1 Ekim 2011 Cumartesi

Gül'ün Düşündüğü Yeni Anayasa'da Kürt Yok!

TürkTürk Meclisi Genel Kurulu’nun 24. Dönem ikinci yasama yılının başlaması nedeniyle özel gündemle toplandı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, konuşmasında yeni anayasaya geniş yer vererek, yeni anayasanın esnek ve özgürlükçü bir karaktere sahip olması gerektiğini söyledi. Gül, yeni anayasa için “Temel hak ve hürriyetleri, herkes için, her yönüyle eşit vatandaşlık temelinde güçlendiren ve teminat altına alan bir anayasa olmalıdır” dedi.

Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, Kürt sorunu konusunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “terörle mücadele siyasetle müzakere” ekseninde konuştu. Gül, PKK ile mücadelede taleplerini şiddete başvurmadan, demokratik sistem içinde dile getiren vatandaşları, “teröre destek veren”, “terörü yücelten kesimlerden ayırmanın büyük önem” taşıdığını söyledi.

TEHDİT


Gül’ün
, devletin “şefkat ve hukuk” çerçevesinde “suçsuzlara zarar vermeden mücadele etme özeninden bahsederken, eski hükümetlerin “şefkatli devlet”ini hatırlattığı konuşmasında, tehdit de vardı: ''Teröristler bu politikamızı böyle algıladıkları müddetçe, terörle mücadelemizdeki kararlılık devam edecek ve onlar da sonuçlarına katlanacaklardır.”

DEMOKRASİ
İÇİNDE KÜRT SORUNU

Gül
, Türkiye’nin demokratik standartlar ve ekonomik açıdan daha ilerde olmamasından da PKK’yi sorumlu tuttu: ''Zira, şu da iyi bilinmelidir ki, terör olmasaydı, demokratik standartlarda da ekonomik gelişmişlikte de çok daha ileride bir Türkiye'de yaşıyor olacaktık. Öte yandan, uzun yılların ihmalinin bir sonucu olan demokratik eksikliklerimizden neşet eden Kürt sorununu, ortak değerlerimize ve devletimize sahip çıkan bir anlayışla, yine demokrasi içinde çözebiliriz. Çare, ideolojik ve etnik odaklı bir siyasi dil ile çatallaşmaya gitmeden, demokratik gelişim yolunda adımlar atmaktır. Bu bakımdan Meclis'in açılış gününde, tüm siyasi partilere, karşılıklı anlayış, uzlaşma ve itidal tavsiye etmeyi bir borç bilirim.”

YENİ
ANAYASA

Yeni
anayasanın hiçbir özel fikrin, partinin, ideolojinin ve doktrinin mührünü taşımaması gerektiğini ifade eden Abdullah Gül, istisnasız tüm kesimlerin, yeni bir anayasa yapma iradesi ve düşüncesini taşıdığını söyledi. Gül, "Çünkü, herkes yürürlükteki Anayasanın ihtiyaçlarımıza cevap vermemesinden, Türkiye'nin demokratik olgunluk ve çeşitliliğini kısıtlamaya çalışmasından, Türkiye'nin zenginliklerini yok saymasından rahatsızdır. Bu nedenle, temsil gücü ve meşruiyeti yüksek, sorumluluğu ağır bu Meclisten, halkımızın beklentileri de aynı ölçüde büyüktür" diye belirtti.

1921
VE 1924 ANAYASALARI

Gül
, konuşmasında 1921 ve 1924 anayasalarına da hatırlattı. Milletin milletvekillerine uzun süredir özlemini duyduğu, 1921 ve 1924 Anayasalarından beri ilk defa millet iradesine dayanan bir anayasa yapma mesuliyetini ve şerefini tevdi ettiğini söyleyen Gül, "Bu şerefli vazifeyi ifa ederken, büyük bir sorumluluk ve özgüven içinde hareket etmelisiniz. Zira bu süreç, korku, endişe, tahammülsüzlük ve kısır kavgalarla tekemmül ettirilebilecek bir süreç değildir" dedi.

Geçmiş
anayasalarda bugüne kadar, özgürlükler konusunda şüpheci ve katı, sınırlamalar konusunda geniş ve esnek bir dil benimsediğini ifade eden Gül, "Her türlü özgürlük, çerçevesi belli olmayan, her anlama çekilebilecek sınırlamalara tabi olmuştur. Bugün yapılması gereken ise tam tersidir" şeklinde konuştu.

ESNEK
VE ÖZGÜRLÜKÇÜ

Yeni
anayasanın esnek ve özgürlükçü bir karaktere sahip olması gerektiğini ifade eden Gül, "Bununla birlikte, esneklik kuralsızlık da değildir. Çağdaş gelişmelere cevap veren, yeni toplumsal dinamikleri kapsayan ve kapsayabilmeye açık bir esneklikten bahsediyorum. Esneklik, temel ilke ve hassasiyetlerin aşındırılması demek değildir. Tam tersine, temel ilke ve hassasiyetlerin zamana karşı dirençli halen gelmesi için zorunlu bir özelliktir" şeklinde konuştu.

Gül
, 1982 Anayasası'nın temel sorununun, toplumun ve toplumsal dinamiklerin gerisinde kalması; hatta toplumsal dinamikleri bir sorun sayması olduğunu ifade ederken, "Yeni Anayasa bunun tam aksine, toplumsal dinamiklerden

yararlanmalı
ve özgürlükçü bir zihniyetle hazırlanmalıdır" dedi.

EŞİT
VATANDAŞLIK

Abdullah
gül şöyle dedi: “Temel hak ve hürriyetleri, herkes için, her yönüyle eşit vatandaşlık temelinde güçlendiren ve teminat altına alan bir anayasa olmalıdır. Toplumun her kesiminin bu ülkede 'kendisi olarak' yaşama hakkı, anayasal güvenceler altında itina ile muhafaza edilmelidir. Bunu sağlamanın yolu, özgürlükçü bir anlayışla, milletimizin her bir ferdine, siyasi görüşü, meşrebi ve kökeni ne olursa olsun güvenen bir vizyonla hareket etmektir.”

Gül
, yeni anayasanın nasıl olması gerektiğinden bahsederken, “Bir yandan, devletin bekası konusunda her türlü tedbiri alırken, diğer yandan, devletin, milletin hizmetinde olduğunu unutmayan bir anayasa olmalıdır” diye ifade etti.

Gül
, “Sadece 'hesap soran' değil, aynı zamanda 'hesap veren bir devlet' anlayışını yansıtmalıdır. Bu itibarla, çağdaş demokrasilerin şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi en önemli vasıflarını, ruhunda ve lafzında içeren bir anayasa olmalıdır” diye ekledi.

Gül
şunları ekledi:

“Demokrasinin
tüm kurum ve gelenekleriyle ilerlemesine izin verecek, fren ve denge sistemlerini içinde barındırmalıdır. Bu meyanda, güçler ayrılığı, yargı erkinin bağımsızlığı, basın ve ifade özgürlüğü ilkelerine özellikle dikkat çekmek istiyorum.

Netice
olarak, yeni anayasamız Türk demokrasisini kurumsallaştıracak tüm hasletleri içinde barındırmalıdır. Zira, kurumsallaşmış bir demokrasi, dönemlerden, kişilerden, iktidarlardan bağımsız; sürekli, sürdürebilir ve tutarlı bir demokrasi demektir.

Kurumsallaşmış
bir demokrasi, konjonktürel akımlardan etkilenmeden, vatandaşlarına demokratik hukuk devletinin icaplarını, her zaman ve her şartta sağlayabilen bir demokrasi demektir."

ANAYASA
YAPIM SÜRECİ

Yeni
anayasanın yapılma sürecinin de önemli olduğunu ifade eden Gül, "Çünkü, esas kadar usul de mühimdir" dedi. Gül, "Yeni anayasanın iyi hesaplanmış ve sorunları çözmeyi esas alan bir usulle yapılması elzemdir. Bu meyanda, Sayın Meclis Başkanının bilim adamlarıyla başlattığı ve tüm partilerin ortak bir anlayışta buluşmasını hedefleyen çalışmaları memnuniyet ve ümit vericidir" diye belirtti.

Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, "Yeni anayasa hiçbir özel fikrin, partinin, ideolojinin ve doktrinin mührünü taşımamalıdır. Anayasanın taşıması gereken tek mühür, milletimizin mührü olmalıdır. Bu bakımdan, sadece Yüce Meclis'te temsil edilen partilerin değil, diğer siyasi partilerin, sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin ve meslek kuruluşlarının da bu tartışma sürecine katılıyor olmasını son derece faydalı buluyorum” şeklinde konuştu.

Erdoğan Meclis'e sansürle geldi

Meclis’in açılışında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yeni anayasadan, “esneklik” ve “özgürlükler”den bahsederken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan açılıştan hemen sonra medyayı “sansüre” davet etti.

Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan, Meclis’te yapılan açılışın ardından basın mensuplarının sorularını yanıtladı. Medyayı sansüre çağıran Erdoğan “Terörün haberini yapmak yanlış, gündemden düşürmek lazım” dedi. Erdoğan’ın daha önce de defalarca medyayı uyararak, Kürt sorunundan bahsetmemesini istemişti.

BDP’YE RANDEVU


Erdoğan
, partisinin genel sekreterliğinin anayasa için BDP'den randevu talep edeceğini de ifade etti. Erdoğan, "BDP yeminini yaptı. Partimizin Genel Sekreterliği aynı şekilde onlara da randevu talebimizi iletecek. Arkadaşlarımız gidip kendilerini ziyaret edecekler. Onlarla da bu görüşmeyi yapacaklar" dedi.

Erdoğan
, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Hükümet yan gelip yatıyor" sözlerine de "Millet yan gelip yatmadığımızı biliyor, yan gelip yatsaydık bu kadar oy vermezlerdi" şeklinde yanıt verdi.

ANF

ETA'ya Bağlı Ekin Örgütü Kendisini Feshetti


ETA’nın tamamen silahlara veda etmesi için çağrıların arttığı bir dönemde örgütün siyasi stratejinin uygulamakla görevli Ekin örgütü kendisini feshetti.

Bask gazetesi Gara, Ekin örgütünün kendisini feshettiğini duyurdu. Gazeteye konuşan ve adı belirtilmeyen iki yönetici, kararın geçen baharda başlatılan tartışmalar sonucunda alındığını söyledi. Örgüt yöneticilerin, Ekin’in günlük yaşananlara göre bir çalışma yürütmediğini uzun vadeli işlediğini belirtti.

Bu gelişme ETA’nın silahlara nihai olarak veda etmesi yönünde çağrıların arttığı bir döneme denk geldi. Kalıcı ateşkes pozisyonunda olan ETA da bir çok kez yaptığı açıklamada bu yönlü bir sürecin gelişmesinden yana olduklarını belirtmişti.

Geçen 22 Mayıs’ta yapılan yerel seçimlerde ETA’nın da desteklediği Bildu koalisyonu sürpriz yaratarak Bask bölgesinin ikinci siyasi gücü oldu. Bildu, özellikle San Sebastian belediyesini kazandı.

İspanya’nın sosyalist hükümeti sözcüsü José Blanco, Ekin’in kendisini feshetmesinin yeni bir adım olduğunu ancak bekledikleri silahlara nihai olarak veda edilmesi için nihai adım olmadığını söyledi. İçişleri Bakanı Antonio Camacho, ETA’nın sonunun hiç olmadığı kadar yakın olduğunu ve örgütün dönüşü olmayan bir dağılma sürecine girdiğini savundu.

ETA’lı tutsaklar 23 Eylül’de yaptığı açıklamada geçen yıl örgütünün saldırılarının sona erdirilmesi çağrısını yapan Guernica anlaşmasına üye olacaklarını söyledi. Bu metni çok sayıda bağımsızlıkçı sol parti, sendika ve ulusalcı hareket imzalamıştı.

1999 yılında kurulan Ekin örgütü tarihsel olarak ETA hareketinin en etkili akımlarından birini oluşturuyor. 2007 yılında illegal ilan edilen örgütün dokuz yöneticisi Eylül 2010’da tutuklanmıştı.

Batılı medya resmi açıklamalardan yola çıkarak ETA’nın bugün çok zayıfladığı için ateşkes ilan ettiği üzerine haberlerini kursa da, örgüt strateji değişikliğine gittiğini ve nihai olarak silah bırakmaya hazır olduğunu defalarca açıklamıştı. Örgü Ocak 2011’den bu yana kalıcı bir ateşkes pozisyonunda bulunuyor.

Çatı Partisi Neden Çaredir?

Hasan KIYAFET
Gerçekte çok geç kaldık. Karıncalar kadar çok, dağlar kadar haklı olduğumuz halde, yenikliğimiz nedendir? Nedendir bu vakitsiz ölümler ve sonsuz zulümler? Başarısızlığın yükünü üçüncü tekil şahsa, yani başkasına yüklemenin onulmaz bir ruhsal kanama olduğunu elbette biliyoruz. Pekiyi ne zaman aynayı yüzümüze tutacağız? Ne zaman Şair Baba’nın dediğini çarpıtarak bile olsa: “...Sana suçlu demeye dilim varmıyor ama,/ Suçun büyüğü biraz da bizde değil mi benim kardeşim...” diye okuyacağız?

Elbette sözümüz seçimini emekten ezilenden yana yapmış dostlaradır. Neden halkın, halkların yönünü kendimize döndüremedik? Bu soruya özellikle liberal sol anlayışın vereceği çok çarpık yanıtlar olacaktır. Ama burada bizim muhatabımız gerçek sosyalistlerdir. O bakımdan sizlerin yüreklice şu itirafta bulunacağınıza inanıyorum:


Bizler sosyalizmi, pek de sosyalist olması gerekmeyen, fakat namuslu burjuva aydınlarından öğrendik. Çünkü başka seçeneğimiz yoktu. Öğretmenlerimizin ellerinde olmadan taşıdıkları virüsler zorunlu bize de bulaştı. Bu ölümcül burjuva rahatsızlığı kendini en çok farklı fraksiyonlar olarak gösterdi. Önce kırk parçaya bölündük sonra yan çelişkiyi baş çelişki haline getirdik. Yani birbirimizi yedik ha yedik. Kısacası yenikliğimiz azlığımızdan değil dağınıklığımızdan oldu.


Burada elbette geçmişin karanlık dehlizlerinde kaybolmak değil, geleceğin nasıl kurulacağını tartışmak istiyoruz. Üstelik bütün acemiliklerimize, tüm yanlışlarımıza karşın sosyalizm gibi bir doğru uğruna hayatımızı ortaya koyduğumuzu dünya aleme gösterdik. Tevazusuz hepimiz namuslu insanlardık. Halen, yenildik ama savaşı kaybetmedik deyişimiz de bundandır.


Olayı güncellersek: Tarih tüm aklı ve acımasızlığı ile kollarını açmış bizi bekliyor. Konuyu daha açarsak, tarih akıllıdır çünkü çizdiği zaman dilimi içinde hiç yanlış yapmaz. Acımasızdır, çünkü zamanlamayı yanlış yapanları, gücünün farkında olmayanları, acımasızca cezalandırır. Bunun için tarih haklı yenilmişlerin acı öyküleri ile doludur, derler. Sovyetler bilinçli yenilgiye uğratıldıktan sonra, emperyalistlerin hesabı yaşamın gerçeğiyle örtüşmedi. Nüfus arttı, teknolojik iletişim büyüdü, gelir dağılımındaki denge daha da bozuldu, ama dünyanın yüzölçümü büyümedi. Bu durumda egemenler kara kara düşünmeye başladılar.


Bizim anladığımız anlamda sosyalist olmayan, fakat namuslu bilim insanları bu ters gidişe karşı seslerini yükseltmeye başladılar. Noam Chomsky,
Michael Albert gibi tanınmış bilim insanları “Alternatif Küreselleşme” başlığı ile kapitalist küreselleşmeye karşı çıktılar. Kapitalistlerin kendi büyük hırsızlıklarını örtmek için, küçük hırsızlıklardan, çalmalardan yakındığı bir sıra Michael Albert: “...yoksulların neden çaldığına değil, neden çalmadığına, isyan etmediğine hayret ediyorum” gibi doğru ve veciz bir söz  söyleyiverdi...

Sözü uzattık. Değerli ve devrimci kardeşlerim, 15-16 Ekim’de Ankara’da toplanacak olan Çatı Partisi Kongresi doğrusu beni heyecanlandırıyor. Nihayet aklımız başımıza geldi, diyorum. Yıllardır karanlıklar içinde bırakılmış ve yönünü şaşırmış halkımıza doğru bir adres göstereceğiz diyorum. Bu kez amasız ve fakatsız bütün halkların ve samimi emekten yana olanların birliğini kuracağız. Çözülmez hale getirilen Kürt sorununun gerçek çözümü nasıl oluyormuş dosta düşmana göstereceğiz. Buna şu ya da bu biçimde katılmayanlar ise, soyut niyetleri ne olursa olsun somutta ezilenlere ihanet etmiş olacaklardır. Tanığımız yine tarih olacaktır. Tarihin akıllı ve acımasız yüzünü mutlaka göreceklerdir.


Ankara’ya giderken iki kez heyecanlandığımı anımsıyorum. Birincisi yıllar önce bedeli büyük olan Birleşik Komünist Partisi’nin 33 kurucu üyesinden birisi olduğum zamandı. İkincisi de işte bu Çatı Partisi Kongre’si için, Antalya temsilerinden birisi olduğum zamandır. Hadi benim çilekeş ve de yiğit dostlarım göreyim sizi...

Başbakan’ın Direniş Çağrısı Hizbullah’a mı?

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dindar Kürtlere yaptığı, “PKK’ye karşı direnin” çağrısının muhatabının Hizbullah olduğu yorumları yapılıyor. 1990’lı yıllarda devletin desteği ile kurulan ve PKK’ye karşı savaşan Hizbullah çoğu vahşet düzeyinde binlerce sivili öldürdü. 2000 yılında tasfiye edilen örgütün, liderleri geçen yıl AKP hükümeti tarafından yapılan bir yasa değişikliği ile serbest bırakılmıştı.

Başbakan Erdoğan’ın önceki günkü konuşmasında PKK’ye karşı direniş çağrısında bulunduğu konuşmasının yankıları sürüyor. Erdoğan konuşmasında, “Müslüman Kürt kardeşlerime sesleniyorum, mabetlerinize karşı roketatarla saldıranlara karşı sizde bir direniş ortaya koyacaksınız. Devlet millet el ele vermek zorundayız” demişti. Kürtler arası bir iç savaş tehlikesine işaret eden bu çağrının kime ya da kimlere yapıldığı da merak konusu. Erdoğan’ın çağrısının “PKK’ye karşı direniş potansiyeli ile devlet desteği ile kurulan” Hizbullah’a yapıldığı belirtiliyor. Son dönemlerde yeniden yapılanmaya ağırlık veren Hizbullah Örgütü’nün ise bu çağrıyı gerekçe göstererek yeniden eylemlere başlayabileceği belirtiliyor.


Hizbullah nedir?


Abdulvahap Ekinci, Ahmet Tufan, Fidan Güngör, Hüseyin Velioğlu ve Veysi Kaykaç gibi şahıslardan öncülüğünde 1980 yılı başlarında “Vahdet Hareketi” adı altında yapılanmaya başlayan Hizbullah, örgütlenme kararını verdiği ve silahlı eylemlere başlama kararı aldığı ikinci toplantısı, Fidan Güngör, Mansur Güzelsoy, Abdullah Yiğit, Hüseyin Velioğlu ve Ubeydullah Dalar’ın katılımıyla 1981 yılında Batman’daki Cem Kitabevi’nde düzenledi. Adı ilk kez 1984 yılında İstanbul’da yapılan bir kuyumcu soygununda polisle çatışmaya giren ve sağ olarak ele geçirilen militanların ifadeleriyle ortaya çıktı. Teşkilat Genel Emiri’nin irfan Çağırıcı, Askeri Kol Başkanı’nın Selim Gülcan, İçtimai Kol Başkanı’nın Nejat Atiker, İstihbarat Kol Başkanı’nın Mehmet Balmaz, Tebliğ Kol Başkanı’nı da Metin Torun olan örgütün siyasi liderliğine daha sonra Hüseyin Velioğlu getirildi.


5 yıl içinde yüzlerce insan öldürüldü


1990’lardan sonra PKK ve Kürt hareketine karşı eylemlere itilen örgüt, 1995 yılına kadar, kontra türü eylemlerle, aralarında milletvekili, gazeteci, iş adamı ve sıradan yurtsever insanların bulunduğu 500’den fazla insanı öldürdü. Adam kaçırma, sorgulama, suikast, kadınlara yönelik kezzap atma, satır ve bıçaklı saldırılarla yoğun bir saldırı dalgası başlatan Hizbullah’ın ismi, DEP Milletvekili Mehmet Sincar, Gazeteci Musa Anter, Bahriye Üçok gibi cinayetlerde de geçti.


Devlet PKK’ye karşı Hizbullah kartını oynadı


Dönemin Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Tümgeneral Teoman Koman’ın “PKK’nın baskılarına karşı kendini koruyan, inancı kuvvetli vatandaşlar” şeklinde tanımladığı Hizbullah’ın devlet desteğini aldığını dönemin OHAL valisi Ünal Erkan’ın 17 Şubat 1993 tarihinde Milliyet gazetesine verdiği ‘PKK çökertilmedikçe Hizbullah tipi ‘militan’ örgütleri çözmeye niyetleri olmadığını’ beyanatıyla ortaya çıkıyordu.


Hizbullah’ı AKP salıverdi


Sonraki yıllarda, Kürt yurtseverlerle birlikte Türkiye’deki laik kesimleri de hedef alan ve domuzbağı yöntemi ile vahşet eylemlerine imza atan Hizbullah eylemleri nedeniyle neredeyse Türkiye’nin dört bir tarafından mezar evler ortaya çıkarıldı. Örgütün ipi ise 2000 yılında çekildi. İstanbul’da bir eve düzenlenen baskın ile örgütün lideri Hüseyin Velioğlu öldürüldü ve yönetim kademeleri de tutuklandı. Müebbet hapis cezaları ile yargılanan örgüt yöneticileri geçen yıl AKP tarafından yapılan bir yasal düzenleme ile serbest bırakılmış ve örgüt yöneticileri yurtdışına çıktıktan sonra haklarında yeniden tutuklama kararı çıkarılmıştı.

Akıl Tutulması

Marx’ın yabancılaşma, Frankfurt Okulu filozoflarının akıl tutulması, Öcalan’ın ‘tahakkümcü uygarlık’ ya da ‘modernite’ kavramıyla kodladığı olgunun başlangıcı her üç ekolde de ayrı tarihsel döneme, yani uygarlığın dolayısıyla devletli toplumun başlangıcına tekabül eder. Bu olgu, özne-nesne tarzında bölümlendirilen topluma empoze edilen realite ya da rasyonalitenin sorgulanmaksızın kabulünü ve bunun öngördüğü çerçevede bir pratiği ifade eder.

Marksist felsefeye hakim olan determinizm ve mutlaklaştırılan katı diyalektik materyalizm, antitezi olma arayışına ve iddiasına rağmen onu uygarlık sisteminin bir uzantısı olmaya mahkum eder. Felsefi bakışlarında ve politikayı yorumlayışlarında çok ciddi farklılıklar olsa da Frankfurt filozofları ve Öcalan, tarihin uygarlığın başlangıcında saptırılmış temeller üzerinde bir mühendislik faaliyeti halinde çarptırılarak araçsallaştırıldığı konusunda hemfikirdirler.


Devlet analizinde “Zorba ve kurnaz erkek + şaman ve rahip + tecrübeli yaşlı adamlar ittifakı tüm hiyerarşilerin ve sonradan gelişecek iktidarların ve devletlerin pro-tipidir” diyen Öcalan’a katılmamak mümkün mü? Nitekim günümüz Türkiye’sinde bu denklem çok çarpıcı bir şekilde işletilmektedir.


Enflasyon oranından turizme, sağlık ve eğitim gibi sektörlerden sosyal refah düzeyini gösteren istatistiksel verilere kadar her alanda rakamlarla oynanarak toz pembe bir tablo çizilmekte; altı aylık bebelerden 70’lik nine ve dedelere kadar çok sayıda insanın hava saldırıları ve gaz bombalarıyla katledildiği kirli savaş gerçekliğine, ‘namus’ cinayeti adı altında her gün sokak ortasında kadınların zorba erkekler tarafından katledilmesine, muhaliflerin ‘terörist’ suçlamasıyla zindanlara doldurulması ve daha başka insanlık dışı, antidemokratik uygulamaya rağmen demokrasi teranesinin topluma yutturulmaya çalışılması tuhaf bir durumdur.


Hükümetin toplumu tek tipleştirme politikalarına direnen tüm bireyler ve kurumlar şiddetle cezalandırılmakta. Yakın dönem tarihinde ve emsallerine Hitler, Mussolini ve Franko faşist rejimlerinde rastlanan bu mantalitenin çok daha eskiye uzanan bir geçmişi vardır. Tarih boyunca sömürgeciler direnişle karşılaştıkları her yerde ahlaki bir meşrulaştırma yolu aradılar. Mitoloji, din, felsefe ve “aydınlanma”dan bu yana bilim bu anlamda araçsallaştırılmıştır.


Akıl, Türkiye’de özerkliğini yitirmiş uydulaştırılmıştır. “Büyülere inanıldığı çağlarda olduğu gibi, sözcükler toplumu yıkabilecek tehlikeli kuvvetler olarak görülmekte ve konuşanlar kullandıkları sözcüklerden sorumlu tutulmaktadır. Bu yüzden doğruluk arayışı toplumsal denetim altında kısıtlanmaktadır. Düşünceyle eylem arasındaki farklılık yok sayılmaktadır.”


Uygun koşullarda veriler incelenirse, medya çalışanı, stratejist, emekli bürokrat ya da asker, bilim insanı vb. elbiselere bürünmüş ve tek amaçları hükümetlerine ‘yağdanlık’ olan insan sayısı bağlamında Türkiye’nin şampiyonluğu hiçbir ülkeye kaptırmadığı görülecektir. Bu ‘aydın’ların felsefelerini maddi çıkarları belirler.


Kafalarında menfaatleri mucibince oluşturdukları şablonları, dogmaları, çarpıtmaları kadiri mutlak ilkeler gibi empoze etmekte, bunun dışına çıkanları teröristlikle, ırkçılıkla, hatta faşistlikle itham etmektedirler. Bu halet-i ruhiye, yaşadıkları patolojinin sonucudur; psikolojideki tanımı projeksiyondur, yani olumsuzluklarını karşı tarafa mal ederek kendilerini aklama telaşı.


Günümüzdeki yağdanlıklar devletli uygarlığın oluşum sürecindeki rahiplerin ve şamanların rolünü oynamakta, tabularını hiçe sayıp, putlarını yıkmaya yönelenleri lanetlediklerini her fırsatta ilan etmektedirler. Örneğin gazeteci, öğretim görevlisi, kanaat önderi gibi sıfatlar kuşanan rahipler korosunun Kürt halkına ve onun legal siyasi temsilcisi konumundaki BDP’lilere her gün neyi yapıp, neyi yapmayacaklarını vaaz etmesidir.


Ancak Kürt halkı, Özgürlük Hareketi’nin öncülüğünde emsalsiz bedeller pahasına yürüttüğü mücadeleyle gerçekleştirdiği rönesansı sayesinde rahiplerin belirlediğinden çok farklı gündemlere yoğunlaşmaktadır. Devlet aklında yaşanan kronik tutulma hali ise rahipler kanalıyla misliyle toplumun kalan kesimine yansıtmakta ve büyük felaketlere kapı aralamaktadır.


Kardeşlik retoriği gerçekten itibar görecekse, geçmişin firavunlarından, Hitlerlere, Saddamlara kadar uzanan şarlatanların karikatürüymüşçesine başvurulan asma-kesme edebiyatı bir tarafa bırakılarak kardeşlik hukukuna uygun bir anayasa hazırlanmalı ve kardeşler kendi özerk akıllarıyla özerk örgütlenmeleriyle tanınmalı, kabul edilmelidir.

Polis, MOBESE Kayıtlarını Saklıyor

Alaaddin Karadağ’ın 19 Kasım 2009 tarihinde İstanbul’da polis tarafından öldürülmesinin ardından açılan davanın dosyasına giren belgeye göre, olay anına ilişkin kamera kayıtları İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde bulunuyor. Ancak, olayın üzerinden iki yıl geçmesine rağmen polis görüntüleri mahkemeye göndermiyor.

Polis, MOBESE kayıtlarını saklıyor

19 Kasım 2009 tarihinde İstanbul’da polis tarafından öldürülen Alaaddin Karadağ için açılan davanın dosyasına giren belgeye göre, olay anına ilişkin kamera kayıtları İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nin elinde bulunuyor. Ancak, TMŞ aylardır söz konusu görüntüleri mahkemeye göndermiyor. 19 Aralık 2009 tarihine ait ve Cinayet Büro Amirliği’nden 3 polisin imzasını taşıyan belgede, kamera kayıtlarının İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nin elinde olduğu belirtiliyor. Belgede, “Ayrıca olay yeri çevresinde bulunan güvenlik kamera görüntüleri TMŞ tarafından incelenmek amacıyla alınmıştır” deniliyor. Ancak, söz konusu görüntüler aylardır mahkemeye gönderilmiyor. Son görülen duruşmada, müdahil avukatların talebi üzerine, TMŞ’nin görüntüleri göndermemesi durumunda yetkililer hakkında görevlerini yerine getirmedikleri gerekçesiyle suç duyurusunda bulunulacağı belirtildi. ÇHD Alaaddin Karadağ Davasını Takip Komisyonu üyesi Zeycan Balcı, görüntülerin dava için çok önemli bir delil olduğunu belirterek, “Bu olayın başından beri bir yargısız infaz olduğunu biliyoruz. Mahkemede, bunu delillendirmeye çalışıyoruz. Görüntüler, infazın delillendirilmesi açısından önemli” dedi. Avukat Balcı, Karadağ’ın üst kıyafetlerinin de hâlâ dosyaya konulamadığına dikkat çekti.

Bunu da mı PKK Yaptı


Êlîh’de katledilen sivillerin kanı kurumadan Çewlîg’de polis 30 yaşındaki kadını katletmeye girişti. Tosun göğsünden ağır yaralandı

Çewlîg’in Kanîreş ilçesinde Emniyet Lojmanları’nın arka kısmından ilçe merkezine gelmeye çalışan 30 yaşındaki sara hastası Gülistan Tosun, polisler tarafından vuruldu. Emniyet ise kadını suçladı: “Akli dengesi bozukmuş, yapılan uyarı ateşinde seken kurşunla yaralandı.” Hiçbir yetkilinin kadını ziyaret bile etmediğini belirten Kanîreş Belediye Başkanı Ferit Çelik, ailenin, hesap sormaması ve konuşmaması için tehdit edildiğini söyledi.

 
Polis Kanîreş’te de sivil vurdu

Êlîh’de (Batman) sivil bir aracın polisler tarafından taranması sonucu yaşanan katliamın yankıları sürerken,  polis Çewlîg’de de (Bingöl) bir sivili vurdu. Alınan bilgilere göre, Çewlîg’in Kanîreş (Karlıova) ilçesinde akşam saatlerinde Emniyet Lojmanları’nın arka kısmında bulunan TOKİ Konutları’ndan ilçe merkezine gelmeye çalışan 30 yaşındaki sara hastası Gülistan Tosun, polisler tarafından açılan ateş sonucu yaralandı. Göğsünden kurşun yarası alan Tosun, Kanîreş’te yapılan ilk müdahalesinin ardından Bingöl Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Akciğerinde tahribat meydana gelen ve yoğun bakım ünitesinde tedavisi süren Tosun’un hayati tehlikesinin olmadığı öğrenildi.


Görgü tanıklarına göre; Toklular köyünde ikamet eden ve sara hastası olduğu öğrenilen Tosun, ilçeye yaya olarak geldiği esnada, yol üzerinde bulunan köpeklerin havlaması üzerine emniyet lojmanlarına doğru kaçtı. Bu sırada da polisler ateş açarak Tosun’u yaraladı. Konuya ilişkin bilgi almak isteyen basın mensuplarına ise Tosun Ailesi bilgi vermek istemedi.


‘Özür bile dilememişler’


Kanîreş Belediye Başkanı Ferit Çelik, sabah saatlerinde Bingöl Devlet Hastanesi’ne giderek ziyaret ettiği Tosun’un durumunun iyi olduğunu belirtti. Mağdur olan aileyi şu ana kadar hiçbir idari erkanın ziyaret etmediğine dikkat çeken Çelik, “Şu ana kadar hiç kimse Gülistan Tosun’u ziyaret etmedi. Özür bile dilememişler” dedi. Aile üyeleri ile görüşmek istediğini, ancak ailede ciddi anlamda korku ve tedirginlik olduğunu dile getiren Çelik, “Sadece içlerinde bir kadın cesurca davranarak ‘ne gerekirse yapacağız’ dedi. Ailenin üzerinde aşırı düzeyde bir baskı gözlenmekte” diye konuştu.


Yetkililer baskı uyguluyor


BDP Çewlîg Milletvekili İdris Baluken de, Tosun’un polis tarafından “Canlı bomba” olduğu şüphesi ile vurulduğunu öğrendiklerini belirtti. Konuyu yakından takip ettiklerini ifade eden Baluken, “Dün akşamdan beri yoğun bir şekilde vali, kaymakam ve emniyet yetkililerinin aile ile görüştüğü söyleniyor. Yani Gülistan Tosun’un polis tarafından vurulduğu kesindir” dedi.

Kayıp Yakınları: Başbakan Kan Üzerinden Siyaset Yapıyor

 
İHD ve kayıp yakınlarının “Kayıplar Bulunsun, Failler Yargılansın” sloganıyla düzenlenen oturma eyleminde konuşan İHD MYK Üyesi ve Diyarbakır Şube Yöneticisi A. Serdar Çelebi, Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde söylediği “ciğerim yanıyor” sözlerini anımsatarak, “Senin ciğerin yanıyor da buradaki insanların yüreği yanmıyor mu? Kalkıp sadece ciğerim yanıyor demekle sorunlar çözülmüyor. Ciğerin yanıyorsa başkasının yüreğindeki ateşi de anlayabilmelisin. Başbakan’ın yaptığı kan üzerinden siyaset yapmaktan başka bir şey değildir” dedi.

İHD Diyarbakır Şubesi ve kayıp yakınları tarafından “Kayıplar Bulunsun Failler Yargılansın” sloganıyla her hafta düzenlenen oturma eylemi, 138. haftasında Koşuyolu Parkı Yaşam Hakkı Anıtı önünde gerçekleştirildi. Kaybedilen ve faili meçhul cinayetlere kurban gidenler ile savaş döneminde yaşamını kaybeden çocukların fotoğraflarının taşındığı eyleme, İHD yönetici ve üyeleri, KESK’e bağlı sendikaların temsilcileri, MEYA-DER, TUHAD-DER ve Barış Anneleri İnisiyatifi üyeleri ile kayıp yakınları katıldı.

Oturma eylemi öncesi bir konuşma yapan İHD MYK Üyesi ve Diyarbakır Şube Yöneticisi A. Serdar Çelebi, her hafta kayıpların bulunması amacıyla oturma eylemi gerçekleştirdiklerini belirterek, “Biz buraya sadece muhalefet etmek için gelmiyoruz. Burada sadece birilerini sıkıştırmak için oturmuyoruz. Bu insanların yüreği yandığı için buradalar. Kayıplarının bulunmasını istiyorlar, faili meçhul cinayete kurban giden yakınlarının faillerinin bulunmasını istiyorlar” dedi.

KAN ÜZERİNDEN SİYASET YAPIYOR

Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde söylediği ve günlerce medya tarafından işlenen “ciğerim yanıyor” sözlerini anımsatan Çelebi, şöyle konuştu: “Başbakan ‘ciğerim yanıyor’ diyor. Senin yüreğin yanıyor da buradaki insanların yüreği yanmıyor mu? Kalkıp sadece ciğerim yanıyor demekle sorunlar çözülmüyor. Yüreğin yanıyorsa başkasının yüreğindeki ateşi de anlayabilmelisin. Bu insanların yüreğindeki acıyı anlamıyorsan söylediklerin çok da anlamlı değildir. Başbakan’ın yaptığı sadece kan üzerinden siyaset yapmaktan başka bir şey değildir. Bu insanlar devletin bilgisi dahilinde gözaltına alınmak suretiyle kim olduğunu bildiğiniz çevreler tarafından katledildi. Madem yüreğiniz yanıyor bulun bu kayıpları ve faillerini.”

CİĞERİ YANIYORSA ÇÖZÜM İÇİN ÇABA GÖSTERSİN

Kayıp yakınlarının acısının Başbakan’ınkiyle eşdeğer tutulamayacak büyüklükte olduğunu kaydeden Çelebi, “Dikkat edin Başbakan ciğerim yanıyor deyip halkı direnişe davet edebiliyor. Geçmişte bu direniş daveti Hizbullah gibi bir örgütü ortaya çıkarmış, kanlı bir dönemin yaşanmasına neden olmuştu. Yine yakın tarihte Başbakan’ın direnişe daveti batıda bazı kesimleri pompalı tüfeğini alarak sokağa çıkma cesaretini vermişti. İşyerleri taşlanıp göçe zorlanan vatandaşlara rastladık. Gerçekten yüreği yanıyorsa, halkı direnişe davet edeceğine, sorunun çözümü için çaba göstermelidir. Yüreği yanan bu insanların acısına çare bulmalıdır” diye konuştu.

KEMAL MUBARIZ’IN KAYBEDİLİŞ HİKAYESİ


Çelebi, konuşmasının ardından 1 Şubat 1994 tarihinde Şırnak’ın Cizre İlçesi’nde JİTEM elemanları ve askerler tarafından gözaltına alınarak kaybedilen Kemal Mubarız’ın kaybediliş öyküsünü anlattı. Çelebi, Mubarız’ın kaybediliş öyküsünü ağabeyi Ömer Mubarız’ın ağzından şöyle aktardı: “1 Şubat 1994 tarihinde İlçe Jandarma Komutanlığı’na bağlı istihbarat elemanı olduğunu söyleyen 2 kişi evimize geldiler. Beni ve kardeşim Kemal’i alarak Nusaybin İlçe Jandarma Komutanlığı’na götürdüler. Oraya ulaşır ulaşmaz beni kapının önüne bıraktılar. Bizi götüren JİTEM elamanları bana, ‘bize 3 gün içerisinde 100 milyon getirirsen kardeşini bırakırız, yoksa bir daha kardeşini göremezsin’ dediler. Ben de hemen eve döndüm ve parayı temin ederek onlara verdim. Ancak kardeşimi serbest bırakmadılar. Bu tarihten sonra kardeşimden bir daha haber alamadık.”

Yapılan konuşmaların ardından kayıp yakınları 5 dakika oturma eylemi yaparak eylemlerine son verdi.

Le Figaro: Türkiye'de Herkes Tutuklanmaktan Korkuyor

Fransız Le Figaro gazetesi, Türkiye’de çatışmaların yeniden şiddetlendiğini ve Kürtlerin Diyarbakır’dan kalkan savaş uçaklarına öfkeyle baktığını yazdı. Binlerce kişinin cezaevlerine doldurulduğunu belirten gazete bir kahvehane çalışanının şu sözlerine yer veriyor: “Herkes tutuklanmaktan korkuyor, siyasi aktiviteleri olmayanlar bile…”

Fransa’nın yüksek tirajlı gazetesi Le Figaro, “Türkiye’de Kürt isyanı yeniden silahları eline aldı” başlığı altında artan gerilimi Diyarbakır’dan yazdı.

KÜRTLER F16’LARA ÖFKEYLE BAKIYOR

Diyarbakır’dan kalkan savaş uçaklarının çıkardığı gürültüyü tasvir eden gazete, “F16’lar halen duyuluyor görülmeden. Türkiye’nin büyük Kürt kenti Diyarbakır’ın bin yıllık tarihi surlarının gölgesinde serinleyen yaşlıların tümü aynı refleksi gösteriyor ve gökyüzünde savaş uçaklarını takip etmek için başlarını kaldırıyor. Gözlerinde sağır bir öfke okunuyor.”

Gazete Ağustos ortasında başlayan bombardımanın son günlerce yoğunlaştığına dikkat çekiyor. Haziran ortasından bu yana 135 kişinin hayatını kaybettiğini belirten gazete, ülkenin güney doğusunda (Kürdistan) kışlalar, polisler ve dağlık yollarda askeri konvoylara gerilla tarafından düzenlenen saldırıların arttığını kaydediyor.

Ankara’nın da saldırılardan muaf olmadığını belirten gazete Kürdistan Özgürlük Şahinleri’nin (TAK) üstlendiği saldırıyı ve bunun sadece bir başlangıç olduğu uyarısını hatırlatıyor. Gazete gerilla tarafından alıkonulan öğretmenlere de dikkat çekiyor ve 90’lı yılları anımsatıyor.

DEMOKRATİK AÇILIM ACI BİR HATIRA OLDU

2009’da başlatılan “demokratik açılım” ile ortaya çıkan umudun bugün “acı bir hatıra” olduğunu belirten gazete, “İki yılda 3 bini aşkın Kürt siyasi temsilci, terörist bir örgütün üyesi oldukları suçlamasıyla hapse atıldı. Cuma günü aralarında üç önemli şehrin belediye başkanlarının da olduğu 34 militan daha gözaltına alındı. Bu bilançoya demir parmaklıklar ardındaki binlerce anonimi de eklemek gerekiyor” diye yazdı.

Gazeteye konuşan Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi (DİTAM) Başkanı Mehmet Kaya, “Cezaevleri dolup taşmış” diyor. Bu sivil toplum örgütü yöneticisinin hiçbir zaman silahlı mücadele partizanı olmadığını söyleyen gazete, Kaya’nın PKK’ye ateşkes çağrısında bulunmak için artık ellerinde argüman kalmadığını söylediğini belirtiyor. Toplumda bir radikalleşme olduğunu belirten Kaya, “Zira tüm bu tutuklamaları gördükçe, PKK’nin eylemlerini kınayanlar dahil Kürtler siyasi yolun hiçbir yere götürmediğini kendilerine söylüyorlar” diyor.

HERKES TUTUKLANMAKTAN KORKUYOR

Saat 18.00’e doğru bir çeşmenin etrafındaki masaların boş durduğuna dikkat çeken gazete, BDP’ye yakın duran tanınmış bir kahvehanenin çalışanının şu sözlerini aktarıyor: “Herkes tutuklanmaktan korkuyor, siyasi aktiviteleri olamayanlar bile. Korku ve öfke birlikte artıyor.”

CHP'li vekil Sezgin Tanrıkulu ise AKP hükümetinin güvenlik yaklaşımı dışında sorunu çözmek için hiçbir fikrinin olmadığını kaydediyor.

YİNEDE UTANGAÇ BİR ÇIKIŞ YOLU VAR

Gazete, her an olası sınırötesi karar harekatı, ABD ile predatör anlaşması, Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sert açıklamaları, PKK ile Devlet arasındaki basına sızan görüşmelere de değinirken, “Bugün, görüşme penceresi kapandı. Ve gerilla lideri Abdullah Öcalan ömür boyu hapis yattığı İmralı Ada cezaevinde izole edilmiş: Temmuz ayından bu yana avukatlarının onu ziyaret etmesine izin verilmiyor” diye belirtiyor.

Gazete yine de “çıkmazdan kurtulmak için utangaç bir çıkış” olduğunu belirterek, BDP vekillerinin meclise dönüş kararına işaret ediyor.

Tetikçi Osman Gürbüz Neden Tahliye Edildi?


İkinci Ergenekon davasında mahkeme 'Sahte Yeşil' Osman Gürbüz’ün tahliyesine karar verdi. Ergenekon’un tetikçisi olduğu belirtilen Gazi Katliamı başta olmak üzere çok sayıda cinayette ismi geçen Gürbüz’ün serbest bırakılması dikkat çekti

İkinci Ergenekon davasında 3 yılı aşkın süredir tutuklu yargılanan sanıklar Ersin Gönenci, Mehmet Koral ve Osman Gürbüz tahliye edildi. Gönenci, Koral ve Gürbüz’ün dosya kapsamı, iddia edilen suçlama, delillerin toplanmamış olması ve dosyadaki delil durumunu gözeterek serbest bırakılmasına karar verdiği açıklandı.

‘Yeşil’ ve Abdullah Çatlı gibi ‘provokasyonlar’ konusunda en 'uzman' kişilerden olduğu belirtilen Osman Gürbüz'ün Gazi Olayları'nın organizatör ve tetikçisi olduğu belirtiliyordu.

Gürbüz’ün adı ilk olarak 1990’lı yıllarda Yeşil’in İstanbul’un uyuşturucu kaçakçıları ve kumar mafyasını haraca bağladığı dönemde ikinci bir yeşil kimliği ile ikinci kez haraca bağlaması ile gündeme geldi.

Sürekli olarak kendisini koruyan gizli bir elin yardımı ile bulaştığı yasadışı işlerden bir şekilde kurtulmayı başaran Gürbüz, Antalya’da Şener Eruygur’un Jandarma Genel Komutanlığı dönemindeki istihbarat başkanı ile birlikte gözaltına alınmıştı.

Gürbüz’ün Ergenekon’un tetikçisi olduğu öne sürülüyordu. Gürbüz’ün adı bugüne dek defalarca devletin içerisinde yuvalanmış çetelerin arasında geçti. Susurluk soruşturması, Cem Ersever, Mahmut Yıldırım ve Abdullah Çatlı ile birlikte adı anılan Gürbüz’ün, Veli Küçük’ten aldığı emirler doğrultusunda tetikçilik yaptığı da öne sürülmüştü.

Susurluk döneminin Devlet Bakanı Eyüp Aşık Osman Gürbüz’ün gerçek Yeşil olduğunu öne sürmüştü. Hizbullah’ın kurucuları arasında da Osman Gürbüz’ün adı geçti. Gürbüz Antalya’da 2 yıl önce bayrak mitingleri düzenlemişti.

Mehmet Eymür’ün internet sitesinde oldukça uzun bir portresi yayınlanan Osman Gürbüz Hacı kod adını kullanıyor.

Gürbüz adını da ilk kez MİT eski yöneticisi Mehmet Eymür gündeme getirdi. Eymür’ün MİT raporlarına dayandırarak gündeme getirdiği Osman Gürbüz’ün karanlık bir geçmişi ve oldukça kirli bir sicili bulunuyor:

1962 Erzincan, Kemah-Ayranpınar doğumlu. Birçok faili meçhul olayına, gasp ve cinayete karışan Osman Gürbüz'ün sabıka kaydında şu bilgiler bulunuyor:

- 16-17 yaşlarında iken adam yaralama. Bu suçla ilgili olarak cezaevine sevk edildi.

- 1978 yılında bir hayat kadınından bilezik gaspı. Bu suçla ilgili olarak 8 yıl cezaevinde kaldı, 1986’da çıktı.

- 1986 yılında öldürme ve yaralamaya teşebbüs.

-1987 yılında adam yaralama. Arkadaşı Muhammet adlı şahsı vurdu, 2.5 ay hapis yattıktan sonra, karşı tarafın davadan vazgeçmesi üzerine serbest bırakıldı.

-1987 yılında Ankara'da Gençlik Parkı'nda Kıbrıs'lı işadamı İbrahim Süleyman Atanoğlu’nun gaspedilmesi.

- 1987 yılında Ankara - Oran yolunda silahla ateş etmek.

-1988 yılında Ankara'da yaralama. Arkadaşı Ülkü Ocakları Başkanı Nuri Şahin’i bir ihtilaf yüzünden ayağından vurup firar etti.

-1990 yılında abisini öldürme. 1991 yılında kardeşi Suphi Gürbüz’ü karısı Selma Sezer’e sarılmış biçimde gördüğü için öldürdü.

- 1992 yılında İstanbul Sarıgazi'de kız öğrenciye tecavüz etmek.

- 1992 yılında kendi eşini silahla yaralama, öldürmeye teşebbüs. Eşi Selma Sezer, Suphi Gürbüz’ün öldürülmesi üzerine Ankara’ya kaçtı. 1992 yılında Osman Gürbüz, Selma Sezer ile Ankara’da randevulaştı, randevuya kardeşi Birol Sezer ile gelen eski eşini, ayaklarından vurdu.

- 1993 veya 1994 yılında Ankara Abidinpaşa'da kulüp taramak ve 3 kişinin yaralanmasına sebebiyet vermek.

- 1994 yılında Merzifon'da bir fabrika bekçisini yaralama ve gasp.

- 1994 yılında Kocaeli Gebze'de polisle çatışma.

- 1994 yılında bir polisin öldürülmesi.

- 1994 yılında İstanbul Bakırköy'de kahvehane işleten Seboş Dayı olarak anılan şahıs ile İstanbul'da bir otoparkta 3 kişinin ölümüne sebebiyet vermek.

- 12 Mart 1995'de 17 kişinin ölümü ile sonuçlanan Gazi Katliamı'nın kilit ismlerinden biri.

- 1995 yılında gasp ve tehditle para tahsili. Ertan Sert ve Türkinvest ile ilgili olarak Sarp Kuray’dan büyük tahsilat yapmış, bu şekilde bir Mercedes 200 E otomobil ve İstanbul-Bahçelievler’de bir ev satın almış.

- 1997 yılında polis baskınından kaçmaya çalışmak. 09 Nisan 1997 günü İstanbul, Beyoğlu-Sıraselviler Caddesi’nde, “emekli Tuğgeneral Habil Küçük’e ait güvenlik malzemeleri satan şirkete yapılan polis baskınından kaçmaya çalışırken yakalanması.

Eymür, Osman Gürbüz’ün askerden atılan Binbaşı Bülent Öztürk, İbrahim adlı emekli bir başçavuş ile 5 JİTEM’cinin de bulunduğu 20 kişilik bir grupla çalışmakta olduğunu, bazı askerlerle ve İstanbul'dan bir MİT’ciyle irtibat halinde olduğunu, bir süre Em. Binbaşı Bülent Öztürk ile İstanbul Küçükçekmece’de “Altınnal” adlı barı işlettiğine dikkat çekmişti.

Eymür’e göre Osman Gürbüz’e polis kimlikleri ve Emniyet Ankara kadrosunda çalıştığını gösteren karneler temin eden kişi İstihbarat Şubesi polislerinden Zeki Acar’dır.