21 Eylül 2011 Çarşamba

Haluk Gerger: ''Erdoğan Peron Olmak İstiyor''

Uluslararası İlişkiler uzmanı Haluk Gerger, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Mısır, Tunus, Libya ve ABD gezilerden umduğunu bulamadığını söyledi. ''Türkiye'nin rolü arttığı filan yok'' diyen Gerger’e göre: ABD'nin Türkiye'ye verebileceği tek ödün Kürtler üzerinden olabilir. AKP hükümeti bölgesel krizden rant çıkartıyor. Erdoğan, Türkiye’nin Peron’u olmak istiyor.

Türkiye’nin dış politikasını Roj Tv'ye değerlendiren Haluk Gerger’in tespitleri şöyle:

TÜRKÜN TÜRKE PROPAGANDASI

''Dikkatinizi çekmek istediğim husus, öncelikle bu turları, görüşmeleri, diplomatik faaliyetleri, Türk basının propaganda gözüyle izlememek gerekiyor. Türk medyasına göre dünya sarsılıyor, Türkiye muazzam şeyler yapıyor. Bunlar propaganda, Türkün Türk'e propagandası. Bunlara kanmamak gerekiyor.

Türkiye boş durmuyor, bir kriz var, bu kriz çok boyutlu. Bir tarafta bölgede rejimler devriliyor, halklar isyan ediyor. Arap rejimlerinin bir krizi. İran'ı da katalım buna büyük bölgesel bir kriz var.
ABD ASKERİ BATAKTA

İkincisi İsrail krizi: Ekonomisi, sosyal yapısı, Filistin mücadelesine kadar uzanan çok boyutlu bir İsrail krizi var. ABD'nin krizi de çok boyutlu, Ortadoğu’da batağa saplanmış, Afganistan'da da öyle. Askeri bir batakta, ekonomisi ortada. Seçime giriyor, Obama'nın seçilip seçilmeyeceği de beli değil aslında. Siyasi bir istikrarsızlık söz konusu. Daha temelde düşmekten yeni kurtuldu, borçlarını nasıl ödeyeceğini bilmiyor.

TRUVA ATI, TAŞERON BENİM 

Bir de Türkiye’nin krizi var: Şimdi AKP hükümeti bu krizden vazife çıkarıyor. O vazifeden de bir rant çıkarmaya çalışıyor. Çıkardığı vazife şu: Bölgede krizde olan ABD'ye yine krizde ve tecritte olan İsrail'e karşı kendisini bir seçenek olarak sunuyor. Diyor ki, 'İsrail bölgede tecrittedir, diyalogu yoktur, benim tam tersine İsrail ile ilişkilerim bozulduğu ölçüde Araplarla diyalogum gelişiyor, işbirliğim gelişiyor, dolayısıyla da senin projenin truva atı, taşeronu benim' diyor.
PERON OLMAK İSTİYOR 

İkinci çıkardığı vazife ise şöyle: Bir Türk İslam sentezi var. Ta, Turgut Özal’la başlayan Neo-Osmancılığı Türkiye halkına satmak. Bundan bir şey çıkmaz, o ayrı bir mesele. Ama, bunun bir iç uzantısı da var. Türkiye’nin Peron türü bir padişahı olmak üzere. Çünkü biliyorsunuz Cumhurbaşkanı Gül'ün görev süresi 2 yıl, o da belli değil ne zaman biteceği. Ondan sonra Erdoğan’ın yeni siyasi kariyerinin başkanlık sistemine doğru gidiş olduğunu biliyoruz. Demek ki, bir de buradan bir vazife çıkarmak istiyor. Türkiye'nin Peron'u olmak istiyor. Meseleye böyle baktığımız zaman, bir şark kurnazlığı, Müslüman esnaf numarasıyla Türk İslam sentezini yaymak istiyor.
Vazife çıkarıyor da karşılığında ne istiyor. Bir tek şey istiyor, Kürt meselesini çözemiyorum. Askeri olarak sıkıştım, politik olarak sıkıştım, tarihsel olarak iflas ettim, moral olarak iflas durumundayım. Ben bunu çok aktif bir ABD desteği olmadan altında kalacağım, çıkardığı vazife bu, istediği rant bu. 90'larda ne olduysa o olur, kötü şeyler olur, acı çekilir, çok insan ölür. Ama basit daire, kısır döngü yine aynı yere döner.

ABD’NİN TEK ÖDÜNÜ KÜRTLER 

Nitekim, Obama ile yaptığı görüşme ne oldu. Dağ fare doğurdu. Ne oldu, terörle mücadele? Daha doğrusu ABD denetiminde olmayan her halkın kıpırtısı ve hareketi terör sayıyor. Türkiye için ne, Kürtler. Sonuçta anlaştıkları da bu. Bütün mesele şurada, ABD’nin bu yeni kendi vazife çıkarmış Türkiye’ye verebilecek çok fazla şeyi yok, predatörleri verecek, heronlar gitti, öbürleri geldi. Anlık istihbarat zaten veriyor.
BARZANİ STRATEJİK NOKTADA

Ama genel olarak, bölgede İsrail’le gerginleşen ilişkileri, Kıbrıs, Yunanistan ve Akdeniz’deki gerginliğini düşündüğümüzde, ABD'nin Türkiye'ye verebileceği tek ödün Kürtler üzerinden olabilir. Türkiye'nin rolü arttığı filan yok. Dünyayı sarsan gelişmeler yok, tablo böyle. Tabloyu somutlaştırırsak, Türkiye’nin alabileceği tek rant ABD’nin verebileceği tek ödün Kürtler üzerinde. ABD bunu da tek başına veremez. Ancak onu da Güney Kürdistan üzerinden verebilir. Ne olabilir, şimdi burada Güney Kürdistan ve Barzani çok stratejik bir noktada. Şayet Kürtler orada sağlam durursa, yani ABD’nin Türkiye’ye verebileceği tek ödünün Kürtler üzerinden ortaya çıkmış bir ödün olmasını engelleyebilirlerse aslında Türkiye eli boş dönmüş olabilir, fiyasko olur.''

PKK Nasıl Silah Bıraksın?

İki haftadan bu yana Kürdistan’ın Güneyi ile ilgili izlenimlerimi yazıyorum. Bu hafta da izlenimlerimi yazmaya devam edeceğim. Önümüzdeki hafta ise Maxmur Mülteci kampını anlatacağım. Geçen hafta kaldığım yerden devam ediyorum;
Biçim değil öz önemlidir demiştim, geçen haftaki yazımda. Kürdistan’ın güneyi yapılan imar faaliyetleri ile biçimini değiştirmiş. Kürdistan’ın güneyi modernleşmiş. Üretimi artırmak için dış ve iç kaynaklı yatırımlar da yapabilirsiniz. Ancak bu biçimden öteye hiç bir anlam taşımaz. Önemli olan insanların kafa yapısını değiştirmektir. Güney Kürdistanlıların kafa yapılarını değiştirebilmek için de orada yaşıyan insanlara yatırım yapmak gerekir. Güney Kürdistanlı kardeşlerimin kafalarına “Kürdistan denilen vatanın sadece Kürdistan’ın güneyinden ibaret olmadığını” yerleştirmek gerekir diyorum. Bunu yapmadığınız takdirde Kürdistan’ın güneyinde yaşayanlar Kürdistan’ın diğer parçalarında yaşayan insanları “harici”, ”Kürdistan’a Tıkıye”li olarak görür. Bu anlayışta Kürtlerin birliklerini sağlamaya engeldir.

On dokuz yıl önce Hewler’de bir dükkandan sigara alırken dükkan sahibi bana “Kak tu hariciyi” diye sormuştu. Bende kendisine “Ez Kurdistanimê, Hewler, Diyarbekir, Mahabad, Qamişlo hemû ê mine” diye cevap vermiştim. ”Na kak tu hariciyi tu Kurde Tırkiye ye” dediğinde ise kendisine ”Harici bave teyê” demiştim. Ondokuz yıl sonra ülkemin güneyini tekrar ziyaret ettiğmde aynı sorularla karşılaştım. Kürdistanı sadece “Kürdistan’ın Güneyi” olarak gören mantık maalesef değişmemişti.

Zaxo’da ondokuz yıl önce gezdiğim yerleri arıyordum. Yanımdaki dostum lokantaya girip öğlen yemeğini yiyelim teklifinde bulundu. Lokantaya doğru ilerlerken bir peşmergenin bana bakıp gülümsediğini gördüm. Lokantanın kapısında bize yanaştı. Bana “sen Serhat Bucak değil misin?” dedi. Evet benim diyince boynuma sarıldı, üç, dört defa öptü. “Seni Roj TV’den izliyoruz. Yaptığın yorumlar bizi mutlu ediyor” dedi. Birlikte lokantaya girdik. 
Anlatmaya başladı; Uludere’liymiş, onbeş yıl peşmergelik yapmış. Şimdi Kürdistan’ın güneyinden emekli. Ay’da kendisine 250 TL civarında emekli maaşı bağlanmış. Emekli peşmergelere ev yapmaları için arsa veriyorlarmış. Benim Uludereli peşmergemde ev yeri için müracaat etmiş. Kendisine “sen bizim cinsimizden (vatandaşımız) değilsin, onun için sana arsa vermeyiz” demişler. Uludereli peşmerge onbeş yıl peşmergelik yapmış, savaşmış. Ancak cinsi (yani Kürdistan’ın kuzeyinden) ayrı olduğu için kendisine ev yeri vermemişler. Dedik ya sadece geniş caddeler, devasa oteller, işyerleri yapmak, üniversiteler kurmak, otobanlar yapmak yetmiyor. Yapılanların hepsi görünürdeki biçim değişiklikleri, önemli olan öz’ü değiştirmektir.

Öz’de değişiklik olmayınca Kürdistan’ın kuzeyinde nefes nefese yürütülen mücadeleyi de kavrıyamıyorlar. Artık dönem değişti, PKK’nin de silahlarını bırakıp, demokratik mücadele yapması gerekir diyorlar. Bunun içinde PKK’nin gerillayı dağıtıp demokratik mücadele yöntemini kullanması gerektiğini söylüyorlar. Kendisi ile tartıştığım Stockholm Teknik Üniversitesi’nden mezun olup halen Duhok’ta mühendislik yapan ismi bende saklı birisi “PKK ortadan kalkmadan Kürdistan sorunu hal olmaz” diyordu. Çok sert tartıştık. Dilimin döndüğü kadar Kürtlerin birliğinden bahsettim. Hangi parçadan olursa olsun herhangi bir Kürdün tırnağı taşa gelse yüreğimin sızladığını dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalıştım. Sözlerinin yanlış anlaşıldığını söyledi. İnşallah öyledir. 

Evet sadece Duhoklu mühendis Kürt değil, Kuzey Kürdistanlı kimi aydınlar da durmadan PKK’nin silahları bırakmasından dem vuruyorlar. Ancak yapılan siyasal ve askeri imha operasyonlarına rağmen hangi vicdan Kürtlerin silahsızlandırılmasını isteyebilir. Kürdistan’ın kuzeyinde Kürtlerin silahsızlandırılmasını isteyenler Kürdistan’ın güneyinde Kürtlerin silahsızlandırılmasını isterler mi? Ben istemem. Yüce Allah’a inandığım gibi biliyorum ki Kürdistan’ın hem kuzeyinde, hem de güneyinde Kürtler koşulsuz olarak silah bıraktıklarında onlara bir saat bile yaşama hakkı tanımazlar. Bugüne kadar elde edilen değerleri bir saat içinde yok ederler. Gelecek hafta Mahmur’da buluşmak üzere hoşça kalın.
***
KÜRDİSTAN TARİHİNDE BU HAFTA:

* Kürt tarihçi Hüsen Husni Muqriyani 20 Eylül 1947 tarihinde Bağdat’ta aramızdan ayrıldı.  

* 20 Eylül 1992 günü Kürt bilgesi, yazarı, siyasetçisi 49’lar,23’ler ve DDKO davası sanığı Apê Musa (Musa Anter)       Diyarbekir’de uğradığı kontra saldırısı sonucu Kürdistan şehitlerine katıldı.

* Sömürgeci İran ile Irak devleti arasında sekiz yıl süren savaş, 22 Eylül 1980 tarihinde başladı. Kürdistan’ın doğu ve güneyini de kapsayan bu sömürgeciler arası savaşta onbinlerce Kürt yaşamını yitirdi.

* 24 Eylül 1996 tarihinde Diyarbekir E-Tipi cezaevide PKK’li tutsaklara yönelik yapılan saldırıda 10 Kürt tutsak kafalarına ve vücutlarına kalaslarla vurularak şehit edildi.

YUSUF SERHAT FAİK
serhatbucak46@hotmail.de

Erdoğan Hangi Yüze Tükürüyordu?

Türk devleti, Fransa ve Britanya’nın ortak eseri ve bir Ortadoğu yapılanmasıdır. Ortadoğu tipi „demokrasi“ denilince, seçim akla gelir. Seçilen, diktatör olma hakkını da kazanır.

Rejime, uzaktan kumanda eden baş efendi için, dikta önemli değildir. Önemli olan „şak“ diye görev verdiğinde, „tak“ selamıyla hizmet almaktır. Hele hele, AKP rejiminin yaptığı gibi ilgisi, ilintisi bulunmayan, dahası ekmeğini de yediği ülkeye savaş ilan edip, gösterilen hedefleri vuruyorsa, içeride Kürdistan’ın esir kampı, imamın mezar kazıcı, kamp gardiyanı olması, yayımlanmamış kitabın imha edilmesi, övmeme suçu işleyen 76 yazı adamının tutuklanması, kimseciğin umrunda olmaz. Tersine Araplara model olacak düzeyde, mükemmel kabul edilir. Ta ki, yenisi bulunana kadar.

Nitekim baş efendiye göre, düne kadar Tunus’ta işleyen bir demokrasi vardı. Bin Ali de demokrasinin meyvasıydı. Mısır’ın Hüsnü Mubarek’i, Irak’ın Saddam’ı, götürülme sırasını bekleyen Suriye’nin Esad’ı da… Emre itaatsizliğe kadar, alkışlar onlar içindi. Ömür boyu TC’nin başına layık (ki öyle görünüyor) Recep Erdoğan, efendiye hizmetleri nedeniyle, şimdilerde el üstünde. Ortadoğu’nun diktatörlerine giden alkışları tek başına topluyor. Doğrusunu söylemek gerekiyorsa, gün görmemiş halklar da gelene alkışa durma, gidene tükürme konusunda talimlidir. Toplumsal hayata katılımda, kendilerine biçilen rol, verilen görev de zaten budur. Amerika ve Avrupa’nın son zamanlarda götürdükleri liderler görüldükleri yerde alkışa tutuluyor, omuzlara alınıp dolaştırılıyor, bütün bu düzmece hallere, „halkın önlenemeyen sevgisi“ adı veriliyordu.

TC tarihi, zaten baştan başa düzmece sevgi galeyanlarıyla doludur.

Bugünkü rejimin anası İttihatçılar, 1914 yılında Rusya’yı fethetme azmiyla Sarıkamış’a 120 bin kişilik bir ordu yığarak, dünya savaşının doğu cephesini açmıştı. Askerlerin bir kısmı bitlerin hücumuyla başlayan salgın hastalıklardan ölmüş, 90 bin kişisi de bir gecede donarak kırılmış, böylece savaşa girmeden yok olan ilk ordu rekorunu elde etmişti.

Fakat, TC kahrından ölünmesi gereken bu kahrediciliği, „zafer kazanılmış“ gibi gösteriyor, her yıl olmamış savaşı yeniden canlandırıyor Cumhurbaşkanının da seyrediyordu. Gazeteci olarak, davet alan kurumum adına, bu hameset müsamerelerinin bir kaçını, sonuncusunu da 1986 yılında seyrettim. Kenan Evren, başlara baş, Türklerin babası Cumhurbaşkanıydı. Ankara’dan koruma ordusu arasında ve gazetecilerin eşliğinde, özel trenle Sarıkamış’a gidiyordu. Tren, her istasyonda duruyor, Evren seygi ve sedakat göstermeye gelenleri selamlıyor, sonra düdüğünü çala çala karlar arasında ilerliyordu. Aşkale’de hava ayaz, yer kar, dondu. Ayakları lastikli, paltosuz ilk okul öğrencileri, yüzleri mor, ellerinde Türk bayraklarıyla sıraya dizilmiş, ısınma güdüsüyle tepinerek bekliyorlardı. Alkışlayıcı göreviyle, arkalarında dizilmiş babalarının bıyıkları buz salkımıydı. Çocuklar üşümekten ağlaşıyorlardı. Pencereden bakıyorduk. Kız çocuklarından biri, dizleri üstünde bükülüp yere düştü. Bıyıkları buz bağlamış biri, arkadan koşarak, geldi. Çocuğu kaldırıp, göğsüne bastırdı. Sonra, Evren’e doğru bakıp, „ulan Evren, ben senin ananı…“ diye dümdüz küfretti.

Sarıkamış ve Kars’ta da, yollara dizilmiş, benzer yoksul manzaraları gördük. Ama gazeteler, zorbanın zulmünü, „Evren halk tarafından coşan sevgiyle karşılandı“ diye yazdılar. Ortadoğu böyledir. Zoraki alkışlayıcılar, her yerde sevgi göstericisi oluyordu. Hiç kuşkunuz olmasın ki, Libya’da Recep Erdoğan’a „sevgi gösterisini“ de benzer bir düzmeceydi. Çoğu da „vivil gösterici” kamufle edilen „ithalat malları”ydı. Türk medyası, her şeyin düzmece, kalabalıkların güç tarafından toplatıldığını bile bile, „Libyalılar onu bağrına bastı“ dalkavukluğu yapıyordu. Buna diyeceğimiz yok da, Erdoğan katliam yapan ülkelerden birinin sorumlusu değilmiş gib adalet dağıtıcısı, iyi yürekli kurtarıcı rolündeydi. Ağzının bir kenarıyla görgüsüzce bir kibirle, muhalefetin hakkını arayan adalet tellalı, öbür yanıyla yıktıklarını ücret mukabilinde tamir etmeye talipti.

Müsameresel „insani” görünüyor, ama o sırada Kürdistan’da olanlar, „atma Recep din kardeşiyiz” dedirtiyor, rolünü yere düşürüp, berbat, malamat ediyordu. Çünkü ordusu Şemdinli’de sivilleri tarayıp, dört can alıyor, evleri, iş yerlerini kurşunluyor, Şırnak’ta, Cizre’de, bir gecede 55 kişi tutulanıyor, Kürt şehirleri gaz serpilerek zehirleniyor, Türk medyası İstanbul’daki Kürt avını, „120 göz altına alındı„ diye zafer narası yapıyordu.

Kürtlere uygulanan zulmün bir günlük bilançosu, palavrayı bırak, utanılası gerçeğe bak demeye yeterlidir. Nafile yere bu sözü söylemeyeceğim. Sormakla yetineceğim: Erdoğan’ın ayna tutup, tükrüğe buladığı yüz, tanıdık ama, kimindi?

AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com

Halklara Yalan Söylemenin Bedeli ve Hülya Avşar

Hatırlarsanız hükümetin açılım histerisinin açılıp saçılmaya başladığı günlerde, Hülya Avşar’la konuya ilişkin bir röportaj yapılmıştı. Ancak; Kürt-Türk bir aileden gelmesi ve popüler olmasından dolayı ne düşündüğü önemsenip gündeme taşınan Hülya Avşar’ın, açılıma denk düşmesi beklenen açık fikirleri, Devlet-lü’müzün pek hoşuna gitmemişti.

Hülya Avşar’ın sanatçı kişiliği bir yana, sinema oyuncusu olarak yeteneğine bir diyeceğimiz yok. Siyasi bir şahsiyet olmadığından ötürü, o güne kadar politik görüşlerine dair, genel yaşam tarzından yapabildiğimiz çıkarsamalardan öte bir bilgi de edinememiştik.

Bilirsiniz, toplumda ün yapmış bireylerin isabetli siyasi değerlendirmeleri, sol-sosyalist basını takip etmeyen kesimlere de ulaşabilmek açısından önemlidir.

Onun, röportaj sırasında Kürt açılımıyla ilgili sarf ettiği sözler, hakkında dava açılmasına neden olmuştu. Hatta röportajı yapan Devrim Sevimay’a da bir soruşturma açılmıştı. Oysa; sağlıklı bir muhakeme yapabilen her insanın, rahatlıkla görebileceği bir tehlikeye işaret etmişti Hülya Avşar.
"Bu işe başladıysanız bitirmek zorundasınız. En azından başarmaya doğru gidildiğini 
hissettireceksiniz. Aksi halde bu yeni doğmuş bebeğin ağzına memeyi verip en güzel anında çekmeye benzer ki bu çok tehlikeli. Çünkü o zaman bebek, kıyameti koparır, olay çıkarır." şeklinde, barıştan yana söylenen bu sözlerin "halkı kin, nefret ve düşmanlığa tahrik ettiği" iddiasıyla soruşturmaya temel oluşturabilmesi, açılım samimiyetsizliğinin açık bir göstergesiydi. 

Aslında tek başına bu dava, açılımların muhtevasıyla ilgili bir ipucu şeklinde okunduğunda, takip edecek sürecin saldırılar üzerine kurulu olduğunu kanıtlar nitelikteydi.

Daha açılımlar silsilesinin en yoğun tartışıldığı günlerde bile bir insanın fikirlerine tahammül gösterilemeyişi, açılımların içi boş vaatlere dayandırıldığını, açıkça belli ediyordu.

Demokratik açılım dedikçe; muhalif kesimlere saldırıldı, sesini yükselten herkes hapishanelere tıkıldı. Şu an sırf yaşadıkları ortamın doğal dengesini bozan barajları protesto ettiklerinden, yüzlerce insan hala gözaltında. Diğer taraftan; devrimci-demokrat tutsaklara uygulanan ağır tecrit, halkın gündeminden uzak tutularak, unutturulmak isteniyor. Yandaş ve Candaş medyalar da, özgürlük tutsaklarının çığlını duymaktan, özellikle imtina ediyorlar.

İktidar, demokratikleşmeden söz ettikçe anti demokratik uygulamalar artıyor. Vaktiyle hükümetin iyi niyetine inananlar bile, açılım muhabbetinin safi bir oyalamadan ibaret olduğunu idrak etmiş durumda artık.

Şu an içerisinde bulunduğumuz durumla, tam da Hülya Avşar’ın açılım sahiplerini, tehlikelerine karşı uyardığı süreci yaşıyoruz.

Atılan nutukların, tutulmayan vaatlerin hesabının sorulmayacağını düşünmek, bununla yetinmeyip bir de halklara cepheden topla, tankla saldırıp katletmenin bir karşılığı olacaktı elbette.

Bugün; ulus olarak varlığını tehdit eden saldırılara karşı, meşru savunmasını ortaya koyan Kürt Halkı’nı teröristlikle suçlayan iktidarın, halklar üzerinde estirdiği gerçek terörü, açılımların bir parçası olarak mı görmek gerektiği sorulmaz mı?

Halklara yalan söylemenin bedelinin ağır olacağı, tarihle doğruluğu sabitlenmiş, bilinen bir gerçekliktir. Arap ülkelerini ziyareti sırasında Suriye’yi kastederek, "halkını katleden, meşruiyetini kaybeder” diyen başbakanın, kendi meşruiyetini hiç sorgulamıyor olması, klinik vakalar kapsamındadır.

Daha yıllar önce, iktidara geldiği ilk günden itibaren, halka karşı sıkılan kurşunlara ortak olan bir hükümete, kendi meşruiyetinin de çoktan ortadan kalktığı hatırlatılmaz mı?

Ayrıca; o röportajın sonunda "yıllardan beri Anayasa’yı değiştiriyorlar, bir kez de barış için değiştirsinler” diyen Hülya Avşar, sizce de halkların çok haklı bir beklentisini ifade etmiyor muydu?
 
BİLGİN ESKİ
bilgineski@hotmail.com

Savaşın Artık Sona Ermesi Gerekiyor

Sonunda bu günleri de gördük. Masanın bir tarafında Kürdistan İşçi Partisi (PKK), diğer tarafında Türkiye Cumhuriyeti Devleti (TC) oturmuş, Kürt ve Kürdistan meselesini tartışıyorlar.

Kendi adıma bundan mutluluk duydum. Sizi bilmem, ama ben devletin İmralı’yla birlikte PKK’yle de görüşüyor olmasını önemsiyor ve olumlu buluyorum.

Ve, elbette bundan sonrası için daha çok umutluyum. Kaldı ki görüşmeler tarafların anlaşma zemini yakaladıklarını gösteriyor.
Ayrıca geçmişte hem İmralı’dan hem de Kandil’den gelen açıklamaların, uzun süre devam eden eylemsizlik kararlarının buradan kaynaklandığı da anlaşılıyor.

Tabii, bu saatten sonra savaşın bir an önce bitmesi gerekiyor. Bu saatten sonra kimse ölmemeli, bir annenin daha yüreğine ateş düşmemelidir. Bunun için de behemahal çift taraflı ateşkeş ilan edilmelidir.

Madem bir masa etrafında biraraya gelinmiştir ve bütün meseleler bütün açıklığıyla müzakere edilmiştir; şimdi yapılması gereken her şeyden önce akan kanı durduracak adımları atmak, bu yönlü irade ve kararlılık göstermektir.

Elbette, PKK’nin ilan ettiği tek taraflı ateşkesle bu sürecin ilerlemesi mümkün değildir. Devletin ve hükümetin de etik davranması, ateşkese ateşkesle karşılık vermesi gerekmektedir.
Bir yandan kan akmaya devam ediyor, diğer yandan görüşülüyorsa bunun en azından manevi mesuliyeti olduğu bilinmelidir. 

Dolayısıyla PKK, herşey den önce devleti çift taraflı ateşkese razı etmelidir. Ettiremiyorsa da görüşmeden çekilmelidir. Yıllardır süren görüşmelere ve her şeyin açıkça müzakere edilmesine rağmen kanın akmaya devam etmesi kabul edilmemelidir.

Kaldı ki PKK’nin tek taraflı ateşkeslerine rağmen devlet savaşın faturasını PKK’ye çıkarıyor. Egemen medyanın da katkısıyla sanki ordu ve polis ateşkes ilan etmiş de, PKK buna uymamış gibi bir hava estiriliyor!

Gerçeğin tersyüz edilmesinin ve yürütülen psikolojik savaşın önlenmesi gerekiyor. Bunun da yolu devlete, ‘önce öldürmekten vazgeç, sonra gel konuşalım’ demekten geçiyor.

Yaşanan çatışmaların devam eden operasyonlardan ve üzerinde anlaşılan protokolleri AKP Hükümeti’nin taahhüt altına almak istememesinden kaynaklandığı biliniyor.

PKK üzerinde anlaşılan protokollerin uygulanması için açık güvence talep ediyor. AKP ise kendini bağlamıyor ve böylesi bir yükümlülük altına girmiyor. AKP hem anlaşma yapıyor hem de anlaşmanın uygulanacağına dair güvence vermiyor!

Görüşmelerin basına sızdırılmasının nedenini de burada aramak gerekiyor. Anlaşıldığı kadarıyla devlet AKP’nin elini güçlendirmek, onun Kürt sorununun çözümü yolunda iteklemek istiyor. Görüşmelerin sızdırılmasının ardından yaşananlar buna işaret ediyor.

AKP harekete geçeceği izlenimi veriyor. Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun görüşmeleri açıktan sahiplenmeleri bu anlama geliyor!

Gidişat Kürt sorununda çözüm sathı mailine girildiğini gösteriyor. Bu saatten sonra bundan kaçmak mümkün görünmüyor. Kürt ve Kürdistan sorunu gibi çok köklü ve çok bileşenli bir sorunun çözümünün zaman alacağı ve yer yer sorunlarla karşılanacağı biliniyor .

Ancak, kime ne derse dersin çözüm yoluna girilmiştir ve bu yolda yürünecektir. Bu yüzden de savaşa acilen son verilmesi, yaşanan can kayıplarının önlenmesi gerekmektedir.

Bence şimdi her iki taraf da bir adım geri çekilmeli ve eller karşılıklı olarak tetikten çekilmelidir. PKK-TC görüşmeleri beni ne kadar çok mutlu ediyorsa, yaşanan can kayıpları da bir o kadar üzüyor.

Bu saatten sonra yaşanacak can kayıplarının izahi zor olacaktır. Artık yeter; kan artık durmalıdır. Bu güne kadar sayısız kez ateşkes ilan eden PKK, yeniden ateşkes etmeli ve devlet buna ateşkesle karşılık vermelidir.

Atılacak bu adım PKK’ye hiçbir şey kaybettirmez, aksine çok şey kazandırır. Artık bu saatten sonra Türkiye’de ‘terör’ edebiyatı da tutmaz. PKK’ye ‘terör örgütü’ demenin, bu sakızı yeniden çiğnemenin hiçbir anlamı olmaz.

PKK artık Türk devletinin ve onun hükümetlerinin meşru muhatabıdır. Ve, artık PKK gibi Türk devleti de müzakereden kaçamayacaktır. Şöyle ya da böyle özerkliğin çözüm modeli olacağı bir sonuç alınacaktır.

Yeni anayasa bunun yolunu açacaktır. Anadilde eğitim de özerklik modeli içinde sağlanacaktır. Kalıcı onurlu bir barış içinse adalet sağlanacak ve geçmişin yaraları sarılacaktır.

Dediğim gibi çözüm biraz daha zaman alacaktır ve yer yer krizler yaşanacaktır ancak, artık PKK ve TC çözümden kaçamayacaktır.
Şimdi savaştan barışa geçiliyor ve bunun sancıları yaşanıyor. PKK ile TC de bir masa etrafında bir araya gelmiş uzlaşmanın ve barış içinde birarada yaşamanın koşullarını konuşuyor.

Bunu desteklemek gerekiyor. Fakat bir yandan konuşmak, diğer yandan savaşmak olmuyor.

Konuşmaya devam edilmeli, savaşa ise acilen son verilmelidir...

GÜNAY ASLAN
gunayaslan@hotmail.de

Şırnak Cumhuriyeti

1990’larda insanların sokak ortasında ‘güvenlik güçlerince katledildiği Şirnex’te bugün gözaltına alınmayan kalmadı gibi. 4 gün önce 35 kişinin gözaltına alındığı kentte dün de 18 kişi gözaltına alındı.

Şırnex'te Özel Operasyon

Erdoğan’ın “iyi niyet beklemesinler” tehdidinden sonra hızlanan gözaltı ve tutuklama furyası sürüyor. Hükümetin “özel önlemler” alacağız dediği Şirnex’te, 4 gün önce başlayan “Kürt avı” operasyonları dün de kent merkezi, Cizîr, Sîlopya ve Bêşebab’da sürdü. Sabaha doğru birçok ev ve kuruma eşzamanlı baskınlar düzenlendi.

BDP'liler Bir Bir Alınır

4 gün önce gözaltına alınan 35 kişi halen savcılığa çıkarılmazken, dünkü operasyonlarda da çoğunluğu BDP yöneticisi ve il genel meclisi üyesi olan 18 kişi gözaltına alındı. Şirnex merkezde 12, Sîlopya’da 3, Bêşebab’da 2 Kürt siyasetçi gözaltına alındı. Cizîr’de de BDP PM Üyesi Av. Rojhat Dilsiz gözaltına alındı.

6 ayda bin 356 BDP’li tutuklandı

BDP’ye yönelik operasyonlara tepki gösteren BDP Eşbaşkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş, Kürt siyasetçilere yönelik siyasi soykırımın bilançosunu da açıkladı. Beştaş, 14 Nisan 2009’dan beri 3 binden fazla Kürt siyasetçinin tutuklandığını, son 6 ay hariç 192 bin kişinin yargılandığını, son 6 ayda ise bin 356 üye, yönetici ve seçilmişlerinin tutuklandığını söyledi.


‘İyi niyet’in Kürt avı sürüyor


Kürtlere yönelik gözaltı ve tutuklamalar devam ediyor. Şirnex’te (Şırnak) 4 gün önce gözaltına alınan 35 kişi halen gözaltında tutulurken, dün yine Şirnex’te gözaltı furyası sürdü. Şirnex merkez, Cizîr (Cizre), Sîlopya (Silopi) ve Bêşebab (Beytüşşebap) ilçelerinde dün sabaha karşı saat 02.00 sularında birçok eve aynı anda baskınlarda düzenlendi.


18 kişi gözaltına alındı


Şirnex ve ilçelerinde evlere yapılan baskınlarda aralarında belediye meclis üyeleri, muhtar ve BDP çalışanlarının bulunduğu 18 kişi gözaltına alındı. Sabaha karşı çok sayıda eve aynı anda yapılan baskınlarda evlerin darmadağın edildiği ifade edildi. Aramaların ardından BDP İl Genel Meclis Üyesi Ali Aktaş, Gazipaşa Mahalle Muhtarı Sabri Ülger, Şirnex Belediye Meclis Üyesi Ayşe İrmez, BDP çalışanları Rıdvan Bayık, Yahya Barınç, Halil Batıbey, Mehmet Çakar, Kerem Erkuş, Mahmut Kaplan, Yahya Basan, Mesut Ecer, İbrahim Ayan BDP Sîlopya İlçe Yöneticisi Vahap Ötleş, İl Genel Meclis Üyesi Hasan Atak, Belediye Meclis Üyesi Zehra Baran, BDP Bêşebab İlçe Başkanı Halit Erdem, BDP’li Sabri Ataman, Ramazan Arğan, BDP PM Üyesi Av. Rojhat Dilsiz gözaltına alındı. Ev baskınlarının yanı sıra BDP Sîlopya ilçe binasına da baskın düzenleyen polisler, burada 2 saat süren aramanın ardından iki çuval resmi evraka el koydu. İlçe esnafı kepenk açmayarak baskın ve gözaltıları protesto etti.


Binlerce kişi AKP’ye yürüdü


Şirnex ve ilçelerinde son günlerde artan gözaltı ve baskıları protesto etmek için AKP Sîlopya ilçe binası önüne siyah çelenk bırakan binlerce kişiye polis müdahale etti. Müdahalenin ardından ilçede başlayan olaylar geç saatlere kadar devam etti.


Şirnex ve Cizîr ilçesinde de 4 gün önce BDP binaları ile ev baskınlarında 35 kişi gözaltına alınmıştı.


Şemzînan’da 6 tutuklama


Colemêrg’in (Hakkari) Şemzînan (Şemdinli) ilçesinde 16 Eylül’de yapılan baskınlarda gözaltına alınan 9 kişiden 3’ü serbest bırakılırken, Belediye Başkan Yardımcısı Naif Yalçın, BDP İl Genel Meclis Üyesi Mirpenç Uysal, BDP İlçe Başkanı Şuayip Sevik, BDP üyesi Kadri Özcaner, Cebrail Can ve Erol Aydıner “örgüt üyesi” iddiasıyla tutuklandı.


İstanbul Taksim Meydanı’ndaki protesto gösterisinde polis müdahalesiyle gözaltına alınan ve adliyeye sevk edilen 35 BDP’li serbest bırakıldı.


6 ayda bin 356 BDP’li tutuklandı


BDP’ye yönelik 12 Haziran seçimlerinden önce başlayan ve sonrasında devam eden operasyonlara ilişkin BDP Hukuk ve İnsan Haklarından Sorumlu Eşbaşkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş, partisinin genel merkezinde basın toplantısı düzenledi.


Baskılar kanıksandı


Yaşanan gözaltı ve tutuklamaların kamuoyu tarafından gittikçe “bir kanıksanma ve kabullenme” olarak görülmesini eleştiren Beştaş, son bir haftadır örgütlerine yönelik ciddi bir operasyon başlatıldığını dile getirdi. Beştaş, Başbakan Erdoğan’ın “Meşruiyet çizgisinde kalmak isteyenler şimdiden pozisyonlarını almalıdır” şeklindeki tehditlerini anımsatarak, bazı akademisyenler ve yazarların BDP’ye yönelik operasyonlara destek verdiğini söyledi. Yargı-yürütme ve yasama ilişkisinin bir bağımlılık ilişkisi olduğunu belirten ve yargının bağımsız olmadığını ifade eden Beştaş, “Yargının bağımsız olmadığı bizzat bu operasyonlarla ortaya çıkmıştır. Çünkü bizzat yürütmenin başı yargı, Başbakan’ın talimatlarıyla operasyon başlatmıştır” dedi. Yasaların ihlal edildiğini ve keyfi davranıldığını belirten Beştaş, insanların kimliklerine göre Taksim’e alınıp alınmama uygulaması karşısında sözün bir hükmünün kalmadığını, bu daraltmanın Türkiye’ye kaybettireceğini söyledi.


90’lardan daha beter


Türkiye’de bazı kesimlerin siyasi operasyonları onaylar duruma geldiğini söyleyen Beştaş, gözaltı ve tutuklamaların 90’lı yıllardan daha beter olduğuna işaret etti. 14 Nisan 2009’dan beri 3 binden fazla Kürt siyasetçinin tutuklandığını, son 6 ay hariç 192 bin kişinin TMK, TCK’deki “örgüt üyeliği” ve “örgüte yardım yataklıktan” yargılandığını bunun da resmi veriler olduğunu söyledi. Son 6 ayda bin 356 üye, yönetici ve seçilmişlerinin tutuklandığını aktaran Beştaş, Şirnex ve diğer bölgelerde başlayan gözaltıların bir köşe yazarı tarafından yazılan bin 400 kişilik listenin devamı olduğunu belirterek, “Partimize yönelik ciddi bir operasyon başlamıştır ve devam etmektedir” dedi.

Dil Bilimciler ve Empati

İbrahim GENÇ
Ülkemizin yıllardır içinde bocaladığı birçok sorunun çözül(e)memesinin en büyün nedeni, en var oluşsal en temel şeylerin bile siyasetçiler tarafından siyasallaştırılmasıdır. Bu siyasallaştırmalar sonucunda toplumun kutuplaşması derinleşmiş ve tahammül, empati gibi erdemler bir kenara bırakılmıştır. Tabi bunda siyasetçilerin ayrıştırıcı dilinin yanında konunun uzmanı olanların suskunluğu ya da iktidarın dilini tercih etmesi de etkili olmuştur. Bu sebeple de ülkemizin gerçekten dürüst bilim ve din adamlarına sahip olması gerekiyor. Özellikle son zamanlarda tartışılan ana dilde eğitim konusunda ülkemizin dil bilimcilerinin ve eğitimcilerinin seslerini yükseltmeleri gerekiyor. Buna olan ihtiyaçtan dolayı ve empatiye vurgu yapmak adına Hollanda’da Tilburg Üniversitesi’nden Doç. Dr. Kutlay Yağmur’un Bilig dergisinin güz sayısında yer alan “Batı Avrupa’da Uygulanan Dil Politikaları Kapsamında Türkçe Öğretiminin Değerlendirilmesi” makalesi üzerinden tartışmak istiyorum.

Sayın Kutlay makalesinde “Batı Avrupa’da resmi olarak asimilasyon politikası uygulayan tek ülke Fransa’dır. Üniter devlet yapısı ve ilkeleri doğrultusunda, Fransız devleti Fransızca konuşan ve yasal oturma iznine sahip her bireyi bir yurttaş olarak görmek eğilimindedir.” diyor. Ülkemiz anayasasının Türkiye’de yaşayan herkesi tartışmasız “Türk” sayan 66. maddesi hemen aklımıza geliyor. Ki ülkemizin de üniter yapıya sıkı sıkıya bağlı olduğunu da düşünürsek bu konuda nasıl bir karşılaştırmaya gidebiliriz? Dil bilimciler Türkiye’yi de asimilasyon politikası uygulamakla eleştiriyorlar mı? Kaldı ki ülkemizde herkes Türk sayılırken her ne kadar “Türklük” bir ırk değil deyip Türklüğün dili ve kültürüyle zengin geçmişi yadsınırken Fransa herkesi Fransız sayarken en azından Fransız diye bir ırkın olmadığını biliyoruz.

Dilbilimcinin vicdanı

Sayın Kutlay’ın makalesinde belirttiğine göre Hollanda’da eğitim bakanlığı orta dereceli okullarda “yabancı dil” adıyla Türkçe öğretimi isterken ilkokullarda Türkçe derslerinin verilmesine karşı çıkıyor. Burada amacın, ana dilin çocuğun ruhunda kök salmasını engellemek ve sonraki yaşlarda da çocuğu ana dilinden soğutmak amacının güdüldüğü açıktır. Ki Sayın Kutlay da “Okullarda Türkçe dersi alamayan çocukların Türkçelerini geliştirmeleri beklenemez. Amaç, genç Türk nüfusun tamamen bulundukları toplum içinde eritilmesidir.” ifadesi de bu gerçeği bize anlatıyor. Buradan yola çıkarak sormak istediğim soru şu: Ülkemizde başta Kürt çocuklarına olmak üzere diğer Türk olmayan çocuklara her sabah “Türküm, doğruyum, çalışkanım” dedirtilmesi konusunda ne hissediyorsunuz? Başbakanımız artık Türkiye’de asimilasyon yoktur derken diğer tarafta da ana sınıfından itibaren bir Kürt çocuğuna ana dilinin dışında bir eğitim vermek ne kadar sığar bir dilbilimcinin vicdanına? Kaldı ki yakın zaman önce Yunanistan’da yaşayan Türk çocuklarına yönelik ana sınıfında Rumca verilen derslerin kaldırılacağını Yunanistan Başbakanı söylediğinde ne çok sevinmiştik!

Sayın Kutlay makalesinin bir yerinde “Hem eğitim politikalarını geliştirenler hem de politikacılar ana dili eğitiminin sosyal uyumu engellediği ve ülkede sosyal bütünlüğün tehdit altında olduğunu iddia etmektedirler” diyor. Bu vehim, diller üzerinde yasaklar geliştiren birçok ülkenin ve en çok da ülkemin başvurduğu bir argümandır. Bu argüman bazen o kadar çok kullanılır ki adeta “Bu dili terk etseler bu ülkede tüm sorunlar çözülüverir” noktasına gelinir. Egemen, kendini “efendi” sayarak diğerlerine dilsel hak verdiğinde bunu lütuf gibi sunar. Ama her zaman da el altından diğer halkların “efendi”nin diline yönelmesi salık verilir. Bunun için de “özendirme-özümseme” politikaları devreye sokulur. Efendinin dili çekici gelir. Çünkü öyle bir politika işlenir ki kendinden ve dilinden adeta utanan birey, bu utançtan kurtuluşun yolunu efendiye özenmek suretiyle kurtulmak yoluna gider. Ki Hollanda’da da Faslı ve Türk gençler üzerinde araştırma yapılıp Faslıların eğitim ve bütünleşme konusunda daha başarılı olması da onların dillerini unutup asimilasyona daha hızlı uğraması gösterilmiştir. Bu durumun bir benzerinin yıllardır ülkemde yaşandığını söyleyebilirim. Devlet Türkçe’yi dayatıp, insanların anadillerini bazen yasaklamak bazen de kötülemek ve unutturmak yoluna gitmiştir. Tek çıkar yol olarak efendinin dilinin öğrenilmesi gösterilmiş ve diğer diller bölünme-parçalanmaya referans gösterilip bir tehdit boyutuna getirilmiştir. Burada  görülen paralellik noktasında bir dil bilimcinin hükmü nasıl olur?

Sayın Kutlay’ın belirttiğine göre Hollanda’da nüfus hareketleri Türkler-göçmenler lehine gelişirken, Hollanda artık önlem almak yolun gitmiştir. Çünkü Türk genç nüfusu artarken aynı zamanda bu genç nüfus Türkiye’de evlilik yoluyla asimilasyona direnen en aktif kitleyi oluştururken Hollanda yerlisinin genç nüfusunun tükendiği görülmüştür. Bu sebeple de Türkiye’den gidişleri zorlaştırmak için Hollanda hükümeti birçok zorluk çıkarmıştır. Bildiğim kadarıyla Hollanda’nın istediği evrak sayısı kırkı geçiyor. Hollanda’nın kendini bilen, asimilasyon karşısında bir dirence sahip Türk nüfusunu takibe alması bize; ülkemizde 90’lı yıllarda Milli Güvenlik Siyaset Belgelerinde, artan Kürt nüfusunu tehlikeli görüp bunu önlemenin planlarını yapıp yeni asimilasyon yolları geliştirenleri anımsatmıyor mu?

Asimilasyon karşısına çanak anten...

Her şeye rağmen Sayın Kutlay’ın makalesinde anlıyoruz ki Batı Avrupa’da ana dile yönelik olumsuz politikalara Hollandalı dil bilimciler karşı çıkmış ve bazı araştırmalarla göçmenlerin önce anadillerini öğrenmelerinin önemi kamuoyuna duyurulmuş. Çünkü yeni nesil Türklerin, çeşitli politikalar yüzünden Türkçeden uzaklaştıklarına şahit oluyoruz. Ne var ki hızlı iletişim ağı, bunu bir ölçüde engelliyor aslında. Sayın Kutlay da bu durumu “Tüm bunların yanı sıra çanak anten yoluyla Türkiye’de yayın yapan birçok radyo ve televizyon Avrupa kentlerinde izlenilmektedir. Her ne kadar bazı Avrupalı tutucu çevreler bu çanak antenlerin yasaklanmasını isteseler de Türk televizyon yayınları ana dilinin canlı tutulmasında çok önemli bir rol oynamaktadır.” sözleriyle dile getirirken Türkiye’de 90’lı yıllarda Kürtler Kürtçe yayın yapan kanalları izlemesin diye çanak antenlere adeta savaş açıldığını hatırlayacak mıyız?

Sonuç olarak bilim adamları dilleri siyasallaştırmadan, dünya çocukları arasında bir fark gözetmeden çalışmalarını kamuoyuna sunmalarını çok önemsiyorum. Avrupa’da yaşayan Türkler, oraya sonradan gitmelerine rağmen ben ve Sayın Kutlay şüphesiz onların da anadilde eğitim hakkını savunuyoruz. Peki binlerce yıldır öz topraklarında yaşayan ve nüfusça kalabalık Kürtlerin ana dillerini kurslarla öğrenmesini salık veren devletlülerimize ne diyeceğiz? Kürtler, ülkenin bütünlüğü içinde anadilde eğitimi istediğinde “bölücü-hain” diye yaftalanmayı hakkediyor mu? Başta Sayın Kutlay Yağmur olmak üzere dil bilimcilerimizin de ülkemizdeki bu “ana dilde eğitim sorunu”nu değerlendiren çalışmalar yapması gerektiğini düşünüyorum. Tabi bunu yaparken de metodolojik olarak hareket noktamız ideolojik-siyasi saplantı ve komplekslere kapılmamak olmalıdır.

TÜSİAD: 'BDP’siz Anayasa Olmaz'

TÜSİAD  Başkanı Ümit Boyner, BDP’lilerin olmadığı bir anayasa çalışmasının sekteye uğrayacağı uyarısında bulundu. Gazetecilerin sorularını yanıtlayan Boyner, “BDP’li milletvekilleri Meclis’e gelmezse yeni anayasa yapım süreci mutlaka sekteye uğrar. Bu hassasiyetin altını çiziyoruz” diye konuştu.
 

TÜSİAD: BDP’siz anayasa olmaz

TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner, BDP’li milletvekillerinin Meclis’e kayıt yaptırmamasına ilişkin gazetecilerin sorularını yanıtladı. Yeni anayasa çalışmaları çerçevesinde gelişen sürece katkı vereceklerini kaydeden Boyner, BDP’nin Meclis’i boykot etmesine ilişkin soruları da seçilmişlerin Meclis’te olması gerektiği şeklinde cevapladı.


Anayasa sekteye uğrar


“BDP’li milletvekillerinin 1 Ekim’de Meclis’e gelmelerini bekliyoruz” diyen Boyner şöyle konuştu: “Yoksa yeni anayasa yapım süreci mutlaka sekteye uğrar, iyi olmaz. Çünkü yasamanın yapılacağı yer TBMM’dir. Bizler de oylarımızı, ‘bizi temsil etsinler’ diye veriyoruz siyasi partilere. Biz de TÜSİAD olarak, bu hassasiyetin altını çiziyoruz. Meclis’e gelmeme kararlarına neden olan sorunların da çözüm yeri Meclis’tir. Meclis’in dışında çözüm pek gerçekçi değil. Ümit ediyorum ki 1 Ekim’de Meclis eksiksiz olarak toplanır.”


Hakimlere çağrı


Bir soru üzerine illerde yapılan HSYK toplantılarında Türk Ceza Kanunu’nun, “mağdurun tecavüzcüsüyle evlenmesini” içeren 434. maddesine dönüşle ilgili görüş bildirildiğine dair bazı haberler yer aldığını anımsatan Boyner, bu konuda hassas olduklarını belirtti. Türk Ceza Kanunu’nun kadın hakları örgütlerinin de önemli katkılarıyla, kadınlarla ilgili hükümlerde olumlu değişiklikler yapan temel bir kanun olduğunu söyleyen Boyner, “Kadının özgürlüğü ve temel haklarının korunması sadece yasalarımızda değil uygulamada da esas olmalı. Bu anlamda, yasaların uygulayıcısı olan hakim ve savcılarımızın da bu anlayışa uygun hareket etmelerini bekliyoruz. Zaman zaman sistemi geriye götürebilecek önerilerin gündeme gelmesi, bir yandan, kamuda ve toplumun her kesiminde bilinçlendirme faaliyetlerinin etkili şekilde devam etmesi gerektiğini gösteriyor” dedi.

İmralı’nın Kapılarını Açmak Çözümün Önünü Açmak Olacaktır!

Ayşe BATUMLU
AKP’nin ilk İktidar oluşundan, liberallerin ve bazı Kürt muhafazakarların da desteğiyle son iktidara gelişine kadar olan tüm süreçte izlediği iki yüzlü politikaların farkına varan ve sürekli bu tehlikeye dikkat çeken en güçlü ses, hep İmralı’dan yükseldi.

Ülkenin, belki de dünyanın en yoğun tecrit mekanizmasına tabi tutulan, ama kitleler üzerindeki tesiri asla azaltılamayan bir politik aktör olan Sayın Öcalan, bugüne dek kamuoyuna ancak çok sınırlı bir kısmı ulaştırılabilen görüşlerinde, ısrarla AKP’nin “yeni” bir kılık ve üslupla da olsa, eskinin devamı olduğu,  hatta eskiyi aratacak inkar ve imha politikalarını benimsediği ve giderek bu konuda daha da keskin olabileceği uyarılarında bulunmuştu. Hatta bu tutumun  iç savaş trajedisi yaratacak boyuta gelebileceğini de ifade etmişti. Pek çok görüşmesinde, işaret ettiği tehlikenin ve karşısında atılması gereken adımların  yeterince anlaşılamadığını da sitemle ifade etti.


Ancak yine de çözüm konusunda ısrarlı davrandı. AKP’nin krizi ve çözümsüzlüğü körükleyen politikalarına rağmen; yalnızca Türkiye halkları için değil, tüm Ortadoğu halkları için eşit, özgür ve kapitalizmin sömürü mekanizmalarından kurtulacak bir sistemin oluşturulabilmesi üzerine projeler geliştirmekten vazgeçmedi. Nitekim sondan bir önceki aşamada artık Türkiye’nin hemen tüm politik kesimleri ve uluslararası politik aktörler, Sayın Öcalan’ın Kürt sorununun çözümünde en etkili isim olacağını kah yüksek sesle, kah dolaylı olarak ifade ediyorlar, onun bu konudaki görüşlerini dikkate alıyorlardı.


Basına yansıyan Mit-PKK görüşmesinden anlaşılıyor ki, hükümet bu görüşmeleri gidişata ve dönemsel gereksinimlerine göre, yani işine geldiği gibi: “sorunu çözmek için yapılan görüşmeler” ya da “oyalama taktiği” olarak lanse edebileceğinin hesabını yapmış. Ama sayın Öcalan da bu görüşmeleri hem önemseyen ve çözüm için üzerine düşeni yapmaya hazır olan hem de hükümetin olası bir ikili oynama taktiği karşısında tedbiri elden bırakmayan bir yaklaşım benimsemiş. Tabiri caizse bu görüşmeler yürütülürken gayet “uyanık” davranmış. Sorunu 1 haftada çözebileceğini ifade etmesi ancak adım atmak için hükümetin bu konuda olumlu bir mesaj vermesini beklemesi, hem sorunun çözümü için kendisinin üstlendiği rolü göstermek hem de AKP’nin çözümü gerçekten isteyip istemediğinin anlaşılabilmesinin test edilmesi açısından önemli. Nitekim bu aşamadan sonra AKP’nin çözümün “başka bahara” kalmasında sorumluluğunu yok saymak artık mümkün olmayacaktır. Zira AKP, sorunun 1 haftada, barışçıl yollarla çözülebilmesi fırsatında üzerine düşeni yapmamıştır.


Çözüm için istekli olmadığı hatta çatışmalı sürecin “işine” geleceği anlaşılan hükümet, aynı zamanda kamuoyu tarafından açıkça bu sürecin sorumlusu olarak görülmek de istemediğinden suçu kendi dışındaki aktörlere, zaman zaman PKK, zaman zaman BDP’ye atıyor. Bu yaklaşımı bir kısım alıcı bulabiliyorsa da, İmralı’dan gelen çağrıyı yanıtsız bırakan tavrı kendi yandaşlarınca bile izah edilemiyor.


Çünkü sayın Öcalan’ın “bir haftada çözebilirim” dediği noktada, 30 yıllık ve 50 bin diye yuvarlanan rakamla çokça cana mal olmuş bir sorunun çözümünden kaçmak için hükümet cephesinden ileri sürülebilecek hiç bir esaslı bahane yok.


Bu güne dek Ergenekon süreci, Anayasa’da kısmi değişiklikler, devletin “köklü” vesayet kurumlarına karşı giriştiği “ayıklama” operasyonları ile özellikle liberal çevrelerin gözünü boyayabilen AKP, Sayın Öcalan’ın çözüm gayret ve önerileri karşısındaki negatif tutumu ile artık kamufle edilebilir bir noktadan epeyce uzaklaşmış durumda.


Meclisteki tüm partiler ve siyaseten etkili medyanın da PKK-MİT görüşmelerini de devlet-Öcalan görüşmelerini de esastan problemli görmediği açık. Görüşmeleri kimin basına sızdırdığının da “hükümet mi devlet mi görüştü” polemiğinin de esasa hiç bir tesiri yok. Önemli olan bunun kabul edilebilirliğinin, dolayısıyla sürdürülebilirliğinin açığa çıkmış olması.


Buna ilaveten, DTK, BDP, “Türkiye’de Kürdistan Konferansı” ve son örneğini Ankara’ya binlerce kişiyle akın eden kadınların sergilediği halk gösterileri de temel olarak sayın Öcalan’ın çözümde baş aktör olacağını ifade ediyor. Hükümetin, başbakanın temsilcisi de Oslo’da bunu ifade ediyor. Sayın Öcalan da  önü açıldığında bir haftada çözebileceğini söylüyor. Yani çözümün önündeki tek engel, hükümet. Artık hükümet çözümü engellemekten vazgeçmeli, çözümün en önemli aktörünün özgürleştirilmesi için yüz binlerden gelen çağrıyı dikkate almalıdır.


Altını çizerek söylüyorum: çözüm isteyen herkesin birinci şiarı Öcalan’ın özgürlüğü olmalıdır.

Öcalan’ı Tecritle ‘Korumak’ BDP’yi Tutuklayarak ‘Meclis’e Sokmak’

Veysi SARISÖZEN
Bir savaş durumunda, elinde esir bulunan devlet, düşmanını, elindeki esirleri öldürmekle tehdit ederse, sonuçta o esirler öldürülmese bile, bu tehdit savaş suçudur.

Öcalan’ın durumu Türkiye Cumhuriyeti’nin savaş suçu işlediğini gösteriyor. Devlet, her ne kadar yaşananların bir savaş değil de, ‘terörle mücadele’ olduğunu söylerse söylesin, Kürt sorunu hızla uluslararasılaşan bir sorun olduğu için, er ya da geç, devletler arasında bu sorun etrafındaki çatışmaların ‘savaş’ olarak niteleneceğinden kuşku bile duyulamaz. Çünkü Kürt sorunu tek bir ülkeyi ilgilendiren bir sorun değil. Bu sorun uluslararası çıkar çatışmalarının da düğümlendiği bir sorun. “Kürdistan’a hakim olmadan Kafkasya’ya ve Ortadoğu’ya hakim olunamaz.” O nedenle bütün büyük devletler ve bölge devletleri gözlerini Kürt coğrafyasına dikmişlerdir. Az sonra onların arasındaki çıkar kavgalarının, Kürt sorununda birbirine karşıt konumlara yol açacağını ve bazı devletlerin Türk-Kürt çatışmasını ‘savaş’ olarak ilan edeceklerini tahmin etmek zor değildir.


İşte o zaman, savaş sırasında elindeki esirlerin yazgısını bir şantaj konusu yapmak da savaş suçu sayılacaktır. İmralı’da uygulanan tecrit, bir şantajdır. Bu şantaj, Kürt halkının Demokratik Ulus temelinde demokratik cumhuriyet ve demokratik özerklik yönündeki atılımını durdurmak ve mücadeleyi yeniden ‘İmralı’da avukat görüşmelerinin yapılması hedefiyle’ sınırlandırmak gibi ‘zaman kazanma’ amacına dönüktür. İki aya yakın süren bu tecrit, işte bu bakımdan, basit bir ‘hukuk ihlali’ değil, yarın ‘savaş suçu’ sayılacak bir ihlaldir.


Durum çıplak şekilde böyle olmakla birlikte, medyada ileride ‘savaş suçu’ olarak nitelenecek bu tecritle ilgili telaşlı açıklamalara da rastlıyoruz. Bu açıklamalardan birini, ‘meçhul uzman’lardan birinin ağzından Mahmut Övür, bu tuhaf açıklamayı destekleyerek aktarmış. Okuyalım:


‘Bir uzman, Öcalan’a konulan yasağı, BDP’lilerin tam aksi bir yaklaşımla yorumluyor:


“BDP’liler ve PKK çevresi Öcalan’la görüşmenin yasaklanmasını barış istenmediği biçiminde yorumluyor. Ben tam tersini söyleyeceğim. Bu devlet PKK ile birbirlerini öldürürken bile görüşüyorsa bugün konulan yasağı iyi anlamak gerekiyor. Devlet bu görüşmeleri kesmeseydi Öcalan’ın sözleri boşa çıkardı. Tıpkı 8 Temmuz’da olduğu gibi... Öcalan kitleler üzerinde etkisi olan bir isim. Onun değersizleştirilmemesi gerekiyor. O da boşa çıkartılırsa kiminle konuşulacak?”


Bu uzman her kimse, utanmazlık kavramından habersiz olmalı. Şimdiye kadar hiç kimse, İmralı’daki tecrit, ‘beyaz işkence’ ve şantaj sistemini bu kadar sinik bir tarzda savunmayı aklına bile getirmedi. ‘Devletin koyduğu yasak Öcalan’ın etkisini korumak içinmiş.’ Çünkü konuşursa, ‘sözleri boşa çıkarmış.’


Bu uzman utanmazlığın sınırlarını bilmiyor olabilir, ama Mahmut Övür’ün bu uzmana itibar etmesi nasıl açıklanmalı? ‘İmralı barışçı, Kandil savaşçı, BDP kişiliksiz’ teorisinin varacağı yer işte burasıdır. ‘Savaşçı Kandil’i bombalarken’ ‘Barışçı İmralı’yı susturmak ve parlamenter BDP’lileri tutuklamak’ bombardıman gibi tecrit ve tutuklamalar da daha kanlı bir savaşın hazırlığıdır.


Gözlerden gizlenen yalnız bu değildir. Meclis’e katılma işi de benzer tarzda ele alınmakta. Aynı yazıdan okuyalım:


‘İki farklı görüş var. BDP’lilere göre ilk adımı devlet atmalı ve Öcalan’la görüşme sağlanmalı... Ya da Meclis’e dönüş için AK Parti yasal değişiklik güvencesi vermeli...


Devlet çevresi ise ilk adımı BDP’nin atması gerektiğini söylüyor.


Onlara göre BDP 1 Ekim’de Meclis’e kendi iradesiyle gelmeli ve demokrasi mücadelesine katılmalı.


Övür, bu ‘devlet görüşüne’ katılıyor.


Gerçekten de, ortada tuhaf bir durum var; BDP’nin Meclis’e girememesi için yüzde on barajını kaldırmayan, bu barajı kat kat alınan oylarla aşıp Meclis’e girenleri cezaevinde tutmaya devam eden, var olan vekillerin hakkında, onları her an tutuklamaya imkan veren iddialarla davalar açan, onları ‘demokrasi mücadelesi’ verdikleri sırada gaz bombalarıyla yaralayan, kemiklerini kıran, ciğerlerini zehirleyen, öldürmeye kalkışan bu devlet ve onu yöneten AKP, BDP’nin Meclis’e girerek ‘demokrasi mücadelesine katılmasını’ istiyormuş...


Elbette böyle değil, AKP, BDP’nin ‘demokrasi mücadelesine’ değil, ‘demokrasi oyununa’ katılmasını istiyor. Yapacağı AKP anayasa hazırlığına, hiçbir taleplerini dikkate almadan, Kürt tarafının ‘katılması’ için demagojik davetler yapıyor. Amacı, şu anda yürütülen tutuklama ve bombardımanla topyekün savaşa hazırlık koşullarında BDP’yi sistemin ayıbını örten incir yaprağı haline getirmektir.


Demagoji müthiş. “Öcalan’ın etkisini korumak için onu tecrit etmek”. “BDP’yi ‘demokrasi mücadelesine’ katmak için onun üyelerini tutuklamak”...


Bırakın bu oyunları. Ne Öcalan etkisini koruyasınız diye size muhtaç, ne de BDP Meclis’te yemin etmek için sizin çağrınızı beklemekte. Öcalan’ın hiçbir sözü boşa çıkmaz ve BDP’yi hiç kimse ne zorla Meclis dışında tutabilir, ne zorla yemin ettirebilir.

Arap Baharı mı, Talanı mı

Aydın BOLKAN
Tunus’da başlayıp, Cezayir’den Mısır’a uzayan Arap baharı, arap halklarına özgürlük getirmediği gibi Arap halklarının ekonomik ve doğal kaynaklarının kapitalistler tarafından yeniden paylaşılmasının da önünü açtı. Libya’da Bingazi’de başlayan isyan bizzat NATO’nun hava müdahalesiyle birlikte Kaddafi’nin devrilmesini sağladı. Libya’daki muhaliflerin bir kısmının Fransa ve İngiltere’de organize edilip, ülkeye gönderildiği de netleşmeye başladı.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Libya gezisini gerçekleştimeden bir gün önce Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin, İngiltere Başbakanı ile birlikte   Libya’ya çıkarma yapması bu rant paylaşımının  çarpıcı örneğidir. Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin  “Türkiye sessiz kalırken, biz isyancıları destekliyorduk” açıklaması bu müdahalelerin nasıl gerçekleştiğini göstermektedir.


Mısır, Tunus, Libya’daki mevcut statükocu, baskıcı yönetimleri, iktidarları savunmak onlara sahip çıkmak, özgürlük ve demokrasi savunucularının işi olamaz. Halkların özgürlük, demokrasi ve barış talepleri her koşulda desteklenmelidir. Fakat Arap Yarımadası ile Ortadoğu’da yaşanan başkaldırılar, bu haklara özgürlük ve demokrasi getirmekten öte, kapitalistlerin buraları yeniden kendilerine göre dizayn etme çabaları olduğu da açığa çıkmaktadır. Bu da haklara daha fazla acı ve yıkım getirmektedir.


Günlerce Tahrir Meydanı’nı dolduran yüzbinlerin demokrasi ve özgürlük talepleri yaşam buldu mu? Bu sorunun yanıtı Ortadoğu isyanlarının karakteristiğini de ortaya koymaktadır. Bugün Mısır’da bir askeri yönetim bulunmakta ve Hüsnü Mübarek döneminin yöneticileri işbaşındadır. Üstelik Tahrir Meydanı’na çıkanlar en ağır şekilde bastırılmakta ve dünya buna sessiz kalmaktadır.


Bunun tek nedeni de Ortadoğu petrollerinin paylaşımıdır. Yine silah tekellerinin bu bölgelere daha fazla silah satışı ve daha fazla kâr hırsı da isyanlarla birlikte körüklenmektedir. Yeniden işbaşına gelen hükümetlerin kendilerini korumak için ülke güvenliklerine daha fazla pay ayırmaları ve bu payların da silah tekellerine akması bekleniyor.


Yine bu isyanlar ve çatışmalar nedeniyle harabeye dönen, kentlerin, kasabaların ve köylerin yeniden yapımı sürecinde bu ülkeler pay almak istiyor. Türkiye’nin Libya’ya 300 milyon dolarlık hibe yapmasının altında İngiltere ve Fransa kadar, Libya’da müteahhitlik hizmetlerinde pay kapma girişimidir. Yoksa bu ülkelerde demokrasi ve özgürlüklerin yerleşmesi, Arap halklarının mutluluk ve refah içerisinde yaşaması umrunda mı kapitalizmin.


2001 yılından bu yana sürekli bir kriz hali yaşayan kapitalist ülkelerin krizlerin gelişmekte ve az gelişmekte olan ülkelerde yansımasını çok daha hızlı bir şekilde bulmaktadır. Ortadoğu’daki Arap baharı, bazı sektörlerin kâr baharına dönüşmüş durumda. Silah ve müteahhitlik sektörü bunun en başında gelmektedir. Yine gelişmiş ülkelerin petrol ihtiyaçları yeni imtiyazlı sözleşmelerle Ortadoğu ülkelerinden sağlanması hedeflenirken, Ortadoğu ve Arap ülkelerinin halklarına ise isyanlar sonucunda harabeye dönmüş kentler, iç savaşta yaşanan ölümler, sakatlanan onbinler ve onarılması güç bir yara olan acılar ve  yoksulluk. Özgürlük ve demokrasi ise her seferinde olduğu yeniden rafa kaldırılarak bir başka ‘bahar’a ötelenmektedir. Özgürlük ve demokrasi taleplerinin yaşam bulduğu, halkların refah içerisinde yaşayacağı baharlar halkların baharıdır. Bir başka bahara ötelenmeyecek kadar da anlamlıdır.

Batının ‘Zenci’leri Kürtler

Veysi ALTAY / Ordu - Bianet

Ötekiler, yoksullar, işsizler... Yıllarca ezilmiş; kimliklerini, kültürlerini, dillerini yaşayamamış; çocukları eğitimden mahrum kalmış, anadilini konuşamamış; otorite tarafından hep öteki ve “terörist” olarak görülmüş mevsimlik Kürt işçiler, her yıl Dîlok (Antep), Riha (Urfa), Mêrdîn (Mardin) ve Amed (Diyarbakır) gibi illerden ekmek parası için yola koyuluyor. Tavuklarını, horozlarını, yatacak ve yemek pişirecek tüm malzemelerini de alarak ufacık minibüslere doluşuyorlar... Kimisi minibüs bile bulamıyor, üstü açık kamyon kasaları veya 3-4 kişilik tren departmanlarına 9-10 kişi sığışarak yapıyor bu yolculuğu.

Değişmeyen zihniyet


Çaresizlik, yoksulluk ve fakirlikten belleri bükülmüş insanlar gittikleri şehirlere adım atar atmaz ilk olarak devletin otoritesini temsil eden kolluk kuvvetleriyle karşılaşıyor. Zaten yıllardır devlet onlar için kolluk kuvvetlerinden oluşuyor sadece. Bu insanların “güvenilir” olup olmadıkları; bunun için de gelenlerin kimlik fotokopileri, geldikleri yerlerdeki ikamet adreslerini alarak, bekletmeye başlıyor görevliler. Bu yıl yine saatlerce yolculuktan sonra Sakarya’ya varan işçiler trenden iner inmez trenin etrafını sarmış polisler tarafından genel sicil aramasından geçirilerek adeta vize uygulamasına tabi tutuldular. 1997-2006 arasında Ordu’da görev yapan eski Ordu valisi Kemal Yazıcıoğlu’nun, “Ben Ordu’ya Kürtleri sokmam çünkü bunlar PKK’li” söyleminin şimdiye kadar hiç değişmediği görülüyor. Devlet yetkilileri özellikle “PKK Karadeniz’e iniyor” fısıltılarıyla “milli duyguları” harekete geçirerek halkı bölgeye gelen Kürt işçilere karşı kışkırtıyor.


‘Nereye gitsek karşımızda polis’


İşçilerden B.Ö, altı çocuğu var. Ordu’ya bir iş bulmak umuduyla gelmiş. “Nereye gitsek arkamızda polis, jandarma. Bizden ne istiyorlar bilmiyorum. Yoksulluktan buradayız, yoksa ben bu kadar çocukla bu kadar yolu niye geleyim? Bazen insan olmaktan utanıyorum,” diyor. A.Ş. (63), gelini daha iyileşmeden yola çıkmak zorunda kaldıklarını anlatıyor. Beş oğlu varmış. “Ne yeriz ne içeriz diye soran yok” diye dert yanıyor. Valinin “Ordu’dan gidin” dediğini başka da bir şey demediğini söylüyor.


M.S (55) ise “Bize öcü gibi bakıyorlar. Biz Müslüman değil miyiz? Camiye gidip namaz kılamıyoruz. Köylerden su alamıyoruz. Telefonları bile şarj edemiyoruz. Bakkaldan alışveriş yapmakta zorlanıyoruz” diye anlatıyor yaşadıklarını. “Dilenci değiliz. Sadece çalışmak, emeğimizle kazanmak istiyoruz” diyor. Bir başka kadın anlatıyor: “Daha dün bahçe sahibi çocukları tuvalete bırakmadı. Gözümün önünde onlara vurdu.”


Yevmiyede ayrımcılık


Kürt işçiler, her yıl en çok fındık üretiminin gerçekleştiği Ordu ve Giresun’un yanı sıra Trabzon, Düzce, Bolu ve Sakarya gibi illere akın ediyor. Bu sayının 150-200 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. Kürt işçiler, günlüğü 12-14 saat karşılığı 25-30 TL’ye çalıştırılıyor. İşçilerin konaklama ve yeme-içme masrafı fındık sahibi tarafından karşılandığı takdirde bu fiyat 23 TL’ye kadar düşebiliyor. Buna karşın, yerli işçiye 8-10 saat karşılığı 50-60 TL yevmiye verilmesi, Kürtlere karşı nasıl bir ayrımcılık yapıldığını da ortaya koyuyor. Bu ayrımcılık son yıllarda yoksulluktan dolayı Gürcistan’dan fındık toplamaya gelen işçilere karşı da uygulanmaya başlandı.

AKP-Erdoğan : Made ın USA


İsrail’e Efelenmenin Hesapları Farklı

Türkiye hükümeti, İsrail ile bir kriz yaratarak Ortadoğu’da lider ülke olma amacını güdüyor.

AKP hükümeti, inkar politikalarında ısrar ederek ve savaşın dilini hakim kılarak, Kürt sorununa yaklaşımı açısından geçmiş hükümetlerden çokta farklı davranmayacağını ispatladı. Barış için gereken ağırbaşlı ve uzlaşmacı tavırları sergilemek yerine, dikkatleri başka noktalara çekme girişimlerine devam etmektedir. 

Yakın zaman önce Türk basınında çıkan İsrail’in PKK’yi destekleyeceğine dair haberler de, bu zincirin son halkası olarak nitelendirilebilir.

Konuyu daha derinlikli analiz edebilmek amacıyla, İsrail’in önde gelen Ortadoğu ve Türkiye uzmanlarından Ben Gurion Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Dror Zeevi ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Son günlerde tırmanışa geçen İsrail ve Türkiye arasındaki gerginliğin gerçek sebebi nedir sizce? Bu gerilimli atmosferden kim ve nasıl yararlanmak istiyor olabilir?

Yakınlarda yaşadığımız gerginliğin en temel nedeni Türkiye’nin bölgede lider olma hırsından kaynaklanıyor. Arap Baharı esnasında bir boşluğun oluştuğunu Türk liderleri fark ettiler ve etki alanını genişletmek ve diğer ülkelerle ilişkilerini güçlendirmek umuduyla böyle girişimlerde bulundular. Türkiye bu yüzden de İsrail ile bir kriz yaratmanın Ortadoğu’da lider olma amacını destekleyeceğini düşündü. Sadece böyledir demek elbette eksik bir açıklama olur. İsrail hükümetinin meseleyi ele alışındaki yetersizliği ve Erdoğan’ın çatışmacı kişiliği de diğer sebepler arasında sayılabilir. Türkiye cephesinde farklı bir hükümet ve İsrail’i idare eden farklı bir yönetim olsaydı, elbette sonuçlar farklı olurdu. Belirtilmesi gereken diğer bir sebep ise Türkiye’nin sınırları içerisinde NATO radarı dahil İran’a karşı stratejik silah sistemlerini yerleştirirken oluşabilecek tepkileri dengeleme ihtiyacıdır. İsrail ile diplomatik bir kriz, bu konumlandırma harekatı sırasında bölgede oluşabilecek kızgınlığı dengeleyebilir ve Türkiye’yi NATO ve Batı uşaklığı yapan bir ülke konumundan uzaklaşmış gibi sunabilir.

Türkiye’nin aleni kazançları dışında, İsrail ile arasının bozulmasından kazançlı çıkacak diğer unsurlar ise, geçmişte Türkiye ile İsrail arasındaki yakın ortaklıklar yüzünden korku içerisinde yaşayan İran ve Suriye olarak sayılabilir. Bu, istihbarattan hava kuvvetleri koordinasyonuna, stratejik planlamadan ekonomiye kadar bütün farklı alanlarda açık bir şekilde görülebilir.

Geçtiğimiz günlerde İsrail hükümetinin PKK’yi askeri eğitim ve ekonomik açıdan destekleyeceği üzerine Türk medyasında çokça haberler yer aldı. Fakat hemen akabinde bu haberler hem KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan hem de İsrail hükümeti tarafından yalanlandı. Bu tip haberlerin arkasında ne gibi nedenler yatıyor?

Bu haberler tamamen söylentiden ibaret. Gerçeklikle alakası yok. Şu noktada İsrail’in PKK’yi destekleyerek Türkiye ile zaten kötü olan ilişkilerini daha da karmaşıklaştırmaya niyeti yok. Böylesi gerçekdışı haberlerin yayılmasının arkasında birkaç neden var gibi görünüyor. Biri İsrail koalisyonundaki ayrışmalardır. Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman tarafından yönetilen bir fraksiyon, bölge ve dünyaya daha sert bir portre  çizmek maksadıyla Türkiye ile kafa kafaya çatışmaktan yana. Geçtiğimiz haftalarda bu fraksiyon, İsrail’in Erdoğan’ın agresif tutumlarına karşı misilleme yapabilmesi amacıyla medyaya İsrail’in PKK’yi destekleyeceği haberi dahil bazı bilgileri sızdırdı. İstihbarat ve güvenlik birimleri dahil olmak üzere Başbakan Netanyahu ve hükümetin büyük bir çoğunluğu, buna karşı çıkmakla birlikte problemlerin sessizce çözülebilmesi için dikkat çekici tutumlardan sakınmaya çalıştılar. Bir anlamda daha yatıştırıcı bir portre çizdiler denebilir.

Türk hükümeti bu gerçekdışı haberlerle İsrail ve PKK’yi ilişki içerisindeymiş gibi göstererek bir taraftan İsrail’i yasadışı bir örgütü desteklemekle suçluyor; diğer taraftan da dindar Kürtler nezdinde popülarite kazanmaya çalışıyor diyebilir miyiz?

İsrail’i PKK ile ilişkide göstermek öncelikle Türk hükümetini iç siyasette daha popüler kılacaktır. Ancak daha da önemlisi İsrail’le ilişkilerin kötüleşmesini istemeyen kesimleri de ikna etmeye çalışarak İsrail’e karşı agresif tutumlarını meşrulaştırıyor. Ayrıca bu haberler, İsrail ile ilişkide olan bir örgütü desteklemek istemeyecek Kürtler ile PKK’nin arasını açarak Türk devletinin çıkarlarına hizmet ediyor. Bu bağlamda Türk hükümeti ile İsrail hükümetindeki radikal unsurlar ortak bir amacı paylaşıyorlar.

Erdoğan Arap dünyasında popülaritesini arttırmaya çok istekli görünüyor. Gerek bölgeyle ilgili haberlere verdiği ani tepkiler, gerekse Mısır ve Ürdün’e yaptığı ziyaretler bunu gösteriyor. Tam olarak neyi amaçlıyor Erdoğan ve AKP hükümeti? Arap dünyası ile Osmanlı İmparatorluğu tarzında bir ittifak mı inşa etmeye çalışıyorlar? Eğer öğleyse bile bu ne kadar realist bir tutum olabilir?

Bölgede hızla artan jeo-stratejik konumunun bir sonucu olarak, Türkiye bölgede lider bir güce sahip olmayı hedefliyor. Böylelikle de dünya güçleri arasında yerini alacağını düşünüyor. Bu konuma da ekonomik baskı, politik etki ve ideolojik liderlik gibi yumuşak güçlerini kullanarak ulaşmayı istiyor. Böyle bir amaç içerisindeyken Arap halkıyla iyi ilişkilere sahip olması büyük bir avantajdır ve İsrail ile arasına mesafe koyması önemlidir. Bence çok olası bir tutum ve Türkiye dikkatli bir şekilde davranırsa bunu başarması işten bile değil. Fakat Erdoğan’ın Arap dünyasına yaptığı son ziyaret, böyle bir hırsın yaratacağı sorunları su yüzüne çıkardı. Mısır liderliği bu kurguda yedek oyuncu olmaktansa bölge liderliği statüsüne yükselmeyi istiyor. Müslüman Kardeşler örgütü, Türkiye’nin din ve sekülerizm karışımından pek memnun değiller. Ayrıca devletle din arasındaki ayrışmaya da şüpheyle bakıyorlar. Arap dünyasındaki diğer ülkeler ise Türkiye’nin kendilerini sömürmesinden korkuyor ve ekonomik anlamda baskı oluşturacağını düşünüyorlar. Bu bağlamda Türkiye’nin bu rüyası fazla hırslı olması ve fevri davranması sebebiyle olayları aleyhine döndürüp mağlubiyetle sonuçlanabilir.

Erdoğan geçtiğimiz günlerde İsrail’e bakıma gönderilen 6 adet Heron’un yakın bir zamanda onarımının tamamlanarak iade edilmesini beklediklerine dair bir açıklama yaptı. Bu meselenin bu kadar önemsenmesi büyük bir operasyon planının habercisi midir?

Türkiye’nin büyük bir operasyon planı içerisinde olmasından haberdar değilim. Ama şüphe götürmeyen bir unsur var ki PKK’nin son dönemlerdeki hücumlarından dolayı Türk hükümeti panik durumda. Bazı kaynaklara göre bu Heron’lar istihbarat toplamak ve operasyon kontrolünü sağlamak bakımından önem taşıyor.

Her iki ülkenin de ABD’nin bölgedeki en güçlü müttefikleri olduğunu göz önünde bulundurursak, Türkiye ve İsrail arasında uzun süreli stratejik bir çatışmadan söz etmek mümkün müdür?

İsrail ve Türkiye, Ortadoğu’da Avrupa ile ABD’nin anahtar müttefiki konumundalar. Bu durum ilişkilerinin tamamen çökmesinin önünde bir engel teşkil eder, zira ABD bölgedeki en önemli destekçilerini kaybetmek istemez. Ancak geçmişte Ortadoğu’da birbirleriyle savaşıp ABD ile iyi ilişkilerini koruyan başka ülkeler olmadığını söyleyemeyiz. Diğer bir deyişle Türkiye, İsrail ile ilişkilerini tamamen keser ya da uzun vadeli bir çatışmaya girerse, ABD ve Avrupa Birliği’ne kafa tutmayı göze alacaktır.
Zeevi kimdir?

Prof. Dr. Dror Zeevi, 1992 yılında Telaviv üniversitesinde doktorasını tamamladıktan sonra post-doktora çalışmalarına Amerika’da Princeton Üniversitesi’nde devam etti. Osmanlı İmparatorluğu ile modern Ortadoğu toplumu ve kültürü üzerine birçok projede yer aldı. Ben Gurion Üniversitesi’ndeki Ortadoğu Çalışmaları bölümünün kurucu üyesi olan Zeevi, halen aynı üniversitede Ortadoğu tarihi derslerini veriyor. Zeevi’nin ‘Kudüs 17. Yüzyılda Bir Osmanlı Sancağında Toplum ve Ekonomi’ ve ‘Müslüman Osmanlı Toplumunda Arzu ve Aşk’ adlı iki kitabı da Türkçeye çevrildi.

ÖZLEM GALİP/LONDRA

İsrail-Türkiye İlişkileri; Stratejik Ortaklıktan Rekabete-1

İsrail ve Türkiye karar vericilerinin yakınlaşmalarının iticisi ABD olmakla birlikte, temel nedenlerinden birisi, iki ülkenin de birbirlerine benzer spesifik konumlarının olmasıdır. Türkiye 1948’de de salt bir Ortadoğu-Ülkesi nitelendirilemezdi. Türkiye, her zaman Batı ve İslam dünyaları arasında bir “menteşe” işlevini görüyordu.



Yeni Zelanda’nın eski başbakanı Geoffrey Palmer’ın başkanlığındaki BM Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı “Mavi Marmara” Raporu, beklenildiği gibi Türkiye’nin sert tepkisine yol açtı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül (“Rapor bizim için yok hükmünde”), Başbakan Recep T. Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu peşpeşe Türkiye’nin rapor hakkında düşündüklerini açıkladılar.

 
Aslında Palmer Raporu haftalar önce bitirilmişti. İsrail ve Türkiye’nin, ki her iki hükümet te önceden haberdar edilmişti, uzlaşabileceği umuduyla kamuoyuna açıklanması geciktirildi. Sonuçta uzlaşı umutları fos çıktı, çünkü Türkiye, İsrail’in özür dilemesinde, “Mavi Marmara” kurbanlarına tazminat ödemesinde ve en önemlisi, Gazze Ablukası’nı kaldırmasında ısrar ediyordu. Ve bu talepler yerine getirilene dek İsrail ile olan ilişkilerin maslahatgüzar seviyesine indirilmesine, projelerin dondurulmasına ve İsrail büyükelçisinin yurtdışı edilmesine karar verildi. Böylece “Boşanma Davası” başlatıldı.

 
Gözler Türkiye’ye çevrilmişti. ABD ve AB yetkilileri, “İsrail-Türkiye ilişkilerinin geldiği noktadan büyük kaygı duyduklarını” dile getiriyor, BM Genel Sekreteri, krizin aşılması için iki ülke yönetiminin birbirleri ile konuşmasını talep ediyordu. İsrail ve Türkiye’deki yaygın basın, iki ülke arasında “Buz Çağı”nın başladığını ilan ediyor, aynı zamanda da yangına körükle gidiyordu.
Halbuki İsrail ve Türkiye birbirlerine “ikiz kardeşler” (Haluk Gerger) kadar yakındılar. Aralarındaki iktisadî ve askerî ilişkileri 1980’den bu yana derinleştirmiş ve stratejik ortaklıklarını kurmuşlardı. Peki, nasıl oldu da, kimi yorumcu tarafından “danışıklı dövüş, duygusal çıkış” olarak nitelendirilen 2009 Davos Krizi Ortadoğu’yu bütünüyle etkileyebilecek bir krize dönüştü? Ardından neler gelebilir? Krizin arkasında yatan gerçek nedenler nelerdir ve kriz nasıl bir dinamik kazanabilir? ABD ve bölgedeki stratejik çıkarlarının oynadığı rol nedir? Gelişmeler, sahiden Türkiye’nin İslam dünyasının öncüsü olma olasılığına işaret ediyor mu? Okuduğunuz bu makale, bunlara ve benzer sorular yanıt bulma çabasından ibarettir.

DOĞUŞTAN RUH İKİZLERİ

 
İsrail ve Türkiye arasında kızgınlaşan kavganın nedenlerine gelmeden, kısaca iki ülke ilişkilerinin tarihsel sürecine bakmak yol gösterici olacaktır.

 
Türkiye, İsrail’i ilk tanıyan ülkedir. 28 Mart 1949’daki resmî tanınma aktinden sonra 1950’de büyükelçilik düzeyinde ilişkilere geçilmişti. Her iki ülke elitlerinin yönlendirdiği bu ilişkiler, her zaman ulusal güvenlik siyaseti çerçevesinde değerlendirilmekteydi.
İsrail ve Türkiye kararvericilerinin yakınlaşmalarının iticisi ABD olmakla birlikte, temel nedenlerinden birisi, iki ülkenin de birbirlerine benzer spesifik konumlarının olmasıdır. Türkiye 1948’de de salt bir Ortadoğu-Ülkesi nitelendirilemezdi. Türkiye, her zaman Batı ve İslam dünyaları arasında bir “menteşe” işlevini görüyordu. Fransa Başkanı Charles de Gaulle’ün dediği gibi, Türkiye “Boğaz’ların ve Ortadoğu’ya açılan kapının efendisi”ydi. Bu kapı, Avrupa’ya, Balkanlar’a, Karadeniz’e, Kafkaslar’a ve Ortadoğu’ya açılıyor, ülkeyi hem hepsinin bir parçası, hem de hiç birine “ait olmayan” haline getiriyordu. Türkiye, farklıydı.
Farklı olmak İsrail için de geçerlidir, hele kuruluşunda. Hem bir Ortadoğu-Ülkesi, hem de siyasî ve ideolojik olarak Avrupalı’ydı. İsrail, kuruluşundan itibaren hep Batı’nın siyasî koordinatlar sistemi içerisinde yer aldı.

 
Farklı olma, etnik-dinî ve kültürel çeşitliliği içinde taşıma ve iki kutuplu dünyanın aynı kutbunda yer alma, iki ülkeye yakınlaşmaktan başka bir olanak tanımıyordu.

 
Ancak bu yakınlaşma her zaman inişli-çıkışlı oldu ve bölgedeki gelişmelerden, bilhassa Filistin Sorunu’ndan etkilendi. İsrail’in Arap ülkelerine karşı giriştiği 1956, 1967 ve 1973 savaşları, işgal ettiği topraklarda uyguladığı politikalar ve bir türlü üzerinden atamadığı kibir, Türkiye hükümetlerinin ilişkilerin seviyesini sürekli değiştirmesine neden oldu.

 
Başka bir neden de, Türkiye’nin Kıbrıs politikasıdır. 1960 Garanti Antlaşması gereğince Kıbrıslı Türklerin garantörü olan Türkiye, kanlı 1963 olaylarından sonra hamîsi ABD’ye dahi “kafa tutacak” bir politika izlemeye başlamıştı. Türkiye, 1964 “Johnson-Mektubu-Krizi”nden sonra ve bilhassa petrol bağımlılığı nedeniyle yeni arayışlara gitti. Arap ülkeleriyle yakınlaşma ile Kıbrıs Sorunu’nda destek alınması ümit ediliyordu, ama bu yakınlaşma İsrail ile olan ilişkilerin seviyesinin düşürülmesini de gerektirdi. İlişkiler artık sadece maslahatgüzar seviyesinde yürütülüyordu.

 
Türkiye kararvericileri, toplumda yaygın olan Filistin sempatisini de göz önünde tutarak, Filistin Davası’na sahip çıktıklarını gösterdiler. Uluslararası arenada Filistinlileri savunuyor, hatta 1967 Altı-Gün-Savaşı’nda İsrail’e yardım için İncilik Üssü’nden savaş uçaklarını kaldırmak isteyen ABD’ye izin vermiyorlardı. Diğer yandan ise Sovyetler Birliği’ne, Arap ülkelerine gönderdiği askerî yardımlar için Türkiye hava sahası kullanıma açılıyordu. Bu konumlanış, 1975’de BM Genel Kurulu’nda kabul edilen 3379 nolu ve “Siyonizm, ırkçılığın ve ırkçı ayırımcılığın bir biçimidir” kararını Türkiye’nin desteklemesiyle zirve yapmıştı.

YENİDEN YAKINLAŞMA

Ancak Arap despotları, Türkiye kararvericilerinin beklentilerini yerine getiremiyorlar ve 20 yılı aşkın bir stratejinin boşa çıkmasına neden oluyorlardı. Bu zaman zarfında Türkiye, Soğuk Savaş’ın da etkisiyle ABD’ye daha da yakınlaşmış ve İsrail politikalarını gözden geçirir olmuştu.

 
Nitekim, 1980 askerî darbesinden sonra İsrail ile yakınlaşma yeniden hız kazandı. Bunda, ABD’nin teşvik etmesi kadar, 1979 İran Devrimi’nin de etkisi büyüktü. İktidarı ele geçiren Molla Rejimi, Türkiye’nin çıkarlarına ters düşen bir dış politika uygulamaya başladı. İsrail ve Türkiye hem güçlü bir müttefiklerini kaybetmiş, hem de bölgedeki etkinlik konusunda yeni ve hırslı bir rakip kazanmışlardı. İsrail ve Türkiye’nin işbirliği daha da önem kazanmıştı.

 
Cunta dönemi, Türkiye’yi neoliberal politikaların bir laboratuvarı haline getirmekle birlikte, devlet aklını İsrail lehine çevirdi. Cuntacılar açısından bu işbirliği son derece karlıydı. İsrail, 1982 Lübnan İşgali sonrasında, cuntanın ASALA yöneticilerini öldürmek için neofaşist katilleri görevlendirdiği bir dönemde, Lübnan’daki ASALA kamplarında elde ettiği bilgileri Ankara’ya bildiriyor, ABD’ndeki aPAC veya Jewıish Institute for National Securtiy Affairs gibi silah ve Musevî lobileri, 1989’da olduğu gibi, ABD Senatosu’nda “Ermeni Soykırımı Tasarısı”nın kabul edilmesinin engellenmesini sağlıyorlardı.

 
İsrail’le olan işbirliği, 1990’lı yıllarda daha da derinleştirildi, ki uzmanlar 1980’ler ve 1990’ların İsrail-Türkiye ilişkilerinde “Altın Çağ” olduğunu belirtirler. 1991’den itibaren karşılıklı olarak yeniden büyükelçi atanmasını, çeşitli iktisadî ve askerî antlaşmalar izledi. 1994’de hava kuvvetleri arasında pilot eğitimi üzerine bir antlaşma, 1996’da da askerî işbirliği üzerine kapsamlı bir antlaşma imzalandı. Askerî İşbirliği Antlaşması, bizzat dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı tarafından İsrail’de imzalandı.

 
Daha sonraları, 1998’de, ABD-İsrail-Türkiye Stratejik Partnerliği’ne dönüşen işbirliği, İsrail’e para kazandırıyor, Türkiye’deki askerî vesayet rejimine ise silahlı kuvvetlerini modernize etme olanağı veriyordu. İsrail Türk F-4 ve F-5 jetlerinin modernizasyonunu üstlendi ve TSK’ne Phyton-4 roketleri, Popey hava-kara roketleri, Arrow roketsavar sistemleri ve saldırı helikopterleri için gece görüş sistemleri sattı. Oluşturulan ortak Stratejik Çalışma Grubu sadece ortak tatbikatları organize etmekle kalmıyor, aynı zamanda istihbarat işbirliğini de derinleştiriyordu.
1997’de İsrail ve Türkiye “diplomatik namlularının” ucunu Suriye’ye çevirdiler. 1997 Mayıs’ında dışişleri bakanları Turan Tayan ve Yitzhak Mordechai birlikte yaptıkları açıklamada Suriye’yi “terörizmi desteklemekle” suçladılar. Suriye üzerinde artırılan baskı, Suriye’nin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı yurtdışına çıkmaya zorlamasına neden oldu. Ardından 1999’da ABD ve İsrail gizli servislerinin ortak operasyonu ile Öcalan Kenya’da kaçırıldı ve Türkiye’ye teslim edildi. İsrail, Türkiye’ye olan desteğini dışpolitikada da gösteriyordu: 1999’da Bakü-Tiflis-Ceyhan boru antlaşmasının imzalanması esnasında, İsrail projeyi desteklediğini açıkladı.

İKTİSADİ İLİŞKİLERİN BOYUTU

İsrail-Türkiye arasındaki ticaret hacmi, TUİK verilerine göre Türkiye’nin ticaret hacminin yüzde 1’ini oluşturuyor. 1996’da 446 milyon Dolar olan ticaret hacmi, 2009’da 3,3 milyar Dolar’a yükselmiş. TUIK verilerine göre, sadece silah ticaretinin hacmi iki milyar Doları aşıyor, ancak Türkiye’deki askerî-sanayi kompleksinin sahibi Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı tarafından yapılan satın almalar bu ticaret istatistikleri içerisinde yer almıyor.

 
Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Fevzi Öztürk bir yazısında, “ilişkilerin bozulmasından ilk etapta İsrail savuna sanayi darbe alacaktır” tespitini yapıyor. Yüzeysel bir bakışla, Öztürk’e hak vermemek elde değil, çünkü silah satımı ve askerî yüksek teknoloji ürünleri İsrail ekonomisinin temel direğini oluşturuyor. Şu anda dondurulan projelerin, İsrail silah sanayiini etkilemesi elbette söz konusu, ama kanımca Öztürk’ün vurguladığı oranda değil. Çünkü İsrail menşeili sayılacak 250 şirket Türkiye’de ticaret yaparken, doğrudan İsrail’in ortak olduğu sayısız uluslararası silah tekelleri üzerinden silah satımının devam etmesi söz konusu.
Güncel kriz ile bağlantılı olarak ise, iktisadî ilişkilerin belirleyici olmadıklarını söylemek gerekiyor.

AKP İLE İSRAİL İLİŞKİLERİ

2000’li yıllarda, özellikle 2002’den itibaren AKP iktidarıyla, İsrailli ve Türk elitlerin kurduğu ortaklığın temellerinin sarsıldığı görüldü. AKP iktidarıyla İsrail ilişkileri, değişen dışpolitik vizyonlar ve önceliklerce belirlenmeye başladı. Elitlerin stratejisi kof çıkıyordu.
2001 krizinden sonra uygulanan tedbirlerin meyveleri, AB’ye yakınlaşma süreci ve iktisadî kalkınma AKP’nin pozisyonunu güçlendiriyor ve ekonomik büyümenin, G 20 üyeliğinin, ayrıca da enerji dağıtım merkezi olmanın artırdığı stratejik konumun verdiği rüzgarı arkasına alan AKP, yeni devlet partisi olma yolunda ilerliyordu.

 
Türkiye, artık bölge gücü olmak istiyor, rakip olarak ise İran ve İsrail’i hedefine koyuyordu. AKP iktidarının emperyal yönelimli dışpolitikası bir tarafta ordu yönetiminin yeniden biçimlenmesini, diğer taraftan da askerî vesayet rejiminin güvenlik ve savunma politikalarının değiştirilmesini zorunlu kılıyordu. Rejimin, “Türkiye, etrafı düşmanlarla çevrili bir ülkedir” tespitine dayanan askerî doktrini, zamanla “komşularla sıfır sorun politikası”na dönüştürüldü. AKP’nin ikinci seçim başarısından sonra hem bu politikalar, hem de ABD desteğiyle yürüttüğü devlet içi iktidar kavgası derinleştirildi.

 
“Komşularla sıfır sorun politikası” çerçevesinde ebedî “düşmanlar” Ermenistan ve Yunanistan ile olan ilişkilerde ilerleme kaydedildi. AKP hükümeti, Kafkaslar’dan Ortadoğu’ya bütün yakın ihtilaf bölgelerinde aracı olmaya çalışıyor, hatta İsrail bile Türkiye’den Suriye konusunda destek istiyordu. 2008’de Türkiye’yi ziyaret eden İsrail Başbakanı Olmert, Erdoğan’ın yardımcı olma önerisini kabul etmedikten ve ertesi gün Gazze’ye saldırmasından sonra ipler koptu.
Ankara, İsrail hükümetinin bu tavrının arkasında, Türkiye’nin bölgesel güç olma hedefine verilen bir yanıtın da gizli olduğunu değerlendiriyordu. Bu açıdan, Erdoğan’ın 2009’da Davos’ta koyduğu tavrı, basit bir sinirlenme olarak değil, İsrail’in yanıtına verilen bir yanıt olarak değerlendirmek gerekiyor.

 
10 Ekim 2002’de ABD’ndeki Musevî lobileri toplantısında “ilişkilerimizin geliştirilmesi için bizzat uğraşacağını” ilan eden ve 2009 Ocak sonunda Amerikan Musevî Komitesi’nin “Profiles of Courage” ödülünü alan Erdoğan, aslında İsrail’in yürüttüğü Filistin politikalarının ve 2000’li yılların sonuna kadar gerçekleştirdiği saldırıların rahatsızlığını dile getiriyordu. Ama aynı süreç icerisinde, iktisadî ve askerî ilişkiler derinleşerek sürüyor, TSK İsrail’den silahlar alıyor ve İsrail’in su sorununu çözmesi planlanan bir içme suyu projesi üzerine çalışılıyordu. 13 Kasım 2007’de İsrail Devlet Başkanı Şimon Perez TBMM’inde konuşma yaptığında, gözlemciler, Türk hükümetinin İsrail karşıtı retoriğinin iki ülke arasındaki ilişkileri belirlemediği tespitini yapıyorlardı.

ÇELİŞKİLERİN BULANDIRDIĞI RESİM

İlişkilerdeki bu gidiş-gelişler, ortaya çıkan çelişkiler gerçek resmi görmeyi zorlaştırıyor. Bu nedenle Türkiye’deki yorumcular bile Erdoğan’ın “Davos Çıkışı”nı tam olarak değerlendiremiyordular. Çoğu yorumcu, Erdoğan’ın iç politikaya oynadığını ve krizin “danışıklı dövüş” olduğu görüşündeydiler.

 
Gerçekten de Erdoğan, Davos dönüşü bir “fatih” gibi karşılanmış, Arap gazeteleri bile onu “kahraman” ilan etmişlerdi. Ama diğer taraftanda İsrail ile olan ilişkiler tüm hızıyla devam ediyordu. TSK, PKK’ye karşı kullanmak için İsrail’den 10 Heron aracı satın alıyor ve İsrail’e gizli servis desteği için 167 milyon Dolar ödüyordu. Aynı tarihlerde, F-4 ve F-16 jetlerinin radar resimlerini değerlendirmek için açılan Datalink 16 ihalesi İsrailli bir şirkete verilmişti. 4 Haziran 2009’da ise bir gece oturumunda, 510 km’lik bir alanı kapsayan mayın temizleme işi TBMM’nde kabul ettirildi. İsrail’e verilen bu ihale, 2009 Temmuz’unda Anayasa Mahkemesi kararıyla durduruldu.

 
Sadece Gazze katliamı değil, İsrail’deki büyükelçi Ahmet Oğuz Çelikkol’un, İsrail Dışişleri Bakanı Yardımcısı Danny Avalon tarafından 11 Ocak 2010’da televizyon kameraları önünde hakarete uğraması ve 9 kişinin ölümüyle sonuçlanan “Mavi Marmara” saldırısı dahi, sertleşen İsrail karşıtı retoriğin doğal sonucunu vermesine, yani ilişkilerin kesilmesine neden olmuyordu. AKP hükümeti sadece yürüyen projelerin “gözden geçirileceğini” ve ortak tatbikatların yapılmayacağını duyurdu. Henüz zaman olgunlaşmamıştı – 17 Haziran 2010’da Taraf gazetesinde yayımlanan bir haber “neden?” sorusunu yanıtlıyordu: Genelkurmay “Modernize edilen F-4 ve F-5 savaş uçaklarımız ile M60 tanklarımızın halen İsrail’den gelecek parçalara ihtiyaçları var. Bu nedenle askerî işbirliği mutlaka devam ettirilmelidir” buyuruyordu.

Zaman, 2011 Ağustos’unda ordu yönetiminin istifasıyla olgunlaştı. ABD icazetli Neoosmanlılar artık emperyal hırslarını daha açık ifade edebilirlerdi. Ve 1 Eylül 2011 tarihinde Palmer-raporu’nun New York Times’da yayımlanmasıyla eskalasyon vidası çevrilmeye başlandı... 

DEVAM EDECEK

NOT: Bu makale, yazarın “Der Scheidungskrieg – Über die Hintergründe der aktuellen israelisch-türkischen Krise” başlıklı Almanca makalesinin kısaltılmış bir versiyonudur. Gazetede yayınlanması için çeşitli dipnotlarının eklenmesinden vazgeçilmiştir. Yazıyla ilgili dipnotları http://murat-cakir.blogspot.com adlı sayfada bulabilirsiniz.

MURAT ÇAKIR