12 Ekim 2011 Çarşamba

Altan Tan’ın Taraf Gazetesinde “Sevgili Mehmet Baransu Kardeşim” Başlığıyla Yayınlanan Mektubunu Sunuyoruz

Keşke bu mektubuma ‘Nasılsın, iyi misin? İyi olmanı Cenabı-ı Allah’tan niyaz eder; her iki gözlerinden hasretle öperim’ diyerek başlayabilseydim. Keşke eski ve ciddi bir tanışıklığımız olsaydı da hakkımda bildiğin veya bir şekilde elde ettiğin doğru düzgün bilgiler çerçevesinde seviyeli eleştirilerine aynı şekilde yine seviyeli bir üslupla cevap verebilseydim. Keşke bir çuval dolusu (bavul diyenler de var) Ergenekon belgesini elde ettiğin gibi, hakkımda ‘düm-düz’ gitmeden önce en azından google da ‘Altan Tan’ yazıp bir kez tuşa bassaydın. 53 yıllık ömrümde büyük bir çoğunluğu beni çocukluğumdan ve ilk gençlik yıllarımdan beri tanıyan AliBulaç, Hüseyin Gülerce, Ömer Vehbi Hatipoğlu, Ahmet Taşgetiren, CevatÖzkaya, Melih Gökçek, İhsan Süreyya Sırma, Mehmet Altan, OsmanTunç, Mehmet Emin Dindar, Galip Ensarioğlu,Haşim Haşimi, HarunTokak, Osman Bostan, Musa Serdar Çelebi... gibi şahıslara sorsaydın. Keşke 1994 yılında Aktüel Dergisi’nde benimle yaptığı bir röportajdan dolayı benim 10 ay onun da benim yüzümden 6 ay İstanbul DGM’de ceza aldığı ve her ikimizin de cezalarımızın onandığı ve bu yüzden 4,5 ay cezaevinde yatan gazetedeki arkadaşın Alper Görmüş’e sorsaydın.



Abant Platformu’nun yönetim kurulunda yan yana çalıştığımız ve defalarca tartıştığımız Mümtazer Türköne’ye bile sorsaydın razıydım.



‘Yahu bu kadar zahmete niye gireyim, uğraşamam’ diyorsan bari sana Ergenekon belgelerini ulaştıranlardan MİT’teki dosyamı rica etseydin.



Her şeye rağmen bana ‘Timsahlı’ dokundurmana karşılık ben de sana ‘çakallı’ bir gönderme de bulunmak istemiyorum, hoş değil. Hayatım boyunca mücadele ettiğim ‘şark kurnazlığı’ yaftasını ağzına almanı da ‘es’ geçiyorum.



Niye bu kadar ‘alınganlık gösterdiğimi’ soracak olursan söyleyeyim. Hoş sormasan da söyleyeceğim ya lafın gelişi...



Yazına şöyle başlıyorsun: ‘Altan Tan, uzun bir dönemdir siyasete girmek, Ankara’ya adım atmak için çalmadık kapı bırakmayanlardan. Önce Erbakan’ın Refah Partisi’yle flört yaptı. Ardından Susurluk’un, derin devletin karanlık yüzü Mehmet Ağar’ın partisinden aday olabilmek için bazı isimleri araya soktu. Olmayınca AK Parti’ye yanaştı. Uzun bir süre bu partide belediye başkanlığı ve milletvekilliği bekledi.



Olmayınca da ‘Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir’ çıkışıyla BDP’de siyasete hızlı bir giriş yaptı.’



Bu kadar karalamanın neresini düzelteyim bilmiyorum. Özetle diyorsun ki ‘Yahu bakmayın bu Altan Tan’ın böyle ‘ağır abi’ takılmasına, anasından doğalı beri bu adamın tek derdi milletvekili olmaktı, her kapıyı çaldı, maalesef milletvekili olamadı. BDP’ de bu ‘fırsat’ı bulunca da cumburlop atladı.’



Tam bir itibarsızlaştırma ve ‘faça bozma’ operasyonu. Maalesef bu sefer baltayı taşa vurdun.



Beni azıcık tanıyor olsaydın ‘alçaklık yapma, Allah’tan kork’ derdim. Hayatı boyunca onlarca mükellef ‘Hızır Paşa sofrasına’ bir an bile düşünmeden tekme vurmuş birini biraz olsun araştırmalıydın.



Beni tanımadığın gibi, ben de seni tanımıyorum. Onun için mektubuma devam ediyorum.

Refah Partisi ile öyle ‘flört, mlört’ değil adam akıllı ‘nikah’ kıydık. Aklımızın biraz ‘kıt’ olduğu o günlerden belliydi. Anlı şanlı tarikat şeyhlerinden, papatyalara; deveyi hamudu ile yutan nev-zuhur işadamlarından, neo milliyetçi ülkücülere kadar ne kadar ‘ehli vatan ve iman’ varsa hepsi Anavatan Partisi’nde toplanırken 1987’deki oyu %7.15 olan Refah Partisinde Güney Doğu Öğretmen müfettişi ve MKYK yedek üyesi oldum, dağ bayır dolaşmaya başladım. 1991 seçimlerinde Diyarbakır’da teşkilat yoklamasında RP’nin bütün il ve ilçe örgütlerinin tamamının ittifakı ile liste sıralamasında birinci oldum.



Son gece son dakikada Erbakan’ın daha önceki bütün yalanlamaları, yemin ve sözlerine rağmen Erbakan- Türkeş seçim ittifakı imzalanınca arkadaşlarımla birlikte tereddütsüz, daha listeler açıklanmadan istifa ettim.



Bir daha Refah Partisi’nin de, Fazilet ve Saadet partilerinin de kapılarını çalmadım. Sistemi değiştirme iddiasındaki başta Turgut Özal’ın İkinci Değişim Programı olmak üzere Menderes ve Boyner hareketlerine destek verdim. Türkiye İslami fikir hayatının yüz akı olan rahmetli İzeddin Yıldırım Hoca ve arkadaşlarının katkılarıyla çıkarılan Yeni ZeminDergisi’nin yazı kadrosunda yer aldım.



2000-2002 yılları arasında şimdiki BDP’nin ‘dedesi’ sayılan HADEP’te parti meclisi üyeliğinde bulundum,1992’den itibaren bu çizgideki Özgür Gündem, Demokrasi, Yeni Politika... gazetelerinde bu gazeteleri dağıtan ve okuyanların bile sokak ortasında infaz edildiği bir dönemde düzenli köşe yazıları yazdım.



Doğru Yol hikâyesine gelince...



1995 seçimlerinde o tarihte amcası Salim Bey DYP’de bakan olan Diyarbakır DYP İl Başkanı arkadaşım Galip Ensarioğlu listelerin belirlendiği son gece saat 01’e kadar Diyarbakır’dan kesin olarak seçilecek olan 2. Sıra adaylık teklifinde bulundu, kabul etmedim. (DYP o seçimde Diyarbakır’dan 3 milletvekili çıkardı.)



Verdiğim cevabı ve arkadaşımın beni ikna etmek için kesinlikle iyi niyetli ve dostça söylediklerini arkadaşıma olan saygımdan dolayı mahfuz tutuyorum. (Her ikimiz açısından da utanılacak bir durum yok!)



‘Susurluk’un, derin devletin karanlık yüzü Mehmet Ağar’ın partisi’ meselesine gelince... Ne sen sor ne ben söyleyeyim. Bu kadar ‘acar’ gazeteci olmana çuvallar, bavullar dolusu belgeler elde edebilmene rağmen bu konuda nasıl bu kadar ‘Fransız’ kalmışsın hayret!



Ne oldu da senin yerden yere vurduğun Mehmet Ağar 2007 seçimleri öncesinde Kürt meselesinde en ileri sözleri söylemeye başladı. PKK için söylediği ‘Dağda silahla gezeceklerine, ovada siyaset yapsınlar’ beyanatı nasıl Türkiye siyasetinin ‘Ata sözleri’ arasına girdi?



Kızma ama bu konuda bir hayli ‘kek’ kalmışsın.



Anlatayım mı, anlatmayayım mı bilmem! Mardin’de bu gibi durumlar için söylenen Arapça bir atasözü var : ‘Li kul yınhıtık, li moykul yınfıtıs (Söylesem kınanırım, ayıplanırım; söylemesem patlarım!)



Ben niye patlayayım ki, Başbakan muhiplerinin dediği gibi ‘kıskananlar patlasın’!



Türkiye’nin en büyük ve en güçlü cemaati 2007 seçimlerine kadar 4 yıl boyunca Mehmet Ağar’a ciddi bir yatırım yaptı. 4 yıl boyunca bu ilişkileri ve görüşmeleri sürdürenlerin tamamı hayatta. Sebebine gelince; Türkiye’nin değişim ve dönüşümü için ‘Derinleri, Derinlerle ikna veya tasfiye etme, istenen seviyede dizginlenemeyen (kontrol edilemeyen de diyebilirsiniz) Başbakan’ı dengeleyecek bir koalisyon ortağı oluşturma amacı gibi ayrıntı ve yorumlara girmek istemiyorum, bu kadar ipucundan sonra gerisini meraktan bile olsa öğrenirsin nasıl olsa.



Mehmet Ağar’la 2006’nın Ramazan ayında Diyarbakır Dedeman Oteli’nde Galip Ensarioğlu’nun organize ettiği 13- 14 kişilik ‘çok özel’ bir toplantıda tanıştım. ‘Çok özel’ diyorum çünkü kendi parti toplantıları için Diyarbakır’a gelen ve yaz sıcağında, üstelik de Ramazan ayında oldukça yoğun ve yorgun bir gün geçiren Mehmet Ağar’ın bu toplantısına 4 dönem Diyarbakır milletvekilliği ve ayrıca bakanlık yapmış olan Salih Sümer bile dahil edilmedi. Kardeşim Alaaddin ve Mehmet Öcal’da sahura kadar otel lobisinde beklediler. O gece başörtüsünden, Kürt meselesine; kontrgerilladan, faili meçhul cinayetlere kadar akla gelen hemen her şey sansürsüz olarak konuşuldu.



Mehmet Ağar, sahura kadar devam eden gecenin sabahında o meşhur ‘Dağda silahla gezeceklerine, ovada siyaset yapsınlar’ sözünü Diyarbakır’dan Mardin’e giderken söyledi.

O gece, o toplantıda bulunanlardan Sezgin Tanrıkulu halen CHP genel başkan yardımcısı ve İstanbul milletvekili, Galip Ensarioğlu AKP Diyarbakır milletvekili, Kutbettin Arzu geçen dönem Diyarbakır milletvekili ve halen Tarım Bakan Yardımcısı, ben de BDP milletvekiliyim.



‘Yahu ne gece ve ne toplantıymış. O geceye katılanların kısmetleri açılmış, keşke ben de orada olsaydım’ diyebilirsin. Bir şey olmaz üzülme; Allah’ın geceleri bitmez!



Ne oldu bu filmin sonu diye merak edenlere söyleyeyim: Mehmet Ağar Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde meclise girmeyip, ‘Derinlerle’ hareket edince 4 yıl boyunca emek verilen 4 lastik de birden patladı.



Cemaatin bu işlerle ilgilenen yetkilileri olan bitenler akıllarına geldikçe hâlâ ‘Vah bizim 4 yıllık emeğimize’ diyerek iki ellerini birden iki dizlerine vuruyorlar.



Bu anlattıklarımda hilafım varsa senden beter olayım! Türkiye siyasetinin her ne hikmetse (belki de tanrılar istemediği için) karanlıkta kalan bu kısmı ile ilgili bir kitap yazsan en az milyon dolar kazanırsın, bu iyiliğimi de unutma.



RP ve DYP işlerini anlattıktan sonra AKP işi çerez sayılır. Erbakan Hoca’nın tabiri ile ‘bak aziz kardeşim’ bu işi de Abdülkadir Aksu ile iki dönem Diyarbakır AKP milletvekilliği yapan İhsan Arslan Bey’e sor. AKP kurulduğu günden bu güne kadar beni AKP Genel Merkezi’nde veya civarında (aracılı, aracısız) gören varsa söylesin.



Hakkımda atıp tuttuklarından daha fazla bilgileri de sana vereyim: Son bir iki yılda bir çok önemli görüşme yaptım. İlk önce Fethullah Gülen Hoca ile İTİKAFTA olduğu odasında bir Kadir Gecesi ABD’de aralarında Hüseyin Gülerce, Fehmi Koru, Ali Bulaç, İlber Ortaylı, Tayyar Altıkulaç, Dücane Cindioğlu, Ümit Meriç, Cengiz Çandar gibi şahsiyetlerin olduğu bir grup arkadaşla iftar yemeği yedik, sahuru birlikte yaptık, sabah namazını birlikte kıldık.



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile iki (Abant Yönetim Kurulu ve Ekopolitik ile), Başbakan Tayyip Erdoğan ile bir defa (Yazarlar toplantısında), Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile Süleymaniye’de (Ahmet Türk, Aysel Tuğluk, Sırrı Sakık ve Bengi Yıldız’la birlikte) görüştüm. ABD’nin Irak’a giden Ankara Büyükelçisi ile birinde eşiyle birlikte yemekli olmak üzere iki defa görüştüm. Murat Karayılan ile Hasan Cemal ve Cengiz Çandar döndükten sonra Kandil’de 3 saat görüştüm. Bu görüşmelerimin hiçbirini kamuoyundan gizli olarak yapmadım, gazete, dergi ve televizyonlarda anlattım, yazdım. Bu konularla ilgili tarafların ve devletin bütün bilgi, belge, kayıt ve ortam dinlemelerine baş vurabilirsin.



Bu kadar özel hayat ifadesinden sonra gelelim sözde siyasi karalamalarına. ‘Ötekilerin ölümleri karşısında susan Tan’’...halı sahada öldürülen polis ve sivil eşine ne demeli...

Öldürülen polis de aslında sivil değil miydi? Peki öldürülen eş...’



Cevabım, kısa ve net! Bunların tamamı bana göre ‘sivil’dir. Bırakalım sivil, asker ayırımını dağda öldürülen 20 yaşındaki asker fakir ve mazlum Anadolu çocukları da, tıpkı Kürt gençleri gibi masumdur. Hakkâri’de öldürülen imam için de; tehdit aldıkları iddia edilen Şıvan Perwer, Orhan Miroğlu... için de defalarca yazılar yazdım. Bu savaş kirli bir savaştır ve gün geçtikçe daha da kirlenmektedir.



Baransu kardeşim; yine dersini çalışmadan yazmışsın. ‘Bizimkiler’ kim, ‘Ötekiler’ kim? Bunu bana mı soruyorsun? Mazlumun dini, dili, mezhebi sorulmaz, hepsi ‘bizimki.’ Benim annem Türk, babaannem Arap, damadım Kastamonulu. Birinci derecede akrabalarımın içinde otuzun üzerinde Kürt olmayan Arap, Türk, Laz, Arnavut, Boşnak... damat ve gelin var. Rahmetli Salih dayım Baş komiserlikten emekli, babamın iki dayısından biri yine baş komiser, öbürü ise 1970’lerin başında Bursa Askerlik Şubesi’nden emekli Yarbay Kemal Erdoğan. Askerlik dönemim hariç hayatımın hiçbir döneminde elime silah almadım.



Mektubumun başlarında Alper Görmüş’le birlikte 1994 yılında hapis cezası aldığımızı yazmıştım.Niye bu cezayı aldım biliyor musun? ‘PKK ile yürütülen bu savaşta bu güne kadar tek bir vali, milletvekili, general veya bakan öldürülmedi, gariban askerlerle, gariban Kürt çocukları hayatlarını kaybediyor’ dediğim için.



‘Savaşa karşı olmak’, ‘Barış ve hümanizm’ tartışmaları uzun ve felsefi tartışmalardır. İsteyenle istediği zeminde istediği kadar tartışmaya hazırım. Eline bizzat kılıç alarak savaşlar yapmış dünya tarihinin gelmiş geçmiş ve gelecek en merhametli şahsiyeti olan bir Peygamberin ümmeti olmaktan onur duyan, Hz. Ömer ve Hz. Ali’lerin; ‘Şarkın en sevgili sultanı’ Selahaddin’i Eyyubi’lerin yolunun takipçisi olmaya çalışan biri olarak ve tekrar ediyorum, hayatında askerlik süresi haricinde silah taşımayan biri olarak ‘Güç kullanılmasına’ karşı olmadım. Asıl olanın; gücü kime karşı, nerede, ne kadar, kim tarafından ve hangi hukuka göre kullanılmasının sorgulanması gerektiğine inandım.



Bu savaşın en büyük sorumluları, Kürtlere savaştan başka bir yol bırakmayanlardır. Bugün ‘Artık silaha gerek yok, demokratik yollar açık’ diyenler buldukları hemen her fırsatta yola arap sabunu, makine yağı,erimiş katran... dökmekte, Tırları devirecek tuzaklar koymaktadırlar.



Buna rağmen bugün yapılması gerekenin ‘Devrimci halk savaşı’değil; ‘Demokratik Halk Direnişini örgütlemek’ olduğunu yazdım. Ne hikmet ise sevgili hemşehrim Orhan Miroğlu’da bana başka türlü bir sitemde bulundu.



‘Vicdan’ ve ‘Onur’ meselelerine gelince...



Vicdan ve Onuru her yıl düzenlenen Türkçe olimpiyatlarında Kenya’daki siyahi çocuklar ‘bülbül’ gibi Türkçe konuşurken hüngür hüngür ağlayan; Diyarbekir’deki Kürt çocukları kendi anadilleri ile eğitim isterken ‘Kürtçe ana dille eğitim ülkeyi böler’ diyenlere sor.



Hâlâ söyleyecek sözüm var diyorsan elindeki bütün bilgi, belge, kayıt, ortam dinlemesi, istihbarat raporu... ne varsa alda gel. Ahmet Hakan’a rica edelim bir program lütfetsin.


Ha! Unutmadan ilave edeyim, seni bu yola sürenleri de beraberinde getir, ben tek geleceğim. Her şeye rağmen gözlerinden öperim.

İsmail Beşikçi: "Erdoğan Filistinliler İçin İstediğini Neden Kürtler İçin İstemiyor"

Hülya Yetişen- Kürt ve Kürdistan sorununun çözümünde sürekli olarak yöntem hatasından söz ediyorsunuz. Size göre sorunun çözümünden önce, soruna kaynaklık eden 1920'li yıllardaki olayların araştırılması gerekiyor. O yıllarda ne oldu? Olayın kaynağı, çözümü ve çözüm yöntemi arasında nasıl bir bağlantı var?

İsmail Beşikçi- Kürdler ve Kürdistan sorunu konusunda, çözümden önce sorunun temel niteliği üzerinde durmak gerekir. Sorun günümüze kadar neden çözülememiştir, sorunun tarihsel geçmişi nedir, sorunun eni-boyu nedir gibi soruların incelenmesi gerekir.

Bu çerçevede, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması incelenmesi gereken çok önemli bir olaydır.

Dönemin iki emperyal devleti Büyük Britanya ve Fransa, Ortadoğu’nun iki köklü devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve Osmanlı’nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, İran İmparatorluğu ve devamı olan Yeni İran Şahlığı… Bu dört güç birlikte, 1920’lerde Kürdlerin ve Kürdistan’ın üzerine çullanmıştır. Kürdleri ve Kürdistan’ı tarihlerden ve yeryüzünden silmek için. Bugün dünyada, nüfusu 10 bin- 15 bin, 30 bin-40 bin olan devletler bile varken, Ortadoğu’da toplam olarak 40 milyonu aşkın nüfusuyla Kürdlerin bir siyasal statüye sahip olmaması dikkate değer bir durumdur. Bugün, Kürdistan sömürge bile değildir. Ortadoğu’nun ortasında, bölünmüş parçalanmış ve paylaşılmış yapısıyla, Kürdistan ve Kürdler sömürge bile değildir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni ayrıca değerlendirmek gerekir.

Bugün, PKK’nin üslendiği Qandil, bir gün Türk savaş uçakları, ikinci gün İran savaş uçakları tarafından bombalanmaktadır. Üçüncü gün her iki devlet birlikte Qandil’i bombalamaktadır. İnsanlar ölmekte, köyler yakılıp yıkılmakta, koyun sürüleri telef olmaktadır. Kürdistan doğası tahrip edilmektedir. Federal Irak hükümeti bu saldırılara karşı sessiz kalmakta, Suriye bu saldırıları desteklemektedir. ABD, Rusya, AB bu saldırıları izlemekte, Kürdlerin çığlığına kulaklarını tıkamaktadır. Bu saldırılara sadece, Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Kürd Hükümeti karşı durmaktadır. O da sesini bu güçlere duyuramamaktadır. Kürd aleyhtarı bu statüko nasıl kurumlaşabilmiştir? Kürd aleyhtarı bu statüko nasıl korunup kollanabilmektedir? Bu tür konuların incelenmesi gerekir. Çözümden önce çözülecek sorunun temel niteliğini kavramak gerekir.

Milletler Cemiyeti dünyada barışı kuramadığı için İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine engel olamamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler döneminde, dünyanın siyasal çehresinde çok büyük değişiklikler olmuştur. Örneğin, İkinci Dünya Şavaşı’ndan önce, Afrika’da, sadece iki bağımsız devlet varken bugün bu sayı 54 tür. Ama, Kürdistan ve Kürdler için hiçbir şey değişmemiştir. Kürdlere statü vermeyen statüko aynen sürdürülmüştür.

Adı, Birleşmiş milletlerdir. Ama hep milletlerin değil, devletlerin çıkarını gözetmektedir. Kürdlerin değil Kürdleri, müştereken baskı altında tutan devletlerin çıkarını gözetmektedir.

Hülya Yetişen- Bir yazınızda "Kürtler artık tarihlerini kendileri yazıyor" demiştiniz. Buna karşılık Kürt tarih anlatımında Türk tarih alıntılarına sıkça rastlıyoruz. Bu anlatım ve alıntıların dil ve alfebe ile nasıl bir ilişkisi var?

İsmail Beşikçi- Kürdler, özellikle Küzey Kürdistan’da yaşayanlar, tarihlerini hep başkalarından, Türk yazarlarından, Türk güvenlik bürokrasisinde çalışanlardan öğreniyordu. Redde, inkara, imhaya dayalı bir anlatım vardı. Son, 27 yılı aşkın savaş sürecinde, bu durumun değiştiğini görüyoruz. Kürdler, artık kendi tarihlerin kendileri yazıyor. Bu da Kürdlerin fiili bir kazanımıdır. Kürd diliyle, Kürd edebiyatıyle, Kürd tarihiyle, Kürd kültürüyle, Kürd müziğiyle ilgili araştırmalar, incelemeler gelişmektedir.

Ama Türk siyasal ve toplumsal yaşamında resmi ideoloji çok etkin bir kurumdur. Bu resmi ideoloji, hala Kürd yazarlarını, Kürd aydınların etkileyebilmektedir. Bu etkiden kurtuldukça, resmi ideoloji eleştirildikçe Kürdler ve Kürdistan araştırmaları daha nitelikli olacaktır.

Hülya Yetişen- Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler, Kürdistan gibi kavramlar sosyal bilimler literatüründen çıkarıldı. Ancak bu kavramlar artık sıkça kullanılıyor. Suskunluğun nedeni neydi? Bu suskunluğu kıran olay ve olaylar silsilesini nasıl açıklamak gerekiyor.?

İsmail Beşikçi- Cumhuriyetle birlikte, yoğun bir ret, inkâr ve imha politikası uygulanmaya başladı. Kürd, Kürdçe, Kürdistan sözcüklerini kullanılması yasaklandı. Kullanılması suç oldu. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu için yoğun bir devlet terörü gündeme getirildi Örneğin 1930’larda, çarşıda-pazarda Kürdçe konuşanlara konuştukları kelime kadar para cezası kesildi. Bu, kararlı ve sistematik bir şekilde uygulanan bir politika oldu. Ama artık, bu sözcükler rahatça kullanılıyor. Bu, gerilla mücadelesi sürecinde gerçekleşen fiili bir kazanımdır. Savaş, mücadele, böyle bir ortam yaratmıştır. Bu fiili kazanımlardan geri dönüş olmayacağı şüphesizdir.

Hülya Yetişen- Tarihsel ve toplumsal bir sorun olan Kürt ve Kürdistan sorununda Kürtlerin ciddi bir zaafiyet yaşadığını söylüyorsunuz. Nedir bu zaafiyetler? Kürtler neden devlet istemiyor? Politik söylemden öte toplum olarak Kürtlerin devlet istemediğini söylemek mümkün mü?

İsmail Beşikçi- Birbirlerini dinlememek, birbirlerini otoritesine karşı olmak, ama Kürdlere, Kürdistan’a düşman olan güçlere kölece bağlanmak, onlara kölece hizmet etmek önemli bir zaaftır. Kürdler böyle bir zaaf içindedir. Kürdlern birbirlerin boğazlaması konusunda yönlendirici olan elbette hasım güçlerdir.

Hasım güçlerin krizlerini derinleştirmemek, bilakis bu krizlerin atlatılması için onlara yardım etmek bir Kürd geleneğidir. Kriz atlatılınca, hasım gücün ilk darbesini Kürdlere vurduğu bilinen bir durumdur.

Kürdler, komşuları olan Araplarla, Farslarla, Türklerle kendi konumlarını mukayese etmemektedir. Bu güçlerin Ermenilerle, Asuri-Süryanilerle olan sorunlarında hasım güçlere tetikçilik yapmaktadır.

Hülya Yetişen- Elit Kürtlerin hâkim ulusla olan ilişkilerinde Türk kimliğine tabi olmalarından dolayı ekonomik avantaj elde ettikleri biliniyor. Ancak son yıllarda bu elit kesimden de Kürt kimliğine duyulan ilginin büyüdüğü görülüyor. Kürt hâkim sınıfında bir kırılma mı yaşanıyor?

İsmail Beşikçi- Gerilla mücadelesi Kürd toplumunun çeşitli kesimlerinde etki yaratmıştır. Kürd toplumunda alt-üst olma durumu yaşanmaktadır. Geniş bir kitle desteğinin sağlanması, kadınların, çocukların mücadeleye katılması önemli bir gelişmedir. Kanımca şehirli Kürdler de bajariler de, bu mücadeleden etkilenmektedir.

Bugün, Kürdler, Kürd sorunu yoğun bir şekilde konuşuluyor, tartışılıyor. Bu süreçte mücadelenin rolü şüphesiz çok büyüktür.

Kitlenin genişlemesi şüphesiz önemlidir. Ama kitlesel mücadelenin kalitesi üzerinde de durmak gerekir. 25-29 Mayıs 2011 günlerinde, Hakkari Üniversitesi’nde, Kürd Dili ve Edebiyatı Sempozyumu düzenlenmişti. Bu sempozyuma, Kürdistan’ın çeşitli bölgelerinden,Avrupa’dan, Türkiye’den Kürd aydınlar, yazarlar, uzmanlar katılmıştı. Sempozyum Kürd diliyle yapılmıştı. Ama, sempozyum, Hakkari’de, Barış ve Demokrasi Partili belediye tarafından, BDP li gençler tarafından protesto edildi. Gençler, çocuklar, sözleriyle, pankartlarıyle bu protestoyu gerçekleştirdiler. Pankartlarında, “Size yumurta atacaktık ama yumurtaya bile değmezsiniz” sloganı yazılıydı.

Bu, kitlenin kalitesizliğini gösteren önemli bir olaydır. KCK tutuklularının, mahkemelerde, Kürdçe savunma yapmak için ısrar ettikleri bir dönemde, Hakkari’de, Kürd Dili ve Edebiyatı Sempozyumu’nun, Kürdçe konuşan Kürd aydınlarının Türk diliyle protesto edilmesi kalabalıklardaki kalitesizliğin diğer bir göstergesidir. Her biri, yaşadıkları devletlerde, baskı-zulüm gören Kürd aydınların, yazarlarının, Türk solunun kaba bir taklidiyle, ‘ size yumurta atacaktık ama, yumurtaya bile değmezsiniz’ denerek protesto edilmesi ancak kalitesizlikle açıklanabilir.

Hakkari’deki Kürd Dili ve Edebiyatı Sempozyumu, sağlıklı bir toplantıydı.

Ama, 13-14 Mayıs 2011 tarihleri arasında Bingöl Üniversitesi’nde yapılan Zaza Dili Sempozyumu Kürd aleyhtarı bir sempozyumdu. Zazaların Kürdlerden ayrı bir etni, Zazaki’nin Kürdçe’den ayrı bir dil olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Ama bu sempozyum, PKK tarafından, BDP li gençler tarafından hiç protesto edilmedi. Milli bilinç konusunda burada da bir eksiklik, kalitesizlik var.

Kitleselleşme şüphesiz önemlidir. Ama, kitleler, kalabalıklar, diktatörlere hayrandır. Bunu da unutmamak gerekir. Bu koşullar altında, BDP’nin kitleleri demokratik düşünce ve eylem doğrultusunda yönlendirmeleri önemli bir çaba olmalıdır. Her lafın başına “demokratik” sözcüğü eklenerek demokrat olunmaz. Demokrasinin, demokrat olmanın en önemli özelliği ifade özgürlüğüdür, özgür eleştirinin kurumlaşmasıdır.

Hülya Yetişen- 1990'lı yıllarda 4500 Kürd köyü boşaltıldı, yakılıp yıkıldı. 5 millyon insan da göç etti. Köy yakmalar, göçertmeler Kürd toplumunda ne tür değişiklikler yarattı?

İsmail Beşikçi- Savaş Kürd toplumunda alt-üst olma durumu yarattı. Köylerin yakılması-yıkılması, temel geçim kaynaklarının tahribi, ormanların yakılması, insanların, ailelerin yerlerinden yurtlarından edilmesi şüphesiz Kürdleri mağdur etmiştir. Ama, milli hareket, ancak, şehirlerde gelişebilecek bir toplumsal ve siyasal süreçtir. İnsanların şehirlerde toplanması milli hareketlerin, Kürd milliyetçiliğinin gelişmesi doğrultusunda elverişli bir ortam yaratmıştır.

Hülya Yetişen - Son dönemde şehir merkezlerinde de olayların yaşandığına tanık oluyoruz. Kürd toplumu şehirleşti mi? Şehirliler ya da Kürdlerin küçümsemeyle söylediği gibi "Bajariler"in Kürd ulusal mücadelesini sahiplendiği söylenebilir mi?

İsmail Beşikçi- Kürd toplumu şehirlerde birikti ama şehirleşmedi. Buna rağmen Kürd milliyetçiliğinin gelişmesi yolunda elverişli bir ortam oluştu.

Hülya Yetişen- Kürt silahlı mücadalesinin yoğunluk kazandığı dönem 15 Ağustos 1984 sonrasıdır. Ve bu savaş 27 yıldır sürüyor. Savaşın bu kadar uzun sürmesi mücadele yönteminde tartışmalara neden oluyor. Bir çokları bunun için "silahlı mücadele miadını doldurdu" diyor. Bu belirlemenin doğru ve yanlış yönleri nedir?

İsmail Beşikçi- Savaşın bu kadar uzun sürmesi, kirlenmesi devletin katı tutumundandır. Devlet-hükümet, Kürdlere hiçbir şey vermeden, daha doğrusu bireysel haklar dışında hiçbir şey vermeden Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan doğan haklarını hep göz ardı ederek sorunu çözmeye çalışmaktadır. “Görüşmeler” denen süreç oyalamadan başka bir şey değildir.

“Silah miadını doldurdu” sloganı, “Milliyetçilik kötüdür, her türlü milliyetçilik kötüdür”, “Ulus devlet öldü”, “her etniye bir devlet gerekmez” gibi, Kürdlerde gelişmeye başlayan milli bilinci körletmeye saptırmaya, çarpıtmaya çalısan sloganlardan biridir. Devlet terörünün tırmandırıldığı bir dönemde bunu tartışmak yanlıştır.

“Ya Türk olacaksın, Türk’e benzeyeceksin, ya da seni yok edeceğim ırkçılığıyla/milliyetçiliğiyle, “kendi dilimle kültürümle varolmak istiyorum…” milliyetçiliği nasıl aynı kefeye konabilir mi? Dünyada 3 bin-5 bin kalmış bir etniyle 40 milyon Kürd nasıl aynı kefeye konabilir? Ulus devlet öldüyse, Filistin’in bağımsız bir devlet olması için gösterilen bu çaba nedendir? Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak tanınması için neden büyük bir çaba harcanıyor? Ulus devlet öldüyse, Güney Sudan neden oluştu? Kosova, Karadağ neden oluştu? Ulus devlet öldüyse, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan (15 devlet) Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Makedonya (7 devlet) neden ortaya çıktı? Çekoslovakya, neden, Çekya ve Slovakya diye ikiye bölündü?

Kanımca, Kürdler federasyonu savunmalıdır. Gerillalar da federasyonun güvenlik gücüne dönüşmelidir. Örneğin Filistin de çözüm böyle olmadı mı?

Hülya Yetişen- Bir süre önce yaptığınız söyleşide "Kandil ve PKK, BDP'yi dinlemelidir" diyordunuz. Bu söyleminizi mücadele yönteminde bir değişim vurgusu olarak algılayabilir miyiz? BDP ile yapılan/yapılması muhtemel müzakereler ile PKK ve Öcalan ile yapılan ve yapılması muhtemel konular ne olabilir? BDP bu süreçte nasıl bir rol üstlenebilir?

İsmail Beşikçi- Barış ve Demokrasi Partisi’nin, öne çıkması inisiyatif alması gereğini dile getirmeye çalışıyorum. Kanımca, PKK-MİT görüşmelerinde iki önemli yanlış vardır. Gürüşmelerin Milli İstihbarat Teşkilatı’yle yapılması yanlıştır. Bu görüşmelerden olumlu bir sonuç çıkmaz.

İmralı ile Qandil arasında devlet kuryelik yapmaktadır. Buradan sağlıklı bir sonuç çıkmaz. Siz zaten devletin istekleriyle kendinizi sınırlamışsınız.

Bunlar oyalamaya dönük görüşmelerdir. Görüşmeler doğrudan doğruya hükümetle yapılmalıdır. İkinci olarak görüşmeleri Barış ve Demokrasi Partisi yapmalıdır. BDP görüşmeleri yürütürken, Qandil’le ve İmralı’la ilişki içinde olmalıdır.

Kürd ve Kürdistan sorunu, Kürdlerin doğuştan sahip olduğu hakların, Kürd toplumu olmaktan doğan hakların gaspedilmesiyle ilgili bir sorundur. Bu gasp eyleminden dolayı, devlet yoğun bir şekilde eleştirilmelidir. Sorun gasptan geri dönüldüğü zaman çözüm yoluna girer. Devlete, devlet terörüne yoğun bir şekilde destek veren ABD, Rusya, AB, BM gibi kumlar da eleştirilmelidir.

PKK bu gasp eyleminden dolayı, bu gaspın sonucu ortaya çıkmıştır. PKK sorunu, gerillanın dağdan inmesiyle ilgili bir sorundur. Bunun çözümü kanımca şudur. Kürdler, PKK, BDP federasyonu savunmalıdır. Gerilla da federasyonun güvenlik gücüne dönüşmelidir. Gerillanın dağdan inmesi ancak böyle olur.

Hülya Yetişen- Arjintin'deki Plaza de Mayo annelerinin yarattığı etkiyi Barış Annelerinin yaratamadığı görülüyor. Bunun bir çok nedenleri var. Ancak bu etkiyi yaratamamalarının asıl nedeni mücadele yöntemlerindeki hatalar mı yoksa Türkiye'de Kürtlere karşı örgütlenmiş toplumsal ve politik yapılanmalar mı?

İsmail Beşikçi- Kürdlere karşı örgütlenmiş toplumsal ve politik yapılar olduğu açıktır. Barış Anneleri, Kürdlere, Kürdçe’ye, Kürdistan’a yönelik direnişler sergilemelidir. Bunlara rağmen Barış Anneleri’nin düşüncesinin ve eyleminin etkili olduğu kanısındayım.

Hülya Yetişen- İlk çıkış sürecinde Kürd Sorununun çözümü konusunda AKP, toplumun geniş bir kesiminde olumlu beklentiler yaratmıştı. Ancak geçen bu süre zarfında fiili bazı iyileştirmeler olsa da hukuk alanına yansımadı. Bu gün ise AKP'nin Çiller- Ağar çizgisine kaydığı söyleniyor. AKP'nin bu çizgiye gelmesinde etkili olan yapısal ve olgusal olaylar nedir?

İsmail Beşikçi- 2009 yılı ortalarında Kürd açılımı gündeme getirilmişti. Ordunun ve muhalefetin tepkisi üzerine, bu, milli birlik projesi olarak ifade edilmeye başlandı. O günlerde Kürd açılımı olacağı yönünde kamuoyunda bir umut doğmuştu. Ama bu umut giderek zayıfladı, yok oldu.

Bugün şu anlaşılmıştır. Devlet-hükümet, Kürdlere, bireysel haklar dışında bir hak tanımamaktadır. Bu, sistematik bir tutumdur. sistematik bir düşüncedir. AKP’nin, Kürdçe yayınların gelişmesinde bir çabası olmuştur ama, kolektif haklara karşı durması dikkatlerden uzak tutulamaz.

Bu tutum, asimilasyonun devam ettirileceğini gösterir. Bu da sistematik bir düşünce ve uygulamadır. Asimilasyon zaman zaman entegrasyon kavramıyle de dile getirilmektedir. Devletin, hükümetin bu tutumu, elbette eleştirilmelidir.

Adalet ve Kalkınma Partisi ordunun, yüksek yargının, siyaset üzerindeki ağırlığını geriletilmesi için önemli bir çaba sarfetmiştir. Ama, ordu, yüksek yargı, 12 Eylül 2010 referandumundan önce, Kürdler, Kürd sorunu konusunda nasıl engelleyici bir tutum içindeyse, bugün, Başbakan, AKP aynı tutumu sürdürmektedir. Bu şüphesiz, düşüncede ve eylemde önemli bir çelişkidir.

Şu konuda, şu ilişkilerde, önemli bir sorgulama olmalıdır. Başbakan, Kıbrıs’ta Türkler için istediğini, Filistin’de Filistinliler için istediğini neden Türkiye’de Kürdler için istemiyor, Ortadoğu’da Kürdler için istemiyor? Bu konuyu, bu ilişkileri Kürdler sürekli olarak sorgulamalıdır.

Hülya Yetişen- Taraf Gazetesi'nin TSK'nın hükümet iradesi üzerindeki vesayetinin kırılmasında önemli rol oynadığı söylenebilir. Ancak aynı Taraf Gazetesi'nin bu gün PKK ve BDP'ye karşı aynı yöntemi izlediği görülüyor. Taraf Gazetesi'ni bu çizgiye yönelten olay, olgu ve anlayışlar ne olabilir? Emre Uslu'nun da ismi zikredilerek MİT ile bağlantılarından söz ediliyor? Bunlar ne kadar gerçek olabilir?

İsmail Beşikçi- Taraf Gazetesi, ordunu ve yüksek yargının, siyaset kurumu üzerindeki ağırlığının geriletilmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Taraf hem devlete-hükümete, hem de PKK’ye, BDP’ye karşı eleştirel bir tutum içindedir.

Taraf’ı Taraf yazarlarını, bu arada Emre Uslu’yu okuyorum, izliyorum. Emre Uslu’nun söyledikleri önemlidir. Emre Uslu, devletin-hükümetin, Kürdlerin koletif haklarını eksisiz bir şekilde tanımasını, asimilasyon politikalarına son verilmesini istemektedir. Emre Uslu, bu düşüncelerini birkaç defa dile getirmiştir. Bu, güven verici bir tutumdur.

Hülya Yetişen- Size göre yakın bir süreçte barış mümkün mü?

İsmail Beşikçi- Kürd sorunu çok ağır bir sorundur. Sadece Türkiye’nin değil, Irak’ın, İran’ın, Suriye’nin Ortadoğu’nun bir sorunudur. 1920’lerden dolayı, Büyük Britanya’nın, Fransa’nın giderek Avrupa’nın, ABD’nin, Rusya’nın bir sorunudur.

Kürdler, “biz bölücü, ayrılıkçı değiliz…” deyip durmaktadırlar. Bu sözde tarih bilinci yoktur, toplum bilinci yoktur. Bu, 1920’lerde, Kürdlerin başına geçirilen lanetli çorabın bilincine varmamak demektir. Çünkü bölünen sensin, parçalanan, paylaşılan sensin…

hulyayetisen@yahoo.fr

kurdistan-post.eu

Marksist Eleştiri

Erkan KÜÇÜK
Eleştiri alanı fazlasıyla geniş bir alan; hâl böyle olunca bu alan üzerine bir yazı yazmak gerektiğin de, zorunlu olarak bir seçme yapmak gerekiyor. Ben seçimi marksist eleştiriden yana kullanıyorum. Bu haftaki konumuz marksist eleştiri. Kendi kavlimce konuya dokunmaya çalışacağım.

Marksist eleştiri anlamın kavranmasını amaçlar. Marksizme göre insan bilincini belirleyen, toplumsalın içinde var olan ideolojilerdir. Bu ideoloji parçalarının büyük çoğunluğu egemen sistem tarafından kullanılır. Egemen güçler sınıf ve kimlik bilincinin uyanmaması için işine yarayacak ideolojileri destekler; bunları elinde bulundurduğu araçlar vasıtasıyla insanların zihinlerine yerleştirir. Bunun sonucunda ezilen sınıfların üyeleri egemen ideolojiyi benimsedikleri için kendi sınıf ve kimliklerinin yabancısı olurlar.


İdeolojinin alt yapı ile birebir ilişkisi yoktur. Özellikle bu ezilen sınıflar için geçerlidir. Ne bir işçi her zaman devrimci olur ne de bir burjuva her zaman devrim karşıtıdır. Ancak yine de belirtelim ki bir toplumda egemen düşünce iktidardaki sınıfın düşüncesidir. Dolayısıyla yazar da içinde bulunduğu koşulların bir üretimidir. Yarattığı eserlere de kendi bilincini doğal olarak taşır. Yaratılan metin bir düşüncenin ürünüdür; düşünce hangi ideolojinin etkisindeyse metinde ağırlıklı olan, belirleyici olanda o ideolojidir.


Yazın sanatı diğer sanatlar gibi düşüncenin estetik bir biçim içinde sunulmasına dayanır. Genellikle bu ikisi birbirini etkiler. Bütünselci bir düşünce metnin biçiminin daha bütünsel, çizgisel bir formda üretilmesini sağlayabilir. Ya da düşünsel parçalanma içinde olan bir kişinin yarattığı metin de gerek anlamsal gerek biçimsel olarak parçalı bir yapı da olabilir. Şunu belirtelim ki öncelikle belirleyici olan düşüncedir. Biçim ondan sonra gelir.


Geçmişte yazılan klasik gerçekçi metinler örneğin bir Balzac’ın romanları onun hayata karşı gerçekçi ve amaçlı tutumundan dolayı dönemin toplumsal sınıfsal durumunu gerçekçi bir şekilde gayet anlaşılabilir bir tarzda yansıtır. Çünkü ancak bu biçimde düşüncesi kabul edilebilir olabilir. Marksist eleştiri işte bu gerçekten yola çıkarak metni tetikleyen düşüncenin peşinde yol alır. Bu bilimsel bir tutumun da göstergesidir aynı zamanda. Ortaya konulan düşüncenin bilimselliği onun nesnel- objektif olup olmamasıyla ilgilidir. Siz yaratılan metnin sanki tanrısal bir güç tarafından hiçbir koşul olmadan şekillendiğini ima edip eleştirinizi ona göre koyuyorsanız, bu yaptığınız bilimsellikle bağdaşmaz, bu düpedüz idealizmdir.


Eleştiri işi bir dayanak noktasının varlığını gerektirir. Bu eleştirmenin sahip olduğu ideolojik, estetik görüşleriyle belirlenir. Onun bilimsel olup olmamasını da bu belirler. Eğer hedef eleştiriyi gerçekçi bir zemine oturtmaksa onun dayanak noktası da gerçekçi olmalıdır.


Marksist eleştiri yalnızca edebiyatla uğraşmaz. Onun  esas çabası dönemde var edilen ideolojilerin gerçek anlamlarının açığa çıkartılmasıdır. Yani edebi metin bir düşüncenin eseriyse düşünce de ortada var olan somut sınıfsal gerçekliklerin ifadesidir. Örneğin  günümüz sanat ve edebiyatında etkinliğini sürdüren postmodernitenin,  anlamının çözümlenmesi, postmodern metinlerin nereye oturduğunun bulgulanmasını sağlayacağı açıktır.


Tekelci kapitalizmin yaşandığı bu dönemde dört bir yandan insanları aptallaştırmaya, bilinçlerini iğdiş etmeye yönelik saldırılar kendini edebiyat piyasasında da göstermesi çok doğal. Bilincin belki de en önemli kalelerinden olan sanat ve edebiyat dünyasını bilinçten (bilimden) arındırma uğraşı egemenler için fazlasıyla elzem bir karakter taşıyor. İşte tam bu noktada eleştiriye  önemli bir görev düşüyor: bu yapılacak açık ya da gizli saldırıları deşifre etmek ve bu politikaları etkisizleştirmek.

Taraf Hangi Paradigmanın Ürünü

Doğan DURGUN
Soğuk Savaş’ın hakim olduğu 1960’larda CIA Avrupa’da çok ince bir girişimde bulunmuştu. Paris’te, CIA denetiminde Congress for Cultural Freedom - Kültürel Özgürlük Kongresi (CCF) adlı bir birim kuran Beyaz Saray, Rockefeller ve Ford Vakfı tarafından finanse edilen konferans ve sempozyumlar düzenlemiş, sanatsal ve tarihi geziler organize etmiş, resim sergileri ile müzik festivallerine ön ayak olmuştu. Bu etkinliğe katılanların büyük kısmı, kimlerin organizasyonu finanse ettiğini bilmiyordu. Çoğu sol kimlikli Avrupalı sanatçılar, çok sonraları kullanıldıklarını anlayacaklardı.

Encounter dergisini kim finanse etti?


Yine 1953 yılında Encounter (Karşılaşma) adlı bir dergi İngiltere’de yayına başladı. Stephen Spender ve İrwing Kristol’un editörlüğünü yaptığı dergi, 1970’lerin sonunda deşifre oldu ve Soğuk Savaş’ın son bulduğu 1991 yılında ise kapatıldı. Zamanın CIA’sının önde gelen isimlerinden Thomas Braden sonraları, derginin amacının Avrupa merkezli bir anti-komünizm hattı oluşturmak olduğunu söyleyecek, derginin bunu liberal sol kimlik adı altında yaptığını belirtecek, finansamının da CIA’nin Uluslararası Organizasyonlar Bölümü tarafından sağlandığını açıklayacaktı. Bu dergide, sol entelektüel olarak bilinen felsefeci Arthur Koestler ile düşünür Bertrand Russell, şair Jorge Luis Borges, romancı Vladimir Nabokov, W.H. Auden, Arnold Toynbee ve Isaiah Berlin gibi çeşitli sol akımlardan ismin yazıları yer almıştı. Doğal ki, hiçbiri işin finans kısmının nasıl sağlandığından haberdar değildi. ABD övgüsü yer alan yazıları da, demokrasinin gereği olarak düşünüyorlardı. Derginin zirve yaptığı dönemlerde, CIA işi daha da büyütecek, girişte de belirttiğim Kültürel Özgürlük Kongresi’ni kuracaktı.

Manipülasyon merkezi


Bunları niye mi yazdım? Taraf gazetesini her gördüğümde, aklıma Encounter dergisi geliyor da ondan. Encounter, Soğuk Savaş’ın bir ürünüydü ve işini çok iyi yapmış, uzun süre deşifre olmamıştı. Peki, Taraf hangi konseptin bir ürünü? Hiç kuşkusuz ki, Taraf gazetesi Kürt sorununun AKP iktidarının bakış açısına göre çözülmesine kamuoyu yaratan, sipariş bir gazete. Sadece bu mu? Ordunun tasfiyesinde de önemli bir rol almış olduğunu da belirtelim. İlk başta, Kürt sorununun çözülmesi gerektiğini belirtmesi, ordunun siyaset üstündeki ağırlığının son bulması gibi argümanlar öne sürmesi, Kürt kamuoyunda ilgi ile karşılanmıştı. Bölge’de uyguladığı ucuz fiyat politikası da eklenince, Taraf Kürt evlerine girmeye başladı. Amaç da tam buydu. Öyle ya, neden Bölge’de yarı fiyatına satışa sunuldu gazete? Bu fazla irdelenmedi. Askeri vesayetten çok çekmiş liberal solcular da, deyim yerindeyse Taraf’a fit oldular. Encounter dergisi de 1960’larda sol ve muhalif camialarda en çok bahsedilen yayın organlarının başında geliyordu.


Gazete yayına başladıktan çok kısa süre sonra, istihbarat örgütlerinden, çeşitli yerlerden belge ikramına boğuldular. Belgeler gerçek mi, değil mi demeden ellerine geçen her şeyi yayına verdiler. Belgeyi verenler, nasılsa belgenin gerçekliğinden emindiler. Gazetenin bunu sorgulaması beklenemezdi. Tam da bu dönem, gazetede iki tabu deviren(!) isim ortaya çıktı. Biri, Aksiyon’da staj yapmış Mehmet Baransu, diğeri aydan dünyaya fırlatılmış gibi duran Rasim Ozan Kütahyalı’ydı. BDP’den nefret ettiğini beyan edip iş koparan Baransu, belge trafiğinin merkezi oldu. Ne tuhaftır ki, bu çok gizli belgeler, dinleme tutanakları hep Baransu imzası ile gazetede çıkıyordu. Kahtalı Mıçı’nın deyimi ile ‘makam bu ya’, Baransu kendisine verilen belgelerin altına imzasını atmanın bedeli olarak yılın gazetecisi seçiliyordu. Kütahyalı da, Taraf’ın cesur yürekliğinden dem vuruyordu. Sorgulanmayan bir şey daha vardı. Askeri vesayetin son bulmasını isteyen, Kürt sorununun çözüm bulmasını dileyen Taraf gazetesi ilk çıktığında, neden iki polis şefine köşe yazdırma gayesi gütmüştü? Tuhaftır ki, bu iki polis şefinin bütün yazılarının ortak noktası, Kürt hareketinin Ergenekon bağlantılı bir yapı olduğu ve dış istihbarat örgütleri ile teşne durumda hareket ettiğiydi.


Taraf’ın misyonu devam ediyor    


Bu gazetede, liberali, Kürdü, sosyalisti, ulusalcısı, aydınlıkçısı, romancısı, tövbekarı dahil her çeşmeden isim köşe sahibi oldu. Ama nedense, BDP’ye yakın bir isme köşe verilmesi akıllarına gelmedi. Gün geldi, BDP’ye boykot uyguladılar. Gün geldi komik duruma düştüler, gün geldi racon kestiler, gün geldi ‘yetmez ama evet’ dediler. Utangaç evetçi üretim merkezi oldular. İyi kafa karıştırdılar. Yirmi yıllık dostumla arkadaşlığımın Taraf gazetesinin yetmez ama evet muhabbetine kurban gittiğini de belirtmeliyim.


Sormak gerekiyor. Neden Taraf gazetesinde yayınlanan belgeler, bir gün sonra Y. Şafak, Akit, Zaman ve Sabah gibi gazetelerde alıntılanmış şekilde sürekli yer buldu? Neden hiçbir belge, kazara da olsa Zaman gazetesine gitmedi. Ekonomik ve siyasal olarak güçlü olan Zaman’a belgelerin gitmesi daha mantıklı değil miydi? Zaman, Taraf’ta yayınlananlar üzerinden yol alırken, kimse bunu neden düşünmedi? Sürekli batıyoruz diyen Taraf, uzunca bir süre nasıl oldu da, Bölge’de yarı fiyat uygulaması yaptı? Batıyoruz diyen bir gazete nasıl olur da, değeri 20-30 TL eden DVD’li filmleri promosyon olarak okura verdi? Taraf yoksa bir hayır kurumuydu da ben mi bilmiyordum? Sürekli, Kürt vicdanı diye sundukları isimlerin AKP mahallesinde ikamet eden isimlerden oluşması, bu anlattıklarımın ışığında hiç şaşırtıcı değil.


Son KCK tutuklanmaları ile ilgili, emniyeti ve iktidarı haklı gösteren Taraf, BDP’den neredeyse hiçbir yöneticinin dışarıda kalmamasını, rutin bir işlem olarak görüyor. İmalı bir şekilde, bu operasyondan memnun olan BDP’lilerin olduğunu bile söyleyebiliyor. Ordunun pasifize edilip, yerine polis merkezli bir gücün alması sürecinde, Taraf misyonunu başarıyla gerçekleştirdi. Fakat Kürt sorunu dramatik bir şekilde ortada duruyor. Taraf’ın bu konuda yapacağı daha çok şey var. Bütün Kürtler AKP’lileşene kadar, Taraf yayın hayatına devam edecek. Ne var ki, mızrak çuvala sığmıyor artık. Bu gazete, Encounter dergisi gibi deşifre olmuş durumda. Bunu görmeyeler de kısa bir süre sonra, acı gerçeğin şerbetini içecekler ve nasıl uyutulduklarına hayretle şaşıracaklar.


Sözüm sanadır Roni Margulies


Taraf’ta yazan birkaç isim, yıllar sonra biz ne yaptık diyecekler. Buna çok üzülmem. O kadar ahkam kesmenin de bir bedeli olmalı elbet. Sözüm sanadır Roni Margulies. Eleştirel bakışından dolayı, bir gün ‘ben ne yaptın’ dersen üzülürüm. Ben inandığım doğruları yazdım diyeceksin, yazdıklarımda samimiydim diye söyleyeceksin. Bütün samimiyetimle inanıyorum sana. Ama güzel ambalajlanmış, envai çeşit sebzeden oluşan bu türlünün tadı acı. Üstelik ambalajında, üretim yapan şirketin adı da yazmıyor. Encounter dergisi ile birlikte bir daha düşün derim. Gün gelir, hayatın boyunca ödediğin bütün bedeller, verdiğin mücadele yanlış bir tercihle değersizleşir. Gençliğinde şiirlerini okuyan biri olarak, o şiirler için üzülürüm. Umarım o şiirlerin bir gün boynu bükülmez.

Hepimiz ‘KCK’liyiz! Var mısınız?

Eren KESKİN
Yıllar önceydi...

Hemen her gün “bir mücadele arkadaşımız” ya öldürülüyor ya da kaçırılıyordu.


Birçoğumuz, ‘TİT’ imzalı ölüm tehdidi içeren mektuplar alıyorduk.


O zamanlar cep telefonu yoktu.


Her gün evi telefonla arayan bir kişi, ‘bugün öleceksin’ diye tehditler ediyordu.


Annem, babam endişelenmesin diye onlardan nasıl da saklıyordum bu telefon tehditlerini.


Onlar bizden, çok daha fazla endişe duyuyorlardı çünkü..


Sevgili Ayşe (Zarakolu) ile gece yarıları evlerimize dönerken, ‘yarın hangimizi yok edecekler’ şeklindeki konuşmalarımızı hatırlıyorum.


Cenaze merasimleri, oturma eylemleri, ölüm oruçları... Hep böyle geçiyordu günlerimiz.


‘Can güvenliği’ temel meselemizdi.


Evet, bugün ‘can güvenliği’ acısından daha rahat bir durumdayız.


Çünkü devletin, yöntemleri değişti artık.


Ama bugün de özgür değiliz!


Eskiden “bugün kim ya da kimler öldürülecek, ya da kaçırılacak” diye endişelenirken, bugün de, ‘kimler gözaltına alınacak ve tutuklanacak’ diye endişeleniyoruz.


Her gün arkadaşlarımızı alıyorlar aramızdan...


Gözaltına alıyorlar ve tutukluyorlar.


Bizler de, sıranın hangimize geleceğini bekleyip, duruyoruz.


Duruyoruz, evet!


Duruyoruz!


Oysa durmamak gerekiyor!


Tutuklanan arkadaşlarımız, yıllardır birlikte insan hakları ve demokrasi mücadelesi verdiğimiz, eylemler örgütlediğimiz arkadaşlarımız.


PKK ‘silah bırak’ çağırısı yapan zihniyet, eline hiç silah almamış, belki de ömründe hiç silah görmemiş insanları tutukluyor.


Onlara, ‘KCK’ li suçlaması yapıp, özgürlüklerini ellerinden alıyor.


Çünkü bu irade, çözüm istemiyor!


Çünkü bu irade, Kürt hareketinin siyasallaşmasını içine sindiremiyor!


Sevgili Ayşe (Zarakolu) bu uğurda ömrünü verdi, diğerleri gibi.


Bugün, Ayşe ile Ragıp’ın oğulları Deniz, ‘KCK’li olmak iddiası ile cezaevinde!


Yıllardır, İHD Diyarbakır Şube Başkanı olarak birlikte mücadele verdiğimiz arkadaşımız Muharrem Erbey, çok uzun zamandır ‘KCK’li olmak iddiasıyla cezaevinde!


BDP’de siyaset yapan, insan hakları ve demokrasi mücadelesine evrensel bir gözle bakan Ayşe Berktay ‘KCK’li olduğu iddiasıyla cezaevinde..


Daha nice arkadaşımız aynı gerekçeyle cezaevindeler.


O halde bize, onları yalnız bırakmamak düşüyor...


Ben kendi adıma diyorum ki; Muharrem, Deniz, Ayşe ve diğerleri ‘KCK’li iseler, ben de ‘KCK’liyim.


Buradan acil bir kampanya çağrısı yapıyorum.


HEPİMİZ ‘KCK’LİYİZ KAMPANYASI!


Var mısınız?

İmralı’ya Dokunan Yanıyor!

Çağdaş KAPLAN / İstanbul - Diha
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hedef gösterdiği Asrın Hukuk Bürosu sürekli yargı kıskacında tutuluyor. Büronun avukatlarına 7 yılda 300’e yakın dava açıldı, toplam 43 yıl 1 ay hapis cezası verildi ve birçoğuna da ‘görüş yasağı’ getirildi. PKK Lideri Abdullah Öcalan, 76 gündür avukatlarıyla ve 7 aydır da ailesiyle görüştürülmüyor. Avukatların en son yaptığı 17. başvuru da geçtiğimiz cuma günü reddedildi. Başbakan Tayyip Erdoğan, “Asrın Hukuk Bürosu diye bir yer var. İmralı’nın avukatları bu büroya bağlı. Sürekli avukat değiştiriyorlar. İmralı’ya tek avukat gitmiyor. İmralı’ya giden avukatlar bir şekilde Kandil ile İmralı arasında kontak kuruyor. Son zamanlarda bu görüşmeler olmuyor. Bir kaç aydır iletişimin kopuk olma sebebi bu” dedi. Erdoğan’ın bu sözleri, İmralı’ya getirilen görüş yasağının asıl nedeninin “hava muhalefeti” ve “gemi bozuk” gerekçelerinin olmadığı, siyasi bir karar olduğu gözler önüne serdi. Erdoğan’ın “Sürekli avukat değiştiriyorlar” sözleriyle hedef gösterdiği Asrın Hukuk Bürosu’ndaki “değişikliğin” esas nedeni ise avukatlara açılan davalar, verilen hapis ve men cezaları olduğu görmezden gelindi.

Öcalan’ın da aralarında bulunduğu birçok siyasi tutuklunun avukatlığını üstlenen Asrın Hukuk Bürosu
1999 yılında birçok avukatın desteğiyle kuruldu. Büro 1999’dan bu yana özellikle Öcalan’ın siyasi konumu itibariyle sürekli gözaltına tutuldu, yargının hedefi oldu. Öcalan’la ilgili avukatların basına verdiği demeçler dahi dava konusu yapıldı. 1999 yılından 2005 yılına kadar açılan davalarda verilen “avukatlıktan men” cezaları 2005’ten sonra Ceza İnfaz Kanunu’nda yapılan değişiklikle hapis cezalarına dönüştürüldü. Haklarında 300’e yakın dava açılan Asrın Hukuk Bürosu avukatları bu güne kadar toplam 43 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırıldı. Birçok avukata da görüşme yasağı verildi.

Başbakan Erdoğan’ın PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlarını sürekli değiştiği yönündeki iddialarına değerlendiren Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Ömer Güneş, şunları kaydetti: “Eğer bir avukat İmralı’ya gidip gelmiş ise ve bunu bir kaç kez tekrarlamış ise o avukat hakkında mutlaka bir kaç soruşturma bir kaç dava açılmış demektir. Şu ana kadar Sayın Öcalan’ın avukatları hakkında toplam 300’e yakın dava ve soruşturma açılmış durumda. 50’ye yakın avukat soruşturmalık ve davalık olmuştur. Bunları toplu halde devam ettirdiğimizde Sayın Öcalan’ın avukatlarına yönelik çok ciddi bir kuşatma söz konusudur.

Mehmed Uzun: Barışa Adanan Hayat

İbrahim AÇIKYER
İnsan evladı bir şeyi başkasına aktaramayan bir varlık olsaydı onu anlamlı kılacak başka bir nitelikten bahsetmek zor olurdu. Bu aktarma işini yapan, dolayısıyla bir milleti var eden dil denen düşüncenin elbisesi ise kuşkusuz bu aktarmada çok önemlidir; çünkü bir halk önce dilde vardır. Biz de biliriz ki bir dil, işlendiği sürece gelişir ve iyi bir anlaşma aracı olarak bir halkı birbirine kenetler. İşte bu sebepledir ki dilin ustaları olan, dolayısıyla halkların zamana direnip ayakta kalmasını sağlayan bir yazar veya şairin kaybedilmesi, bir halk için büyük bir keder vesilesidir. Bu keder, yıllarca yok edilmeye çalışılan bir dilin üyesiyseniz daha da katmerleşir.

İşte tam da bir halkın dilini çağdaş dünyanın gözü önünde gülünç yasaklarla yok etmeye çalışan bir sistemin karşısında dil, kendisine ruh verecek tanrılar arar. Bu kişiler, bir halkın bağrından kopup gelen kahramanlar olacaklardır; çünkü bu kişiler; bir halkın bütün düşüncesini, özlemlerini, duygularını korkusuzca işlerler. Ve bir gece evlerinden alınıp işkence de görebilirler; sorgulanabilirler kirli mahzenlerde, loş bir ışığın karartısında. Öldürülebilirler de! Ki zaten yazmak var olmaya dair böyle bir sisteme karşı, büyük bir risk değil midir? Mahkeme duvarları kadar soğuk bakışlarıyla kendisini süzen savcılara bu dil yaratıcıları “İşte yok dediğiniz dil bu. Ne yazık ki bu dil, benim anadilim” diye haykıracaklardır; çünkü onlar bilirler ki “Bireyin dilini, dinini ve kimliğini yasaklamak ya da yok etmek için çalışmak bölücülüktür. Sadece bölücülük değil bir insanlık suçudur da.” (Mehmed Uzun, Zincirlenmiş Zamanlar Zincirlenmiş Sözcükler, S.165).

Bir misyon insanı


Mehmed Uzun, dağların ve buzulların diyarından sözcükleriyle durmadan bu gerçekleri haykırdı. Öfkelenmeden, inatla halkların ve dillerin kardeşliğini dile getirdi. Ne kendisine yapılan eziyetler ne de sürgüne mahkum edilme... Hiçbir şey onu bu topraklarda yaşayan insanlara karşı öfke duymasını sağlayamadı. O sadece, kardeşliğin düşmanlarına tokat gibi sözcüklerle karşı geldi. Kardeşliğin düşmanlarına kızıyordu; onların aptallıklarına, bencilliklerine milenyum çağında şahit olmaktan utanç duyuyordu. Mehmed Uzun, her kesimden herkesin anlayabileceği bir dille kardeşliğin nasıl olabileceğini anlatırken, yüreğinin en sade haliyle “Böyle daha iyi olmaz mı?” diyordu, biraz hüzünlü, biraz ağlamaklı...

Ağaçlar bütün yeşilliklerini sarılara bırakırken, Yukarı Mezopotamya’nın bereketli topraklarında umutlar tohum tohum ekilirken ayrıldı aramızdan Mehmed Uzun. Tarih, 11 Ekim 2007’ydi. Bu tarih, Kürtlerin bilincinde iki şeyi ifade ediyor: Birincisi halkı için somut olarak, belirleyici çalışmalar yaparak halkına karşı borcunu ödeyen Mehmed Uzun’un ebedî bir hayata göçünü. İkincisi de Kürt halkına ve özellikle Kürt gençlerine nereden, nasıl başlayarak dilleri ve kültürleri için mücadele vermeleri gerektiğini.

Unutulmamalıdır ki bir halk, diliyle vardır ve gelecek kuşaklara öz değerler dil üzerinden aktarılır. Mehmed Uzun, Kürt diliyle verdiği eserlerle Kürt gençlerinin kendilerini tanımlayıp anlamalarına yardımcı olurken, bir yandan da Kürtçe’nin de (yok sayılan, horlanan dil) diğer dillerden hiç de geri kalmadığını ispatlayarak Kürtlerin kendilerine olan özgüvenini yükseltmiştir. Çünkü Uzun’un kitaplarındaki her sözcük, asimilasyona ve inkara karşı bir balyoz gibi işliyordu.

Bir yönüyle Uzun, bir sorumluluk duygusuyla yaşıyordu. Ne şöhret peşine ne de para pul derdine düştü. Bir misyon adamıydı. Bu misyon, diyaloğu-kardeşliği-barışı olabildiğince kutsal sözcüklerle yüceltirken; asimilasyonu-zulmü-bencilliği de ateşten sözcüklerle yerin dibine sokuyor ve bir halkın anadilini yok etmenin insanlık suçu olduğunu haykırıyordu. Bu amaçla da modern Kürt edebiyatının yaratılması için, Kürtçe ile yazmayı bir görev olarak görmüştür. Büyük bir bilinçle, ne aradığını ve ne yapmaya çalıştığını bilerek araştırıyor ve bunları, herkesin anlayabileceği bir sadelikte, yürekten damlayan sözcükleriyle anlatıyordu. Bir kitabında bu bilinçlilik durumunu   “...Anadilim Kürtçe oldu, Kürt sözlü edebiyatı ruhumun ilk zenginliğini oluşturdu. Bu nedenle ve ahlaki bir sorumluluk duyduğum için romanlarımı Kürtçe yazıyorum” sözleriyle dile getiriyordu. Öyle ki Joyce Blau’nun ifadesiyle Uzun, büyük haksızlıklara uğramış bir dilin rönesansını gerçekleştirmeye adadı kendini.

Nar bahçelerinde bir çocuk

Nar ağaçları... Ve bütün kış yağan yağmurlarda, karda yıkanan yemyeşil nar ağacının dalları üstünde açan çiçekler... İlkokul yıllarında her pazartesi (böyle planlamıştık) okuldan kaçıp, kendilerine koştuğum nar bahçeleri... İçinde, çocukluğun renklere karıştığı bahçeler... Usul usul değişimin, olgunlaşmanın dallardaki akışı...

Nar ağaçlarının bütün güzelliğini Mehmed Uzun’un hayatında görüyorum ve anlıyorum. Çocukluğu saf ve temiz insanların diyarında geçen bu aydının hayatına nar çiçekleri işlenmiş nakış nakış. Yüreği de yeni yeni açan nar çiçeklerinin renginden bir yaşamaya çağırıyor insanı. Özellikle Uzun’un “Nar Çiçekleri” adlı eserini okuduğumda, kendimi çocukluğumun okuldan kaçış evrelerinde mesken edindiğim nar bahçelerine tekrar kaçıyorum.

Mehmed Uzun, 1953’te Urfa’nın Siverek ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluğu, saf ve temiz insanların arasında geçti. Bu aşiret evinin büyük odalarında kışın masallar dinledi; yazları da uzayıp giden Mezopotamya kutsallığında, yıldızların avuçlara damladığı gecelerde bir bilinmeyene kayan yıldızları merak edip durdu. Bu yıldızlar sahi nereye kayıyordu? Yıllar sonra Diyarbakır’dan göçmek zorunda kalan Ermeni Apê Vardo’nun nereye gittiğini bilmediği gibi bunu da bilemeyecekti şüphesiz.

Ve nar ağaçları... Bu geniş aşiret evinin bahçesindeki nar ağaçları, Mehmed Uzun için simgesel birer varlıktır adeta. Kış gecelerindeki masallar ve yıldızlar altında “bilinmezliklere gidiş”e duyduğu merakın yanında, onun nar ağaçlarıyla olan bağı da ayrı bir yer tutar. Çünkü çocukluğu, büyük ölçüde nar ağaçları arasında geçer. Uzun bunu anlatırken biraz da çocuk masumiyetiyle “...Gözlerimi onlarla açtım; zamana, sürekli bizimle birlikte olan, bizi bir gölge gibi izleyen...(Nar Çiçekleri, s. 15)” diyecektir yıllar sonra.

Nar ağaçları, Mehmed Uzun’un kişiliği üzerinde her zaman bir etki bırakmıştır elbette. Bu etkiyi “(...)Uzun süre ağaçların yapraklarına, tomurcuklara, artık boy vermeye başlayan çiçeklere bakardım. Her gün yeni bir değişikliğe, gelişime tanık olurdum.(...) O dallar, yapraklar, tomurcuklar, çiçekler, renkler, her şey ama her şey, tüm farklılıklarına rağmen, müthiş bir uyum içinde...(Nar Çiçekleri, s. 17)” şeklinde dile getirir. Ki zaten “farklılıkların bir uyum içinde olması” düşüncesi, Uzun’un çocukluğundan sıyrılıp da büyüdüğünde verdiği temel amaç değil miydi? Uzun, doğanın farklılıklara rağmen yarattığı uyumun insanların da çok kültürlü ve çok dilli bir yapıyla başarabileceğine inanıyordu.

Bilinmezliklere sürgün

Mehmed Uzun’un kişiliği üzerinde, dolayısıyla eserlerinde önemli bir metafor olduğuna inandığım “nar ağaçları” gibi, “sürgün”de önemli bir yer tutar. İki yıla yakın bir süre Diyarbakır ve Ankara askeri cezaevinde kaldıktan sonra tahliye olan Uzun’un doğduğu eve gittiğinde gördükleri pek hüzün vericidir. Nar ağaçları canlılıklarını yitirmiş, çiçekler solmuştur. Diyarbakır’da “gavur mahallesi”ne gittiğinde gördükleri de iç karartıcıdır. Gavur Mahallesi’ndeki Apê Vardo ve Uzun’un çocukluk arkadaşı Mıgo, bir bilinmeze kayıp gitmişler. Aynen çocukluğunda bilinmezliklere kayıp giden yıldızlar gibi...

Bütün bunlar, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlatıyordu. Bu sebeple Mehmed Uzun da düşer yollara. Önce Suriye’ye geçer. Şam’ın bir sürgünler mezarlığı olduğunu, içi burkula burkula anlatır. Birçok Kürt aydının oradaki yaşantısına düşer bakışları, ağlamaklıdır gözler. Neylesin ki o da sürgündü. Anadili Kürtçe, eğitim ve entelektüel dili Türkçe olan Uzun, sürgünde daha da çok dilli ve kültürlü olur. Bunu “...1977’nin sıcak bir yaz gününde, nar ağaçlarının hiç olmadığı, hiç yeşermediği bir kuzey ülkesine, İsveç’e göçtüm. Bu yeni ülkeme ayak basar basmaz, çoğul ‘biz’ bir yenisi eklendi; göçmen, sığınmacı (Nar Çiçekleri, s. 43)” sözleriyle ifade eder.

Bedeni hiç bilmediği bu dağların ve buzulların ülkesinde dolaşırken, sürgünken, yüreği ve ruhu hâlâ Diyarbakır’dadır, Türkiye’dedir. Sürgünlüğü yaşayan yazarlara büyük bir hüzünle “Sürgünde, yeni ülkenizle ilgili hiç rüya görüyor musunuz?” diye sorduktan sonra kendisinin de yeni ülkesine dair bir rüya görmediğini söyler. Çünkü Uzun’un ifadesiyle “...Gördüklerim, bir yanıyla, çocukluğumun anılarını, bana Welatê Xerîbiyê’ye ilişkin öyküleri anlatan ninemi, bana durmadan nefis, renkli şekerler getiren dedemi çağrıştıran rüyalar, bir yanıyla da polisi, cezaevini, işkenceyi, zoru hatırlatan karabasanlar, kabuslar oldu (Nar Çiçekleri, s. 67)”.

Sürgün, bir yanıyla da Uzun’u evrenselliğe taşıyan bir olgudur. Her şeyden önemlisi sürgün, Uzun’un Kürtçe için rahatça bir şeyler yapabildiği bir yerdir. Öyle ki sürgün, İsveç, Uzun’un Kürtçe’yle yeniden kucaklaşmasını ve eserlerini Kürtçe vermesini sağlar. Uzun, buzulların ülkesinde Kürtçe’yi daha fazla sever. Çünkü sürgünde o, Yukarı Mezopotamya’nın kokusunu bulur Kürtçe’de. Bunun yanında sürgün, bir mecburiyettir. Usul usul kan kaybetmektir. Bir kahırla dolup boşalırken, bazen yalnızlaşmaktır. Sürgünlüğün birkaç olumlu yanı dışında ne kadar acı olduğunu Uzun şöyle dile getiriyor: “Sürgün bir ayrılıktır, bir hüzündür. İnsanî olmayan, ağır bir cezadır. Yaşanmış, çok iyi bilinen uzun bir zaman kesitini, daha doğrusu bir yaşamı geride bırakmaktır. İstemeyerek, zorlanarak (Nar Çiçekleri, s. 65)”.

Barışı yaratmak

Mehmed Uzun, her şeyden önce bir dünya vatandaşıdır. Daha sonrasında o bir Kürt aydınıdır, Türkiyeli’dir. Eserlerini halkların kardeşliğine sunan ve edebiyatın temel işlevinin barışı yaratmak olduğunu hem Kürtçe hem Türkçe hem de İsveççe anlatmaya çalışan bir barış severdir. Üç dilde de yazarak, barışın bir kucaklaşma ve kendimizden olmayanı da sevebilme olduğunu göstererek bize örnek olmuştur. Türkçe’yi de en az Kürtçe kadar sevebiliyordu ve Türkçe konuşmaktan gurur duyabiliyordu.

Buna karşın birçok defa hakkında dava açılmış, başta “Nar Çiçekleri” ve “Aşk Gibi Aydınlık-Ölüm Gibi Karanlık” kitapları mahkemelik olmuştur. Buna karşın hiç yılmadan durmadan yazıyordu, barış için yazıyordu ve “...Halkın barış içinde yaşaması ve ozanları dinleyerek şölen yapması. Edebiyatın hiçbir zaman değişmeyen aslî görevi tam da budur işte; insanlara kendi yaşadıklarına çok benzeyen durum ve vakaları anlatarak onların kendisiyle, çevresiyle, diğer insanlarla barışık olmasını, barış içinde yaşamasını sağlamak (Nar Çiçekleri, s. 113)” diyerek bunun için çalışılmasını arzuluyordu.

Bu amaçla öncelikle büyük Kürt şahsiyetlerini eserlerinde yeniden canlandırarak, Kürt gençlerinin kültür ve tarihleri ile bağlantıya geçmesini sağlamıştır. Burada eserlerini uzun uzun yazmak istemiyorum; ama şu kadarını söylemek gerekir ki Uzun, bütün hayatını Kürtçe ve tarih üzerine araştırarak geçirdi.

ödüllerinden olan Torgny Segerstedt Özgürlük Kalemi Ödülü’nü ve 2002’de İsveç kültür yaşamına sunduğu katkılarından dolayı İsveç Akademisi’nin Stina-Erik Lundeberg Ödülü’nü aldı.

İsterseniz makalemizi yine Mehmed Uzun’a kulak vererek bitirelim: “Ölümsüz birey yoktur ama, bireyler tarafından yaratılan ölümsüz eserler ve bu eserlerin tümünden oluşan ölümsüz insanlar vardır. Barış sadece ölümsüz bir eser değil, insan aklının yarattığı en önemli erdemli iştir.”