21 Eylül 2011 Çarşamba

İsrail-Türkiye İlişkileri; Stratejik Ortaklıktan Rekabete-1

İsrail ve Türkiye karar vericilerinin yakınlaşmalarının iticisi ABD olmakla birlikte, temel nedenlerinden birisi, iki ülkenin de birbirlerine benzer spesifik konumlarının olmasıdır. Türkiye 1948’de de salt bir Ortadoğu-Ülkesi nitelendirilemezdi. Türkiye, her zaman Batı ve İslam dünyaları arasında bir “menteşe” işlevini görüyordu.



Yeni Zelanda’nın eski başbakanı Geoffrey Palmer’ın başkanlığındaki BM Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı “Mavi Marmara” Raporu, beklenildiği gibi Türkiye’nin sert tepkisine yol açtı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül (“Rapor bizim için yok hükmünde”), Başbakan Recep T. Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu peşpeşe Türkiye’nin rapor hakkında düşündüklerini açıkladılar.

 
Aslında Palmer Raporu haftalar önce bitirilmişti. İsrail ve Türkiye’nin, ki her iki hükümet te önceden haberdar edilmişti, uzlaşabileceği umuduyla kamuoyuna açıklanması geciktirildi. Sonuçta uzlaşı umutları fos çıktı, çünkü Türkiye, İsrail’in özür dilemesinde, “Mavi Marmara” kurbanlarına tazminat ödemesinde ve en önemlisi, Gazze Ablukası’nı kaldırmasında ısrar ediyordu. Ve bu talepler yerine getirilene dek İsrail ile olan ilişkilerin maslahatgüzar seviyesine indirilmesine, projelerin dondurulmasına ve İsrail büyükelçisinin yurtdışı edilmesine karar verildi. Böylece “Boşanma Davası” başlatıldı.

 
Gözler Türkiye’ye çevrilmişti. ABD ve AB yetkilileri, “İsrail-Türkiye ilişkilerinin geldiği noktadan büyük kaygı duyduklarını” dile getiriyor, BM Genel Sekreteri, krizin aşılması için iki ülke yönetiminin birbirleri ile konuşmasını talep ediyordu. İsrail ve Türkiye’deki yaygın basın, iki ülke arasında “Buz Çağı”nın başladığını ilan ediyor, aynı zamanda da yangına körükle gidiyordu.
Halbuki İsrail ve Türkiye birbirlerine “ikiz kardeşler” (Haluk Gerger) kadar yakındılar. Aralarındaki iktisadî ve askerî ilişkileri 1980’den bu yana derinleştirmiş ve stratejik ortaklıklarını kurmuşlardı. Peki, nasıl oldu da, kimi yorumcu tarafından “danışıklı dövüş, duygusal çıkış” olarak nitelendirilen 2009 Davos Krizi Ortadoğu’yu bütünüyle etkileyebilecek bir krize dönüştü? Ardından neler gelebilir? Krizin arkasında yatan gerçek nedenler nelerdir ve kriz nasıl bir dinamik kazanabilir? ABD ve bölgedeki stratejik çıkarlarının oynadığı rol nedir? Gelişmeler, sahiden Türkiye’nin İslam dünyasının öncüsü olma olasılığına işaret ediyor mu? Okuduğunuz bu makale, bunlara ve benzer sorular yanıt bulma çabasından ibarettir.

DOĞUŞTAN RUH İKİZLERİ

 
İsrail ve Türkiye arasında kızgınlaşan kavganın nedenlerine gelmeden, kısaca iki ülke ilişkilerinin tarihsel sürecine bakmak yol gösterici olacaktır.

 
Türkiye, İsrail’i ilk tanıyan ülkedir. 28 Mart 1949’daki resmî tanınma aktinden sonra 1950’de büyükelçilik düzeyinde ilişkilere geçilmişti. Her iki ülke elitlerinin yönlendirdiği bu ilişkiler, her zaman ulusal güvenlik siyaseti çerçevesinde değerlendirilmekteydi.
İsrail ve Türkiye kararvericilerinin yakınlaşmalarının iticisi ABD olmakla birlikte, temel nedenlerinden birisi, iki ülkenin de birbirlerine benzer spesifik konumlarının olmasıdır. Türkiye 1948’de de salt bir Ortadoğu-Ülkesi nitelendirilemezdi. Türkiye, her zaman Batı ve İslam dünyaları arasında bir “menteşe” işlevini görüyordu. Fransa Başkanı Charles de Gaulle’ün dediği gibi, Türkiye “Boğaz’ların ve Ortadoğu’ya açılan kapının efendisi”ydi. Bu kapı, Avrupa’ya, Balkanlar’a, Karadeniz’e, Kafkaslar’a ve Ortadoğu’ya açılıyor, ülkeyi hem hepsinin bir parçası, hem de hiç birine “ait olmayan” haline getiriyordu. Türkiye, farklıydı.
Farklı olmak İsrail için de geçerlidir, hele kuruluşunda. Hem bir Ortadoğu-Ülkesi, hem de siyasî ve ideolojik olarak Avrupalı’ydı. İsrail, kuruluşundan itibaren hep Batı’nın siyasî koordinatlar sistemi içerisinde yer aldı.

 
Farklı olma, etnik-dinî ve kültürel çeşitliliği içinde taşıma ve iki kutuplu dünyanın aynı kutbunda yer alma, iki ülkeye yakınlaşmaktan başka bir olanak tanımıyordu.

 
Ancak bu yakınlaşma her zaman inişli-çıkışlı oldu ve bölgedeki gelişmelerden, bilhassa Filistin Sorunu’ndan etkilendi. İsrail’in Arap ülkelerine karşı giriştiği 1956, 1967 ve 1973 savaşları, işgal ettiği topraklarda uyguladığı politikalar ve bir türlü üzerinden atamadığı kibir, Türkiye hükümetlerinin ilişkilerin seviyesini sürekli değiştirmesine neden oldu.

 
Başka bir neden de, Türkiye’nin Kıbrıs politikasıdır. 1960 Garanti Antlaşması gereğince Kıbrıslı Türklerin garantörü olan Türkiye, kanlı 1963 olaylarından sonra hamîsi ABD’ye dahi “kafa tutacak” bir politika izlemeye başlamıştı. Türkiye, 1964 “Johnson-Mektubu-Krizi”nden sonra ve bilhassa petrol bağımlılığı nedeniyle yeni arayışlara gitti. Arap ülkeleriyle yakınlaşma ile Kıbrıs Sorunu’nda destek alınması ümit ediliyordu, ama bu yakınlaşma İsrail ile olan ilişkilerin seviyesinin düşürülmesini de gerektirdi. İlişkiler artık sadece maslahatgüzar seviyesinde yürütülüyordu.

 
Türkiye kararvericileri, toplumda yaygın olan Filistin sempatisini de göz önünde tutarak, Filistin Davası’na sahip çıktıklarını gösterdiler. Uluslararası arenada Filistinlileri savunuyor, hatta 1967 Altı-Gün-Savaşı’nda İsrail’e yardım için İncilik Üssü’nden savaş uçaklarını kaldırmak isteyen ABD’ye izin vermiyorlardı. Diğer yandan ise Sovyetler Birliği’ne, Arap ülkelerine gönderdiği askerî yardımlar için Türkiye hava sahası kullanıma açılıyordu. Bu konumlanış, 1975’de BM Genel Kurulu’nda kabul edilen 3379 nolu ve “Siyonizm, ırkçılığın ve ırkçı ayırımcılığın bir biçimidir” kararını Türkiye’nin desteklemesiyle zirve yapmıştı.

YENİDEN YAKINLAŞMA

Ancak Arap despotları, Türkiye kararvericilerinin beklentilerini yerine getiremiyorlar ve 20 yılı aşkın bir stratejinin boşa çıkmasına neden oluyorlardı. Bu zaman zarfında Türkiye, Soğuk Savaş’ın da etkisiyle ABD’ye daha da yakınlaşmış ve İsrail politikalarını gözden geçirir olmuştu.

 
Nitekim, 1980 askerî darbesinden sonra İsrail ile yakınlaşma yeniden hız kazandı. Bunda, ABD’nin teşvik etmesi kadar, 1979 İran Devrimi’nin de etkisi büyüktü. İktidarı ele geçiren Molla Rejimi, Türkiye’nin çıkarlarına ters düşen bir dış politika uygulamaya başladı. İsrail ve Türkiye hem güçlü bir müttefiklerini kaybetmiş, hem de bölgedeki etkinlik konusunda yeni ve hırslı bir rakip kazanmışlardı. İsrail ve Türkiye’nin işbirliği daha da önem kazanmıştı.

 
Cunta dönemi, Türkiye’yi neoliberal politikaların bir laboratuvarı haline getirmekle birlikte, devlet aklını İsrail lehine çevirdi. Cuntacılar açısından bu işbirliği son derece karlıydı. İsrail, 1982 Lübnan İşgali sonrasında, cuntanın ASALA yöneticilerini öldürmek için neofaşist katilleri görevlendirdiği bir dönemde, Lübnan’daki ASALA kamplarında elde ettiği bilgileri Ankara’ya bildiriyor, ABD’ndeki aPAC veya Jewıish Institute for National Securtiy Affairs gibi silah ve Musevî lobileri, 1989’da olduğu gibi, ABD Senatosu’nda “Ermeni Soykırımı Tasarısı”nın kabul edilmesinin engellenmesini sağlıyorlardı.

 
İsrail’le olan işbirliği, 1990’lı yıllarda daha da derinleştirildi, ki uzmanlar 1980’ler ve 1990’ların İsrail-Türkiye ilişkilerinde “Altın Çağ” olduğunu belirtirler. 1991’den itibaren karşılıklı olarak yeniden büyükelçi atanmasını, çeşitli iktisadî ve askerî antlaşmalar izledi. 1994’de hava kuvvetleri arasında pilot eğitimi üzerine bir antlaşma, 1996’da da askerî işbirliği üzerine kapsamlı bir antlaşma imzalandı. Askerî İşbirliği Antlaşması, bizzat dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı tarafından İsrail’de imzalandı.

 
Daha sonraları, 1998’de, ABD-İsrail-Türkiye Stratejik Partnerliği’ne dönüşen işbirliği, İsrail’e para kazandırıyor, Türkiye’deki askerî vesayet rejimine ise silahlı kuvvetlerini modernize etme olanağı veriyordu. İsrail Türk F-4 ve F-5 jetlerinin modernizasyonunu üstlendi ve TSK’ne Phyton-4 roketleri, Popey hava-kara roketleri, Arrow roketsavar sistemleri ve saldırı helikopterleri için gece görüş sistemleri sattı. Oluşturulan ortak Stratejik Çalışma Grubu sadece ortak tatbikatları organize etmekle kalmıyor, aynı zamanda istihbarat işbirliğini de derinleştiriyordu.
1997’de İsrail ve Türkiye “diplomatik namlularının” ucunu Suriye’ye çevirdiler. 1997 Mayıs’ında dışişleri bakanları Turan Tayan ve Yitzhak Mordechai birlikte yaptıkları açıklamada Suriye’yi “terörizmi desteklemekle” suçladılar. Suriye üzerinde artırılan baskı, Suriye’nin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı yurtdışına çıkmaya zorlamasına neden oldu. Ardından 1999’da ABD ve İsrail gizli servislerinin ortak operasyonu ile Öcalan Kenya’da kaçırıldı ve Türkiye’ye teslim edildi. İsrail, Türkiye’ye olan desteğini dışpolitikada da gösteriyordu: 1999’da Bakü-Tiflis-Ceyhan boru antlaşmasının imzalanması esnasında, İsrail projeyi desteklediğini açıkladı.

İKTİSADİ İLİŞKİLERİN BOYUTU

İsrail-Türkiye arasındaki ticaret hacmi, TUİK verilerine göre Türkiye’nin ticaret hacminin yüzde 1’ini oluşturuyor. 1996’da 446 milyon Dolar olan ticaret hacmi, 2009’da 3,3 milyar Dolar’a yükselmiş. TUIK verilerine göre, sadece silah ticaretinin hacmi iki milyar Doları aşıyor, ancak Türkiye’deki askerî-sanayi kompleksinin sahibi Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı tarafından yapılan satın almalar bu ticaret istatistikleri içerisinde yer almıyor.

 
Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Fevzi Öztürk bir yazısında, “ilişkilerin bozulmasından ilk etapta İsrail savuna sanayi darbe alacaktır” tespitini yapıyor. Yüzeysel bir bakışla, Öztürk’e hak vermemek elde değil, çünkü silah satımı ve askerî yüksek teknoloji ürünleri İsrail ekonomisinin temel direğini oluşturuyor. Şu anda dondurulan projelerin, İsrail silah sanayiini etkilemesi elbette söz konusu, ama kanımca Öztürk’ün vurguladığı oranda değil. Çünkü İsrail menşeili sayılacak 250 şirket Türkiye’de ticaret yaparken, doğrudan İsrail’in ortak olduğu sayısız uluslararası silah tekelleri üzerinden silah satımının devam etmesi söz konusu.
Güncel kriz ile bağlantılı olarak ise, iktisadî ilişkilerin belirleyici olmadıklarını söylemek gerekiyor.

AKP İLE İSRAİL İLİŞKİLERİ

2000’li yıllarda, özellikle 2002’den itibaren AKP iktidarıyla, İsrailli ve Türk elitlerin kurduğu ortaklığın temellerinin sarsıldığı görüldü. AKP iktidarıyla İsrail ilişkileri, değişen dışpolitik vizyonlar ve önceliklerce belirlenmeye başladı. Elitlerin stratejisi kof çıkıyordu.
2001 krizinden sonra uygulanan tedbirlerin meyveleri, AB’ye yakınlaşma süreci ve iktisadî kalkınma AKP’nin pozisyonunu güçlendiriyor ve ekonomik büyümenin, G 20 üyeliğinin, ayrıca da enerji dağıtım merkezi olmanın artırdığı stratejik konumun verdiği rüzgarı arkasına alan AKP, yeni devlet partisi olma yolunda ilerliyordu.

 
Türkiye, artık bölge gücü olmak istiyor, rakip olarak ise İran ve İsrail’i hedefine koyuyordu. AKP iktidarının emperyal yönelimli dışpolitikası bir tarafta ordu yönetiminin yeniden biçimlenmesini, diğer taraftan da askerî vesayet rejiminin güvenlik ve savunma politikalarının değiştirilmesini zorunlu kılıyordu. Rejimin, “Türkiye, etrafı düşmanlarla çevrili bir ülkedir” tespitine dayanan askerî doktrini, zamanla “komşularla sıfır sorun politikası”na dönüştürüldü. AKP’nin ikinci seçim başarısından sonra hem bu politikalar, hem de ABD desteğiyle yürüttüğü devlet içi iktidar kavgası derinleştirildi.

 
“Komşularla sıfır sorun politikası” çerçevesinde ebedî “düşmanlar” Ermenistan ve Yunanistan ile olan ilişkilerde ilerleme kaydedildi. AKP hükümeti, Kafkaslar’dan Ortadoğu’ya bütün yakın ihtilaf bölgelerinde aracı olmaya çalışıyor, hatta İsrail bile Türkiye’den Suriye konusunda destek istiyordu. 2008’de Türkiye’yi ziyaret eden İsrail Başbakanı Olmert, Erdoğan’ın yardımcı olma önerisini kabul etmedikten ve ertesi gün Gazze’ye saldırmasından sonra ipler koptu.
Ankara, İsrail hükümetinin bu tavrının arkasında, Türkiye’nin bölgesel güç olma hedefine verilen bir yanıtın da gizli olduğunu değerlendiriyordu. Bu açıdan, Erdoğan’ın 2009’da Davos’ta koyduğu tavrı, basit bir sinirlenme olarak değil, İsrail’in yanıtına verilen bir yanıt olarak değerlendirmek gerekiyor.

 
10 Ekim 2002’de ABD’ndeki Musevî lobileri toplantısında “ilişkilerimizin geliştirilmesi için bizzat uğraşacağını” ilan eden ve 2009 Ocak sonunda Amerikan Musevî Komitesi’nin “Profiles of Courage” ödülünü alan Erdoğan, aslında İsrail’in yürüttüğü Filistin politikalarının ve 2000’li yılların sonuna kadar gerçekleştirdiği saldırıların rahatsızlığını dile getiriyordu. Ama aynı süreç icerisinde, iktisadî ve askerî ilişkiler derinleşerek sürüyor, TSK İsrail’den silahlar alıyor ve İsrail’in su sorununu çözmesi planlanan bir içme suyu projesi üzerine çalışılıyordu. 13 Kasım 2007’de İsrail Devlet Başkanı Şimon Perez TBMM’inde konuşma yaptığında, gözlemciler, Türk hükümetinin İsrail karşıtı retoriğinin iki ülke arasındaki ilişkileri belirlemediği tespitini yapıyorlardı.

ÇELİŞKİLERİN BULANDIRDIĞI RESİM

İlişkilerdeki bu gidiş-gelişler, ortaya çıkan çelişkiler gerçek resmi görmeyi zorlaştırıyor. Bu nedenle Türkiye’deki yorumcular bile Erdoğan’ın “Davos Çıkışı”nı tam olarak değerlendiremiyordular. Çoğu yorumcu, Erdoğan’ın iç politikaya oynadığını ve krizin “danışıklı dövüş” olduğu görüşündeydiler.

 
Gerçekten de Erdoğan, Davos dönüşü bir “fatih” gibi karşılanmış, Arap gazeteleri bile onu “kahraman” ilan etmişlerdi. Ama diğer taraftanda İsrail ile olan ilişkiler tüm hızıyla devam ediyordu. TSK, PKK’ye karşı kullanmak için İsrail’den 10 Heron aracı satın alıyor ve İsrail’e gizli servis desteği için 167 milyon Dolar ödüyordu. Aynı tarihlerde, F-4 ve F-16 jetlerinin radar resimlerini değerlendirmek için açılan Datalink 16 ihalesi İsrailli bir şirkete verilmişti. 4 Haziran 2009’da ise bir gece oturumunda, 510 km’lik bir alanı kapsayan mayın temizleme işi TBMM’nde kabul ettirildi. İsrail’e verilen bu ihale, 2009 Temmuz’unda Anayasa Mahkemesi kararıyla durduruldu.

 
Sadece Gazze katliamı değil, İsrail’deki büyükelçi Ahmet Oğuz Çelikkol’un, İsrail Dışişleri Bakanı Yardımcısı Danny Avalon tarafından 11 Ocak 2010’da televizyon kameraları önünde hakarete uğraması ve 9 kişinin ölümüyle sonuçlanan “Mavi Marmara” saldırısı dahi, sertleşen İsrail karşıtı retoriğin doğal sonucunu vermesine, yani ilişkilerin kesilmesine neden olmuyordu. AKP hükümeti sadece yürüyen projelerin “gözden geçirileceğini” ve ortak tatbikatların yapılmayacağını duyurdu. Henüz zaman olgunlaşmamıştı – 17 Haziran 2010’da Taraf gazetesinde yayımlanan bir haber “neden?” sorusunu yanıtlıyordu: Genelkurmay “Modernize edilen F-4 ve F-5 savaş uçaklarımız ile M60 tanklarımızın halen İsrail’den gelecek parçalara ihtiyaçları var. Bu nedenle askerî işbirliği mutlaka devam ettirilmelidir” buyuruyordu.

Zaman, 2011 Ağustos’unda ordu yönetiminin istifasıyla olgunlaştı. ABD icazetli Neoosmanlılar artık emperyal hırslarını daha açık ifade edebilirlerdi. Ve 1 Eylül 2011 tarihinde Palmer-raporu’nun New York Times’da yayımlanmasıyla eskalasyon vidası çevrilmeye başlandı... 

DEVAM EDECEK

NOT: Bu makale, yazarın “Der Scheidungskrieg – Über die Hintergründe der aktuellen israelisch-türkischen Krise” başlıklı Almanca makalesinin kısaltılmış bir versiyonudur. Gazetede yayınlanması için çeşitli dipnotlarının eklenmesinden vazgeçilmiştir. Yazıyla ilgili dipnotları http://murat-cakir.blogspot.com adlı sayfada bulabilirsiniz.

MURAT ÇAKIR

Hiç yorum yok: