2 Mart 2010 Salı

İsmet Paşa’nın ‘Kürt Raporu’nda Dersim (1935)

İdari ve demografik açıdan Dersim’in Tunceli’ye dönüştürülmesi süreci İsmet Paşa’nın Dersim eksenli Kürt Raporu ile başlıyor. Açık biçimde “Dersim Vilayeti’nin yeniden teşkili ile askeri bir idare kurulması ve Dersim ıslahının bir programa bağlanması lazımdır“ diyen İsmet Paşa; tümü birkaç yıl içinde gerçekleştirilecek bir tasfiye planının temelini atıyor. Aynı yıl içinde Tunceli Kanunu çıkarılarak, bu raporda önerilenlerin tümü yasalarla hayata geçirilmektedir. Lozan görüşmeleri sırasında İsmet Paşa, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türkler’in olduğu kadar Kürtler’in de hükümetidir. Çünkü Kürtler’in gerçek meşru temsilcileri milletvekilleri Millet Meclisi’ne girmiştir ve Türkler’in temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadır“ der. Aynı görüşmelerde, Kürddağı Kürtleri’nin 1922’de Ankara’daki Meclis’e verdikleri Mutalebat’ı kastederek, “Güneydeki Kürt halkı pek az bir süre önce Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne başvurarak 1918 Mütarekesi’nden sonra işgal edilen ülkelerin Türkiye’ye geri verilmesini sağlamak bakımından sarsılmaz kararlarını bildirmişlerdir“ diyen İsmet Paşa; “Kürtler, Milli Mücadele’nin devamınca canla-başla beraberlik gösterdiler; Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Hatta biz Lozan’daki konuşmalarımızda milli davalarımızı ‘biz Türkler ve Kürtler’ diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik“ demiştir.

‘Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız’
İsmet Paşa; 1925 Kürt İsyanı’nın bastırılmasından sonra Başvekil sıfatıyla şu ırkçı söylemle ortaya çıkacaktır: “... Milliyet yegane vasıta-i iltisakımızdır (milliyetçilik tek birleştiricimizdir M.B). Diğer anasır (unsurlar) Türk ekseriyeti (çoğunluğu) karşısında haiz-i tesir (etkileme gücüne sahip) değildir. Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf (nitelikler) herşeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.“ (Vakit gaz. 27 Nisan 1925. İsmet Paşa’nın bu tür ırkçı söylemleri ve uygulamaları konusunda bkz. Dr. Naci Kutlay: İsmet Paşa’da Dönemsel Irkçı Anlayışlar, Özgür Politika, 9-12 Kasım 2003).

Aynı İsmet Paşa, 1926’da Başbakanken, sürgündeki Kürt aydınlarının bugüne de ışık tutacak çok önemli bir muhtıra-mektubuna muhatap olmuştu. Kürt aydınları, Lozan görüşmelerinde Kürtler’e dönük birçok vaadlerde bulunan, Lozan Antlaşması’nı imzalayan, 1925 Isyanı üzerine Başbakanlığa getirilen Kürt kökenli İsmet Paşa’yı, yürütmenin başı olarak muhatap almışlardı.

Kürt aydınları, bu son derece önemli deklerasyonun sonunda şöyle diyorlardı: “Eğer genç Türkiye Cumhuriyeti ve muhterem yöneticileri, Türk ve Kürtler’in birarada yaşamasını gerçekten istiyor ve Kürtlüğün kuvvet ve kudretinden yararlanmayı ve Kürtlükten çok Türklüğün varlığını sağlamlaştırmak ve en azından Kürt milletini kazanmayı hedefliyorsa, tek çözüm yolu ve ilaç 20. yüzyıl uygarlığının ulus ve özgürlük prensiplerine saygı ve uyma ile Kürtler’in yaşam hakkını kabullenmek ve bu suretle Avrupalılar’a, dost ve düşmana karşı olgunluğunu ve siyasi yeterliliğini göstermektir... Aksi takdirde, mevcut politikanın ve durumun devam ettirilmesinde ısrar edilirse, Kürdistan veya Şarki Anadolu kıtası büyük bir kin ve kırgınlık yuvasına dönecektir.” (M.Bayrak: Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri, Özge yay. Ank .1993, s. 498).

İnönü’nün gezisi ve Kürt Raporu
1925’te zamansız patlak veren Kürt isyanını bastıran İsmet Paşa yürütmeli Kemalist yönetim, zafer sarhoşluğuyla “Kürt kimliğini zor yöntemleriyle yokederek çözme” esasına dayanan Şark Islahat Planı’nı 1925 Eylülünde yürürlüğe koyar. Kürt aydınlarının, 1926 Mayısı’nda Ankara’ya ulaşan deklerasyonu görmezlikten gelinir. Ancak aynı yıl Ağrı İsyanı’nın başlaması ve 1927’de Kürt Özgürlük Örgütü’nün (Hoybun) kurulması; Ankara Hükümeti’ni 1928’de bir af çıkarmaya zorlar. Ancak bu, gerçek bir af olmaktan çok, savaş taktiği olarak çıkarılmış bir aftır. Nitekim bu isyanın da ateş ve kanla bastırılmasından sonra, Cumhuriyet’in 10. yılı dolayısıyla çıkarılan Genel Af’tan Kürtler yararlandırılmaz.

Öte yandan, 1925’ten bu yana Başbakanlığı elinde tutan İsmet Paşa, Şark Islahat Planı’nın 10 yıllık sonuçlarını incelemek amacıyla 1935 yılında Doğu, Güneydoğu ve Karadeniz bölgelerini kapsayan bir gezi yapar ve gezinin sonunda 21 Ağustos 1935 tarihli “Kürt Raporu“nu hazırlar. Sözkonusu gezinin ana nedenlerinden biri de, “son çıban“ olarak görülen Dersim sorununun çözümüdür. Gezinin tanıklarından olup Dersim üstüne iki ayrı kitap yazan Naşit (Hakkı) Uluğ, İsmet Paşa’nın gezisine ve “Şark Seyahati Raporu“ olarak adlandırdığı Kürt Raporu’na ilişkin olarak şunları söylüyor: “İnönü, üç yıl önce (1935), bir Doğu seyahati yapmıştı. Doğu illerimizde büyük imar ve temdin (uygarlaştırma M.B.) hareketinin hızlanıp programlaşmasına esas olan bu kutlu gezide, büyük devlet adamı Dersim muhitini de gördü. (...) Türk inkılabının tarihe intikal edecek büyük vesikalarından bir belli başlısı mahiyetinde olan İnönü’nün (Şark Seyahati Raporu) Dersim’in de temdin ve imarı esaslarını tesbit eden bir eserdir. İnönü, Doğu’dan dönünce, bu memleketşümul (tüm ülkeyi kapsayan) kararlarını tatbik için liyakatinden emin olduğu vatan çocuklarına vazifeler verdi: Kazım Orbay ve Abdullah Alpdoğan, Dersim’i baştan başa dolaşmak ve verilen direktiflere göre Dersim’in medeniyete açılması için lazım gelen tekliflerle Başbakanın önüne gelmek vazifesini aldılar. İki Komutan Doğu’ya gittiler, Birinci Genel Müfettişle görüştüler, Dersim’i gezdiler, halkı dinlediler, araziyi, kasabaları, köyleri, yolları yeni baştan etüd ettiler; dönüp geldiler ve Inönü’ye mütalealarını (görüş ve düşüncelerini) arzettiler.

Bunun üzerine verilen karar hulasaten şu oldu: Dersim’de bir vilayet kurulacaktır, Vali aynı zamanda bu Vilayetin Komutanı olacaktır. Dersim ve muhiti (çevresi) bir Genel Müfettişliğe bağlanacak ve bu Vali ve Komutan aynı zamanda Genel Müfettiş olacaktır. Dersim imar ve temdin edilecektir. (...)

Hükümetin teklif ettiği bu esaslar, Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilerek Tunceli Kanunları derhal tetbik mevkiine (uygulamaya) kondu. Dördüncü Genel Müfettişlik ve Tunceli Vali ve Komutanlığı vazifesi Korgeneral Abdullah Alpdoğan’a verildi (1936).” (Naşit Uluğ: Tunceli Medeniyete Açılıyor, Cumhuriyet Matb. Ist.1939, s. 151-152).

‘Sadece Türk milleti etnik haklar talep edebilir’
Halk arasında “Dersim kasabı“ olarak adlandırılan General Alpdoğan’ın uygulamaları şimdiye kadar birçok anı kitabında yerini almış bulunuyor. İsmet Paşa’nın 1935 yılında Başbakan sıfatıyla Kürdistan’a yaptığı inceleme gezisini değerlendirmek amacıyla, o tarihlerde yurtdışında bulunan Elektrik Mühendisi Muşlu Hilmi Yıldırım, “Kürdistan’da Yirminci Asırda Türklerin Medeniyeti/ Gaziya Welati Kurdan“ başlığıyla bir cevabi broşür yayımlar.

Adı geçen Kürt aydını, “Türkiye Başvekili İsmet Paşa Hazretlerinin Kürdistan’a Seyahati“ başlıklı giriş bölümünde şöyle diyor: “14.6.1935 tarihinde Kürdistan’ın hukuku için Türkiye Başvekili İsmet Paşa hazretlerine yazdığım mektup üzerine Başvekil Kürdistan vilayetlerini ziyaret etmek için seyahate çıkmış ve Kürdistan ahalisinin gözünü boyamak için bazı siyasi nasihatlarda bulunuyormuş...“ Kuşkusuz İsmet Paşa’nın Kürdistan gezisi, salt Hilmi Yıldırım’ın bir mektubuna indirgenemez. Tersine, bu gezinin genelde Kürt sorunu, özelde Dersim sorununun çözümü(!) için gerçekleştirildiği ortadadır.

Hilmi Yıldırım, basım yeri ve tarihi bilinmeyen, ancak İsmet Paşa’nın gezisinden hemen sonra yayımlandığı anlaşılan Broşüründe; 26.10.1935 tarihinde gönderdiği mektubun da 30.11.1935 tarihli Köroğlu gazetesinde tekzip edildiğini söylüyor ki, bu da Broşürün yayın tarihi konusunda yaklaşık bir fikir verebiliyor.

Kendisini “Kürdistan fedaisi“ olarak tanıtan Elektrik Mühendisi Muşlu Hilmi Yıldırım, kuşuksuz cevabi-broşürünü İsmet Paşa’nın gezisi ve basına yansıyan kimi sözlerine dayandırmaktadır, ancak onun hazırladığı Kürt Raporu’ndan habersizdir. “Kürt siyasetinin temellerini atan kişi„ olarak sunulan İsmet Paşa’nın sözkonusu Kürt Raporu, ilk kez gazeteci Saygı Öztürk tarafından özetlenerek ve ara başlıklarla beslenerek 7-10 Eylül 1992 tarihleri arasında Hürriyet gazetesinde yayımlandı. Sözkonusu Kürt Raporu, Kürt sorununun çözümünde şiddet yönteminde ısrarın yanısıra, Dersim katliamının da adeta habercisi ve başlatıcısı olur…

Kendisi de Bitlisli Kürümoğlu ailesinden Kürt kökenli olan Dönemin Başbakanı İsmet Paşa, Türk ırkçılığının şahlandırıldığı 1930 yılında, Sivas demiryolunun açılışında diğer Bakanlarıyla ağızbirliği etmişçesine şunları söylüyordu: “Sadece Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırkî birtakım haklar isteyebilir. Başka hiç bir kişinin buna hakkı yoktur…“ (Milliyet gaz. 31.8.1930)

Erzincan’ın Kürt merkezi olmasıyla Kürdistan’ın meydana gelmesi...
İsmet İnönü’nün İktisat Vekili Celal Bayar da, bundan bir yıl sonra yani 1936 yılında bölgeyi gezerek bir Şark Raporu hazırlıyordu. Dersim katliamı döneminde, İsmet İnönü’nün yerine Başbakanlığa getirilen Celal Bayar, bu raporunda; Kürt sorununun salt askeri yöntemlerle çözümlenemeyeceğine, ekonomik ve toplumsal önlemler de alınması gerektiğine işaret ediyordu: “Doğu illerinde hakimiyet ve idare bakımından göze çarpan bariz bir hakikat vardır. Şeyh Said ve Ağrı isyanlarından sonra Türklük ve Kürtlük ihtirası karşılıklı şahlanmıştır. İsyan edenleri tenkil etmek (cezalandırmak MB) için şiddetin manası anlaşılır ve yerindedir. İsyandan sonra, fark gözetmeksizin idare etmek de, bundan ayrı mutedil (soğukkanlı MB) bir sistemdir.“ (Bkz. M. Bayrak: Kürdoloji Belgeleri-II, 2004,s.415)

Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanlığı döneminde 2. Adam konumundaki İsmet Paşa, üstte de vurgulandığı gibi, Kürt aydınlarının 1926’da kendisine verdikleri son derece önemli Talepler Muhtırası’ na rağmen, Kürt sorununun şiddet yoluyla çözümünde ısrarcıdır ve 1937/38 Dersim katliamıyla sonuçlanan bu tutumu, 1935 tarihli Kürt Raporu’na açık biçimde yansımaktadır. İsmet Paşa, raporunda, Dersim bölgesindeki Erzincan’a önemli bir işlev yükleyerek, buranın bir “Türklük” üssü olarak konumlandırılmasını önermektedir. 1925’teki Şark Islahat Planı’nın bir gereği olarak, Ermeniler’den boşaltılan bu topraklara yerleştirilen Balkanlı ve Kafkaslı göçmenlerin buralardan ayrılmalarına hayıflanan İsmet Paşa, şöyle demektedir: “Dersim Kürtleri’ne karşı vaktiyle set olan Türk köyleri dağılıp zayıflayarak ve Ermeniler kamilen kalkarak Dersimliler’in istilasına karşı meydan tamamen boş kalmıştır. Erzincan’ın yanındaki boş köyler, Dersim’in semiz ve mütehakkim (bakımlı ve zorba MB) halkı ile süratle dolmaktadır. Erzincan beyleri, arazilerini işletmek için Dersimliler’i maraba adı altında kullanmaktadırlar. Bu, beylerin, bir nevi Dersimliler’in himayesine sığınmasıdır. Bu köyler ve marabalar,Dersim çapulcu kollarının içeri yayılması için menzil ve yatak rolü yapmaktadırlar. Az zamanda Erzincan’ın Kürt merkezi olmasıyla asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden ciddi olarak kaygılanmak yerindedir.”

Bilindiği gibi; Şark Islahat Planı, Ermeniler’den boşalan arazilerin Kürtler’e verilmemesini, yerleşmiş olanların çıkarılmasını ve buralara dışardan getirilecek göçmen Türkler’in yerleştirilmesiyle bir “Türklük Barajı“ kurulmasını öngörüyordu. Ancak, buralara yerleştirilen Balkanlı ya da Kafkasyalı göçmenlerin bir bölümünün, doğa ve toplum şartlarına uyum gösteremeyerek buralardan ayrılıp Batı Anadolu’ya yerleşmeleri, besbelli ki İsmet Paşa’yı son derece rahatsız etmektedir. Oysa İnönü, “Aslında Erzincan, bir Türk mamuresi olmak için bütün şartlara maliktir“ diyor ve bu yörenin bir an önce öngörülen şekilde donatılmasını istiyor.

Dersim’den Tunceli’ne geçiş…
İdari ve demografik açıdan Dersim’in Tunceli’ye dönüştürülmesi süreci de İsmet Paşa’nın Dersim eksenli Kürt Raporu ile başlıyor. Açık biçimde “Dersim Vilayeti’nin yeniden teşkili ile askeri bir idare kurulması ve Dersim ıslahının bir programa bağlanması lazımdır“ diyen İsmet Paşa; tümü birkaç yıl içinde gerçekleştirilecek bir tasfiye planının temelini atıyor. Aynı yıl içinde Tunceli Kanunu çıkarılarak, bu Raporda önerilenlerin tümü yasalarla hayata geçirilmektedir. İnönü’nün önerilerini izlemeye devam edelim: ”Kazalarda bazı değişiklikler ve yeni kazalar yapılması zaruridir. Bunlar, Genel Müfettişle birlikte yapılmalıdır. Genel Müfettişlerin asayiş, iskan ve proğram hususlarında Vekaletlerin (Bakanlıkların MB) yegane muhatabı olması başlıca meseledir. Bununla beraber Genel İnspektörler’in müdahale edemeyecekleri iş olmayacaktır. Genel Müfettişler, lüzumlu ve acil gördükleri anda, mıntıkaları dahilindeki herhangi bir emri veya tedbiri durdurmaya, tadil etmeye selahiyetli olacaklardır.“

Burada İnönü, Genel Müfettişlerin Bakanlardan da daha yetkili olduklarına vurgu yaparken; „Genel Müfettişlerin müracaatı, Devlet kuvvetleri üzerinde de aynı hükmü haiz olacaktır“ diyerek, Genel Müfettişler’in askerlere de emir verebileceğine işaret etmektedir.

İnönü’nün Kürt Raporu ile başta Dersim olmak üzere, Kürt coğrafyasında yeni bir Adalet uygulaması da getiriliyor: “Doğu illerinde tatbik edilmek üzer, özel bir Adli rejimi kanun ile tayin olunacaktır. Böyle bir proje bilhassa Birinci Genel Müfettişle birlikte hazırlanacaktır.“

İnönü’nün öngördüğü “Dersim’i Islah Programı”
İnönü, o dönem Dersim’de Birinci Umumi Müfettiş olarak görev yapan Abidin Özmen’e geniş yetkiler verirken; özellikle İlbay yani Vali olarak buraya atanması öngörülen Vali-Paşa Abdullah Alpdoğan’ı da sınırsız yetkilerle donatmaktadır. İnönü’nün planladığı Dersim’i Islah Proğramı; 1-Hazırlık, 2- Silahtan Tecrit, 3- Yeniden İskan safhalarından oluşmaktadır. Birlikte izliyoruz: “Hazırlık ve silahsızlanma üç senede olacaktır.” (Gerçekten de üç yıl içinde hazırlık yapılmış, insanlar silahtan arındırılmış ve katliama geçilmiştir. MB)

“Dersim Vilayeti’ni yeni usulde teşkil edeceğiz. Muvazzaf bir Kolordu Komutanı, vali ve üniformalı muvazzaf zabitler kaza kaymakamları olacaktır. Keza memurlardan hiç biri yerli olmayacaktır. Bulundukça mütekait zabitler (emekli subaylar MB) tali (ikinci derece MB) memuriyetlere tayin olunacaktır.”

İnönü’nün belirlediği Vali- Paşa, Koçgiri katliamcısı Sakallı Nureddin Paşa’nın damadı Korgeneral Abdullah Alpdoğan’dır, kaymakamlar ise subaydır. İnönü, İlbaylık olarak adlandırdığı Valiliğin de yeniden donatılmasını önermektedir: “İlbaylık Dairesi, bir Kolordu karargahı gibi fakat maksada elverişli olarak teşkil olunacaktır. Asayiş, yol, maliye, ekonomi, adliye, kültür ve sağlık şubeleri olacaktır. İdama kadar infaz İlbaylık da bitecektir. Adliye usulü basit, hususi ve kesin olacaktır.”

Görüldüğü gibi; Genel Müfettişliklerde olduğu gibi, idam kararlarını infaz etme yetkisi de doğrudan Vali’ye verilmektedir. Bu, bir bakıma “önce idam et, sonra usulen yargıla“ yöntemidir. İnönü’nün askeri donanım konusunda da önerileri var: “İlbaylığın emrinde asgari 7 seyyar jandarma taburu bulunacaktır. Sabit jandarma ayrıdır. İlbaylığa yardım etmek Genel Müfettişlerin vazifesidir. İlbaylık bu teşkilatı ile idareye alacaktır. 1935 ve 36’da yolları, karakolları yaptıracaktır. 1937 İlkbaharı’na kadar hazır olursa mürettep (düzenlenmiş MB) ve seferber iki fırka kuvvet İlbaylığın emrine 1937 ilkbaharında verilecektir. Süratle bütün Dersim silahtan tesrit olunacak, İlbaylığın o zamana kadar tetkiki neticesinde kuvvetle yapılmasını tasavvur ettiği, hükümete bildirdiği icraat da yapılacaktır. Bundan sonra Dersim’e verilecek şeklin safhası başlayacaktır. Bütün bu tasavvurlar gizlidir.”

Görüldüğü gibi, İnönü’nün Raporu, esasında bir Dersim’i vurma ve tasfiye proğramıdır. Gerçekten de, derhal ulaşım yolları yapılmaya girişilmiş ve doğrudan Vali’nin emriyle infazlar yapılmıştır. Toplu bir operasyona başlanması ise, gerekli hazırlıkların tamamlanmasına endekslenmiştir. Dahası İnönü; “Dersimliler, bizim düşündüğümüz zamandan evvel harekete kalkarsa, programı acilen tatbik etmek zaruridir” diyerek, bu kararın son derece gizli tutulmasını istemektedir: “Bu tasavvurları (planlamaları MB) İcra Vekilleri (Bakanlar MB) ve Genelkurmay Başkanı ile Kamutay (Meclis MB) Başkanı’ndan başka yalnız İlbay (Vali MB), iki Genel Müfettiş ve 3 Ordu Müfettişi şahsen bilecektir. Maiyet memurları bilmeyeceklerdir.”

‘Van, Erzincan, Muş ve Elazığ’da Türk kitleleri vücuda getirmek’
Görüldüğü gibi, son derece gizli tutulan bir katliam hazırlığı sözkonusudur. İnönü, bu katliam ve tasfiye hareketi gerçekleştirildikten sonra, bölgenin yeniden iskanı konusunda da önerilerde bulunmaktadır: “Van, Muş ve Erzincan ovaları Kürt yayılmasına açıktır. Van ve Erzincan’da acele olarak, Muş Ovası’nda tedricen, bir de Elazığ Ovası’nda Kuvvetli Türk kitleleri vücuda getirmek zorundayız. Yalnız Erzincan Ovası için, Dersim ıslahından sonra karar vereceğiz.“

Dikkat edilirse, burada planlanan hususların önemli bir bölümü, 1925’te gizlice hazırlanıp yürürlüğe konan Şark Islahat Planı’nın da öngörüleri arasındadır. Askeri yöntemlerle Kürt kimliği yokedilerek Kürt sorununun çözülmesi ve “Türkleştirme” hedefi burada da açıkça vurgulanmaktadır. Zaten iki yıl sonra katliam başlamış ve iki yıl içinde tamamlanmıştır.

‘Canlı hiç bir şey bırakmayın’
Dersim katliamı sırasında Albay olarak görev yapan Hulusi Yahyagil’in şu itirafları zaten herşeyi açıkça ortaya koymuyor mu: “1938’de bizi Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köyleri o yıl vergi vermemişti. Bize verilen emir ise tek kelime idi: İmha. Vergi vermedikleri için yok etmek… Bu düşünceyi, bu uygulamayı kim yapabilir? Zorbalar, insanlık suçunu işleyenler. Elbette vergi işin bir yönü; gerçek neden Dersim’i Türkleştirmekti. Ben kıta komutanıydım, bize verilen emir (Canlı hiç bir şey bırakmayın) şeklindeydi…” (Bkz. N. Şahiner: Son Şahitler).

Atatürk’ün savaş pilotu Sabiha Gökçen’in, “Bombalama sırasında benim için insan önemli değildi, hareket halindeki her şey benim için hedefti” yolundaki sözleri de, bu anlatımları doğrulamıyor mu?.. Subay olarak iki ay süreyle Dersim katliamında bulunan Muhsin Batur gibi canlı tanıklar, “Okuyucularımdan özür diliyorum ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum“ diyerek, gördüklerini ve yaşadıklarını anlatmaktan kaçınmasalardı, kimbilir insanlık adına ne tür trajik ve ayıplı manzaraya tanıklık edecektik…

MEHMET BAYRAK

Kürt Kızılbaş edebiyatının yasaklı tarihi


Bilinen en eski Türkçe yazı ürünleri Milattan 800 yıl sonraya , 8. yüzyıla dayanıyor. Oysa, bilinen en eski Kürt şairi Milattan 400 yıl önceye kadar uzanıyor. En eski Kürt şairi Borazboz’dur. Sadece 8. yüzyılla 12. yüzyıl arasında bugün elimizde 40 civarında Yaresan Kürt şairinin eseri var. Yine onbeş civarında o dönemde yaşamış, ürün vermiş Yaresan Kürt kadın şairi var. Ve bunların yarısı eserlerini bir tambur eşliğinde terennüm icra ediyor.



Sözlerime, 2009 yılında TBMM Onur Ödülü verilen ve uzun yıllar Amerika’da bilim adamı olarak çalışan Prof. Dr.Kemal Karpat’ın trajikomik sayılabilecek bir belirlemesiyle başlamak istiyorum. Profesör Karpat ki, Türkiye’de saygın kişiliklerden bir tanesidir ve bu yıl da TBMM Onur Ödülü kendisine verilmiştir. Bu kişi, 1960’lı yıllarda yayımlanan Türk Edebiyatında Sosyal Konular konulu bir kitabında şöyle ilginç bir belirlemede bulunuyor. Bu, aslında bize göre trajikomik bir belirleme. Diyor ki Karpat: “Doğu Anadolu’da bir öğretmenin anlattığı şu durum karşısında şairler çekimser kalamaz elbette. Bingöl’de neşe diye bir şey yok. Hiç şarkı duymadım. Arkadaşım öğretmen Hanefi Bey 3 yıldır buradaymış, o da şarkı diye bir şey duymamış”.

Şimdi Prof. Karpat’ın, dönemin Elazığ Halkevi yayın organı Altan Dergisi’nin 38’inci sayısından yaptığı bu alıntı birçok açıdan ilginç nitelikler taşıyor. Bir defa bu belirlemeyle yöre halkının yani Dersim eyaleti içinde yer alan Bingöl ilinde ve çevresinde insanların hiç şarkı söylemedikleri, dolayısıyla oraya giden öğretmenlerin de hiç şarkı duymadıkları söyleniyor, iddia ediliyor. Bununla, bir bakıma Kürtler’de şarkı geleneğinin, kültürünün olmadığına bir karine oluşturulmak isteniyor. Çünkü metnin bütünlüğü içerisinde bunu görüyoruz, anlıyoruz. Bunu söyleyen, bu belirlemeyi yapan Altan dergisinin, Elazığ Halkevi’nin yayın organı olarak devlete yakın bir kurum olduğu; bu kurumların temel amacınınsa, bir yandan Türk kültürü adına halk kültürlerini derleyip onlara ipotek koyma yoluyla, Türk kültürünü zenginleştirme gibi bir amacı olduğu gibi; kitleleri Kemalistleştirme, Kemalist ideoloji doğrultusunda yönlendirme amaçlı bir kurum olduğu biliniyor zaten. Bu alıntıyı yaparken şu hususa dikkat edilmiyor... 1937-38, Dersim’de 10 binlerce kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan büyük bir katliamın gerçekleştiği bir tarih. Oradaki insanların dili ne? Ya Kurmancî’dir ya da Dimilkî, yani Kürt dilinin Kurmancî ya da Dimilkî/Zazakî lehçeleridir. Durum böyle olunca o insanlar şarkı söyleyecek olsalar, bunu mutlaka kendi dillerinde söyleyecekler, kendi dillerinde şarkı söylemek bile yasak o tarihte. İkincisi o insanlar öylesine şartlarda olsa olsa ağıtlar yakarlar. Bu ağıtları yaksalar yine kendi dillerinde yakacaklar. Bunun da bir suç teşkil edeceği bilindiği için devletin bir temsilcisi gibi görülen bir öğretmeninin yanında kendi ana dillerinde şarkı ya da ağıt yakmayacaklarına göre, o insanların bu konuda sessiz kalmaları son derece doğal. Gel gör ki, bu olguyu anlamayan, bunu hissetmeyen oradaki bir öğretmen ya da ondan alıntı yapan bir bilim adamı, orada insanların şarkı söyleyemediğini, şarkı unsurunun yer almadığını, adeta bir Kürtçe edebiyatın olmadığını, şiirin olmadığını söylemeye getiriyor lafı... O nedenle diyorum, trajikomik bir olay diye... Bu sebeple, ben bu alıntıyı daha önce Kürt Müziği Dansları ve fiarkıları adlı üç ciltlik eserimin ikinci cildininin önsözünde yer vermiştim. Bu çarpıcı iddiaya cevap olmak üzere, sadece bu kitapta bile Bingöl ve çevresi başta olmak üzere sözü edilen bölgeden 300 ‘den fazla Dimilkî, yani Zazakî yani Kırmançki ağıt ve şarkıya yer verdim. O bölgede, bilindiği gibi daha çok kılam ve stran ya da kİlamê şîn olarak nitelendirilen edebiyat türlerine yer verdim. Tamamı notalı. fiimdi, o tarihlerde insanların bilinci daha yeniyken; sözlü edebiyat çok daha gelişkinken, bunların tabii ki tespit edilmemiş olması, bunların o zaman derlenmemiş olması büyük bir kayıp. Aradan nice zaman geçtikten sonra ki, bugün 2009 ‘da olduğumuza göre 70 yıl gibi bir zaman geçiyor; 70 yıl sonra bunları biz derliyoruz, topluyoruz. Kaldı ki, benim bu derlemem bile sadece kimi ülkeye gidemeyen yasaklı birkaç Kürt aydının bölgede yaptığı ve büyük bir bölümü de yasaklı olan, ülkeye bile giremeyen insanların dışarıdaki Dersimliler’den ya da Bingöllüler’den yaptığı derlemelerden oluşuyor. Açık ki, o bölgenin hâlâ sözlü gelenekte yaşayan kültür ürünleri karşısında devede kulak bile değil derleyip yayımladığımız bu ürünler.

Müzik cephesinden bir başka sığ değerlendirme
Şimdi bu belirlemeyi yaptıktan sonra , buradan başka bir hususa geçeyim. Bir vesileyle, halihazırda Alevi müziği konusunda yer yer derlemeler ve çalışmalar da yapan Arif Sağ adlı arkadaşımızın, Dersim’de adeta Alevi Edebiyatı bulunmadığına ilişkin bir iddiasına da kısaca değineyim. Şimdi, olguları toplumsal gerçeklik, diyalektik birlik, sonra toplumsal ortamla toplum ilişkisi ya da toplumsal ortamla birey arasındaki ilişkiyi kuramadan değerlendiren insanlar için bir yanılgı adeta kaçınılmaz olur.

Şunu bilmesi lâzım bir kişinin: Alevi Edebiyatı denen olgu sadece Kürt veya Türk dilinden oluşanlardan ibaret değildir. Açıktır ki, her toplumda yani Türkler’in yanısıra Kürtler’de Araplar’da ya da Balkan unsurlarında da birçok Alevi var. Kürtler, dünden bugüne bu Alevi Edebiyatını hangi dilden işleyip icra ediyorlardı? Kendi dilleriyle... Neydi bu? Sözgelimi İran’daki Goran bölgesinde daha çok Goranice olarak bunu uyguluyorlardı. Kaldı ki, Goraniler’in kutsal kitaplarında da çok yoğunlukla manzum parçalar vardır. Aynen Zerdüştilerin Zendavesta’sındaki Gatalar yani “manzum lirik parçalar” gibi, Goranların kutsal kitaplarının da omurgasını şiir ve edebiyat ürünleri oluşturuyor. Öte yandan, bakıyorsunuz Kakeiler’de benzeri şeyle karşılaşırsınız. Öte yandan , Kürtler’e özgü bir din olarak kabul edilen Ezidilik’de aynı şeyi görüyorsunuz. Ezidiler ağırlıkla Kurmancî konuştukları için kendilerinin gerek beyitleri gerekse qawilleri Kurmancî lehçesinde üretilmiştir. Aynen bunun gibi, Türkiye’de yaşayan Zaza/ Dimilî unsurların ve toplulukların da kendi şarkısını, kendi dini metinlerini, âyet, beyit ve ilahi gibi manzum parçalarını kendi dillerinde oluşturmaları son derece doğaldır. Bunun gibi, Alevi Kurmanc Kürtler’in de kendi dillerinde bu ibadetlerini yürütmeleri, öte yandan kendi dillerinde klamlar ve stranlar gibi beyitlerini, âyetlerini oluşturmaları son derece doğal bir oluşumdur. Gel gör ki, özellikle Kürdistan’ın kuzey parçasında, özellikle Türkiye içinde Kürt kültürü üzerinde ve Kürt dili üzerinde büyük bir yasak ve asimilasyon uygulandığı için ne yazık ki buradaki Kızılbaş Kürtlerin edebiyatı daha çok Türkçe’ye evrilmek durumunda kaldı. Dolayısıyla, benim yetiştiğim dönemde Alevi meclislerinde, onlarca Kürtçe âyet ve beyit okunmakta iken, bilinen asimilasyon ve baskı dolayısıyla bunlar hızla azaldı. Daha doğrusu bu unsurlar, gerek Kurmancî lehçesinde gerek Zazakî/ Dimilkî lehçesinde yazı dilini bilmedikleri ve öğretilmediği için ve bunlar yazıya da geçirilmediği için, bunların önemli bir bölümü kayboldu. Bizim bugün derlediklerimiz, ancak bunların geriye kalan çok sınırlı ürünlerinden oluşuyor. Bu sebeple de özellikle bütün yaşamı boyunca şiirle düşünüp şiirle söyleşmeyi gelenek haline getiren Kürt toplumunun bu özelliği sözlü edebiyatta yaşıyor. Böyle olduğu içindir ki, bize düşen görev öncelikle bu ürünler büsbütün yok olup gitmeden, sözlü edebiyat düzleminde kalan bu son ürünleri mutlaka tespit edip yazılı literatüre geçirmektir.

Dersim Kızılbaşlığının inanç ve kültür kaynakları
Şimdi gelelim Dersim bölgesi ya da daha özetle Kızılbaş Kurmanclar’la Kızılbaş Dimilîler’in inanç kaynakları ile yarattığı edebiyat ürünlerine. Şunu öncelikle söyliyelim ki; insanlık tarihi boyunca inançlar, dinler hep varolageldi. Bugün, din denince hemen semavi dinler akla geliyor. Semavi dinlere bakıyorsunuz; en eski semavi dinlerin en eski kitabı milattan 300 yıl önce tamamlanıyor. Yani bundan 2300 yıl önce. Oysa insanlık tarihine baktığınızda bunun kat kat fazlası olduğunu göreceksiniz. Dolayısıyla, insanoğlu var olduğu sürece, insanların inanıp bağlandığı dinler ve inanç sistemleri hep vardı. Neydi bunlar, bunlar semavi olmayan semaya yani göğe atfedilmeyen doğal dinlerdi. Bu nedenle bugün bile dünya yüzünde iki kategoride din var.

Temel olarak bunlardan bir tanesi eskiden beri insanoğlunun yaratıp yaşatıp bugünlere getirdiği doğal, evrensel, felsefi dinlerdir. Bir tanesi de, önce Tevrat’la ortaya çıkan semavi dinlerdir. Salt Tevrat’tan bile baksak, Tevrat’ın sahibi kabul edilen Musa Peygamber, Milattan 1300-1400 yıl önce yaşıyor. Oysa Tevrat’ın tamamlanması Milattan 300 yıl önce. Bu demektir ki, sadece Tevrat’ın tamamlanması 1000 yıllık bir süreyi kapsıyor ve açıktır ki Musa bin yıl yaşamadığına göre, Tevrat çeşitli kişiler eliyle yazılıp gelmiştir. Zaten Tevrat’ın da 5’te 1’i Musa’nın sözü, Musa ve çevresinin sözü olarak kabul edilir. Geriye kalan 5’te 4’ü sonraki bin yıllık süreç içerisinde o inancı, o dini benimseyen dini önderlerin eklemeleriyle oluşuyor. Ve Milattan 300 yıl önce Tevrat tamamlanıyor. Peki, gerek bu bölümler gerekse bizzat Musa’ya atfedilen daha çok mitolojik öğeler nerden kaynaklanıyor. Bir bakıyorsunuz ki, bu 5’te 1’ini oluşturduğu söylenen ve Hz. Musa’ya atfedilen o mitolojik olaylar, olguların da nerdeyse tamamı eski efsanelerden, başta Gılgamış Destanı olmak üzere eski destanlardan kaynaklanıyor. Gılgamış olayına bakıyosunuz, bunun da yine eski uygarlıklarla eski inançlarla birebir alakası var. Böyle olunca bugün Kızılbaşlık’tan Alevilik’ten söz edildiğinde bizim coğrafyamızda yaşayan inanç sisteminden söz edildiğinde ki, ben bunu “doğal ve felsefi, evrensel bir din” olarak nitelendiriyorum; bugün Kızılbaşlığı ve Aleviliği, bunların çok somut kaynaklarını bir defa Sümerler’de ve Hititler’de görmek mümkün. Sümerler ve Hititler’den bu yana yazılı kaynaklar ve görsel ürünler bu güne aktarıldığı ve elimizde olduğu için biz rahatlıkla o döneme yaslıyabiliyor, dayandırabiliyoruz. Çünkü hiçbir dinin ve inancın başlangıç noktasını tam belirlemek mümkün değil. Başlangıçta bir noktada insanlıkla birlikte varolup geldiği için, belli bir dönemde yazıya dönüştürüldüğü için, biz çok sonra kaynak olarak eski Sümer ve Hitit uygarlıklarını görüyoruz ve gerçekten Sümer ve Hitit uygarlıklarıyla bugünkü Kızılbaş Aleviliği arasında çok büyük benzerlikler var. Nedir bu benzerlikler: Alevilik’te de, tanrı insanda görülüyor, o uygarlıklarda da.

“İnsanlar ölümcül tanrılar, tanrılar ölümsüz insanlardır”
Hatta Gılgamış’ta da böyle bir belirleme var: “İnsanlar ölümcül tanrılar, tanrılar ölümsüz insanlardır”. Ve bakıyorsunuz erkek tanrılar olduğu gibi kadın tanrıçalar da var o uygarlıklarda. Alevilik’te de cins ayrımı olmaksızın erkeklerde de kadınlarda da bu tanrısal güç görülür. Tanrı- insan anlayışı egemendir. Bakıyorsunuz ibadetler, kadınlar ve erkeklerle birlikte yapılıyor, bugün de öyle. Bakıyorsunuz o dönemde ibadetler çeşitli müzik enstrümanlarıyla bugünkü bağlama, tamburun benzeri ya da Ezidilerin ve kimi başka tarikatların kullandığı def, erbane türü çalgılarla yapılıyor, bugün de bu sürdürülüyor. O zaman da dem ve lokma olgusu var, bugün de var. O zaman da semah gösterisi var bu dini ritüellerin ayrılmaz bir parçası olarak, bugün de Aleviler’de var. Tanrıyı insanda görme olgusundan ve bu ritüellerin benzerliğinden yola çıkılarak bugünkü Kızılbaşlığın; Kürdistan, Anadolu ve Mezopotamya Kızılbaşlığının doğrudan o eski kültürler,uygarlıklar, inançlarla, bağlantılı olduğunu biz rahatlıkla görebiliyoruz. fiunu ayrıca söylemeliyim, Kürtler özelinde geçmişte de bu coğrafyada varolan birçok kültür, birçok uygarlık aynı zamanda Kürtler’in de öncelini oluşturuyor. Başka bir söyleyişle, Kürtler de bu uygarlıkların bu kültürlerin bu inançların günümüzdeki varislerinden bir tanesidir. Ve başka bir önemli saptama da şudur: Demin sözünü ettiğim bütün bu felsefi doğal dinler o coğrafrayada, Mezopotamya coğrafyasında çıktığı gibi, en kapsamlı kitaba sahip olan Zerdüşt dini de bu coğrafyada ortaya çıkmıştır. Milattan 600-700 yıl önce bir kitaba sahip olan Zerdüşti dini- inancı, bugün elimizde belgesi de olan bu din, aynı coğrafyada sonradan boy veren birçok dinin, uygarlığın da en temel taşlarından bir tanesidir. Bunu gerek ritüellerde, gerekse felsefenin özüne ilişkin hususlarda görüyoruz. Daha sonra, bu coğrafyada bunun en yakın takipçilerinin, Mazdekçiler olduğunu görüyoruz ki, Mazdekçilik Batı literatüründe “Mazdekçi Komünizm” olarak adlandırılmaktadır. Hümanist, toplumcu yapısından sonra, Mazdek öldürüldükten sonra onun yerine geçen karısı Hurreme bu düşünceyi, bu inancı daha da sistemleştirerek Hurremiliğe dönüştürüyor ve Hurremilik, Mazdekcilikle beraber bu coğrafyada 500 yıl devam ediyor. Onun akabinde, bakıyorsunuz yine kaynağını buradan alan Yaresanlık diye bir din, bir inanç sistemi var ki, bu, başta Kürtler olmak üzere bu coğrafyadaki kimi halkları oldukça etkilemiş ve bugünkü Kızılbaş Aleviliğinin de en yakın, en temel kaynaklarından birini oluşturmuştur. Bu noktada, şunu özellikle söyleyeyim; biz uzak dönemi bir tarafa bırak, yakın dönemimizi bile yeterince bilmiyoruz; dahası sadece öğretilen resmi ideolojinin bize öğrettiği ile yetiniyoruz çoğu kez.

Yaresanlık ve Alevilik
Oysa ben şunu sadece söyleyeyim, bugünkü Kızılbaş Aleviliğinin temel kaynağı olarak nitelendirdiğim Yaresanlık hakkında Batıda doktora çalışmaları yapıldığı halde, bugün Türkiye’deki bir Alevi araştırmacı bile çoğu zaman bundan haberdar değil. Oysa bizim açımızdan, gerçekten Kızılbaş Aleviliğini kavramak açısından bu son derece önemlidir. Çok somut olarak örnek vereyim size. Bilinen en eski Türkçe yazı ürünleri Milattan 800 yıl sonraya , 8. yüzyıla dayanıyor. Oysa, bilinen en eski Kürt şairi Milattan 400 yıl önceye kadar uzanıyor. En eski Kürt şair Borazboz adında bir şair. Sadece 8.yüzyılla 12. yüz yıl arasında bugün elimizde 40 civarında Yaresan Kürt şairinin eserleri var. Yine onbeş civarında o dönemde yaşamış, yetişmiş, ürün vermiş Yaresan Kürt kadın şairi var. Ve bunların yarısı eserlerini bir tambur eşliğinde terennüm ediyor, icra ediyor. Aynen bugünkü kadın ya da erkek âşıklar gibi. Hepsinin adını tek tek okuyacak değilim. Bunların bir sıfatı, bir özelliği var. Bunların sıfatı “baba” ya da “babe”dir. Şimdi “baba”lığın ya da “babe”liğin ya da bizim Anadolu Kürtçe’sinde “bave, bavo” söylemlerinin eski Kürtçeden ve Farsçadan geldiği bilinmeden, bunların Türkçe olduğunu sanan -ki bu aynı zamanda Rusça’ya da geçmiştir-, bu sıfatın Türkçe olduğunu sananlar, Aleviliğin temel kaynağı olarak Türk kültürünü gösterme eğilimindedirler ki, bu aynı zamanda büyük bir yanılgıdır. Ben, hem şairlik hem dini misyonundan dolayı baba sıfatıyla anılan bu şairlerden sadece birkaç tanesinin adını aktarayım: Babe Raxê Hemzani, Babe Hatemê Loristani, Babe Lorey Loristani, Babe Nicumê Luristani, Babe Serhengi Devdani, Baba Tahirê Uryan, Babe Gerçekê Hewrami ve daha onlarcası...

Şimdi burada dikkati çeken husus, bunların hem şairlik sıfatının hem de dini sıfatının “babe” ya da “baba” olmasıdır. Daha sonra Anadolu’da boy veren Alevi önderlikli isyanların liderlerinin, Baba İlyas ya da Baba İshak olarak nitelendirilmesi, adlandırılması herhalde dikkatten kaçmamıştır. Bugün Anadolu’nun ilk önemli mutasavvuşarı ya da Kalenderi, Haydari, Hurufi gibi Alevi dini önderlerinin önemli bir bölümünün sıfatı baba’dır, babe’dir. Yaygınca bilinen Barak Baba dışında, Baba Ali, Baba Cafer, Baba Dilenci, Baba Hasan, Baba Hemşa, Baba Hoşgeldi, Baba Hüseyin, Baba Kemal, Baba Safa-yı Kalender, Baba Sultan-ı Kalender, Baba Süngü gibi birçok Anadolu ermişi ve halk filozofu hep bu sıfatla anılmışlardır. İşte bu sıfatlar, bu düşünceden, bu inançtan, bu mansıptan kaynaklanıyor...

Yaresan Kürt kadın şairleri
Yine şair- kadınların sıfatlarından bir tanesi “dayê”dir. Bugün Alevilikte dini bir misyon olarak kullanılan “ana” sıfatı, Yaresan Kürtleri’nde “dayê”dir, “xanim”dır, “xatûn”dur: Celale Xanima Loristanî, Dayê Tewraza Hevramî, Rihan Xanima Loristanî, Lîza Xanim, Nazdar Xatûn, Nergîz Xanim gibi 7-8. yüzyıldan 12-13. yüzyıla doğru giden 12 -15 civarında kadın şair gelip geçmiş ki, tamamı o dönemin Kızılbaş/ Yaresan Kürt şairleridir.

fiimdi, özellikle bu bölgeden yani Loristan bölgesinden bunların çıkmış olmasının temel sebebi, İslamiyetin en geç o bölgelere ulaşmasındandır. Yani bunlar eski inançlarını, din sistemlerini korudukları için, hem kendi ana dilleri olan eski Kürtçe’de eser veriyorlar, hem de hâlâ İslamiyetin etkisinde değiller; Yaresan /Kızılbaş Kürt kimlikleriyle sürdürüyorlar. Bunlardan mesela bir tane örnek vereyim: 10. yy’da yaşamış 11. yy başlarında ölmüş Baba Tahir Uryan diye bir şahsiyet vardır ki, bugün bunun divanı elimizde. Bu şahsiyet, İran’ın ünlü şairi Ömer Hayyam’dan 150 yıl önce, Anadolu’nun ilk Alevi şairi kabul edilen Yunus Emre’den 200 yıl önce, yine tasavvufi düşüncenin, Mevlevi düşüncesinin piri- babası konumunda olan Mevlana Celaleddin-i Rumi’den 200 yıl önce yaşadığı ve bunların hem şiir hem düşünce babası olduğu halde, bırakın dışarıdaki insanı ne yazık ki Kürt araştırmacılar bile yeterince tanımıyor, bilmiyorlar. Bunun temel sebebi, Baba Tahir Uryan’ın Yaresan Kürdü olması yani Kızılbaş Kürt olmasıdır. Oysa diğerlerini bütün dünya bugün tanıyor. Bugünkü Kızılbaş/ Aleviliğini anlamak için bizim öncelikle bu Yaresan Aleviliğini bilmemiz, bu geleneği bilmemiz gerekiyor. Yani bugünkü Kızılbaşların Aleviliğinin ataları, geçmişte aynen bu 40-50 civarında şairle örneklediğim gibi, kendi ana dillerinde şiir yazıp kendileri ibadetlerini, ritüellerini, törenlerini tambur türü bir enstrüman eşliğinde icra ederlerken; bugün insanların anadillerinden uzaklaşarak, egemen moda dille ibadetlerini yapmalarını doğru algılamak gerekiyor. Bu, bir özelliği gösteriyor. Burada şairlerin aynı zamanda “babe, baba” ya da kadınların “daye” ya da “xatun” olarak adlandırılmaları; aynı zamanda şiirin, edebiyatın dini kimliklerle, dini misyonla ne kadar içiçe geçtiğini gösteriyor. Yani bunlar hem şair hem de dini önder. Zaten Kızılbaş Aleviliğini, edebiyattan soyutlamak mümkün değil. O sebeple de edebiyat bilinmeden Aleviliği anlamak mümkün değil. Çünkü, hem kutsal metinlerini kendileri manzum olarak yazmışlar, kaleme almışlar ve öylece edebiyat yoluyla yaşatmışlar, hem de bunun yanısıra birer kutsal kişilik gibi algılanmış bugünkü yakın dönemin âşıkları, şairleri, dervişleri, hakikatçileri gibi. Bunlar da birer kutsal kişilik olarak kutsanmışlar, benimsenmişler. Çünkü ritüellerine esas alınan şiirsel ürünlerin aynı zamanda yaratıcıları, dahası kutsal kitapların da yazıcıları olmuşlar.Bunlar gaybi bir güce atfedilmiyor, bunların kişiler eliyle yazıldığı biliniyor. Yani bir yandan Musa ve yandaşları Tevrat’ı yazıp düzdükleri, İsa ve çevresi İncil’i yazıp düzdükleri, öte yandan Muhammet ve çevresi Kuran’ı yazıp düzdükleri ve sonradan gelenler öncekilerden kopya aldıkları halde, bunlar bir gaybi güce atfedilir. Halbuki Alevilikte, doğrudan o işin yaratıcısı tanrı- insan, ermiş kişilerin şahsında tecelli eder ve öyle benimsenir. Bir başka önemli hususu da şöyle açıklayayım. Sadece şiirsel ürünlerde değil; ahlakî,dinî öğüt ve ibadet esaslarını belirleyen dinsel metinlerin de bir bölümü erkek, bir bölümü kadınlar tarafından yazılmıştır. Yaresan dini ve devamı inançların kutsal kabul edilen dini metinleri, ister sözel anlatı bölümü olsun, isterse manzum -şiirsel bölümleri olsun, hep kendi dini önderleri eliyle yazılmıştır. Bugün haklı olarak Kürt edebiyatı tarihçileri diyorlar ki, “eğer Yaresan- Aleviliği olmasaydı Kürt edebiyatı bugün böyle gelişmiş olmazdı. Başka bir deyişle, Kürt edebiyatının temelini atan Yaresan Alevi Kürtler’dir” deniyor ki, bu belirleme son derece önemlidir.

Yazılı edebiyatın önemi
Günümüzde, yakın döneme kadar Kürt dili, Kürt edebiyatı, Kürt müziği yasaklanmış olduğu için ne yazık ki Kürtçe’nin -buna Kırmancî lehçesini de Zazakî/Dimilkî lehçesini de katabilirsiniz- aleyhine bir gelişme seyri izledi. fiimdi siz bir dilin eğitimini vermiyorsunuz; dolayısıyla bir dilin eğitimini almayan, bunun gramerini bilmeyen, bunun yazılı ses değerlerini tanımayan bir insanın, kendi ana dilinde ürettiği bir şiiri ya da bir müziği yazıya geçirmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu, sözlü gelenekte kalmaya mahkum oluyor. Yazılı edebiyata geçenler ancak bugüne kalabiliyor , onlar bilince çıkartılabiliyor. Ötekilerin çok önemli bir bölümü, yüzyıllar içerisindeki bu yasaklar, özellikle de İttihat -Terakki’den bu tarafa olan yasaklamalar dolayısıyla, ipotek koymalar dolayısıyla alabildiğine yıkıma ve kayba uğradı. Bu sebeple de, günümüzde en azından dediğim gibi son ürünleri tespit etmek, belirlemek, derlemek başlıbaşına bir görevdir.
YARIN: Dersim’de Hakikatçı Alevilik
MEHMET BAYRAK

Kürt kültürel değerlerini çarpıtma politikası


Kürt halk müziği ve şarkıları konusunda ilk derlemeleri yapan Ermeni araştırmacı Xaçatur Abovyan, „Şarkı söylemeyen Kürt yok gibidir, her Kürt aynı zamanda bir halk sanatçısıdır“ derken bir gözlemini dile getiriyordu. Yine Alman gezgin ve araştırmacı Moritz Wagner, „Kürt şarkılarının Önasya’da çok yaygın olduğunu ve bunların bazılarının çevrilerek Ermeniler ve Türkler tarafından da söylendiğini“ belirtirken, bir gerçeğe parmak basıyordu.


 İlgili Başlıklar








 
Dêrsîm’de Kürt kültürüne saldırı - 1
Şiirin ya da şiirsel söyleyişin, insanlık tarihinin en eski sanat dallarından biri olduğu kabul edilir. İnsanlar, öncelikle sözlü kanalları kullanarak şiir söylemeye başladılar, daha sonra bu anlatımlarını resme döktüler, alfabenin bulunmasından sonraysa ürünlerini sesin sembollerle işaretlenmesi anlamına gelen yazıyla bilince çıkardılar. En eski edebiyat türünün şiir olduğu, düz anlatı yani nesir tarzının ise çok sonra ortaya çıktığı, genellikle kabul gören bir düşüncedir. En eski insan topluluklarının en yakın devamcısı kabul edilen köylülerin; tüm duygu ve düşüncelerini dörtlük (mani, çarîn, dûrik) gibi kısa, destan gibi uzun şiirlerle ifade ederken; düzyazılı anlatımda duraklamaları buna kanıt olarak gösterilir.

Semavi dinlerden önceki doğal ve felsefi dinlerin kitap ve kutsal metinlerinde, şiirsel ve müzikal anlatım önemli bir yer tutuyordu. Nitekim, Kürtler’in ve Arî birçok halkın geçmişte mensup bulunduğu Zerdüştiliğin kutsal kitabı Avesta’nın „Gathalar“ı, esas olarak manzum-lirik parçalardan oluşmaktaydı. Sonraki süreçte de, kaynaklarını eski kültür ve uygarlıklardan alarak bu coğrafyada ortaya çıkan doğal-felsefi din ve inançlarda şiir ve müzik son derece önemli bir yer tutmuştur. Nitekim, gerek eski Hitit uygarlığı kalıntılarında, gerekse Zerdüştî tapınaklarında, bugün başta Alevilik olmak üzere kimi dinsel ritüellerde kullanılan çalgıların benzerlerine ilişkin çok sayıda kabartma resme rastlanmaktadır ki, bunların icracılarına adeta birer kutsal kişilik olarak bakılmakta ve öyle algılanmaktadır.

Sözgelimi, Batı literatüründe daha çok Yarsanizm, Doğu literatüründe daha çok Ahlêhaqlık/ Ali-İlahilik/ Kakailik olarak bilinen Yaresan Aleviliği çerçevesinde, salt 7.-13. yüzyıllar arasında yaşamış 40 dolayında kadın ve erkek şairin eserleri bulunuyor bugün elimizde. Kürt edebiyatının da bir bakıma temelini oluşturan ve bir dinsel-kutsal kişilik gibi görülen bu şairlerin erkek olanlarının dini mansıbı „Baba/ Babê“, kadın olanlarınsa „Dayê veya Xatûn“dur. Bu sıfatlar, sonraki Aleviliğe ve Bektaşiliğe de geçmiştir. Bu nedenle; en azından Sümerler’den başlayarak yani yaklaşık 4500 yıllık süreçte insanların „her zaman, her yerde, her tarzda ve her biçimde“ şiir söylediklerini ve destanlar yarattıklarını rahatlıkla söyleyebiliyoruz.

Kendisi de Selahaddin Eyyubi soyundan gelen, tanınmış ressam ve şair Prof. Bedri Rahmi Eyuboğlu, ne diyordu köy şairleri ve türküleri için:

Ah bu türküler
Türkülerimiz
Ana sütü gibi candan
Ana sütü gibi temiz

Türkülerde tüter dağ dağ yayla yayla
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz
Ah bu türküler köy türküleri
Dilimizin tuzu biberi
Memleketin ahvalini onlardan sor
Kitaplarda değil türkülerde ara Yemen’i
Öleni kalanı gidip gelmeyeni
Ben türkülerden aldım haberi
Ah bu türküler köy türküleri
Mis gibi insan kokar mis gibi toprak
Hilesiz hurdasız çırıl çıplak
­ Dişisi dişi erkeği erkek
Kaşı kaş gözü göz yarası yara
Bıçağı bıçak
Ah bu türküler köy türküleri
Karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi
Kiminin rayhasından geçilmez
Kimi zehir gibi zemberek gibi

Ah bu türküler köy türküleri
Ne düzeni belli ne yazanı
Altlarında imza yok ama
İçlerinde yürek var
Cennet misali sevişen
Cehennemler gibi döğüşen
Bir çocuk gibi gülüp
Mağaralar gibi inleyen (Türküler
Dolusu, Dol Karabakır Dol, 1974).

Gerçekten, ayakları bu topraklara basan, bu topraklarla yoğrulmuş insanların canlı tarihi gibidir türküler, kılamlar ve halk şiirleri. Yüzlerce, binlerce yıllık tarihinde Anadolu ve Mezopotamya insanı „şiirle düşünüp, şiirle söyleşmeyi“ bir gelenek haline getirmiş. Yine aynı aileden gelen İsmet Zeki Eyuboğlu ise, „Bir türküdür Anadolu insanı“ diyerek özetliyor görüşlerini. Bu nedenle, „Anadolu insanını anlamak, tanımak, türkülerini/ kılamlarını anlamakla, tanımakla olur“ dersek, sanırım yanılmış olmayız.

Çarpık bir yaklaşım
Tarihsel ve toplumsal gerçeklik böyleyken, 2009 yılında kendisine TBMM Onur Ödülü verilen, ömrünün büyük bölümünü Amerika’da geçiren ünlü tarihçi Prof. Dr. Kemal Karpat; Kemalizmin kültür ve iletişim birimleri olarak kurulan Halkevi’nin Elazığ Şubesi’nin yayın organı Altan dergisinin, Dêrsîm Katliamı döneminde yayımlanan Nisan-Haziran/1938 tarihli sayısından şu alıntıyı aktarmaktadır: „Doğu Anadolu’daki bir öğretmenin anlattığı şu durum karşısında, şairler çekimser kalamaz elbette. (Bingöl’de neşe diye birşey yok. Hiç şarkı duymadım. Arkadaşım öğretmen Hanefi Bey, üç yıldır buradaymış, o da şarkı diye birşey duymamış…)“ (Bkz. Türk Edebiyatında Sosyal Konular)

Bu alıntıyı aktaran Karpat, Altan Dergisi’nin Dêrsîm Katliamı döneminde Kemalizmin ateşli yöresel sözcüsü olduğunu; Kürtçe müzik ve şarkının yasak olduğunu, dahası bölgede onbinlerce insanın katledilmesiyle sonuçlanan büyük bir trajedinin yaşandığını unutarak, bir bakıma Kürt dilinde şarkı yaratılmadığını söylemeye getiriyor…

‘Şarkı söylemeyen Kürt yok gibidir’
Türkiye’de, 1991 yılında ilk kez Kürt Halk Şarkıları’ndan oluşan (Kilam û Stranên Kurdî) ve toplatılıp, iki yıl hapis cezası almama yolaçan bir inceleme-antoloji çalışması yayımlamış bir araştırmacı olarak, bilim adına bu söylemden utanç duymuş ve bu belirlemeyi, 11 yıl sonra üç cilt olarak yayımladığım Kürt Müziği, Dansları ve Şarkıları konulu çalışmamın önsözünde şöyle eleştirmiştim:

„Bu alıntı birçok açıdan ilginç ve düşündürücü… Acaba, neden bu görevli öğretmenler, Bingöl yöresinde hiç şarkı duymamışlar? Bu yörelerde şarkı söylenmediği için mi, yoksa başka nedenlerle mi? Halk kültürünün başka dallarının yanısıra şarkı ya da türkü dalında da zengin bir potansiyele sahip, şarkıyla düşünüp şarkıyla söyleşmeyi adeta bir gelenek haline getiren bölge insanının, öğretmenlerin gözlemlediği gibi ‘hiç şarkı söylememesi’nin kuşkusuz başka nedenleri olmalıdır ve bunun nedenleri yazarın sandığı kadar da zor değildir…“

Yüzlerce yıldan bu yana değişik siyasetlerle bunaltılan; varlık-yokluk kavgası ve kimlik mücedelesi vermek zorunda bırakılan, başı binbir sorunla ağrılı ve dumanlı Kürt toplumunun, hele hele Kızılbaş-Kürt/ Dimilî kimliğiyle Dêrsîm ’in yaşadıkları bilinmeden veya gözetilmeden nasıl sağlıklı bir yargıya varılabilirdi. Kürtçe şarkı söylemenin ve müzik yapmanın, daha 1925’te Şark Islahat Planı ile yasaklandığı bilinmeden, sağlıklı bir yargıya varılabilir miydi? Kürt halk müziği ve şarkıları konusunda ilk derlemeleri yapan Ermeni araştırmacı Xaçatur Abovyan; „Şarkı söylemeyen Kürt yok gibidir, her Kürt aynı zamanda bir halk sanatçısıdır“ derken bir gözlemini dile getiriyordu. Yine aynı dönemlerde Alman gezgin ve araştırmacı Moritz Wagner, „Kürt şarkılarının Önasya’da çok yaygın olduğunu ve bunların bazılarının çevrilerek Ermeniler ve Türkler tarafından da söylendiğini“ belirtirken, bir gerçeğe parmak basıyordu.

Türk olmayan dil ve kültürlerin kötü gösterilmesi politikası
Yine 2002 yılında yayımlanıp, toplatılmış ve yargılanmış olan 3 Ciltlik inceleme- antoloji çalışmam (Büyük boy, 1842 sayfa), Kürdoloji literatüründeki en kapsamlı çalışma niteliğinde. Bu çalışmada, salt Dêrsîm bölgesinden 300 dolayında Dimilkî ve Kurmancî kılam ve strana yer verilmiştir. Bilinmektedir ki; bugüne kadar ipotek konan Kürt halk şarkılarının büyük bölümü, ezgileri korunup sözleri çevrilerek , değiştirilerek ya da üstüne yeni söz yazılarak Türk Halk Türküleri olarak okunmaktadır. Bunlar bir bakıma (Türkçe sözlü Kürt halk şarkıları)dır. Eserimizde verilen çok sayıda örnek, bunun açık kanıtlarıydı. 1930 Yılında, İçişleri Bakanlığınca Valiliklere gönderilen bir genelge ise, konumuz açısından son derece önemlidir. Sözkonusu Genelge’nin 12. maddesinde şöyle denmektedir: „Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve toplum gelenek ve göreneklerinin, milliyet duygularını daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı. Bu nedenle lehçeyle birlikte bu gibi aykırı gelenekleri de fena ve zararlı görmek ve özellikle kötü göstermek, (…) özetle dillerini, âdetlerini Türk yapmak…önemli bir görevdir…“ (Bkz. M. Bayrak: Age, s.734)

Bu genelge doğrultusundaki uygulamalar, Kürt aydın hareketince İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Sanfransisko Konferansı gibi dönemin en önemli uluslararası platformunda da dile getiriliyor; „Kürt dilinin kullandırılmasının, Kürt giyim- kuşamının taşınmasının, Kürt şarkılarının söylenmesinin yasaklandığı“ belirtiliyor ve „Türk resmi politikasıyla, zararsız halk şarkılarının bile (irtica şarkıları) olarak sunulduğu“ vurgulanıyordu. (Bkz. M. Bayrak: Kürtler…, 1993, s. 595) Irkçılığın ve asimilasyoncu politikaların şahlanmaya başladığı 1930 yılında çıkarılan bu genelgeden dolayı, Kürtçe şarkı ve müzik duyulmaz olmuş, dahası Türkçe söyleyen Aşık Veysel gibi halk ozanlarının bile, sazları ellerinden alınarak fırınlara atılmıştır…

Cemal Gürsel: „Size Kürt diyenin yüzüne tükürün!“
1960 Askeri darbesinden sonra; darbenin lideri Cemal Gürsel, „Size Kürt diyenin yüzüne tükürün!“ diyerek, Kürtler’i kimliklerinden utanır kılmaya çalışırken; aynı cuntanın hazırladığı gizli bir planda da; „Kürt Halk Şairleri gibi mahalli sanatçıların özgün dilleriyle söylemeleri yasaklanıyor ve bunların özgün ezgileriyle Türkçe söylemeye yöneltilmeleri“ kararlaştırılıyordu. Ana dilleri Dimilkî olan Dêrsîm li Aşık Davut Sulari ve Aşık Daimi gibi tanınmış halk ozanları, ancak böylece kendilerine piyasada yer bulabiliyorlardı…

Dêrsîm kültüründe saptırma
Osmanlı ve Safevi imparatorluklarının kesişme ve tepişme alanı içinde olduğu için, yüzyıllarca göç ve katliam dahil birçok acıya tanıklık eden Dêrsîm , geçmişten günümüze birçok oyuna da sahne olmuştur. Bu oyunların en korkuncu ise, 1937/38’de sahnelenen katliam ve katliamı örtelemek için yapılan propagandalardır. Kemalist rejim, daha 1925’te Şark Islahat Planı ile Dêrsîm ’i asimilasyona tabi tutulacak öncelikli bölge olarak seçerken; büyük bölümünün Dimilkî / Kirmanckî konuşmasından ve Kızılbaş inançlı olmasından dolayı yani „Azınlık içinde azınlık“ statüsünde olmasından ötürü, „bölüp- parçalama“ politikasının da bir unsuru haline getirdi. Atatürk’ün, 1925 yılından itibaren bu bölgede tam yetkiyle görevlendirdiği Şark İlleri Asayiş Müşaviri Prof. Hasan Reşit Tankut; 1928 yılından itibaren, Kürdistan coğrafyasının Fırat nehri esas alınmak üzere (T) harfi şeklinde üçe bölünmesini, bu (T) harfi üzerinde bir Türklük Barajı kurulmasını öneriyordu. (T) Harfinin üst yakasında yer alan Dêrsîm bölgesi ile Fırat nehrinin batısında Türkler’le komşu olarak yaşayan Alevi Kürtler’in, okumaya ve aydınlanmaya yatkınlıklarından dolayı daha çabuk asimile edilebilecekleri öngörülüyordu.

Kürt kültür ve sanat eserlerinin tersyüz edilmesi çabası
Bunun için yapılan ilk iş, farklı bir diyalekt kullanan Dêrsîm liler’in, zaten diğerlerinden farklı ve „Türk“ kökenli oldukları propagandasının yapılmasıydı. Bu amaçla, Şark İlleri Asayiş Müşaviri sıfatıyla Prof. Hasan Reşit Tankut; 1930’lu yıllarda dönemin Başbakanı İsmet İnönü, Dêrsîm Vali ve Komutanı Abdullah Alpdoğan ve Türk Tarih Kurumu gibi yetkili ve kurumların gözetim ve denetiminde „Zazalar“ konulu bir sosyolojik çalışma hazırlıyor ve burada Dêrsîm ’in ne kadar „Türk“ olduğu anlatılmaya çalışılıyordu!.. Bu çabaya eşlik edenlerden biri de, 1937’de Dêrsîm katliamına bizzat katılan Jnd. Alb. Nazmi Sevgen idi. Zaten ikisi de, gizli çalışmalarında, birbirlerini referans olarak veriyorlardı.

Tankut, İsmet Paşa’nın Dêrsîm Katliamına hazırlık niteliğindeki Kürt Raporu’nu hazırladığı sıralarda, kendisine gönderdiği gizli Zazalar çalışmasının 10.19.1935 tarihli kapak yazısında şöyle demektedir: „Sayın Başbakanımızın son günlerde Zaza ve Dêrsîmliler’le yakından ilgilendiğini öğrendiğimden, kitabı bu haliyle sunmayı borç bildim. Esasen sahifaları arasında iç siyasamızla ilgili birçok satırlar bulunduğu için bastırmadan önce ne yolda olursa olsun bir kerre Partiye (CHP) ve Hükümete gösterecek idim.“ (Bkz. M. Bayrak: Kürdoloji Belgeleri-I, 1994,s. 410) Tankut, aynı mektupta „ilim adamlarından ziyade idare meslektaşlarıma yazdığım bu kitaba ne de olsa biraz ilmi kıymet vermek gerekti“ derken de, amacının bir başka boyutunu ortaya koyuyor.

Kürt dilinin hiç bir lehçesini bilmeyen, bunlar arasında bir karşılaştırma yapamayan; Kürdistan’ın özgül koşullarından dolayı, bırakın lehçelerarası ayrılığın derinleşmesini, ağızlar ve şiveler arasında bile önemli farklılıklar doğabileceğini algılayamayan; öte yandan Zazakî’nin (Dimilkî/ Kirmanckî) Dumbeli, Şabak, Bucak, Kur, Mudkî, Hazro, Sivereki ve Dêrsîmî biçimleri olduğunu gözetmeyen Kemalist resmi kalem ve ideologlar, Koçgiri’nin ve Dêrsîm’in efsanevi şairi Alîşêr’in veya başka halk şairlerinin şiirlerini de tersyüz ederek vermekten geri durmuyorlardı. Bu örneklerin birçoğunu üstte anılan eserimde göstermiştim.

YARIN: Sazı sözüne yoldaş efsanevi Dêrsîm şairleri: Alîşêr ve Sêy Qajî
MEHMET BAYRAK

İki taktik, tek strateji iki dil, ortak mücade

Barışçıl, demokratik, adil ve gönüllü birliktelik içerisindeki bir geleceği kurmak için muhalif kesimlerin ortaklaşma sorumluluğunu üstlenmeleri ve bu sorumluluğun gereğini yerine getirmek için harekete geçmeleri, günümüz koşullarında ertelenemeyecek bir tarihsel görev haline gelmiştir. Fırat’ın iki yakasını bir araya getirebiliriz; yeter ki basiretli davranalım.

 İlgili Başlıklar




İki ülke, tek parti - (2)
Türkiye’nin kurulduğu günden bu yana, başta Kürtler, Aleviler, Gayrimüslimler, çeşitli Sünni grupları, işçi ve sendika hareketleri, sosyalistler/komünistler ve demokratlar başta olmak üzere, farklı kesimler sürekli arayış içerisinde olmuşlar, haklarını elde etmek, özgürleşmek, hatta yeni bir toplum kurabilmek hedefiyle çeşitli biçimlerde mücadelelere girmişlerdir. Bugün de bu kesimler ve bilhassa derinleşen toplumsal çelişkilerle birlikte kadın hareketinin, gençliğin, romanların, gay-lezbiyen ve transgenderlerin ve yeni sosyal hareketlerin de içerisinde olduğu geniş bir toplumsal çoğunluk, Türkiye’nin gayrimemnunlarını oluşturmaktadırlar. Toplumsal çoğunluğu oluşturan gayrimemnunların tekil çıkarlarının haricinde, bunu bilinçlerine çıkarmamış olsalar dahi, hepsini birleştiren, insanın doğuştan sahip olduğu hakları kullanabildiği, eşit, özgür, bireyin kendi kaderine kendisinin karar verebildiği, sosyal güvenceli ve çocuklarının da geleceğini garanti altına alan refah bir yaşam kaygısıdır. Ve böylesi bir yaşamın, yüz yıl sonra değil, bugün ve burada gerçekleştirilmesi istemidir.

Bu açıdan bakıldığında:

- Sınırları içerisinde yaşayan her ferdi ulusal, etnik, dini kökenine, cinsiyetine ve cinsel yönelimine bakılmaksızın eşit haklı yurttaş olarak kabul eden ve yurttaşlarının doğuştan elde edilen hak ve özgürlüklerini korumayı ve bu hak ve özgürlükleri kullanma koşullarını yaratmayı taahhüt eden;
- Bunun için adil bir barış gerçekleştirip, kurumlarını ve yaşamın her alanını militarizmden arındırmış, komşu ülkeler ve komşu halklar ile barış ve eşit haklı işbirliği anlayışı ile yanyana yaşamayı, dış politikasını bu esaslara göre düzenlemeyi hedefleyen;
- Barışçıl, demokratik, sosyal, ekolojik ve hukuk devleti anlayışını, toplumdaki her kesimin doğrudan katılımı ile oluşturulacak ve Türkiye’nin realitelerini dikkate alan demokratik bir anayasayı yeni toplumsal sözleşme haline getirerek kurumsallaştıran;
- Sosyal adaleti asgari ölçüde gerçekleştirip, azami seviyede sağlama perspektifini devlet görevi olarak önüne koyan, bölgeler arası eşitsizliği inandırıcı bir çaba ile gidermeye çalışan ve iktisat, sosyal ve istihdam politikalarını demokratik kontrol altında uygulamayı kabul eden;
- Gerçek anlamda vicdan özgürlüğünü sağlamak için, bir tarafta inancı, devlet kontrolü altındaki konumundan çıkartıp, her türlü inanca eşit mesafede duran, ama diğer tarafta da hiç bir inancın diğerlerini, bilhassa azınlık olanları baskı altına almasını engelleyen çağdaş sekülarizmin garantörü olan
- Demokrasiyi tamamlanmış bir olgu olarak değil, sürekli gelişen ve kendini yenileyen bir demokratikleşme süreci olarak algılayıp, her düzeyde en geniş katılımın sağlanacağı, doğrudan demokrasi olanaklarının kullanılabileceği, yerel ve bölgesel yönetimlere etkin sorumlulukların ve olanakların verileceği ve her türlü vesayetin engellenmesinin kurumsallaştırıldığı bir devlet yapısının Türkiye sınırları içerisinde yaşayan ezici çoğunluğun çıkarına olduğu, yani barışın, demokratikleşme ve adaletin devletin kurumları, yasama, yargı ve yürütmesiyle bütün alanlarını ve toplumsal yaşamı belirlediği demokratik bir cumhuriyetin bütün toplumsal kesimlerin lehine olduğu iddia edilebilir.

Böylesi veya benzer içerikli bir Demokratik Cumhuriyet’in oluşturulma hedefini programı haline getiren, bu programı pratiği ve siyaset aracı içerisinde her düzeyde yaşatan, ülke ve toplum gerçeklerini dikkate alan ve tekil çıkarların, genelin çıkarlarının önüne geçmeden savunulmasını sağlayarak, geniş kesimlerin katılımını gerçekleştiren bir siyasi hareket, Türkiye’nin bütün gayrimemnunlarını kucaklamasının yanı sıra, hem günümüzün egemen politikalarına gerçek bir alternatif olabilecek, bu şekilde orta katmanlar için de çekici olabilecektir, hem de komşu ülke halklarına örnek teşkil edebilecek bir iktidar olasılığını ortaya çıkarabilecektir.

Türkiye’deki güncel durum ve muhalif kesimlerin geldikleri aşama, yeni tür bir siyaset tasarısı için zamanın olgunlaştığını göstermektedir. Egemen politikanın alternatifsiz tek doğru olmadığı yeterince kanıtlanmış, karşı karşıya olunulan sorunların, özellikle Kürt Sorunu’nun makul çözümü konusunda söylenmesi gerekenler yeterince söylenmiştir. Ancak egemen politikanın alternatifi kendiliğinden oluşmayacaktır. Alternatifler, toplumsal muhalefet kesimlerinin göstereceği birlikteleşme iradesinin kararlılığı, arayışların ortaklılaştırılması, farklılıklara tahammül ve farklılıkları ortaklaşmanın zenginliği ve gücü olarak kabul etme, karşılıklı güveni oluşturmaya çaba gösterme, eşit göz hizasında hareket edebilme yeteneği, denemeler ve pratikteki uygulamalar ile geliştirilebilecektir.

Demokratik Cumhuriyet’in temel unsurlarını, hatta kapitalist toplumun ötesine işaret eden talep ve tasavvurları savunan, bu hedefle örgütlenen bir çok parti, hareket, yapılanma ve örgüt bulunmaktadır. Türkiye sosyalist hareketinin bütün unsurlarını içerisinde gördüğüm -sıralama yaparak, alfabetik dahi de olsa, hiyerarşik bir adlandırmaya girmeden bu tanımlamayı kullanıyorum- radikal solun; sol-liberallerin, sosyaldemokrasi taraftarlarının, özgürlükçü solcuların, sendikal hareketin kimi kesimlerinin, Yeni Sol Hareketi’nin aktörlerinin; Alevi örgütlerinin bir kesiminin, demokrat müslüman çizgiyi temsil edenlerin, entellektüellerin ve Kürt Özgürlük Hareketinin ana akımının, program ve söylemleri bütünsel olarak değerlendirildiğinde, öyle ya da böyle barışın sağlanması ve demokratikleşmenin gerçekleştirilmesi konusunda çizgileri kesişen oluşumlar olarak tanımlamak olanaklıdır. Hepsi geleceğin şekillendirilmesi konusunda barış ve demokrasiyı içeren söylemler kullanmakta, ancak egemen politikanın gerçekçi bir alternatifinin adresi olamamaktadırlar.

‘Adres olunamamasını’ bir olumsuzluk, değişmeyen yetersizlik olarak tanımlamak yanlış olacaktır. Çünkü, birincisi, her örgüt, hareket, parti ve yapılanmanın kendini öyle ya da böyle meşru kılan varolma gerekçeleri vardır. İkincisi, kitlesel büyüklüklerine ve toplumdaki marjinal yansımalarına bakılmaksızın, radikal solundan, sol-liberallerine kadar sınıf-emek-demokrasi eksenli mücadele veren örgüt, hareket, parti ve yapılanmaların bilgi ve deneyim birikimi, toplum çoğunluğunu ilgilendiren değişim ve dönüşüm süreci için küçümsenemeyecek bir hazine sayılmalıdır. Ve üçüncüsü, ‘doğrunun tapusu’ hiç kimsenin elinde değildir. Toplum çoğunluğunun ana akım düşüncesi, günümüze kadar mutlak ve tek doğru olmamıştır, olamayacaktır. Başlangıçta marjinal olan, ama toplumun genelinin çıkarlarını savunan görüşlerin tarihsel süreç içerisinde doğrulandıkları ve kabul gördükleri kanıtlanmıştır.

Elbette bu gerçekler, var olan örgüt, parti, hareket ve yapılanmaların teorik yaklaşımlarına, ideolojik duruşlarına, siyasi söylemlerine ve pratiklerine eleştirel yaklaşımı engellememelidir. Tam tersine, kelimenin tam anlamıyla radikal eleştiri ve özeleştiri, birlikteleşme ve ortaklaşma sürecinde dahi vazgeçilmemesi gereken ve ‘temizleyici’, yani ‘temel amaca’ yoğunlaşmayı sağlayacak bir mekanizma olarak algılanmalıdır.

Şahsen böylesi bir eleştirisel bakışla radikal sol veya genel tanımıyla Türkiye sosyalist hareketinin bugünkü konumuyla egemen politikanın alternatifinin adresi olamadığını düşünüyorum. Çünkü bence Türkiye Cumhuri- yeti sınırları içerisinde yaşayan insanların ezici çoğunluğunun en ivedi sorunu, tanımlanmasında sosyalistlerin bile kendi aralarında nasıl olacağı konusunda anlaşamadıkları bir ‘sosyalist devrim’ değil, barışın, demokratikleşmenin ve adaletin sağlanmasıdır. Her ne kadar sosyalistler kendi açılarından haklı olarak sosyalist devrimin güncel olduğunu savunsalar da, ezici çoğunluğun gündemi bu değildir. Kanımca sosyalizm hedefi ve/veya sınıf perspektifi ile yürütülen mücadele, bu mücadeleyi yürütenlerin birliğini sağlayamadığı sürece, geniş toplumsal kesimlerin ittifakı olduğu takdirde gerçek alternatif olacak bir siyaset aracının birleştirici, çekici, yönlendirici merkezi olamayacaktır. Gerçekçi düşünüldüğü takdirde günümüz itibariyle Türkiye sosyalistlerinin farklı toplumsal kesimleri etraflarında toparlayacak bir konumda olmadıkları görülebilir. Elbette bu gerçek, Türkiye sosyalist hareketini, özgörevi olan sosyalizm hedefi ve sınıf perspektifi ile mücadeleyi sürdürmekten, ‘sınıf partisi’ olmanın / ‘sınıf partisini’ inşa etmenin gereklerini yerine getirmekten alıkoyamaz. Ancak, farklı toplumsal kesimlerin barış, demokratikleşme ve adalet hedefiyle birlikteleşme ve ortaklaşmasını sağlaması arzulanan siyaset aracı, sınıf partisi anlamında kurgulanmaya başlandığında, dar bir çatı olmaktan ileri gidemeyecektir.

Sınıf perspektifi ve ‘sol’ söylemle birliktelikleşme çabalarının arzulanan genişlikte olamadığını gösteren bir örnek, Çatı Partisi Girişimi ve sonrasında kurulan Demokrasi İçin Birlik Hareketi’dir (DBH). Radikal solun çeşitli gruplarının Kürt Hareketi ile birlikte ve ortak bir çatı altında toplanma çabasının anlamlı olduğunu düşünüyorum. Yaratılmaya çalışılan ortak dil, ortak mücadele koşulları ve ortak arayışlar, anlamlı olmakla birlikte gereklidir de. Ancak, henüz daha başlarda EMEP ve bazı başka kesimlerin fiilen ayrılmaları ve bugüne kadar da radikal sol ile DTP (BDP) dışından, özellikle farklı toplumsal kesimlerden katılım olmaması, DBH’nin tek başına alternatif siyaset aracı olamayacağını göstermektedir. Bu elbette DBH’nin lağv edilmesi gibi bir sonucu çıkartmıyor bence – dediğim gibi her örgütün bir varlık gerekçesi vardır ve DBH’nin geleceği ile ilgili kararları, DBH’ni oluşturanlardan başkaları alamayacaktır.

Diğer taraftan, aralarından 10 Aralık Hareketi’nin ana akım temsilcileri ayrılmış olsa da, Ufuk Uras, bazı entellektüeller, çeşitli sol-liberal kesimleri temsil edenler ve SHP’nin birlikte oluşturmaya çalıştıkları Yeni Sol Parti veya Hareketi’nin de bu süreçte önemli rol üstlenmeleri gerektiğine inanmama rağmen, alternatif siyaset aracının merkezi olamayacağı kanısındayım. Bir kere Yeni Sol Hareketi’nin, iddia edildiği gibi ‘Kürtlerin, Türklerin, Alevilerin, emekçilerin.....’ partisi anlamında kabul edilecek bir konumda olmadığı görülmekte.

Elbette, gerek tanınmış isimlerin, entellektüellerin, sosyalistler arasındaki bazı akımların ve sosyal demokrasi taraftarlarının bir araya gelerek sol vurguyu yapan bir parti kurmaları ve gerekse de bu partinin oluşum süreci çerçevesinde hazırladıkları programatik bir belgede ‘adalet’ talebini yükseltmeleri anlamlıdır. Kaldı ki, radikal soldan farklı bir söylemi kullanan, özgürlükçü, demokrat, dönüşümcü bir sol, bilhassa Fırat’ın Batı’sındaki kentlerin orta katmanlarını barış ve demokratikleşme sürecine kazandırabilecek bir güç olabilir ve bence sadece bu bile önemlidir.

Ancak görüldüğü kadarıyla Yeni Sol’un diğer tarafta, yani Fırat’ın Doğu’sunda kökleşmesi hayli zor olacak. Zaten takip edebildiğim kadarıyla da Yeni Sol bileşenlerinin pratikte böylesi bir iddiası da yok. Daha çok Kürt Hareketi ile olası bir ittifak durumunda, Batı’da toparlayıcılığı olan bir yapı izlenimi veriyor düşüncesindeyim. Bunu olumsuzlama anlamında vurgulamıyorum, katılmamakla birlikte meşru bir düşünce olduğuna inanıyorum. Ama bu da Yeni Sol Hareketi’nin ‘merkez’ olamayacağını, aksine en fazla bir ‘bölge partisi’, Batı’nın partisi olacağını kanıtlayan bir diğer göstergedir.

Sol kendisini dev aynasında görmemeli
Genel anlamıyla ve yelpazesindeki tüm renkleriyle Sol, Anadolu ve Mezopotamya halklarının barış, demokratikleşme ve adalet hedefiyle birleşmesi, ortaklaşması sürecinde, geniş bir toplumsal muhalefet hareketinin ve yeni bir iktidar alternatifinin örülmesinde kuşkusuz büyük rol oynayacaktır. Ancak bunun için ‘Sol’un kendisini dev aynasında görmesinden vazgeçmesi, gerektiğinde ‘dükkanlarından’ feragat etmesi, radikal demokrasiyi içselleştirmesi, kendi geçmişi ve güncel pratiğini sorgulaması ve salt sınıf partisi iddiasının iktidar alternatifinin yegane merkezi olmak için yeterli olamayacağını görmesi gerektiği kanısındayım. Sol, asıl o zaman oluşturulacak geniş ittifakın içerisinde oynaması gereken rolü üstlenebilecek, bu rolün gereğini hakkıyla yerine getirebilecek ve ‘daha fazlası’ için inandırıcı bir çekim merkezi olabilecektir. Peki, ya Fırat’ın Doğu’su? Kürt Hareketi içerisindeki bazı kesimlerin, ‘sol ile birlik bir sonuç vermedi, kendimizin, bölgemizin partisi olarak kalalım’ yaklaşımında olduklarını görüyoruz. Elbette bu da meşru bir görüştür ve Kürt olmayan bir kişi olarak, hele hele yaşanan onca trajedinin tanığı olarak benim gibi birisinin bu konuda bir değerlendirme yapması yakışık almaz. Ancak bunun da, salt ‘Kürtlerin’ veya ‘Bölgenin Partisi / Hareketi’ olarak kalacak bir yapının, egemen politikaya alternatifin merkezi olabilir mi sorusunu kendimce yanıtlamaya çalışmamı engellemez düşüncesindeyim.

Gerçekçi olur, kurulan ve kapatılan bütün partilerin deneyimlerini dikkate alırsak eğer, salt Kürtlerin Partisi veya Bölge Partisi olunmasının, en başta Kürt halkının çıkarına olan barış, demokratikleşme ve adalet sürecinin başlatılıp, ivme kazanmasının önünde küçümsenmeyecek bir engel olacağını, Kürt halkının önemli bir çoğunluğunun desteği alınsa bile, farklı, bilhassa Kürt olmayan kesimleri yanına alacak ve değişim-dönüşüm sürecini tetikleyecek bir alternatif yaratamayacağı açık olarak görülecektir. Yanlış anlaşılmamak için altını çizmekte yarar görüyorum: tüm kurumları, yapılanmaları ve örgütleri ile politize olmuş Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını ve bu uğurdaki örgütlülüğünü yadsımıyorum. Artık bir halk hareketi haline gelmiş olan Kürt Özgürlük Hareketinin nasıl bir örgütlenmeye gitmesi gerektiği konusunda da akıl verecek değilim. Sadece bir tespitte bulunuyorum.

Kanımca, ki Mezopotamya’daki tek siyasi güç olunsa, bölgedeki bütün yerel yönetimler seçimlerde bu siyasi gücün eline geçse bile, Türkiye sınırları içerisinde yaşayan toplumsal çoğunluğun gayrimemnunlarını ve bunları temsil eden örgüt / hareket / yapılanma ve partileri yanına almakta zorluk çekeceği şimdiden belli ve farklı toplumsal kesimlerle eşit haklı ittifakı oluşturmakta zorlanacak olan bir Kürt partisinin tek başına bir çekim merkezi olması da pek olanaklı gözükmüyor. Tüm haklı taleplere ve Fırat’ın Doğu’sundaki özgün duruma rağmen, Bölge Partisi anlayışıyla yürütülecek bir siyaset, Fırat’ın Batı’sını kucaklayamayacak ve sonucunda ‘tepki / protesto partisi’ olarak kalınmasına yol açacaktır görüşündeyim.

Görebildiğim kadarıyla ‘Kürt partisi olarak kalma’ görüşü, Kürt Hareketi içerisinde de ana akım durumunda değil. Tam tersine, İmralı görüşmeleri ve Kandil’den yapılan açıklamalar doğru okunursa, gerek Abdullah Öcalan’ın, gerekse de PKK yönetiminin temel görüşlerinin, ‘içerisinde sosyalistlerden, radikal demokratlara, Alevilerden, demokrat müslümanlara ve liberallere kadar farklılıkları barındıran bir Türkiye partisi’nin oluşturulması yönünde olduğu görülür. Barış ve Demokrasi Partisi’nin yaptığı açıklamalarda da benzer bir yaklaşım görmek olanaklıdır. Bence de doğru olan budur.

Ancak burada, ‘taban aynı taban’ tespitine katılsam da, BDP ile Demokratik Toplum Kongresi başta olmak üzere diğer Kürt örgütleri arasında net bir ayrımı koymak gerekir düşüncesindeyim. BDP öncelikle – yasalar ne kadar antidemokratik olsa da – yasal bir partidir. ‘Demokratik Siyaset İçin Demokratik Katılım’ şiarıyla olağanüstü kongresini yapan BDP, yasal zeminin sınırlarını da daha fazla demokrasi anlayışı ile sürekli zorlayarak, yasal parti olmanın ve kongre şiarının gereğini yapmak zorundadır. Kürt Özgürlük Hareketinin ve Kürt halkının var olan ve/veya gelecekteki örgütlülüğü BDP’nin ana görevi veya temel sorunu olarak görülmemelidir.

İki ülke, tek parti – iki taktik, tek strateji – iki dil, ortak mücadele
Bence BDP bugünkü haliyle bile, egemen politikanın alternatifini yaratacak bir siyasi merkez olmaya adaydır. BDP’nin TBMM’indeki temsiliyeti, yerel yönetimlerdeki küçümsenemeyecek gücü ve kitlesel desteği ile vesayet rejimine karşı dik duran asıl ana muhalefet partisi olduğu iddia edilebilir. BDP yönetiminin ‘kapıları açık tutma’ çağrısı radikal sol, Yeni Sol hareketi ve diğer kesimlerde yankı bulur, onların da BDP’ne katılmaları gerçekleşirse, müthiş bir muhalefet dinamiğinin ortaya çıkması ve egemen politikanın alternatifinin tek adresi olunması olasıdır. Bu nedenle BDP’nin gerçek anlamda bir Çatı Partisinin somut olanağı haline geldiğine inanmaktayım.

Bazı aydınların dayanışma amacıyla BDP’ne üye olmaları, BDP’ni bir Çatı Partisi haline getirmenin yollarının arandığını göstermektedir. BDP yönetiminin bu üyeliklere yaklaşımı da, en azından yönetim düzeyinde ‘Türkiyelileşme’ olarak adlandırılacak bir ortaklaşma yatkınlığının olgunlaştığını kanıtlamaktadır. Bu nedenle bundan sonraki üye olunmaların, salt dayanışma anlayışı ile değil, BDP’ni hepimizin partisi, bütünleştirici bir siyaset aracı yapma anlayışı ile gerçekleştirilmesi gerektiği kanısındayım. Elbette bu anlamda BDP’nin de kendini değiştirmesi, bilhassa duygusal ayrışma algısında olan BDP üyelerinin anlaşılır reflekslerinin giderilmesi ve ‘Türkiyelileşmeye’ kazanılmaları için çabalar da gerekli olacaktır.

Bu nasıl yapılacak? Çatı Partisi olarak BDP’nde birlikteleşme ve ortaklaşma için hazır bir reçete yok. Hele hele BDP’ni sürekli bir baskı, gözaltılar ve tutuklamalar furyası, saldırılar ile gerilimde tutan bir devlet ve hükümet politikasının koşulları altında; Fırat’ın iki yanında da var olan karşılıklı güvensizliğin henüz aşılamadığı bir ortamda bu pek kolay olmayacaktır. Deneye deneye, yenilgilerden yılmadan güveni tazeleye tazeleye çabalamadan başka bir yol gözükmüyor gibi.

Bence bu noktada özellikle Veysi Sarısözen ile Delil Karakoçan’ın önerilerinin dikkate alınması gerekiyor. Yani iki farklı ülkenin (veya buna siz bölge deyin) tek partisi olabilmenin; tek ve ortak stratejide birleşip, iki farklı taktiği uygulamanın ve iki dil kullanıp, ortak mücadeleyi öne çıkarmanın yolları aranmalıdır. BDP’nin böylesi bir bütünselliği kapsayacak bir siyaset aracına dönüşmesinin olanaklı olduğunu düşünüyorum. BDP Olağanüstü Kongresi’nde seçilen yeni yönetimin, yapılan tüzük değişikliğinin bu dönüşüm için iyi bir temel oluşturduğu kanaatindeyim. Ayrıca yukarıda belirttiğim anlamda bir Demokratik Cumhuriyeti oluşturma hedefiyle barış, demokratikleşme ve adalet sürecinin Program olarak farklı kesimleri ortaklaştıracak bir siyaset aracı için yeterli olduğuna inanıyorum.

Diğer taraftan BDP içerisinde yer almak, var olan örgütlü yapıların fesh edilmesi / dağıtılması anlamına da gelmiyor bence. Veysi Sarısözen’in belirttiği gibi BDP içerisindeki ‘örgütlü çeşitlilik’, BDP’ne katılan birey ya da örgütlü yapıların tekil çıkarlarının savunulmasını veya ortak programatik hedeflerin ötesine giden mücadelelerini engellememektedir. Tam tersine, hem BDPli olmak, hem de başka bir örgütlü yapı içerisinde mücadele etmek, birbirini yadsımamakta, aksine bugünkü koşullar altında birbirini tamamlamaktadır.

Farklı kimlikler, hem ortak mücadelenin zenginliği ve gücü, hem de Türkiye’ndeki koşullardan rahatsız olan tüm kesimlerin barış, demokratikleşme ve adalet hedefiyle oluşturulması gereken demokratik ve gönüllü ittifakının garantörü olacaklardır. BDP’nin böylesi bir demokratik ve gönüllü ittifaka dönüştürülmesi; mevcut Siyasi Partiler Yasası’nın dayattığı antidemokratik şablonlara rağmen en geniş demokrasiyi yaratan, bütünüyle şeffaf, üye olsun – olmasın, geniş kesimlerin karar alma süreçlerini takip edebileceği ve bu süreçlere katılabilecekleri, açık, hiyerarşilerden olabildiğince uzak, yasal sınırları her defasında zorlayan, siyasetinde, eyleminde, pratiğinde ve parti içi yaşamında barış, demokratikleşme ve adaleti bugünden yaşatan bir parti haline getirilmesi olanaklıdır. Bunun için öncelikle alışılagelmiş ‘parti paradigmalarından’ ve iktidar ilişkilerinden kurtulunması gerektiğine inanıyorum. Siyasi parti ancak bir araçtır. Hiç bir örgüt betona dökülmüş/değişmez değildir. Nasıl demokratikleşme tamamlanmamış bir süreç olarak görülmesi gerekiyorsa, demokratikleşmenin aracı da doğduğu anda olgunlaşmış, tamamlanmış bir yapı olarak görülmemelidir. Tam aksine siyaset aracı bir canlı organizma gibi yaşatılmalı, sürekli geliştirilmeli, kendini değişen koşullar karşısında yenileyebilmesi, gençleştirmesi, yeni yaşam kaynakları bulması sağlanmalıdır.

Elbette eski alışkanlıkları terk etmek, kanaat önderleri veya ‘öncülerin’ yönlendirmesi belirleyici olmadan, ‘kolaylaştırıcı’ olarak algılanacak asgari hiyerarşi içerisinde katılımcılığı gerçekleştirmek kolay olmayacaktır. Ama, bu olanaksız da değildir.

Her an ve her yerde halk kitlelerine dayanan, halk kitlelerinin doğrudan kontrolüne açık, onlara hesap vermeye hazır; toplumsal dayanışma ve yardımlaşmayı gerçekleştiren; hedeflediklerini önce kendi içerisinde yaşama geçiren; inandırıcı, tutarlı, özgürlükçü, eşitlikçi, mücadeleci, demokratik ve gönüllü birliktelik anlayışı üzerine kurulu hale getirilecek olan bir parti, sadece barış, demokratikleşme ve adalet sürecini bulunduğu coğrafyada başlatmakla kalmayacak, aynı zamanda da bölge halklarına örnek teşkil edecek bir dönüşüm sürecinin kıvılcımı olabilecektir.

Bu nedenle barış, demokratikleşme ve adalet sürecinin Anadolu-Mezopotamya coğrafyasında yaşayan çoğunluğun çıkarına olduğuna, bunun için katkı sunmak, bu uğurdaki mücadeleyi ortaklaştırmak gerektiğine inanan her birey ve örgütlü yapının Barış ve Demokrasi Partisi’ne katılmasının ivedi bir görev olduğuna inanıyorum. Bu katılımlarla Barış ve Demokrasi Partisi kendisini sürekli yenileyen, düzelten, deneye deneye ve yılmadan çabalayan, gönüllüğü ören bir ‘canlı organizma’ haline gelebilir ve halk kitleleri içerisinde bir daha koparılamayacak şekilde yerini alabilir. Bu yazıda andığım farklı kesimlerin ülke ve toplum gerçeklerini görebilen, toplumla barışık, farklılıklarını demokratik ve gönüllü birlikteliği harcı olarak algılayan bir potansiyele sahip olduklarını ve Anadolu-Mezopotamya coğrafyasındaki dinamikleri bunun için harekete geçirebileceklerine olan inancımı yitirmedim henüz. Barışçıl, demokratik, adil ve gönüllü birliktelik içerisindeki bir geleceği kurmak için muhalif kesimlerin ortaklaşma sorumluluğunu üstlenmeleri ve bu sorumluluğun gereğini yerine getirmek için harekete geçmeleri, günümüz koşullarında ertelenemeyecek bir tarihsel görev haline gelmiştir. Fırat’ın iki yakasını bir araya getirebiliriz; yeter ki basiretli davranalım.

BİTTİ

MURAT ÇAKIR

Vesayet rejimi ve bölünmüş toplum


Bölünmüş toplumu, iki farklı coğrafyası, kurumsallaşmış vesayet rejimi, kuruluşundan bu yana çözülememiş sorunları, dışa bağımlılığı ve neoliberal dönüşümü ile Türkiye Cumhuriyeti son gelişmelerle yaşamsal bir yol ayrımı karşısında bulunmaktadır. Bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi kalmayacağı konusunda sanırım mantıklı düşünebilen herkes hemfikir.


İki ülke, tek parti - (1)
Türkiye’nin, küresel çapta geliştirilen politikalar ve stratejiler çerçevesinde, yeni bir biçimlendirilme sürecine girmiş olması, bu çerçevede bir yönetim krizinin ortaya çıkması, egemenler arasındaki iktidar çatışmasının çelişkilerle dolu olarak yol alması ve AB üyelik süreci ile yeşeren demokratikleşme umutlarının hayal kırıklığına dönüşmesi, toplumsal muhalefet gruplarının, gerek birlikte, gerekse de tek tek yeni örgütlenme biçimleri arayışlarını tetiklemektedir. Sadece son beş-on yıllık sürece bakıldığında, salt solda değil, aynı zamanda muhafazakar ve liberal kesim arasında da yeni yapılanmaların kurulup, dağıldığı, ama arayışların hala devam ettiği görülebilir. Buna rağmen Türkiye sınırları içerisindeki farklı toplumsal muhalefet güçleri, halen egemen politikaya öyle ya da böyle alternatif bir güç yaratamamışlardır. Bunun temel nedenlerinden ikisinin, arayış içinde olan güçlerin öncelikle dar grup veya tekil çıkarlarını önplana getirerek, oluşturulması düşünülen yapılanmalara bu tekil çıkarları dayatmaları ve genel anlamıyla Türkiye’nin en önemli ihtilaf kaynağı olan Kürt Sorunu’nun barışçıl çözümü konusunda ortak bir irade oluşturamadıkları olduğunu düşünüyorum.

Tekil çıkarların önplanda tutulması, hem geniş toplumsal birliktelikler ve bunun ifadesi olan siyasî araçların oluşturulabilmesini engellemekte, hem de toplumun geniş kesimlerini kucaklayacak bir siyaset yapabilme yetisini körleştirmekte ve böylelikle de, özünde muhalif olan kimi kesimleri – kendi iradelerinden bağımsız olarak – genel anlamda egemen güçlerin ‘taşeronu’ haline getirebilmektedir. Böylelikle farklı toplumsal muhalif güçleri esir alan bir kısır döngü, kendi kendini sürekli yenilemektedir.

Halbûki toplumlar tarihi, değişim ve dönüşümlerin her defasında farklı toplumsal kesim, sınıf ve katmanlar tarafından verili koşullardan duydukları memnuniyetsizliğin verdiği motivasyonla ortaklaşa kurulan ve kısa ve orta vadeli ortak hedefleri merkezinde tutan söylemi, eylem pratiği ve politikası olan koalisyonlar / ittifaklar / birlikler tarafından tetiklendiğini kanıtlamaktadır. Böylesi koalisyonlar / ittifaklar / birlikler başlangıçtan sonuna kadar geniş halk kitlelerinin desteğine sahip oldukları durumlarda pek az yenilgiye uğramış, ülke içi ve dışından gelen yoğun askerî şiddet karşısında bile gerilemeyerek, hem kendi toplumlarında, hem de yakın-uzak ülkelerin toplumlarındaki değişimi gerçekleştiren süreçlerin başlamasını sağlayabilmişlerdir. Değişim ve dönüşüm süreçleri sonrasında yeni egemen güçlerin ortaya çıkmış, koalisyon / ittifak / birlik güçlerinin kimilerinin gericileşmiş olması ve daha önce beraber olunan kesimler üzerinde – bazen de eski düşmanla birleşerek – baskıcı hakimiyet kurmuş olmaları, değişim ve dönüşüm süreçlerinin nasıl başlatıldığı gerçeğini değiştirmemektedir.

Diğer taraftan, ki bunu dünyanın çeşitli bölgelerinde yapılan araştırmalar da kanıtlamaktadır, değişim ve dönü- şüm süreçlerini tetikleyen siyasî hareketlerin bilhassa parlamenter çoğunlukları elde edebilmeleri için, farklı toplumsal muhitlerde kök salmaları, ittifak yetisini elde etmeleri, koalisyonlar oluş- turma esnekliğini göstermeleri ve çoğunluk toplumunun birey- leri arasındaki ana akım düşüncenin yerleşmesinde etkisi olan hegemonik güçlerden birisi haline gelmeleri yaşamsal önem taşımaktadır.

Ortaklaşma potansiyeli var
Türkiye sınırları içerisinde yaşayan toplumda, verili koşullardan memnun olmayanların oranının son derece yüksek olmasına rağmen ve özellikle son dönemde görüldüğü gibi yönetenlerin küçümsenmeyecek bir yönetim krizi ile boğuştukları bir ortamda, toplumsal muhalefet gruplarının ortak çıkarlar temelinde bir araya gelememiş olmaları, ciddî bir zaaf olmakla birlikte, aşılamayacak bir olgu değildir. Barış ve Demokrasi Partisi, Demokrasi İçin Birlik Hareketi ve Yeni Sol Hareketi başta olmak üzere, çeşitli kesimler arasında alevlenen ‘birlikteleşme’ çabaları – ki, bunlar nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin – ortaklaşma için kafa yoranların ve belirli bir isteğin var olduğunu, ortaklaşmayı gerçekleştirebilecek bir potansiyelin varlığını göstermektedir.

Okumakta olduğunuz bu yazı, sürdürülen tartışmalara karınca kararınca katılma, deneyim ve görüşleri paylaşma, barış ve demokratikleşme mücadelesine bir katkıda bulunma kaygısıyla kaleme alınmıştır. Daha önceleri, DBH oluşum süreci çerçevesindeki tartışmalara katkı olarak kaleme aldığım ‘Radikalliğe Davet’ başlıklı yazıma atıfla bulunarak, düşüncelerimi burada okurun ilgisine sunuyorum.

Ülke ve toplum gerçeklerini kabullenmek ön koşuldur
Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu temel ihtilaf kaynakları, bölgesel gelişme farklılıkları ve toplumsal ayrışmalar, fiîlen iki farklı ülkenin tek devletin sınırları içerisinde yan yana var olduğunu gösteren bir resmi karşımıza çıkartmaktadır: Bir tarafta, ekonomik olarak görece gelişmiş merkezleri; sanayileşmiş alanları; modern ve muhafazakar yaşam biçimlerinin içiçe geçtiği ve çelişkili biçimde yaşadığı toplumsal yapısı; ülke ortalamasının üzerindeki gelir ve refahı; siyasî örgütlülüğü çok parçalı ve apolitik halk katmanlarının çoğunluğu oluşturduğu, tek tipçi ve milliyetçi ulus algısında olan toplum çoğunluğu; olağanlaşan linçleri ile ve temsilî demokrasinin bazı unsurlarının yaşatılmasına kısmen izin verildiği Fırat’ın Batısı.

Diğer tarafta ise kronik kitlesel işsizliğin katlanarak artırdığı yoksulluğu; ekonomik açıdan geride kalmışlığı; feodalliği; onyıllarca süren imha politikalarının ve kirli savaşın acıları ve travmaları; boşaltılan ve yakılan binlerce köyü; zorla yerlerinden edilen milyonları; binlerce faîli meçhul (!) cinayetleri; Cumhuriyet’in ilanından beri devam eden etnik ve dinî trajedileri; yasaklanan gazete ve partileri, tutuklanan politikacıları ve belediye başkanları; fiîli olağanüstü halleri; hapse tıkılan çocukları; farklı etnik ve dinî grupları, örgütlü kurumları ve direnç deneyimleri sayesinde politize olmuş halkıyla Fırat’ın Doğusu. Bununla birlikte Türkiye sınırları içerisinde yaşayan toplum, insanların birbirlerine, komşunun komşuyu linç cinneti içerisinde boğazlayabilecek derecede düşman kesilmekte olduğu ayrışmalar yaşamaktadır. Bu ayrışmalar hem bütünüyle siyasî söylemi sertleştirmekte, hem de tersinden kullanılan siyasî söylemler ile ayrışmaların derinleşmesi körüklenmektedir.

Görebildiğim kadarıyla toplum iki ayrışma çizgisinde üç ana kesime ayrışmaktadır. İlk iki ana kesimi ‘Laik-antilaik’ çatışması çerçevesindeki toplumsal ayrışma çizgisinde görmek olanaklıdır. Diğer ayrışma çizgisi, ki toplumun tam ortasından geçmekte ve ‘sorunların sorunu’ olarak toplumu bir daha birleştirmemek üzere kanlı bir biçimde parçalama potansiyeline sahip olan Kürt Sorunu’dur. Kürt Sorunu, birinci ayrışma çizgisinde karşı karşıya gelenleri Kürt toplu- munun taleplerine karşı birleştirmekte ve toplumsal ayrışmaları perçinlemektedir.

Fırat’ın Batısı ve Doğusu’ndaki gerçeklik, ‘vatanı ve milleti ile bölünmez bir bütün’ olduğu iddia edilen Türkiye’nin, teritoryal anlamda olmasa bile, çoktan bölünmüş bir coğrafya ve fiîlen ayrışmış bir toplum olduğunu kanıtlamaktadır. Türkiye’nin bütünsel olarak karşı karşıya olduğu temel ihtilaf kaynaklarını ve bunların yarattıkları sorunları aşmayı hedefleyen her siyasî hareket, bölünmüş coğrafya ve toplumun farklı ve çelişkili yapısını dikkate almak, çözüm önerilerini buna göre geliştirmek zorundadır.

Teritoryal sınırları içerisinde birbirinden farklı iki ülkeyi barındıran Türkiye, Balkanlar, Hazer Denizi havzasının doğusu dahil Kafkaslar ve Ortadoğu’dan oluşan ve hammadde ve enerji kaynakları üzerindeki hakimiyet arayışları, bu bağlamda küresel rekabet çekişmeleri ve yeniden biçimlendirilme çabaları nedeniyle küresel ekonomiler açısından yaşamsal önem kazanan bir coğrafyanın tam ortasında bulunmaktadır. Türkiye’nin jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik açıdan kazandığı konum, karar vericilerin ve karar verici kesimler ile olan ilişkileri üzerinden doğrudan nemalanan özel sermaye çevrelerinin, merkezinde bulunulan coğrafyanın yeniden biçimlenişine katılma, bu biçimlenmeden pay alma ve küresel güçlerin küçük partneri olma yönündeki politikalarını gerçekleştirmek için kullanılmakta; dış politika ile bilhassa savunma ve güvenlik politikası anlayışını, devlet çıkarlarını askerî gücüyle dayatabilen bir bölgesel güç olma hedefine kilitleyen bir devlet siyasetini önplana çıkartmak için gerekçe haline getirilmektedir.

Böylesi bir devlet siyaseti, ekonomik ve malî açıdan doğrudan ABD ve AB’ne bağımlı, NATO üyesi, yakın komşuları ile çeşitli ihtilafları olan ve hala tarihsel sorunlarını çözmekte direnen Türkiye gibi bir devlet için vahim bir durum ve bölge bütünü açısından ciddî tehlikeler içermektedir. Çünkü böylesi bir devlet siyaseti, sadece saldırganlığı ve yayılmacılığı teşvik eden dış ve güvenlik politikalarına yol açmakla kalmamakta, aynı zamanda da bu politikaların devamlılığının temel garantörü olan askerî ve sivil bürokrasi vesayetinin – kısmî yumuşamalarla da olsa – sürekliliğini sağlamaktadır. Sonuçta vesayet ve böylesi bir devlet siyaseti hem birbirlerini gerekli kılmakta, hem de karşılıklı olarak birbirlerini güçlendirmektedirler.

Vesayet, 12 Eylül 1980 cuntası tarafından silah zoruyla dikte ettirilen bir anayasa ve yürürlükteki yasalarla kurumsallaştırılmıştır. Böylelikle vesayet rejimi, sorunları kangren olmuş Türkiye’nin bu sorunları çözüme götürmesinin ve demokratikleşmesinin önünde duran en önemli engel haline gelmiştir. Şu anda iktidarda olan AKP’nin kamuoyuna yansıyan kimi girişimlerle, ‘vesayetin kaldırılması adımlarını attığı’ iddiası ve bu çerçevede ‘EMASYA Protokolü’ gibi bir takım uygulamaların kaldırılmaları, kurumsallaşmış olan vesayet rejiminin varlığını tehdit etmemekte, aksine AKP’nin askerî ve sivil bürokrasinin belirleyici kesimleri ile girdiği ittifak sonucunda görüngüleri değişmiş ve formel temsilî demokrasinin bir kısım unsurlarını meşruiyet sağlamak için kullanan, ama otoriter devlet yapısından zerre kadar fire vermeyen bir vesayetin kökleşmesini teşvik etmektedir.

Vesayet rejimi
Bu açıdan bakıldığında, günümüzdeki AKP iktidarını ve TBMM’ndeki CHP ve MHP muhalefetini vesayet rejimi madalyonunun sivil tarafı olarak nitelendirmek doğru olacaktır. AKP, TBMM’ndeki çoğunluğuna rağmen Bakanlar Kurulu kararıyla dahi atabileceği en basit demokratik adımları atmamakta, muhalefet ise, milliyetçi ve şoven bir söylem ile sadece AKP’nin yerine geçmeyi amaçlamaktadır. Her iki taraf ta, demokratik hukuk ve sosyal devleti olmanın en temel gereklerini yerine getirmekten, Kuvvetler Ayrılığı İlkesi’nin demokratik bir biçimde uygulanmasının sağlanmasından ve vesayet rejiminin aşılması için adım atmaktan, dar çıkar kaygıları nedeniyle feragat etmektedirler.

Anayasa, yasalar ve içtüzüklerle kurumsallaşmış olan vesayet rejimi, Türkiye’ndeki yaşamın istisnasız her alanının, muğlak bir şekilde tanımlanarak, akla gelebilecek her konuyu içeren ve kurgulanması her türlü demokratik kontrolden uzak olan bir ‘Millî Güvenlik Siyaseti’nin ilgi alanında olduğu gerekçesiyle, askerî ve sivil bürokrasinin keyfî, çıkar yönelimli ve otoriter egemenliği altına sokulmasını sağlamaktadır. Askerî ve sivil bürokrasi, her fırsatta ‘ulus adına’ veya ‘millî güvenliği tesis etme’ iddiasıyla siyasî, toplumsal, iktisadî ve kültürel yaşama doğrudan müdahale etmek için, soyut bir ‘millet’ kavramına dayanan tek tipçi ve inkarcı ulus anlayışı ile gerçek sekülarizm ile ilgisi olmayan statükocu bir laiklik anlayışını egemenlik araçları olarak kullanmaktadır.

Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında yerleşik olan kadim halkları ırkçı, şöven, inkarcı, hatta imhacı bir hegemonya altına zorlayan egemenlik araçları, aynı zamanda küresel krizlerin faturasını geniş halk kitlelerine yükleyen, sosyal adaletsizliği üreten, kitlesel işsizliği kronikleştiren, yoksulluğu yaygınlaştıran ve ülkeyi küresel malî piyasaların diktası altına sokarak, ekonomik bağımlılığı derinleştiren neoliberal iktisat politikalarının kurgulanması ve uygulanması için de kullanılmaktadırlar.

Gelişmiş sanayi ülkelerine olan bağımlılığından hiç bir zaman kurtulamayan Türkiye, dünya genelinde Şili ile birlikte, neoliberal iktisat politikalarını askerî şiddet yardımıyla uygulamaya başlayan ilk iki ülkeden biri olma ünvanına sahiptir. 12 Eylül 1980 askerî darbesi, sadece temel hak ve özgürlükleri yıkmakla ve ülke genelini bir mezar sessizliğine sokmakla kalmamış, aynı zamanda Türkiye’yi düzensizleştirme, esnekleştirme ve özelleştirmeyi temel alan iktisat ve malî politikaların hoyratça uygulandığı bir laboratuvar haline getirmiştir. 12 Eylül 1980 sonrasında, bugüne kadar işbaşına geçen istisnasız bütün hükümetler, bağımlılığı artırarak sürdüren aynı iktisat ve malî politikalarını devam ettirmişler, bütçe konsolidasyonu veya ‘darboğaz’ veyahut ‘krizi’ aşma bahaneleriyle, halkın geniş kesimlerinin aleyhine ülkenin kaynaklarını, kamuya ait teşekkülleri özelleştirilmiş ve ülke ekonomisini küreselleşen malî piyasaların boyunduruğu altına sokmuşlardır.

Devasa toplumsal sorunlar ve bölünmüş toplumsal gerçeklik
Bugün de aynı politikalar hızlandırılarak devam ettirilmekte, kamu kaynaklarıyla hükümete yakın çevreler zenginleştirilmekte ve üretime dayanmayan gelirler üzerinden özel sermaye birikimi teşvik edilmektedir. Başta eğitim, sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik ve su olmak üzere, halkın geniş kesimleri için yaşamsal önem taşıyan temel kamu hizmetleri ticaretleştirilmekte, askerî ve sivil bürokrasinin ekonomik imtiyazları korunmakta, halkın satın alma gücü borçlandırma üzerinden sunî bir seviyede tutulmakta, büyük tekellere öncelik verilerek esnaf ve zanaatkarlar ile küçük ve orta ölçekli işletmeler darboğaza sokulmaktadır.

Spekülasyonları teşvik eden malî ve para politikalarının yanısıra, tarım ve hayvancılık sanayileştirilerek, yerli ve ulusaşırı tekellerin ellerine terk edilmektedir. 500 milyar ABD Doları’nı aşan borçlanma, bağımsız iktisat ve malî politikalar yapma olanağını yok etmekte ve uluslararası finans kurumlarının şimdiye kadar sorunları derinleştirmekten başka bir işe yaramayan dayatmalarının boyunduruğu altında kalınmasına neden olmaktadır.

Türkiye, kronik kitlesel işsizliği, kayıt dışı ekonomisi, yaygın düşük ücretler ve uzun çalışma süreleri, düşük yan giderler ve tekellere yarayan teşvik politikalarıyla ucuz işgücü cenneti haline gelmiş, zenginler ve yoksullar ve de bölgeler arasındaki uçurum daha da derinleşmiş ve tekeller lehine yürütülen politikalarla ekonomik ve malî krizlerin yükü halkın sırtına yüklenmiştir. Buna karşın meslek örgütleri ve sendikal hareketin önüne yasal engeller çıkartılmakta, toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde ortaya çıkan işveren-sendika ihtilaflarına güvenlik güçleri ve jandarmanın tek yanlı olarak karışmasıyla, kozmetik rütuştan ileri gitmeyen yasa değişiklikleri ile çalışanlara verilmiş olan hakların kullanılması dahi engellenmektedir. Sosyal adaletsizlik, kitlesel işsizlik, yaygınlaşan yoksulluk ve ekonomik bağımlılık anlamını taşıyan neoliberal iktisat politikaları, ‘demokratikmiş’ görüntüsü verilen otoriter bir yönetim anlayışını zorunlu kılmakta, yayılmacı bir devlet siyaseti ve vesayet rejimi ile doğrudan bağlantılı ve küresel malî piyasalar ile dünya egemenlerine bağımlı olarak yürütülmektedir.

Bölünmüş toplumu, iki farklı coğrafyası, kurumsallaşmış vesayet rejimi, kuruluşundan bu yana çözülememiş sorunları, dışa bağımlılığı ve neoliberal dönüşümü ile Türkiye son gelişmelerle yaşamsal bir yol ayrımı karşısında bulunmaktadır. Bundan sonra hiç bir şeyin eskisi gibi kalmayacağı konusunda sanırım mantıklı düşünebilen herkes hemfikir. Kürt Sorunu açısından bakışla, Türkiye’nin ve sınırları içerisinde yaşayan insanların önünde bariz iki seçeneğin kaldığı iddia edilebilir: Ya, uygulanmakta olan egemen politikalar nedeniyle, sonucunda bütün bölgeyi yangın yerine dönüştürecek ve muhtemelen uzun ve kanlı bir sürece girilecektir, ya da, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası içerisindeki farklı toplumsal kesimlerin müdahil olacakları, halklara ve eşitliğe, komşu ülkelerdeki bütün özgürlükçü muhalif güçlerle dayanışmacı birlikteliğe dayanan ve sonucunda bütün bölgeye örnek olabilecek bir Demokratik Cumhuriyetin oluşturulma fırsatını verecek olan barış ve demokratikleşme sürecine girilecektir. Bugün egemenlerin statükoyu kısmî değişikliklerle de olsa, koruma ve teritoryal bütünlüğü sürdürme kaygılarından, farklı kesimlerin istemlerinden ve genel olarak irademizden bağımsız olarak böylesi bir realite ile karşı karşıya bulunulmaktadır.

Ülke ve toplum gerçeklerini kabul etmek, ‘Gordion Düğümü’ gibi görünen çözümsüzlüğü çözüme ulaştırmanın önkoşuludur. Her çözümsüzlük, kendi çözümünü içerisinde taşımaktadır. Nasıl çıkmaz sokaktan çıkışı bulmak için, önce çıkmaz sokak içerisinde olunduğunun kabul edilmesi gerekiyorsa, Türkiye’nin sorunlarının çözümü için de, karşı karşıya bulunulan realitenin kabul edilmesi gerekmektedir.

YARIN: İki taktik, tek strateji - iki dil, ortak mücadele

MURAT ÇAKIR