mi saptıyorsunuz? Saptadığınız yeri kimyasalla, kazan bombalarıyla mı vuruyorsunuz. Çok iyi... Yakında bu uçaklarınız işe yaramaz olur. “Asimetrik” de olsa, savaşta, bölgesel dengeler, çıkar kavgaları her zaman savaşta da “denge”lere yol açar. Geçen gün İran’ın düşürdüğü Amerikan insansız uçağı kulaklara küpe olsun. Bu gidişle, hiç kimse size, Kürtleri bu uçaklarla görüp, kimyasalla yok etmenize göz yummayacaktır. Afganistan’a girdiği zaman, Sovyet Mig savaş uçakları, Taliban gerillalarına aman vermiyordu. Sonra ne oldu? Benden daha iyi biliyorsunuz. Sovyetlere karşı savaşı “dengelemek” üzere Amerika, Çin, Pakistan harekete geçti. Migler artık turna kuşları gibi avlanmaya başlanmıştı. Tarihi unutmayın. Örnekleri iyi inceleyin.


Bugünkü savaş durumu böyledir.


Tehlike savaşta sağlanacak “dengenin”, daha kanlı sonuçlara yol açacağıdır.


Bugün “dengenin” hafiften bozulması daha çok Kürt kanının dökülmesine neden oluyorsa, “denge”nin sağlandığı gün, tam tersi olabilir.


Bu savaşın tırmanmasıdır.


Bugüne kadar “düşük yoğunluklu” savaş konseptine bağlı kalan devlet, artık en son kumarı oynuyor. “Düşük yoğunluk”tan, tehlikeli şekilde topyekün savaşa doğru tırmanıyor.


Bunun sonucu trajik olur: Otuz yılda 40 bin insan kaybedildiyse, savaşın bu şekilde tırmanması, “daha etkili silaha, daha etkili savunma” sarmalına girilmesi, o 40 bin kaybın karşılıklı olarak birkaç ayda verilmesine yol açar.


Savaşın tırmanması aynı zamanda, politik çözümün de “maksimalize” olmasına doğru götürür.


Savaşı bu şekilde tırmandıran devletin, Kürt sorununda düne kadar “kabul etmesi” muhtemel sınırları bile kabul etmesi mümkün olmaz. Bunun karşılığı Kürt tarafının da, adım adım “birlikte yaşama” hedefinden uzaklaşması olur.


Tarihe bakın. İbret alın: Türkler Osmanlı’da yüzlerce yıl Ermenilerle birlikte yaşadılar. Şimdi böyle bir birlektelik düşünülebilir mi? İnsanlığın bu kadar deneyim kazanmasına rağmen, Türklerle, Ermenilerin birlikte yaşayacağı bir hayal kimin aklından geçer?


Türk devleti, Kürtleri de işte bu sonuca doğru zorlamaktadır.


Erdoğan-Gülen koalisyonu, bugün Fransa’da “Ermeni soykırımını inkâr suçtur” yasasıyla boğuşmak zorunda kalıyorlar.


Yarın “Kürt jenosidini inkâr suçtur” yasalarıyla boğuşmak zorunda kalacaklardır.


Silah silahı, kan kanı, nefret nefreti kışkırtır ve çoğaltır.


Şunu aklınızın bir köşesine koyun: Artık Kürt uyanışını yenmek imkânsızdır. Çok yakın bir gelecekte şunu göreceksiniz: Parçalardan birini yenseniz, diğer parçalar ayakta kalacaktır. Hepsini yenmeye kalkmak, sonu dünya savaşına açılan bir bölgesel savaşı gerektirir.


Ama siz, bir kere yenildiğiniz zaman, gideceğiniz yerin bile kalmadığını görmelisiniz...


Yakında, Kürdü “dört kere yenmeniz” gerektiğini göreceksiniz. Siz ise “bir kerelik” yenilgiye gebesiniz...


Yol yakınken, barışa, insanlığa, mutlu, müreffeh bir geleceğe elinizi uzatın. Biz uzatıyoruz.

İlk 6 Ayında AKP’nin Odaklandığı Nokta...

Delil KARAKOÇAN
21 Aralık 2011...

12 Haziran 2011 genel seçimleri üzerinden sadece 6 y gibi bir zaman geçti.


3. AKP hükümeti ilk 6 ayını doldurmuş oldu.


6 aylık süre bir ülkeyi yönetmek, politikalarını hayata geçirmek bakımından pek de uzun bir süre sayılmayabilir.


Yani...


Hâlâ kredisi var!


Toplumun önemli bir kesimine göre “AKP iyi işler yapıyor!”


Sanayi burjuvazisi belli rahatsızlıklar duysa da, Kürtler ayırın, tepkiler devede kulak...


Tablo, toplumsal çoğunluğun hala AKP’nin arkasında durduğunu gösteriyor.


Başka da bir seçeneği yok!


CHP zaten siyasi mevta...


* * *


AKP’nin ilk 6 ayında odaklandığı nokta Kürtler...


Kürtleri 38 ve sonrası yılların adı sanı kimliği kişiliği bastırılmış, yok edilmiş yorgun trajik zamanlarına geri götürme; kayıtsız şartsız biat ettirme çabası... Kürtlerin toplumsal, siyasal, kültürel kazanımlarını ve bu kazanımlara paralel gelişen/yükselen maneviyatını bozma, onurunu iradesini kırma girişimi...


Bunun her adımı tasarlanmış, planı programı yapılmış, hatta takvime bağlanmış...


Başbakan Erdoğan, “KCK operasyonu, diğer operasyonlar hükümetin değil, yargının kararını verdiği operasyonlardır. Bu operasyonlarda tutuklananlar, hükümetin tutukladığı değil, yargının delillere, bilgilere, belgelere göre tutukladığı kişilerdir...” dese de; yardımcısı Atalay, gerçeği şu sözlerle itiraf ediyor:


“Tek yönlü uyguladığımız entegre bir stratejimiz var devlet olarak. Sınır ötesi operasyonlardan, KCK operasyonlarına hepsi koordinasyon içinde, tartışılmış, kararlaştırılmış, planlanmış ve yürütülmektedir...”


Yani Erdoğan’ın söylediği gibi “yargı ve hukuk dahilinde” değil, Atalay’ın itiraf ettiği gibi “devlet-hükümet dahilinde...”


“Hepsi koordinasyon içinde...”


“Hepsi kararlaştırılmış...”


“Hepsi planlanmış...”


“Hepsi yürürlükte...”


* * *


AKP’nin, Kürt halk muhalefetine duyduğu tepki, Türkiye’yi açık arayla hukuk devletinden-polis devletine dönüştürmüş durumda...


Hukukun, adaletin üstünlüğü değil, yine açık ara AKP’nin üstünlüğü söz konusu...


Her şey planlı yürütülüyor.


Her adım, her uygulama planlı...


Operasyonlar, bombalamalar planlı...


Ev ve işyeri baskınları, kundaklamalar, saldırılar planlı...


Gözaltı ve tutuklamalar planlı...


İçeri alınan siyasetçiler, sivil toplumcular, aktivistler,  sendikacılar, belediyeciler, savunmanlar, aydınlar, yazarlar, çizerler, yayımcılar, gazeteciler planlı...


Kadınlar, gençler, çocuklar planlı...


Plan dışı olan, AKP mevzuatına uymayan tek şey yok!


Plan tıkır tıkır işliyor...


Hasılat rekor düzeyde: sayısız gözaltı ve yaklaşık 5 bin tutuklu...


* * *


AKP, “ilk 6 ayda iyi iş çıkardığını, BDP’yi de derdest edip siyaseten etkisizleşmiş CHP’nin yanına atmak üzere olduğunu” düşünüyor. Kendince sonuçlar gördükçe daha da iştahlanıyor.


Nerede duracağı belli değil.


Sınır yok!


Ama yanlış...


Vallahi de yanlış billahi de yanlış...


Bu “tartışılmış tasarlanmış plan” AKP’nin aleyhine dönecek!


İşaretleri de yok değil...


Birincisi; bunun hukuka değil, hükümete dayalı bir operasyon olduğu, dolayısıyla yargının bağımsız olmadığı fikrini kuvvetlendiriyor.


İkincisi, operasyonların yaygınlığı ve kapsadığı alan bakımından ölçüsüzlüğü, meşruluğunu hayli zayıflatmış gözüküyor...


Tamam, Kürtlerin işi kolay değil...


Ancak AKP’nin hiç değil...

Susan Namerttir!

Murat ÇAKIR
10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 9: “Hiç kimse keyfî olarak tutuklanamaz, alıkonulanamaz veya sürülemez”,

Madde 10: “Herkes, haklarının, vecibelerinin veya kendisine karşı cezaî mahiyette herhangi bir isnadın tespitinde, tam bir eşitlikle, davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından adil bir şekilde ve açık olarak görülmesi hakkına sahiptir”.


18 Aralık 2011, T.C. Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay: “Tek yönlü uyguladığımız entegre bir stratejimiz var devlet olarak. Sınır ötesi operasyonlardan, KCK operasyonlarına hepsi koordinasyon içinde, tartışılmış, kararlaştırılmış, planlanmış ve yürütülmektedir”.


Gün olur, insanın işi başından aşkındır, yazdıklarına ara verir. Ama gün olur, iki elin kanda da olsa, sesini çıkartmazsan aynaya bakamazsın. 20 Aralık 2011 günü tek merkezden planlanmış, kararlaştırılmış ve emredilmiş polis baskınları ve tutuklamaların haberini aldığımda, bugün o gündür dedim kendi kendime.


Emperyalist hırslarını saklamayan, iktidarını perçinlemek için hukuku eğen, yürürlükte olan kendi anayasası ve ceza yasası hükümlerini (bırakın uluslararası hukuku) ayaklar altına alan, keyfiyeti ve siyasî motivasyonu geçerli hukuk yapan ve “Düşman Ceza Hukuku”nu uygulamaya sokan bir devlet, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve BM Şartı’na göre bir “Haksızlık Devleti”, bir “Despot Devlet”tir. Haksızlığa ve despotluğa karşı direniş göstermek ise, yurttaşlık görevidir.


Almanya’nın uzun zamandır Türkiye’deki karar vericileri “hukukî yollarla” ilgili olarak eğittiği biliniyor. Ama görüldüğü kadarıyla Türkiye karar vericileri asıl hocalarını Alman hukukçu Günther Jakobs’da bulmuşlar. Jakobs 1985 yılında “Düşman Ceza Hukuku” tanımlamasını yapmıştı. Bu tanıma göre, “devlet düşmanı” olarak görülen kişi yurttaşlık haklarından mahrum bırakılır ve devlet bu kişiye karşı her türlü “aracı” kullanmaya yetkilidir. “Düşman Ceza Hukuku” devleti, demokratik hukuk devleti esaslarından muaf tutar. Yani Guantanamo’lar veya Özel Yetkili Ceza Mahkemeleri olanaklı olur, yargı hükümetin kontrolü altında ve direktiflerine göre hareket eder.


Devlet ve rejimi despotik olunca, başbakanın yardımcısı “her şeyin” yani bombardımanların, kirli savaşın, keyfî tutuklamaların, medyadaki yargısız infazların, zorunlu hâllerde istisnaî bir öntedbir olan tutuklamaların başlı başına ve yürürlükteki yasalara aykırı olarak bir cezalandırma biçimine getirilmesinin, güdük de olsa “demokrasinin” rafa kaldırılması”nın ve “Kuvvetler Ayrılığı İlkesi”nin geçersiz kılınmasının “tek merkezden planlı bir biçimde gerçekleştirildiğini” itiraf eder, devletin başı “devletin gücünün, herkesin gücünden daha güçlü olduğunu içeride ve dışarıda herkesin bilmesi gerekir, dolayısıyla son operasyonlarımız hep bu yöndedir. Ümit ederiz ki; içeride ve dışarıda herkes, kendine bundan bir hisse çıkartır” diyerek despotizmi en yukarıdan teyid eder.


Evet, sayın Cumhurbaşkanı haklı; herkesin kendine bundan bir hisse çıkartması lazım. Solliberaller ve Tarafgir “entelektüeller” hiç timsah gözyaşı dökmesin. Savundukları, “demokratikleşiyoruz” dedikleri devlet böylesine bir devlet. Yarın iktidara ters düşüp, hukuka ihtiyaçları olduklarında, demokratik hukuk devletinin herkese, er ya da geç, gerekli olduğunu göreceklerdir. Merak etmesinler, zor duruma düştüklerinde gene biz baldırı çıplaklar yardımlarına koşacağız. Ama tarihe nasıl not düşüleceklerine kendileri karar verecektir.


Evet, sayın Cumhurbaşkanı, haklısınız. Biz sosyalistler, devrimciler, radikal demokratlar bu yaptıklarımızdan kendimize hisse çıkartıyoruz. Demokratik, eşit ve özgür bir geleceği kurana dek, despotluğunuza direneceğiz. Doğruyu söylemeye, hukukun üstünlüğünü savunmaya, barış için mücadele etmeye devam edeceğiz. Şairin dediği gibi, “ipin, kurşunun rağmına” susmayacağız. Kime haksızlık yapılırsa, kendimize haksızlık yapılmış sayacağız. Tankınıza, topunuza, polis devleti uygulamalarınıza, özel yetkili savcı ve mahkemelerinize rağmen, tiranların ilelebet iktidarda kalamayacaklarının bilinciyle, direneceğiz ve konuşacağız.


Sözümüz söz: Susan namerttir!

AKP ve Fetullah Gülen Özgür Basından Korksun!


Baki GÜL



Press filmini hatırlıyorsunuz değil mi? “Özgür Gündem gazetesinin 1990’lı yıllardaki zamanlarını anlatıyordu. Yönetmeni Sedat Yılmaz’dı. Senaryosunu Bayram Balcı ile birlikte yazmıştı Sedat Yılmaz. Dokunaklı ve sahici bir filmdi. Bizim gazetenin geleneğinden gelenler için hiç de yabancısı olmadıkları bir öyküydü. Yasaklanan, sansürlenen gazete sayıları, katledilen gazete dağıtımcıları, muhabirleri ve yazarlarını anlatıyordu film. Filmi izleyen gazeteciler “çok güzel” yazılar yazdı. Gösterilen festivallerde ödüller aldı film.  Yazılan yazılarda “amaaan ne kadar gerçekçi; gözyaşlarımızı tutamadık!” diyorlardı. Direnen, direngen gazetenin geleneğini ve tarihi kesitini yazıyordu yazarlar. Ama tuhaf bir durum vardı. 1990’larda Özgür Gündem gazetesinin başına gelenlere sessiz kalanlar, o zaman izleyici pozisyonunda olanlar yaşananları  filme çekildiğinde görmüşlerdi. Yani yaklaşık 20 yıl sonra... Bu süre içinde 70’e yakın gazeteci katledilmiş, bir o kadar gazete yasaklanmış ve kapatılmıştı. O süre sessizlikle geçiştirilmişti. Ama film olunca gerçekler, birden gündeme gelmişti yaşananlar. Herkesin haksızlığa karşı duyguları kabarmıştı. Bu iyi bir durum değil. Zamanında yaşananlara doğru tutumu gösteremeyenler, gerçek filme çekildiğinde sinema salonlarında göz yaşına boğulsalar da zaman artık geçmiştir. Dolayısıyla doğru zamanda doğru tutumun sahibi olmak gerekir.

Aynen bugünlerde yaşadığımız gerçekler karşısında takınmamız gereken tutum gibi. Çünkü yaşananlar bize tarihi bir sorumluluğumuzu hatırlatıyor. Bazıları suskun. Bazıları faşist polisler ve iktidarla aynı dili konuşuyor. Dicle Haber Ajansı, Özgür Gündem, Etkin Haber Ajansı, Birgün, Evrensel çalışanları üzerindeki baskınlar giderek boyutlanıyor. Gazeteciler daha yazamadıkları kitaplar ve haberler için zindanlara tıkılıyor. Polisçik cemaat medyası ballandıra ballandıra polisin hazırladığı iddanameleri yayınlıyor. Tutuklananlar daha neyle suçlandıklarını bilmedikleri halde, Zaman, Sabah, Star, Yeni Şafak, Bugün, Hürriyet, Taraf ve daha birçok gazete gözaltına alınanları KCK’li olarak ilan eden başlıklar atıyor. Yani 1990’ların JİTEM ve Ergenekon basınının yaptıklarını bugün bu gazeteler yapmaktadır. Polis belgeleriyle haber yapıp piyasaya gazeteci olarak çıkan yeni yetmeler, yıllar sonra tarih karşısında nasıl hesap verecekler pek bilemeyiz; ama şu anda yaptıklarının ahlaksızlık olduğunu biz söylemek durumundayız. Çünkü gerçekler karşısında tutunulması gereken tavırın zamanı önemlidir. Bu dönemdeki suskunluk, özgürlükler için ölümcül sonuçlar doğurur.


Çünkü bu gazeteler bugünlerde geçmişteki karanlıklarla hesaplaşıyor gibi görünse de en kirli politikaları gizleyerek gerçeği katletmektedirler. Bu gazeteler; o dönem yaşananları haber değerinde görmüyordu. Bugünlerde bazı gazeteler ise sözde JİTEM, Ergenekon ve kontrgerilla ile hesaplaşıyorlar. Hem de AKP yanlısı ve Fetullah Gülen yanlısı olan gazeteler. Ama açın bakın bu gazetelerin o dönemdeki yayınlarına hiç yazmadılar. Yakılan köyleri, faili meçhulleri, JİTEM’i, ergenekonu. Ama şimdi daha iyi anlaşılıyor ki bu gazeteler ergenekonculuğa, JİTEM’ciliğe kendilerini yatırmış durumdadırlar. Bunlar gerçek JİTEM’ci ve Ergenekoncularmış meğer.


Neyse biz biliyoruz iktidarların ve diktatörlerin en büyük korkulu rüyasıdır gerçek gazetecilik. Neden? Çünkü gerçek gazetecilik toplumdan yana ve iktidardan ise uzak olması gerekiyor. İktidar gazetecilerine yalaka, yandaş ve çıkar grubu denir. Gerçek gazeteciler ise Özgür Basın geleneği içinde tanımlanır. Siz bakmayın siyasal iktidarların ve çıkar gruplarının onları “terörist, bölücü ve yıkıcı” olarak tanımlamalarına. İktidara uzak, diktatörlere karşıysanız iktidarlar ve diktatörler sizi böyle tanımlayabilirler. Ama nafile bir çabadır. Çünkü gerçek özellikle hakiki gerçek bütün zamanlarda faşist-tekçi-diktatör yapılarını tarihin çöp sepetindeki yerini gösterir.


Çünkü, Özgür Basın geleneği denilen bir gelenek bedeller ödeyerek bugünlere geldi. Gazete binaları bombalanmış, dağıtımcıları, muhabirleri ve yazarları katledilmiş, para karşılığında değil halka hizmet karşılığında çalışanların bedeller ödeyerek yarattığı bir gelenekti. Ape Musalar, Ferhat Tepe, Hafız Akdemir, Yahya Orhan, Gurbetelli Ersöz, Alişer Koçgiri, Halil Uysal ve Mazlum Erencilerin geleneğiydi. Pes etmek nedir bilmeyen bir gelenek. Bu yüzden AKP ve Fetullah Gülen faşizmi özgür basından korksun! Ve selam olsun gözaltına alınan muhabir arkadaşlarımıza. Çünkü “Gerçek kazanacak, faşizm kaybedecek!” diyelim ve:


SOYKIRIM, ASİMİLASYON VE İNKAR DEVAM EDİYOR AKP - GÜLEN FAŞİZMİNİN YENİ HEDEFİ  KÜRT BASINI


GERÇEĞİN KARANLIKTA KALMAMASI YALANIN PERDESİNİN YIRTILMASI İÇİN ÖZGÜR BASINA SAHİP ÇIKALIM


GÖNÜLLÜ MUHABİRLİK YAPARAK TELEFON VE MAİL YOLUYLA HABER MERKEZLERİMİZİ ÇOĞALTALIM


ÇAĞRIMIZ: HER EV, HER KURUM HABER AJANSI; ELİ KALEM TUTAN HERKES MUHABİR OLSUN DAYANIŞMAMIZLA FAŞİST DİKTATÖRLÜK BİR KEZ DAHA YENİLECEK! 


MAİL ADRESİ: halkinhaberi@roj.tv TWİTTER: halkinhaberiROJtv

Öcalan’ın Tutuklu Avukatından Mektup

Mehmet Bayraktar /Kocaeli 2 Nolu F Tipi Cezaevi
 


Son sözü direnenler söyler. Bundan hareketle kendi özgürlüğümüzün, mensubu bulunduğumuz Kürt halkının özgürlüğü ve demokratik statüsünden ayrı düşünülemeyeceği, bu anlamda her türlü devlet ‘terörünün’ asla bizi yıldıramayacağı gerçeği ile haksız, mesnetsiz, manipülasyon yüklü soruşturma ve dava karşısında tarihsel cevap olacağımızı belirtmek istiyorum.
 
İnsan Hakları, Hukuk ve Türkiye Gerçeği

Bir 10 Aralık İnsan Hakları Haftası vesilesi ile bir hukukçu, siyasetçi ve insan hakları savunucusu olarak Kocaeli 2 nolu F Tipi Cezaevi’nden yazıyorum.

22 Kasım 2011 günü George Orwell’in “Bin dokuz yüz seksen dört” romanındaki “Büyük birader” gibi zat-ı muhteremin özel talimatı ile benim ve eşimin de içinde bulunduğu avukatlara yönelik operasyon başlatılmıştır. Mart 2011 tarihinden sonra İmralı Adası’nda A. Öcalan ve diğer tutuklularla görüşme yapan avukatlar, şoförler, büro sekreteri ve bir gazeteci gözaltına alınmıştır.


İlk andan itibaren, skandallarla devam eden soruşturma kendi içinde insan hakları ihlalleri, onur kırıcı, işkence ve kötü muamele, her türlü hukuk dışı bir süreç yaşanmış ve halen bu süreç devam etmektedir.


Küresel sistemin “truva atı” Büyük biraderin başında olduğu, sorumsuz ve beceriksiz kişi ve kurumlar, kendi beceriksizliklerini, elleri altında en çok manipüle edecekleri avukatları çıkarmak hesabındaydılar. Polis, MİT, yargı ve medya ittifakı ile bir “korku imparatorluğu” yaratmak, küresel efendilerine daha fazla hizmet etmek için avukatlar en kolay avdı.


Karar verilmiş, talimatlar alınmış ve düğmeye basılmıştı. İzmir, İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Kocaeli, Denizli, Bursa, Batman, Urfa, Şirnak, Van, Muş, Iğdır, Mersin ve Hakkari’de avukat avına çıkılmıştır. Avlamak çok kolay olmuştu. Çünkü hepsi avukattı, günde onlarca davaya gidiyorlardı. Başka da gidecek yerleri yoktu. Nasıl olsa haksızlığa ve hukuksuzluğa muhalefet eden, yüzlerce siyasetçi, aydın, gazeteci ve insan hakları savunucusu “KCK”li diye tutuklanmışlardı. Terörle Mücadele Yasası ve özel yetkili mahkemeler aracılığıyla polis, MİT, yargı ve medya “terör”ü yaratarak “korku imparatorluğu” aracılığı ile toplum manipüle ediyordu.


Emir büyük yerdendi. Gözaltına alınan Abdullah Öcalan’ın avukatları olduğu için kimse ses çıkaramayacak ve herkes sinecekti. Çünkü yandaş medya saatler önce “flaş flaş”, “son dakika” olarak yüzlerce kişinin ölüm talimatını avukatların taşıdıklarını mahkemeden önce karar vermişlerdi.


İstanbul Valiliği’nin üst yazısı ile Türkiye’nin her tarafından “büyük biraderin” talimatını, İstanbul Özel yetkili savcılığının talimatı olarak yerine getiriliyordu. Hukuksuzluk adına her şey mubahtı.


Öncelikle biz avukatların evleri, arabaları, avukatlık büroları tüm hukuk ilkeleri çiğnenerek, bilgisayardaki müvekkillere ait dilekçelere, başka mahkeme dosyalarına el konuldu. İzmir Barosu’nun görevlendirdiği avukatlar, daha çok bu hukuksuzluğa alet olmamak için çekilmişlerdi. Ev, Araba, ve büro aramalarına katılan tüm müdafilerimiz, imzadan imtina etmek suretiyle, bu hukuksuzluğa daha çok alet olmayacaklarını beyan ediyorlardı.


Zavallı savcıların çok aceleleri vardı. Soruşturmayı bizzat savcı yapması gerekirken, hukukun bütün ilkeleri yadsınarak, biz avukatlara karşı yapılması gereken soruşturma usul ve yasaları çiğniyorlardı.


Dosyaya konulan gizlilik nedeniyle mağdur olan ve lehine bilgi ve belgeleri savcılığa vermesi gereken bizler izole edilmiş, dosya bizden gizlenmişti. Avukatlarımıza 24 saat görüşme kısıtlaması getirilerek projelerini daha rahat yerine getirmeye çalıştılar.

 

Son sözü direnenler söyler. Bundan hareketle kendi özgürlüğümüzün, mensubu bulunduğumuz Kürt halkının özgürlüğü ve demokratik statüsünden ayrı düşünülemeyeceği, bu anlamda her türlü devlet ‘terörünün’ asla bizi yıldıramayacağı gerçeği ile haksız, mesnetsiz, manipülasyon yüklü soruşturma ve dava karşısında tarihsel cevap olacağımızı belirtmek istiyorum
Bize gösterilmeyen ve dosyaya konulan gerçek dışı belgeler anti propaganda yapmaları için yandaş medyaya el altından servis edilmiştir.

Daha bir kaç yıl önce Silopi’de Kandil ve Mağmur’dan gelen gerillalarla devlet adına müzakere eden savcılar bugün için başka bir rol oynuyorlardı. O gün için benimde avukat olarak katıldığım sorguda usulden bir iki soru ile gerillalar hakkında serbest bırakmak sureti ile devlet ile PKK arasında rol oynayan yargı idi. Ne hazin ki; İmralı’da gerçekleşen müzakere sürecinin bir parçası yargı, MİT ve “Büyük birader” olmasına rağmen, bu yapılar ilkesiz ve kuralsız bir şekilde bunun bedelini avukatlara çıkarma kararında idiler. Asıl hedef Abdullah Öcalan olmasına rağmen, avukatlar üzerinde hukukun bütün ilke ve kurallarını çiğneyerek baskı, tehdit ve tecrit için bizleri kullanacaklardı. Polis, MİT, yargı ve medyanın çok acelesi vardı. Dört günlük gözaltı sürecinde emniyetteki cemaatin yetmeleri dikkatimizi çekiyordu. Cemaatin yetmeleri çok acemi olsa gerek. Mahkeme kararı olmadan gözaltında bulunan avukatların ve suçlama yönünden gerekli olmamasına rağmen, parmak izi, fotoğraf, el yazı örnekleri, tükürük örnekleri zorla alınıyor vermeyenleri tehdit ediyorlardı. Nihayet hukuka aykırı ve “onur kırıcı” insan haysiyetini inciten bu talepler onlara hatırlatıldığında el-acele Hakim Mehmet Çiftçi imzalı tükürük alımı ile ilgili bir mahkeme kararı getiriyorlardı. Daha sonra mahkeme sorgusunda görev alacak olan Hakim Mehmet Çiftçi imzalı kararda tüm avukatlar için “terör örgütü mensubu” şeklinde ibare kullanıyordu. Biz bu kararı saatler önce avukatlarımız vasıtası ile duymuştuk. “Büyük birader” saatler önce medyaya aynı demeci vermişti. Savcı ve yargıcın çok acelesi vardı. Gece yarısı adli tıp doktoruna gösterilmek sureti ile Beşiktaş Adliyesi’ne çıkarıldık. Getirildiğimiz otobüs adliye önüne sıkıştırılıp bol bol medyaya teşhir edilmemiz eksik kalmadı.


Adliyeye çıkarıldığımız nezarethane odası son derece kirli, havasız 25 m kare alana 36 kişi, 28 saat boyunca tutulduk. Sadece 8-10 oturağın olduğu kirli nezarethanede adil olmayan bir yargılama sürecini bekliyorduk. Çünkü soruşturmayı yapan savcı Adnan Çimen bizzat ifade alma yerine dosyalarımızı soruşturmadan bihaber olan 17 savcıya ifade alması için dosyaları vermişti. Bu savcılarda son derece ilgisiz ve usulden sorular soruyorlardı.


Yaklaşık 46 kişinin 100’ün üzerinde klasörlük evrakları soruşturma savcısı Adnan Çimen tarafından 5-6 saat içinde okunup ifade alınması ve değerlendirilmesi mümkün değildir. Savcının acelesi vardı. Alınan bir talimatın gereğini yerine getiriyordu. Savcılık kararını adliye memurları değil TEM polisleri bize aktarıyordu. İki şoför ile birlikte hakkında en çok  medyada manipülatif haberler çıkan ve sürekli ayrı tutulan Av. İrfan Dündar serbest bırakılmıştı.


Hukukun evrensel ilkeleri, adil yargılama ve insan hakları gereği, müdafilerimiz(avukatlarımız) bu yargılamaya daha fazla alet olamamak için sorgudan çekilmeyi tartışıyorlardı. Hakim Mehmet Çiftçi müdafi talep hakkımız konusunda, savcılıkta özel müdafilerimiz olmasına rağmen, istemimizi dikkate almadan hepimiz için İstanbul Barosu’ndan müdafi talep etmiştir. Verilen kararın gereğini yerine getiriyordu, acelesi vardı. Aksi taktirde zor kullandıracağını bize bildiriyordu.


Tüm arkadaşlar İstanbul Barosu’nun tayin ettiği müdafii reddederek, mahkemeyi  protesto etmişlerdir. Üç temel hususu sorguda belirttikten sonra sorguda ifade vermeyeceğini beyan ediyorlardı. Bu hususlar şöyle idi.


a-)
Bu soruşturma ve akabinde gerçekleşecek tutuklama kararı siyasidir. Başbakan bu konuda talimat vermiş ve bizleri hedef göstermiştir.

b-)
Ergenekon yapılandırılması ile ilgilendirilen avukat arkadaşlar “binlerce insanın katledilmesinden sorumlu olan Ergenekon yapılanması ile ilgili bizleri ilişkilendirmek ahlaksızlıktır” diyordu.

c-)
“Bu siyasi kararın hedefi müvekkilimiz  Abdullah Öcalan’dır. Savunmasız bırakılarak tecrit ve izolasyona tabi tutulmak istenmektedir” diyorlardı. İfade vermeyi red ediyorlardı.

Benimde içinde bulunduğum bir kısım arkadaş tüm arkadaşlarımızın beyanlarına katılmakla birlikte iki temel hususta red-i hakim talebinde bulunduk. Red-i hakim sebebi söyle idi. Sorguyu yapan Hakim Mehmet Çiftçi, emniyet aşamasında “tükürük alımı” ile ilgili mahkeme kararın da “terör örgütü mensubu” diyerek başta şüpheli sıfatımızı elimizden alıp bizi mahkum etmişti. Savcılık sorgusunda müdafilerimiz olmasına rağmen, aceleci olmasından kaynaklı bizim beyanımızı almadan İstanbul Barosu’ndan müdafi talep etmişti. Hakim bu şekilde tarafsız değildir.


Bu iki gerekçemizi sunduktan sonra sorguyu yapan hakim Mehmet Çiftçi ifademizi almaksızın sorgu yapmadan benim de içinde olduğum 33 avukat ve bir gazetecinin tutuklanmasına karar vererek dosyayı red-i hakim yönünde karar vermek için İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne göndermiştir. Benimle birlikte red-i hakim talebinde bulunan arkadaşlarımız tutuklanmamız üzerinden 15 gün geçmesine rağmen hala tutuklamaya itiraz ve sorgu için herhangi bir karar tebliğ edilmiş değildir.


Sorguda serbest bırakılan 9 arkadaşımız için biri hariç savcı “itiraz hakkımı denemek istiyorum” dediğini konulduğumuz F tipi çukurundan duyuyorduk. Savcının serbest bırakılma işlemine karşı itirazı ve “büyük biraderin” talimatına mahkeme dört kişi hakkında daha tutuklama kararı vererek talimata cevap oluyordu.


Polis, yargı, medya ittifakı ile stratejileri ne olursa olsun, zihniyetlerinin hala değişmediğini gösteriyordu. “Büyük biraderin” Dersim özrünün tarihsel suçluluğunun gölgesinde dahi ne kadar kibirli oldukları seziliyordu.


Hep olduğu gibi hukukun siyasallaştığı, yargının araçsallaştığı, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün fiili müdahalelerle, yandaş basının manipülasyonu çağ dışı zihniyetlerine meşruluk kazandırmak istiyorlardı. Bizden önce “KCK” adına tutuklananlarla birlikte asıl hedef Abdullah Öcalan’dı.


Öcalan’a, “Biz seninle rolünü ve konumunu bilerek ve kabul ederek görüştük; çatışmazlığı sağlayasın, asgari bir çözümle PKK’yı dağdan indiresin diye önünü kısmen açtık, mektuplarını kendi elimizle ulaştırdık, açıklamalarını yapmana izin verdik, yasal ve meşru olan kimi projelerine göz yumduk. Madem istediğimiz anlaşmayı yapmıyorsun, o halde görüşmelere de gerek yok. Avukatlarına da ihtiyaç yok. Bir geçiş alanı, demokratik siyasetin kurumlaşması için tasarladığın yasal meşru projeleri de berhava edeceğiz. Bu sürecin sonucuna en başta sen katlanırsın. En çok cezayı da sen çekeceksin!...” diyordu. Aysel Tuğluk 11 Aralık 2011 günü Özgür Gündem Gazetesi’nde teşhir ediyordu.


Bir avukat ve siyasetçi olarak, yirmi yıla yakın süredir mensubu olduğum Kürt halkının tarihsel demokratik statüsünün sağlanması için mücadele ediyordum. Bu süre zarfında aldığım tehditlerin yanı sıra, çok kez tutuklama, ağır elektrik işkencesi ve fiziksel şiddet olmak üzere tarafıma uygulanan işkence ve kötü muamele ile birlikte yirmi yıldır pek fazla bir şey değişmedi.


Seçim çalışmaları esnasındaki görüntüler, dava dosyalarına ait bilgi ve belgeler manipüle edilerek el altından yandaş medyaya servis edildi. Polis, MİT, yargı ve medya ittifakı ile direnen her Kürt bireyi ve dostlarını itibarsızlaştırmak, acı çektirmek ve nihayetinde cezalandırmak gerekiyordu. Yapılan buydu. Yapıldı.


Son sözü direnenler söyler. Bundan hareketle kendi özgürlüğümüzün, mensubu bulunduğumuz Kürt halkının özgürlüğü ve demokratik statüsünden ayrı düşünülemeyeceği, bu anlamda her türlü devlet “terörünün” asla bizi yıldıramayacağı gerçeği ile haksız, mesnetsiz, manipülasyon yüklü soruşturma ve dava karşısında tarihsel cevap olacağımızı belirtmek istiyorum.

Çemişgezek'ten Los Angeles'a Bir Ermeni Kızının Kaçış Öyküsü

Aurora Mardiganyan 1915 Ermeni Soykırımı sırasında henüz 14 yaşında küçük bir kızdı. Önce ailesinin gözleri önünde katledilmesine şahitlik etti.

Aurora Mardiganyan 1915 Ermeni Soykırımı sırasında henüz 14 yaşında küçük bir kızdı. Önce ailesinin gözleri önünde katledilmesine şahitlik etti. Ardından köle pazarında bir ağaya satıldı. Buradan kaçan genç kızın o dönem Ermeniler için güvenli sayılan Rus hatlarına geçmesi neredeyse bir senesini aldı. ABD’ye ulaştıktan sonra kaçış öyküsü konusunda bir film çeken Mardiganyan, Dersimli Kürtler sayesinde hayatta kaldığını tüm hayatı boyunca söyledi.

Dönemin Mameret-ül Aziz vilayetine bağlı Çemişgezek ilçesinde doğan Mardiganyan zengin bir ailenin kızıydı. Önce ailesini ölüm yürüyüşleri sırasında kaybetti. Sonra da bir ağaya köle olarak satıldı. Küçük Mardiganyan için hiçbir umut gözükmüyordu. Ta ki ihtiyar bir Ermeni çoban bir gece yarısı ona seslenene kadar.

1916 yılının sonbahar aylarıydı. Kilit altında kaldığı evin bodrumundaki dışarıya kulak veren Mardiganyan Çemişgezek’ten tanıdığı bir ses duydu. Ermeni çobanların kullandığı bir ıslıktı bu. Hemen aynı şekilde cevap verdi. Ertesi gece aynı sesi yine duydu. Bu kez daha yakından geliyordu yine karşılık verdi. Ama bir daha o sesi duymadı. Üçüncü gece ise ihtiyar Vartaped belirdi pencerede. “Küçüğüm bekle seni buradan alacağım” diyerek inanılmaz bir kaçış hikâyesini başlattı.

Penceredeki demir parmaklıklar oldukça eskiydi. İhtiyar çoban elindeki demir çubukla parmaklıkları büktü ve içeri uzanarak Mardiganyan’ı dışarı çekti. Küçük kıza bir patika gösterdi. Patika üzerindeki ilk yerleşim Vartaped’in iyi tanıdığı bir Kürt ailesine aitti. Mardiganyan’ın ifadelerine göre karşılaştığı Kürtler göçebeydi ve Vartaped’in yakın dostlarıydı. Mardiganyan bir süre onların yanında saklandı.

Kötü haberler Mardiganyan’a çabuk ulaştı. Ahmed Ağa, Vartaped’i döve döve öldürmüştü. Zaptiyeler de her tarafta onu arıyorlardı. Mardiganyan yanına su doldurabileceği bir kap ile üstüne örtebileceği bir örtü alarak yönünü Ermeniler arasında tek kurtuluş yolu olarak adı zikredilen bir coğrafyaya doğru yürümeye başladı.

Mardiganyan daha sonra kaleme aldığı kitabında Dersim’i şöyle anlatıyordu: “O dağların arkasında muhteşem Dersim vardı. Her tarafı yeşil yaylalar, sarp dağlar ve tepelerin olduğu yer. Oraya giden yolda kimse yaşamazdı. Ama Dersim Kürtleri ya küçük köylerde ya da göçebe olarak yaşarlardı. Dersim her iki yönde Türklerle komşuydu. Bir zamanlar o şehirlerde de Ermeniler yaşardı Türklerin yanında. Ama şimdi Ermeniler gitmiş sadece Türkler kalmıştı”.

Mardiganyan kendisinin hayatta kalmasını sağlayan şeyin Dersim Kürtlerinin içindeki öldürme isteğinin güneydeki aşiretlere göre çok daha az olması olarak ifade ediyordu.

16 yaşındaki Mardiganyan Dersim’de tam bir sene bazen gizlenerek, bazen köylülerin yanında kalarak ama hep çalışarak yada yürüyerek yaşadı. Köylüler onu yanlarında çalıştırıyor ve karşılığında yemek veriyorlardı. Mardiganyan bitap düşünce de ona yol gösteriliyordu.

Mardiganyan’ın Dersim Kürtleriyle ilk karşılaşması hiç sevimli olmadı. Hoş Dersimle ilgili sevimli olan tek hatırası öldürülmemesiydi aslında. Genç kızı bulan bir grup göçebe onu bir mağaraya kapattı. Ertesi gün ağa dedikleri bir kişi gelip Mardiganyan’ı gördü ve onu aralarına aldı ve yanlarında çalıştırmaya başladı. Burada ancak birkaç hafta dayanabildi. Yeniden yollara düştü. Mardiganyan Erzurum taraflarında Rusların olduğunu biliyordu. Tüm amacı oraya gitmekti.

Karasu nehrine ulaştığında gizlendiği yerden kalabalık Türk konvoyları gördü. Doğudan gelen konvoylar ellerine alabildikleri her şeyle Batıya doğru kaçan insanlardan oluşuyordu. Ertesi sabah konvoyların seslerine uyandı. Bu kez çok daha kalabalık ve çok daha aceleciydiler. Mardiganyan bunu gördüğünde Rusların yakında olduğunu anlattı. Ve insanların geldikleri tarafa doğru yürümeye başladı.

Erzurum’a ulaştığında Ruslarla Osmanlı güçleri arasındaki çatışmalar sürüyordu. Mardiganyan bir binanın üzerinde dikili -daha önceden Harput’ta Amerikan konsolosluğunda gördüğü- bayrağı tanıdı. Ve koşarak oraya sığındı. Onu ilk gören Amerika’nın Tiflis konsolosu Dr McCallum oldu. McCallum’un yanında çevredeki köylere köle olarak satıldıktan sonra gidip satın aldığı Ermeni yetim kızlar vardı. Mardiganyan bu kızlarla beraber önce Tiflis’e, ardından Oslo’ya oradan da ABD’ye götürüldü.

New York’ta genç bir senarist olan Harvey Gates, Aurora Mardiganyan’la karşılaştığından genç kızın anlattıklarından çok etkilendi. 1918 yılında “Aurora Mardiganyan: Büyük Katliamların Arasında Yaşayan Hıristiyan Kızı” adlı kitaba basan Gates, hikâyenin 1919 yılında da beyaz perdeye aktarılmasını sağladı. İngiltere’nin başkenti Londra’da “Ruhların Müzayedesi” adıyla gösterime giren film New York’ta ise “Gasp Edilen Ermenistan” adı altında seyircilerle buluştu. Bu film dünyada beyaz perde kullanılarak gerçekleştirilen ilk kamuoyu faaliyetiydi. Mardiganyan Ermenistan’ın Jeanne d'Arc’ı olarak tanıtıldı ve Ermeni Soykırımının sembol isimlerinden biri oldu.

1920lerde evlenen Mardiganyan 6 Şubat 1994’te son nefesini verene kadar sakin bir mütevazı bir hayat yaşadı. Çemişgezek’te başlayıp Los Angeles’ta sona eren yaşamı Ermeni Soykırımının nadir mucize hikâyelerinden biri olarak hafızalarda kaldı.

ANF/ Serdar Eroğlu

AKP Faşizmi Direnişle Kırılabilir

Tüm tutuklamalara rağmen halk her yerde on binlerce katılımla siyasi iradesini ortaya koyunca, buna yeni siyasi soykırım operasyonlarıyla cevap verildi.

Siyasi soykırım operasyonları devam ediyor. Tüm tutuklamalara rağmen halk her yerde on binlerce katılımla siyasi iradesini ortaya koyunca, buna yeni siyasi soykırım operasyonlarıyla cevap verildi. Batman’da on binler meydanlara dökülünce iki gün sonra belediye çalışanlarının tümüne yakını tutuklandı. Bu rastlantı değildir. Yapılanlar, irade kırmaya yönelik bir psikolojik savaş harekâtıdır. Halka BDP’ye sahip çıkmayın, BDP’ye sahip çıkarak bizim saldırılarımızı durduramazsınız mesajı verilmektedir. Kürdistan’da sadece devlete bağlı olan siyasi güçler ve boyun eğenler siyaset içinde yer alabilir; siyasi sömürgecilik ve kültürel soykırıma karşı çıkanlar için sadece ölüm ve zindan yolu vardır, denilmektedir.

Batman belediye başkanı ve birçok yönetici daha önce zaten tutuklanmıştı. Şimdi belediyeyi tümden felç edecek bir operasyon başlattılar. Zaten önceden tüm belediyelere yapılacak operasyonun psikolojik altyapısını hazırlamışlardı. Belediyelerden PKK’ye para gittiğini iddia etmek yalanın ötesinde bir komplodur. Türkiye’de aleyhte kamuoyu oluşturmanın ve cezalandırmanın en kestirme yoludur. 

Bu siyasi soykırım operasyonlarının hiçbir hukuki temeli de delili de yoktur; tamamen siyasidir. Kim bu operasyonların gerekçelerine inanıyorsa o da AKP’nin bu siyasi soykırım operasyonunu haklı görüyor demektir. Bu siyasi soykırım operasyonları tamamen Kürt hareketini siyasi alanda zayıflatmaya yöneliktir. Tüm faşist otoriter hükümetlerin uyguladığı yöntem uygulanmaktadır. 12 Eylül ile 1990’lı yılların terörü bitirme konseptinin en bilinen uygulamalarıdır. Başka türlü değerlendirmek devekuşu gibi kafayı kuma gömmektir. AKP’yi ve devleti karşıya almamak için görmezlikten gelmek ya da iki taraflı eleştiriyle bu tutuklamaları meşrulaştırmaktır.

Bu siyasi soykırım operasyonlarıyla BDP’nin peşinden gitmeyin, BDP’den belediye başkanı ve milletvekili seçmeyin, seçseniz de bunları tutuklarız, etkisizleştiririz denilmektedir. Böylece Kürt halkına BDP’yi terk edin, BDP’yi desteklemekten vazgeçin dayatması yapılmaktadır. İşte AKP’nin ileri demokrasisi! Kimi liberal ve kendine demokrat diyenlerin ilerleme dedikleri budur. Kürtler için demokratik seçeneğin olmadığı bir Türkiye. Liberal ve kimi demokratların Kürtsüz demokrasisi! 

Kürdistan’da demokrasi yoksa Türkiye’de de demokrasi yoktur. Kürdistan’daki devlet ve hükümet politikaları neyse Türkiye’nin gerçek yüzü odur. Bu da ortadadır. Böyle bir Türkiye’de hangi ilerlemeden söz edilebilir? Kürdistan’daki siyasi sistem ve uygulamalar faşist değilse nedir? Türkiye tarafındaki bazı yumuşak yaklaşımlara bakarak AKP hükümetine faşist demekten çekinmek büyük bir yanılgıdır. Türk devletinin “Türkiye cephesini sağlama alıp Kürtleri ezeyim” biçimindeki özel savaşını anlamamaktır.

Kürdistan’da her gün onlarca sivil katledilmediğine bakılarak AKP hükümetinin faşist olmadığı sanılıyorsa bu büyük bir yanılgıdır. Kaldı ki Kürdistan'da kadın, çocuk, yaşlı, genç sivil öldürmeler de rutin hale gelmiştir. Günümüzde en açık faşist rejimler ve kişiler bile zorunlu kalmadıkça öldürmekten kaçınıyorlar. Günümüz dünyasında faşist söylem ve uygulamalar da çehre değiştirmiştir. 21.yüzyıl faşizmi de 20.yüzyıldakinden farklıdır. Belki buna post-modern faşizm de denilebilir. Faşizm, esas olarak halkın örgütlenmesini dağıtmak, talepte bulunmasını engellemek ve suskun toplum yaratmayı amaçlar. Şimdi Kürdistan’da yoğun baskılarla amaçlanan da uygulanan da budur. 

Kürdistan halkının demokratik örgütlenmesine izin verilmiyor; siyasi iradesi üzerinde faşist baskı uygulanıyorsa orada ne demokrasi vardır ne de sorunların demokratik siyasi yollarla çözüm ortamı vardır. Bu tür siyasi koşulların olduğu ortamlarda her türlü direnme meşru ve haktır. Aslında AKP hükümetinin 29 Mart seçimlerinden sonra 14 Nisan günü başlattığı siyasi soykırım operasyonlarıyla birlikte demokratik siyasi mücadele ve çözüm imkânları ortadan kalkmıştı. Ancak Kürt Halk Önderi ve Kürt Özgürlük Hareketi belki zaman içinde çözüme uygun ortam yaratılır düşüncesiyle hep tek taraflı adımlar atmış, ama bundan sonuç alamamıştır.

Türk devleti bölgede kapitalist modernitenin ajanlığını kabul edip ABD'den siyasi ve askeri destek alınca Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezerek Kürt sorununu ortadan kaldıracağını düşünmüştür. Mevcut durumda Türk devletinin yaklaşımı ve hareket tarzı bu doğrultudadır. Dolayısıyla bu zihniyet ve saldırılar direnişle kırılabilirse ancak o zaman Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin önü açılabilir. Gelinen aşamada hiçbir yaklaşım ve yöntem Türk devletinin bu politikasını boşa çıkarıp Kürt sorunun siyasi çözümü için zemin yaratmaz. Artık bir müzakere ve çözüm zemini de ancak ciddi bir direnişle mümkündür. 

Bu saldırıların sürmesinden ve AKP hükümetinin çözümsüzlükte ısrar etmesinden birinci dereceden sorumlu olanlar kendine liberal ve demokrat diyen bazı çevreler ve işbirlikçi uşak Kürtlerdir. Bunlar AKP’nin politikalarını destekleyerek bu siyasi soykırım operasyonlarını da meşrulaştırıyorlar; Türk devletinin şiddetle ezme politikalarına da gübrelik oluyorlar. Bunlar bir de utanmadan Kürt sorununun çözülmemesini PKK’ye ve PKK’nin direnişine bağlıyorlar. Aslında bunlar Kürt halkına ve PKK’ye karşı savaş açan AKP’nin ‘Düşünce Yeniçerileri’dir. Bunlar 1990’lı yılların Mehmetçik basının kirli savaşı destekleyen kalemşorlarıyla aynı role soyunan tetikçiler olarak tarihe geçeceklerdir.

Cuma Ronahî

Fetullah Faşizmi

Fetullahcılığı biz cemaat kültürü olarak biliyorduk. Öyle de yer yer cemaat kültürü olduğu içinde saygıda duyuyorduk. Sonuçta toplumsal sorunlara belki de en iyi cevabı ya da bireyleri kapitalist modernist kültürde korumayı cemaatler geçmişten beri iyi bildiler. Bunun için de olsa cemaat kültürüne saygımız hep olmuştur.
Ne var ki Fettulah Gülen’in son sitelere düşen konuşmasını dinledikten sonra kısa da olsa geçmişine eğilme ihtiyacı duyduk.

Fettulah Gülen: "Ayıptır bu, ârdır, otuz senedir dağdaki bir avuç şakînin hakkından gelemiyorsun" diyor ve hızını alamadan şöyle devam ediyor:  

"Allah'ım, birliğimizi sağla, aramızı te'lif buyur, bizi vifak ve ittifaka muvaffak kıl. Hidayet ve ıslahını murat buyurduğun insanları ıslah eyle, kalb ve kafalarına salah ver. Şayet düşmanlık yapanlar arasında ıslahını murat buyurmadığın ve kendileri hesabına ıslah istemeyen kimseler varsa, onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir." diye niyaz etmelidir.”

“Onların altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir” sözleri topyekün imhayı dillendiren sözler olduğu açıktır.

Açık olmasına açık olan bu sözlerin kamuflaji ve halkları güdülmeye layık gören bir zihniyet dışa vurumu ise:
“Keşke, o bölgeye gönderilen muallimler, bugün dünyanın dört bir tarafına ciddi fedakârlıklarla hicret eden gönüllüler gibi, dönmemek, orada ölmek ve oraya gömülmek üzere gitselerdi. Keşke o halkın karakterini çok iyi bilen, çok ciddi bir empati mülahazasıyla onları doğru okuyan ve ona göre muamelede bulunan vaizler gönderebilseydik. Keşke her köye olmasa bile birkaç tanesine bir sağlık memuru, pratisyen hekim gönderebilseydik de okullardaki sağlık derslerini onlar verseler; hem mesleklerini icra etme yoluyla hem de okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerin içine girseler ve kendilerini ifade etselerdi. Keşke halkı öyle kucaklayabilecek adliyeden insanlar ve mülkiye memurları gönderebilseydik. Keşke evleri teker teker gezip toplumun dertlerini dinleyen ve güvenin teminatı olan emniyet memurları gönderebilseydik.”

Evet, keşke bu “geri” kalmış Kürtlerin evlerine, o faşist emniyet memurlarınızı, emniyet müdürlerinizi gönderip onları kendi Kürtlüklerinden vazgeçirebilseydik. Evet, okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerinin içine girip onları hem Kürtlükten “uzaklaştırsaydınız” hem de Kürtler arası bölünmeyi parçalanmayı çoğu zaman sahte dincilik adına yapabilseydik.

Evet, Fettulah’ın tek derdi neden Kürtlerin yeterince asimile edilmediği üzerine kurulu olan dertlerdir. Neden direnen Kürtleri yeterince sertlik üzerine giderek TC askeri güçlerinin ezemediğine dönük dertlerdir. Yoksa “Çoklarının dediği gibi, mensup olduğumuz Birleşmiş Milletler ve NATO içinde önemli güce, kuvvete ve mekanize birliklere sahip sayılı devletlerden biriyiz. Bir espriye bağlı ifade edersek, o güç, kuvvet ve mekanize birliklerin neler yapabileceğini görmek istiyorsanız, 27 Mayıs ihtilal’ına bakabilirsiniz” sözleri kolay kolay sarf edilmez. Bu sözlerin sarf edilmesi sadece ve sadece bir halkın ve öncüsü olan gücün ezilememesinin serzenişlerden kaynaklı hayıflanmalardır.

Bir cemaat liderinin bir halkı ve onun öncü gücünü açıkça yok etmek için hedeflemeye kalkmışsa orada artık onun ve cemaatinin sivil bir yanı kalmamıştır. Bu yaklaşımlarıyla artık Fettulah ve yandaşları bire bir askeri ve emniyet güçleridir. Yani sivil olmaktan çıkararak askeri ve emniyetçilerin üniformalarını giymişlerdir.

Bu durumda ise ortaya çıkacak olan tablo kendiliğinden anlaşılırdır. Madem Fettulah ve cemaati askeri ve polis üniforması giymişlerdir o zaman bizim de yapacağımız Fettulah ve cemaatini öyle ele almamızdır. Zaten şimdiden Kürdistan’ın birçok iline kendi emniyet müdürlerini göndermişlerdir. Bizim de yapacağımız halkımızla birlikte dediğimiz gibi halkımıza karşı ilan edilen bu savaşı kabul etmektir ve gereken cevabı halkımızla birlikte vermektir.

Ancak Fetullah’a ilişkin birkaç bilgi vermeden de yazımızı kapatmayalım. Dini cemaat olarak kabul ettiğimiz bu cenah meğerse ezelden beri devletçi ve askerci bir gelenekten gelirlermiş. Fettulah ta 1980’lerde yaptığı bir konuşmada 12 Eylül faşist darbesine meğer de nasıl da methiyeler dizermiş.

Sızıntı dergisinde Ekim 1980’de Son Karakol başlıklı yazısında Fettulah şöyle yazıyor:
“Millet teknesi, sağa sola yalpa yapan bir vapur gibi, batması her an mukadder görünüyordu. Dillerde bin bir yabancı türkü, dudaklarda bin bir öldürücü şarap… Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (kanser) bertaraf edilebilsin. Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz… Sahnenin bu rengârenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin korkunç uyutuculuğu ve kostümün göz bağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu sezme, ümit dünyamızda yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak etmemizi temin etti. Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhus ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu” diye bitirecektir.

Fettulah “Türk’ün zaferler hanesinde en mualla yeri işgal edecektir” dediği kurum ya da zafer 12 Eylül faşist cuntasıdır. Hani bugünlerde güya ret ettikleri 12 Eylül faşist cuntası var ya işte o cuntadır. Hani bugünlerde çokça yargılıyoruz diye söz ettikleri Ergenekoncular var ya işte Fettulah yazısında bu Ergenekonlara selam çakıyor.

Hani Türkiye toplumunda meşhur bir atasözü vardır: katrandan şekerde yapsan cinsine çeker misali, Fettulah cemaat adına harekette etse özü 12 Eylül faşizmdir. 

HAYRİ ENGİN