22 Aralık 2011 Perşembe

Öcalan’ın Tutuklu Avukatından Mektup

Mehmet Bayraktar /Kocaeli 2 Nolu F Tipi Cezaevi
 


Son sözü direnenler söyler. Bundan hareketle kendi özgürlüğümüzün, mensubu bulunduğumuz Kürt halkının özgürlüğü ve demokratik statüsünden ayrı düşünülemeyeceği, bu anlamda her türlü devlet ‘terörünün’ asla bizi yıldıramayacağı gerçeği ile haksız, mesnetsiz, manipülasyon yüklü soruşturma ve dava karşısında tarihsel cevap olacağımızı belirtmek istiyorum.
 
İnsan Hakları, Hukuk ve Türkiye Gerçeği

Bir 10 Aralık İnsan Hakları Haftası vesilesi ile bir hukukçu, siyasetçi ve insan hakları savunucusu olarak Kocaeli 2 nolu F Tipi Cezaevi’nden yazıyorum.

22 Kasım 2011 günü George Orwell’in “Bin dokuz yüz seksen dört” romanındaki “Büyük birader” gibi zat-ı muhteremin özel talimatı ile benim ve eşimin de içinde bulunduğu avukatlara yönelik operasyon başlatılmıştır. Mart 2011 tarihinden sonra İmralı Adası’nda A. Öcalan ve diğer tutuklularla görüşme yapan avukatlar, şoförler, büro sekreteri ve bir gazeteci gözaltına alınmıştır.


İlk andan itibaren, skandallarla devam eden soruşturma kendi içinde insan hakları ihlalleri, onur kırıcı, işkence ve kötü muamele, her türlü hukuk dışı bir süreç yaşanmış ve halen bu süreç devam etmektedir.


Küresel sistemin “truva atı” Büyük biraderin başında olduğu, sorumsuz ve beceriksiz kişi ve kurumlar, kendi beceriksizliklerini, elleri altında en çok manipüle edecekleri avukatları çıkarmak hesabındaydılar. Polis, MİT, yargı ve medya ittifakı ile bir “korku imparatorluğu” yaratmak, küresel efendilerine daha fazla hizmet etmek için avukatlar en kolay avdı.


Karar verilmiş, talimatlar alınmış ve düğmeye basılmıştı. İzmir, İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Kocaeli, Denizli, Bursa, Batman, Urfa, Şirnak, Van, Muş, Iğdır, Mersin ve Hakkari’de avukat avına çıkılmıştır. Avlamak çok kolay olmuştu. Çünkü hepsi avukattı, günde onlarca davaya gidiyorlardı. Başka da gidecek yerleri yoktu. Nasıl olsa haksızlığa ve hukuksuzluğa muhalefet eden, yüzlerce siyasetçi, aydın, gazeteci ve insan hakları savunucusu “KCK”li diye tutuklanmışlardı. Terörle Mücadele Yasası ve özel yetkili mahkemeler aracılığıyla polis, MİT, yargı ve medya “terör”ü yaratarak “korku imparatorluğu” aracılığı ile toplum manipüle ediyordu.


Emir büyük yerdendi. Gözaltına alınan Abdullah Öcalan’ın avukatları olduğu için kimse ses çıkaramayacak ve herkes sinecekti. Çünkü yandaş medya saatler önce “flaş flaş”, “son dakika” olarak yüzlerce kişinin ölüm talimatını avukatların taşıdıklarını mahkemeden önce karar vermişlerdi.


İstanbul Valiliği’nin üst yazısı ile Türkiye’nin her tarafından “büyük biraderin” talimatını, İstanbul Özel yetkili savcılığının talimatı olarak yerine getiriliyordu. Hukuksuzluk adına her şey mubahtı.


Öncelikle biz avukatların evleri, arabaları, avukatlık büroları tüm hukuk ilkeleri çiğnenerek, bilgisayardaki müvekkillere ait dilekçelere, başka mahkeme dosyalarına el konuldu. İzmir Barosu’nun görevlendirdiği avukatlar, daha çok bu hukuksuzluğa alet olmamak için çekilmişlerdi. Ev, Araba, ve büro aramalarına katılan tüm müdafilerimiz, imzadan imtina etmek suretiyle, bu hukuksuzluğa daha çok alet olmayacaklarını beyan ediyorlardı.


Zavallı savcıların çok aceleleri vardı. Soruşturmayı bizzat savcı yapması gerekirken, hukukun bütün ilkeleri yadsınarak, biz avukatlara karşı yapılması gereken soruşturma usul ve yasaları çiğniyorlardı.


Dosyaya konulan gizlilik nedeniyle mağdur olan ve lehine bilgi ve belgeleri savcılığa vermesi gereken bizler izole edilmiş, dosya bizden gizlenmişti. Avukatlarımıza 24 saat görüşme kısıtlaması getirilerek projelerini daha rahat yerine getirmeye çalıştılar.

 

Son sözü direnenler söyler. Bundan hareketle kendi özgürlüğümüzün, mensubu bulunduğumuz Kürt halkının özgürlüğü ve demokratik statüsünden ayrı düşünülemeyeceği, bu anlamda her türlü devlet ‘terörünün’ asla bizi yıldıramayacağı gerçeği ile haksız, mesnetsiz, manipülasyon yüklü soruşturma ve dava karşısında tarihsel cevap olacağımızı belirtmek istiyorum
Bize gösterilmeyen ve dosyaya konulan gerçek dışı belgeler anti propaganda yapmaları için yandaş medyaya el altından servis edilmiştir.

Daha bir kaç yıl önce Silopi’de Kandil ve Mağmur’dan gelen gerillalarla devlet adına müzakere eden savcılar bugün için başka bir rol oynuyorlardı. O gün için benimde avukat olarak katıldığım sorguda usulden bir iki soru ile gerillalar hakkında serbest bırakmak sureti ile devlet ile PKK arasında rol oynayan yargı idi. Ne hazin ki; İmralı’da gerçekleşen müzakere sürecinin bir parçası yargı, MİT ve “Büyük birader” olmasına rağmen, bu yapılar ilkesiz ve kuralsız bir şekilde bunun bedelini avukatlara çıkarma kararında idiler. Asıl hedef Abdullah Öcalan olmasına rağmen, avukatlar üzerinde hukukun bütün ilke ve kurallarını çiğneyerek baskı, tehdit ve tecrit için bizleri kullanacaklardı. Polis, MİT, yargı ve medyanın çok acelesi vardı. Dört günlük gözaltı sürecinde emniyetteki cemaatin yetmeleri dikkatimizi çekiyordu. Cemaatin yetmeleri çok acemi olsa gerek. Mahkeme kararı olmadan gözaltında bulunan avukatların ve suçlama yönünden gerekli olmamasına rağmen, parmak izi, fotoğraf, el yazı örnekleri, tükürük örnekleri zorla alınıyor vermeyenleri tehdit ediyorlardı. Nihayet hukuka aykırı ve “onur kırıcı” insan haysiyetini inciten bu talepler onlara hatırlatıldığında el-acele Hakim Mehmet Çiftçi imzalı tükürük alımı ile ilgili bir mahkeme kararı getiriyorlardı. Daha sonra mahkeme sorgusunda görev alacak olan Hakim Mehmet Çiftçi imzalı kararda tüm avukatlar için “terör örgütü mensubu” şeklinde ibare kullanıyordu. Biz bu kararı saatler önce avukatlarımız vasıtası ile duymuştuk. “Büyük birader” saatler önce medyaya aynı demeci vermişti. Savcı ve yargıcın çok acelesi vardı. Gece yarısı adli tıp doktoruna gösterilmek sureti ile Beşiktaş Adliyesi’ne çıkarıldık. Getirildiğimiz otobüs adliye önüne sıkıştırılıp bol bol medyaya teşhir edilmemiz eksik kalmadı.


Adliyeye çıkarıldığımız nezarethane odası son derece kirli, havasız 25 m kare alana 36 kişi, 28 saat boyunca tutulduk. Sadece 8-10 oturağın olduğu kirli nezarethanede adil olmayan bir yargılama sürecini bekliyorduk. Çünkü soruşturmayı yapan savcı Adnan Çimen bizzat ifade alma yerine dosyalarımızı soruşturmadan bihaber olan 17 savcıya ifade alması için dosyaları vermişti. Bu savcılarda son derece ilgisiz ve usulden sorular soruyorlardı.


Yaklaşık 46 kişinin 100’ün üzerinde klasörlük evrakları soruşturma savcısı Adnan Çimen tarafından 5-6 saat içinde okunup ifade alınması ve değerlendirilmesi mümkün değildir. Savcının acelesi vardı. Alınan bir talimatın gereğini yerine getiriyordu. Savcılık kararını adliye memurları değil TEM polisleri bize aktarıyordu. İki şoför ile birlikte hakkında en çok  medyada manipülatif haberler çıkan ve sürekli ayrı tutulan Av. İrfan Dündar serbest bırakılmıştı.


Hukukun evrensel ilkeleri, adil yargılama ve insan hakları gereği, müdafilerimiz(avukatlarımız) bu yargılamaya daha fazla alet olamamak için sorgudan çekilmeyi tartışıyorlardı. Hakim Mehmet Çiftçi müdafi talep hakkımız konusunda, savcılıkta özel müdafilerimiz olmasına rağmen, istemimizi dikkate almadan hepimiz için İstanbul Barosu’ndan müdafi talep etmiştir. Verilen kararın gereğini yerine getiriyordu, acelesi vardı. Aksi taktirde zor kullandıracağını bize bildiriyordu.


Tüm arkadaşlar İstanbul Barosu’nun tayin ettiği müdafii reddederek, mahkemeyi  protesto etmişlerdir. Üç temel hususu sorguda belirttikten sonra sorguda ifade vermeyeceğini beyan ediyorlardı. Bu hususlar şöyle idi.


a-)
Bu soruşturma ve akabinde gerçekleşecek tutuklama kararı siyasidir. Başbakan bu konuda talimat vermiş ve bizleri hedef göstermiştir.

b-)
Ergenekon yapılandırılması ile ilgilendirilen avukat arkadaşlar “binlerce insanın katledilmesinden sorumlu olan Ergenekon yapılanması ile ilgili bizleri ilişkilendirmek ahlaksızlıktır” diyordu.

c-)
“Bu siyasi kararın hedefi müvekkilimiz  Abdullah Öcalan’dır. Savunmasız bırakılarak tecrit ve izolasyona tabi tutulmak istenmektedir” diyorlardı. İfade vermeyi red ediyorlardı.

Benimde içinde bulunduğum bir kısım arkadaş tüm arkadaşlarımızın beyanlarına katılmakla birlikte iki temel hususta red-i hakim talebinde bulunduk. Red-i hakim sebebi söyle idi. Sorguyu yapan Hakim Mehmet Çiftçi, emniyet aşamasında “tükürük alımı” ile ilgili mahkeme kararın da “terör örgütü mensubu” diyerek başta şüpheli sıfatımızı elimizden alıp bizi mahkum etmişti. Savcılık sorgusunda müdafilerimiz olmasına rağmen, aceleci olmasından kaynaklı bizim beyanımızı almadan İstanbul Barosu’ndan müdafi talep etmişti. Hakim bu şekilde tarafsız değildir.


Bu iki gerekçemizi sunduktan sonra sorguyu yapan hakim Mehmet Çiftçi ifademizi almaksızın sorgu yapmadan benim de içinde olduğum 33 avukat ve bir gazetecinin tutuklanmasına karar vererek dosyayı red-i hakim yönünde karar vermek için İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne göndermiştir. Benimle birlikte red-i hakim talebinde bulunan arkadaşlarımız tutuklanmamız üzerinden 15 gün geçmesine rağmen hala tutuklamaya itiraz ve sorgu için herhangi bir karar tebliğ edilmiş değildir.


Sorguda serbest bırakılan 9 arkadaşımız için biri hariç savcı “itiraz hakkımı denemek istiyorum” dediğini konulduğumuz F tipi çukurundan duyuyorduk. Savcının serbest bırakılma işlemine karşı itirazı ve “büyük biraderin” talimatına mahkeme dört kişi hakkında daha tutuklama kararı vererek talimata cevap oluyordu.


Polis, yargı, medya ittifakı ile stratejileri ne olursa olsun, zihniyetlerinin hala değişmediğini gösteriyordu. “Büyük biraderin” Dersim özrünün tarihsel suçluluğunun gölgesinde dahi ne kadar kibirli oldukları seziliyordu.


Hep olduğu gibi hukukun siyasallaştığı, yargının araçsallaştığı, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün fiili müdahalelerle, yandaş basının manipülasyonu çağ dışı zihniyetlerine meşruluk kazandırmak istiyorlardı. Bizden önce “KCK” adına tutuklananlarla birlikte asıl hedef Abdullah Öcalan’dı.


Öcalan’a, “Biz seninle rolünü ve konumunu bilerek ve kabul ederek görüştük; çatışmazlığı sağlayasın, asgari bir çözümle PKK’yı dağdan indiresin diye önünü kısmen açtık, mektuplarını kendi elimizle ulaştırdık, açıklamalarını yapmana izin verdik, yasal ve meşru olan kimi projelerine göz yumduk. Madem istediğimiz anlaşmayı yapmıyorsun, o halde görüşmelere de gerek yok. Avukatlarına da ihtiyaç yok. Bir geçiş alanı, demokratik siyasetin kurumlaşması için tasarladığın yasal meşru projeleri de berhava edeceğiz. Bu sürecin sonucuna en başta sen katlanırsın. En çok cezayı da sen çekeceksin!...” diyordu. Aysel Tuğluk 11 Aralık 2011 günü Özgür Gündem Gazetesi’nde teşhir ediyordu.


Bir avukat ve siyasetçi olarak, yirmi yıla yakın süredir mensubu olduğum Kürt halkının tarihsel demokratik statüsünün sağlanması için mücadele ediyordum. Bu süre zarfında aldığım tehditlerin yanı sıra, çok kez tutuklama, ağır elektrik işkencesi ve fiziksel şiddet olmak üzere tarafıma uygulanan işkence ve kötü muamele ile birlikte yirmi yıldır pek fazla bir şey değişmedi.


Seçim çalışmaları esnasındaki görüntüler, dava dosyalarına ait bilgi ve belgeler manipüle edilerek el altından yandaş medyaya servis edildi. Polis, MİT, yargı ve medya ittifakı ile direnen her Kürt bireyi ve dostlarını itibarsızlaştırmak, acı çektirmek ve nihayetinde cezalandırmak gerekiyordu. Yapılan buydu. Yapıldı.


Son sözü direnenler söyler. Bundan hareketle kendi özgürlüğümüzün, mensubu bulunduğumuz Kürt halkının özgürlüğü ve demokratik statüsünden ayrı düşünülemeyeceği, bu anlamda her türlü devlet “terörünün” asla bizi yıldıramayacağı gerçeği ile haksız, mesnetsiz, manipülasyon yüklü soruşturma ve dava karşısında tarihsel cevap olacağımızı belirtmek istiyorum.

Hiç yorum yok: