26 Eylül 2011 Pazartesi

Tecrit, Şantaj ve Direniş...

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan avukatları ve ailesiyle 60 günü aşkın bir süredir görüştürülmüyor. „Hava muhalefeti“, „koster bozuk“ gibi kimsenin inanmadığı bahanelere sığınarak Öcalan’a tecrit uygulanıyor.

AKP Hükümeti tecridi Kürt halkına ve hareketine karşı şantaj olarak kullanıyor. AKP Hükümeti, „ya gelir teslim olur, bana biat edersiniz, ya da Öcalan ile görüşe izin vermem, Kürtlerin hepsini hapislere tıkarım, gerillayı imha ederim, yaşamı size zindan ederim“ diyor. AKP’nin Özgürlüğünü, dilini, kültürünü isteyen, demokratik bir ülkede ortak yaşamı arzulayan Kürdün iradesine kırmaya yönelik bir politikayı devreye koyduğu anlaşılıyor.

Kürtlerin de tecride karşı öfkesi her geçen gün artıyor. Kürdistan’dan Avrupa’ya kadar Kürtlerin yaşadığı her yerde protesto eylemleri artarak ve yayılarak devam ediyor.

Kürtler Öcalan’a uygulanan tecridi Kürtlerin özgürlüğüne, kimliğine ve iradesine yapılmış bir saldırı olarak değerlendiriyorlar. Kürt halkının öfkesi bundan giderek büyüyor  ve büyüyecek görünüyor.
AKP Hükümeti de artık Kürtlere şantajla, baskıyla tutuklamayla bir sonuç alamayacağını anlaması lazım. Her türlü saldırı Kürtleri daha çok öfkelendiriyor, daha çok kenetliyor ve mücadele azmini artırıyor. Geçtiğimiz yıllarda yaşanan örnekler bunu çok net olarak kanıtlamıştır.

***

AKP Hükümeti siyasi soykırım operasyonlarını da sürdürüyor. Her sabah bir kentte kar maskeli özel timler Kürtlerin evlerine basıp gözaltına alıyor, daha sonrada sudan gerekçelerle tutukluyor. Dün Şırnak, bugün İstanbul, yarın neresi olacak acaba diye herkes bekliyor. Sıradan halktan, seçilmişlere kadar Kürt halkının dinamik yapısı sindirilmek, sistemin içine çekilmek isteniyor. Daha bir yıl dolmadan on binlerce gözaltı, binlerce tutuklama yaşandı. Kürt  halkının yılın başından itibaren başlayan ve bugüne kadar aralıksız devam eden demokratik ve meşru eylemlerinin önünü alamayan AKP, tüm umudunu bu siyasi soykırım operasyonlarına bağlamış görünüyor. Bir halkı zindanlara atarak, öldürerek bastırmayı, kimliğinden ve özgürlüğünden vazgeçirmeyi amaçlıyor.

Şu ana kadar görünen o ki, kaç kişi tutuklarsa tutuklasın yerlerini yenileri dolduruyor. bir kişi tutuklanıyorsa 3,5 kişi onun yerini dolduruyor. Her yapılan eyleme katılım giderek artıyor. Kürtlerin 50 belediyesi vardı, baskılar, şiddet imha operasyonları sonrası bu sayı 100 oldu. Bir dahaki sefere belediye sayısını ikiye katlaması içten bile değil.

Kürtler, Demokratik Özerklik’i ilan ederek kendi sistem ve yaşamlarını inşa ediyorlar. Saldırılar karşısında ulusal birliklerini geliştirerek daha da güçleniyorlar. Demokratik Ulus ittifakı ile bölge halklarıyla ortak, eşit ve barış içinde yaşamanın kapısını aralıyorlar.

Görünen o ki, Kürtlerin kimlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesi her türlü  engeli aşarak büyüyor. Kürt halkı için artık geriye dönüş yok. Kürtler hep ileriye ve özgürlüğe doğru yürümeyi temel hedef olarak belirmişler ve bu yolda kimsenin kendilerini engelleyemeyeceğini herkese gösteriyorlar.

Aysel Tuğluk'tan Yasemin Çongar'a: AKP, Kürtleri Öldürüp İntihar Süsü Veriyor

Aysel Tuğluk, Taraf Gazetesinden Yasemin Çongar'a görüşmeler ve eleştirileri üzerine bir mektup yazdı:

Kürt siyasetine dönük eleştiriler yapıyorsunuz. "Niye?" diye sormayacağım elbette. Tümüyle haksızlık da yapıyorsunuz diyemem 

 
"Savaş zamanı, hakikât o kadar kıymetlidir ki, yalanlardan bir duvarla korunur."

Winston Churchill.

Yasemin Hanım;

"Savaşı kim başlattıysa o durdursun" kolaycılığı etrafında devam edegelen "Çözüm" tartışmaları, kısa yoldan "elbette Kandil (Kürtler) başlattı" ezberi ve hemfikirliğine vardırılıyor. Haliyle Kürt siyasetiyle ilgili herkes ve her kurum hem zan hem sorumluluk altına alınıyor. Hatta "bedel ödeyecekler" düsturuyla demokratik Kürt siyasetine dönük tehdit ve dayatma karışımı bir tutumla çağrı bile yapılıyor

"Tarafınızı seçin!"

Siyaset ve medyanın iktidarcı işbirliğiyle çok tehlikeli, çok riskli bir gündem kurgulanıyor: "Bizimle birlikte yaşamak istiyor musunuz, istemiyor musunuz?.."

Yazık ki "az daha barışıyorduk ama Kürtler yine oyun bozanlık yaptı" mottosuna dramatik biçimde kendini inandırmaya çalışan basın ehli az değil. Bu propagandif söyleme dünden razı bazı iktidar sevicileri de "evet ama yetmez" hevesiyle Kürtlerin artık "mağdur ve mazlum" olmadığını dillendiriyorlar. Daha geçenlerde Kürtçe şarkı söylemek tahrik indirimi sayılmışken...

İktidar aşkı, her gün biraz daha vicdanı öldürür. Sağ-muhafazakâr basını (yandaş diyorlar) artık okumuyorum. Onurunu koruma çabası içinde olan Kürtlere de okumamalarını salık veriyorum. Birkaç istisna dışında büyük çoğunluğu ‘yeni konsept’in bir parçasına dönüşmüşler. Geçmişte askerî vesayet baskısı altında böyle davranılırdı. Şimdilerde o vesayetle çarpışmış ve hegemonlaşmış iktidar gücüne gönüllüce kalemşorluk yapılıyor! Onlar tarafını seçmiş bizi de çağırıyorlar!..

Yasemin Hanım;

Gazetenizi her gün okuyorum. Özellikle de köşe yazılarınızı. Emre Uslu ve hatta Melih Altınok’u da! Söyleyecek sözüm çok kendilerine ama bu mektubun konusu ve kapsamı buna müsait değil. Zaten yazılarımda Diyarbakırlıların deyişiyle "çaxtırmadan" göndermelerde bulunuyorum.

Hem siz hem diğer arkadaşlar son dönemde Kürt siyaseti ve hareketine dönük yoğunca eleştiriler yapıyorsunuz. "Niye?" diye sormayacağım elbette. Tümüyle haksızlıkta yapıyorsunuz diyemem. Ancak şunu sorabilirim: Sizler de mi "barışı Kürtler istemedi" savına inanıyorsunuz? Zira tüm eleştirilerinizin odağında (önceliğinde) sürekli olarak Kürt siyaseti ve Kürt hareketi var. Bizler de olan-biteni anlamaya çalışıyoruz ama bir önyargı üzerinden değil. Propagandif değeri hayli yüksek ve etkili "tam barışıyorduk ki Kürtler yine savaşa başladı" iddiası aslında "yeni strateji"nin giriş cümlesidir. Kutsal metinlerin ilk sözlerine ne kadar da benziyor değil mi?

"... Ve her şey böyle başladı!"

Şimdilerde yeni dogmamız bu maalesef.

Eleştirilerinize yanıt vermeyeceğim. Bunun için yazmıyorum zaten. Lakin eleştiri yapma tarzınıza ilişkin birkaç söz söyleme zorunda hissediyorum kendimi. Böylece sizlerin de Kürt siyasetini daha iyi anlamaya yardımcı olmuş sayılırım belki. Nabi Hocam’ı, Roni Margulies ve Alper Görmüş’ü bahsedeceğim tarzın dışında tuttuğumu da ifade etmeliyim.

Özellikle seçimden sonra dozajını biraz daha yükselttiniz eleştirilerin yukarıda bahsettiğim "savaşı Kürtler başlattı" ön kabulüne dayandırmanız hem aydın hem gazeteci kimliğinizle çelişir. Sizin esas sorumluluğunuz sorgulamak olmalı. Gücü, iktidarı, devleti, devletlileri "olağan şüpheli" olmaktan çıkarırsanız adaletin, özgürlüğün, demokrasinin ve de barışın itham edilmesine yol açarsınız. Bir önyargıdan kurtulup başka bir önyargı edinin demiyorum asla. Ancak Kürt meselesi olanca çözümsüzlüğüyle ortada duruyorken, çözüm imkânına rağmen, buna meyletmeyen devleti ve iktidarı-ki birincil derecede sorumludur görmezden gelemezsiniz.

"Çok şımardılar (aslında azdılar), hak ediyorlar, samimi değiller, mazlum değiller, mağdur hiç değiller" gibi kıyıcı bir dil ile muktedirlerin şu an kullandıkları dil arasında nasıl bir fark vardır? Fazladan ne talep ettik? 3500 tutuklamayı hak edecek ne yaptık? (ki yazıyı yazdığım şu sıralarda bile operasyonların devam ettiğini hatırlatayım.) Hangi hak ve hukuka kavuştukta mazlum-mağdur olmaktan çıktık?

Kürt meselesinde olup- bitenler, şu son yaşananlar-tartışmalar sizlerin anlattığı, kurgulandığı kadar siyahbeyaz değil inanın. Gerçeğin bir yüzü, bir yönü olabilir sadece. "Görüştüler, konuştular, anlaştılar ama kandilin şahinleri süreci sabote etti" demek meseleye ciddi bir hakimiyetsizliği ifade eder.Bu anlatım hiçbir şey ifade etmez. "Resmî görüş" dışında bir anlam taşımaz.
Keşke her şey bu kadar basit ve düz olsaydı. Hakeza refleksleriniz -niyetten bağımsız olarak- devleti (ya da siyasi iktidarı- ben ayırmıyorum) korumakollamaya dönük gelişiyor. Her olayda, her durumda olağan şüpheli Kürt siyaseti! Hani sizleri okurken adaletin gölgelendiği hissine kapılıyorum. "Devleti ha akladılar ha aklayacaklar" algısı yaratıyorsunuz. Bırakınız niyeti varsa devlet kendini aklasın. Geçmişini yargılasın ve gelecek tasarımını açıklayarak huzura çıksın.

90 yıldır halkların nefesini kesen bir devletten söz ediyoruz Yasemin Hanım!

Yazılarınızın barındırdığı imalar, anlamalar, yargılar ve tespitler "gerçek" denen olgunun karşısında sahiden çok spekülatif duruyorlar. Özerkliği silah zoruyla ilan etmemizden, silahla koruyacağımıza; hava operasyonlarında katledilen yedi sivilin aslında bombardımanda katledilmediğine; Öcalan’ın ev hapsi konusunda bir anlaşmaya varıldığından tutalım da ayrılık-karşıtlık teorilerine kadar geniş bir skalada uzayıp giden tartışmaların "gerçek" olanla, gerçekleşenle alakası nedir sahiden ?

Uzatmayayım, değerlendirmelerinizde (analiz ve kurgularınızda) ciddi boşluklar var ve bu boşluklar ortaya başka bir "gerçek" çıkarıyor. Bu boşluklar doldurulmayınca sonuç "Kürt hareketi barışı istemedi, savaşı başlattı ve AKP düşmanlığı üzerinden bunu sürdürüyor"a dönüşüyor. Basit ve net!

Tabii ortaya çıkan ses kaydı da (MİT-PKK) tüm bunları teyit eden bir materyal oluyor, birçok veri sunuyor!

Keşke süreç bu denli mekanik, kesintisiz, birbirini tamamlayan biçimde gelişseydi ve bir anlayışauzlaşıya varılabilseydi. Karmaşık, zorlayıcı, dalgalı ve gel-gitlerle dolu bir karakter her zaman baskındı. Bütün topluma sunulduğu gibi "müzakere" kapsamı ve uzlaşı havasında gerçekleşmedi. Dolayısıyla hiç olmayan uzlaşıyı-anlaşmayı bozan da yok!

Yasemin Hanım;

Barış ve çözüm çabalarına saygı duyarak, görüşmelerin de mahremiyetine sadık kalarak kendi yaklaşımlarımı ve argümanlarımı izah etmeye çalışacağım.

2006’dan bu yana başlatılan ve birkaç kez kesintiye uğramasına rağmen 2011 Temmuz’una kadar devam eden görüşme süreci hem aktörleriyle hem de niteliğiyle kimi değişimlere de uğramıştır. Bazı dostların aracılık etmesiyle, Türkiye’de DTP üzerinden başlayan bu süreç zamanla Kürt hareketinin temsilcileriyle ve en nihayetinde İmralı ile muhatap olunmasıyla doğru bir seyir izlemiştir. Türkiye, Avrupa,Güney alanı ve İmralı ile sürdürülen bu görüşmeleri bilinen ekip ve genelde aynı perspektifle gerçekleştiriliştir. Burada önemli dönemeç 2010 Temmuz tarihiyle birlikte görüşme heyetine, siyasi iradenin temsilcisinin de katılımıdır. Eğer nitelikli görüşmeden bahsedilecekse bunun miladı söz konusu tarihtir. Diğer görüşmeler (Türkiye, Avrupa, Güney) ya tamamlayan ya da paralel ve yan görüşmeler biçiminde ele alınmıştır.

Bunlar az-çok ilgili olanların bildiği hususlardır. Görüntü herkesi yanıltabilir. Sistematik -kapsamlı- çok yönlü bir görüşme manzarası hâkim çünkü. Oysa arka planda, işin derinliğinde olup-bitenler bu tablodan farklıdır. Hem eş başkanlık sıfatım hem de İmralı’ya gidip-gelme imkânı vesilesiyle son beş yıllık sürecin özü hakkında bilgi sahibiyim. Çokça tartışılan "Oslo görüşmesi"ni de biliyorduk. Arada gidip-gelen mektupları da okuma şansına sahip olmuştuk. Taraflarca gerektiği kadar bilgilendiriliyorduk ayrıca! Ki, tüm bu süreçlerin kimi tutanak ve raporları da halen mevcuttur.
Görüntü itibarıyla görüşmeler her alanda sürüyor, ilerleme kaydediliyor, mesafeler alınıyor ve hatta uzlaşmaya varılıyor!.. 

Yanıltıcı olan da bu zaten. Dışarıdan böyle göründüğü kesin. Tabanımız-kadrolarımız bile bu yanılgıyı yaşadılar. Ama içeriden böyle görünmediği de kesindir.

Bizlerin temel-esas argümanlarından biri şu: Son beş yıllık görüşmelerin tümü tartışma, birbirini tanıma, anlama, ölçme-biçme şeklinde gelişti. Bu yanlış da değil. Ancak, ne zaman ki bu süreç tamamlandı ve iş pratik adım atma, çözüm zeminini güçlendirecek düzenlemelere geçme safhasına geldi, işte kriz ve tıkanma tam da bu safhada baş gösterdi. Aşılamayınca da süreç koptu, çatışmalar başladı. Bu süreç içinde bırakınız çözüm zemini adına adım atmayı, aksine ortamı ve görüşmeleri zorlayan uygulamalara da girişildi. Takvimi göz önünde bulundurarak hatırlatmakta fayda var. Ateşkesten bir gün sonra başlatılan KCK operasyonları, Habur dönüşü sonrası kapatılan parti, bitirilemeyen askerî operasyonlar, Başbakan’ın DTP ve sonrasında BDP’ye yönelik tutumu, üslubu, dayatmaları vs. vs. Tüm bunlar devletin görüşme amacına bağlı olarak strateji dahilinde geliştirilen taktik hamlelerdi.

Heyetin iyi niyetini, çabasını, hakkını teslim ederek söylemeliyim. Ne her şey "çözüm" adına yapıldı ne de süreç ortaklaştırılabildi. Usulden esasa, yöntemden amaca, biçimden içeriğe, taktikten stratejiye varıncaya kadar ortada ciddi ve giderilemeyen farklartutumlar mevcuttu. Rezervler, ön şartlar, barajlar başından sonuna kadar muhafaza edildi. Heyetin inisiyatifi sınırlıydı. Verilen görev kapsamında kaldılar ve "eylemsizlik ile geri çekilmeyi" hiçbir şart kabul etmeden ısrarla talep ettiler. Esas gündem buydu. Kırılma nedeni de yine bu dayatma oldu. Devam ediyorum...
2006 yılından 2011 ortalarına kadar beş yılı aşkın bir süreden bahsediyorum

Yasemin Hanım!

Bu sürecin muhasebesi-analizi doğru yapılmalıdır. Yüzeysel ve teknik bakılarak hemencecik özveriyi gerçekten göstermiş olan Kürt siyaseti mahkûm edilemez, edilmemelidir. Sormak ve öğrenmek gerekiyor: Süreçler neden kesintiye uğradı? Bu kesinti dönemlerinde kaç insanımız öldü-öldürüldü? KCK operasyonlarının amacı neydi, neden yapıldı, neden sürece dayatıldı? Öcalan’ın yol haritasıyla bir bağlantısı var mı? Hangi adım atıldı, hangi sözler verildi de yerine getirilmedi? Öcalan’ın koşullarında ne gibi iyileştirmeler yapılacağı söylendi, niye yapılmadı? Habur süreciyle ilgisi nedir? Bu süreç nasıl geliştirildi? Çökmekte olan aynı süreci birlikte kurtarmak için hangi canhıraş çabalar gösterildi? Bu çabalara rağmen fatura kimlere kesildi,kimler cezalandırıldı?..
Ve esas soru: Tüm bunlar neden yapıldı? Hangi dayatma için?
Ha, birde yol haritası var. "Müzakere edelim" yol haritasının neredeyse iki yıllık bir gecikmeyle 2011 Mart ayında verildiğini de söylemeliyim. "Açılım" siyasetinin geliştirildiği zamanlardır! Önemlidir, zira iki tarafında katılım gösterdiği bu süre, aslında yol haritasının gizlenmesiyle ayrı ayrı, hatta tek taraflı işletilmek istendi. Ama bizler bilmesek de yol haritasını bilen,hazırlayan Öcalan ile görüşülüyordu!

Tüm bunların atlanarak, boşluklar bırakılarak sürecin basit ve şeklen değerlendirilmesi hepimizi yanıltır. Ortaya sadece bir görüntü çıkarır ama gerçeği gizler!

Heyetin yeteneğini, meseleye hâkimiyetini, çabasını yeniden vurgulayarak belirtmeliyim ki, görüşmeler oluyordu, doğru. Tartışmalar yapılıyordu, doğru. Genel perspektif-anlayış düzeyinde (inkârasimilasyon- demokratik çözüm) mutabık da kalınıyordu, bu da doğru. Ancak esas olarak işleyen/işletilen iki ayrı süreç vardı.
Öcalan ve Kürt siyaseti, yol haritasını (daha sonra revize edilerek hazırlanan protokolleri) esas alarak sürece katılıyordu. Devlet ve iktidar ise "açılım" denen alternatif muammayla kendi sürecini işletiyor ve MGK’da kararlaştırılan yaklaşımını da bu eksende dayatıyordu. 2010 yılının Temmuz ayına kadar böylesine ayrı, farklı, çatışmalı ve karşılıklı taktik hamlelerle yıpratıcı bir süreç yaşandı. Bu tarihten sonra hem görüşmelerin niteliği yükseltildi hem de taraflar mevcut pozisyonlarını gözden geçirdiler. Söz konusu protokoller bu süreçten sonra hazırlandı ve tartışmaya açıldı. Bilinen klişe ifadeyle, taraflar bir adım geri attılar denilebilir (en azından teknik olarak böyle.) İlkesel-stratejik tutumlar muhafaza edildi. Kolaylaştırıcı pozisyona geçtiler de diyebiliriz.

Dikkat edin, Öcalan’ın "Devlet- Hükümet" ayırımını en çok kullandığı söylemler bu dönemdedir. Zira, görüşmelerde heyetin makul bulduğu, ortaklaşılan kimi hususları siyasi irade devreye girerek reddediyordu. Ne farklı bir öneri, ne farklı bir düşünce geliştiriliyordu. Ön şart "eylemsizlik ve hemen geri çekilme" olarak Öcalan’a ısrarla dayatılıyordu. Bundan bir milim dahi sapılmadı. Ne inşa edilmiş bir güven ne de bir güvence söz konusuydu. Başbakan "hükümet olarak biz pazarlık yapmayız" cümlesini bu sebeple sık sık kullanıyor. Bizlerin de sürekli olarak "iyi niyet anlamına gelecek pratik adımları atın, bu süreci ilerletir" dememizin sebebi de buydu. Bazı pratik adımlar atılsaydı, şahsi iddiama odur ki, geri çekilme gündeme gelebilecekti. Öcalan bunu sağlayabilirdi. Ama yapılmadı. Öcalan’ın "bana boş havuzda yüz diyorlar" isyanını burada yeniden okumakta fayda vardır.
Her fırsat bulduğumuzda her platformda söylüyoruz: "Bu kadar muktedir olan, devlet ile özdeşleşmiş, devlet kurumlarını siyasi çözüme ikna ettiğini söyleyen bir hükümet neden tek bir iyi niyet göstermez, tek bir pratik adım dahi atmaz?"

Yanıtı yine devlet paradigmasında aramak gerekiyor. "Pazarlık yok! Silahı bırakıp geleceksiniz,devlet sonra gereğini yapar."
Kürtler bu kadar badireden sonra bunu yaparlar mı sizce? Yapmıyorlar zaten. Onurlu barış, adil çözüm, demokratik uzlaşı kavramalarını bu kadar sıklıkla kullanmamızın hikmet-i sebebi budur.

Kanımca basının, aydınların, sivil toplumun yapması gereken tarafları protokolleri açıklamaya zorlamaktır. Öcalan, defalarca "protokollerin eksiği varsa giderelim, fazlası varsa birlikte çıkaralım" dedi. Ama devlet "pazarlık yok" kibri ve kompleksinden bir türlü kurtulamadı. Siyasi iktidarın yönetmeilişkilenme tarzı "gücümü kabul edin, verdiğimle yetinin" tarzıdır ne yazık ki...

Bu tarzın cumhuriyet tarihi boyunca yapılanlardan ayırt edici bir yönü vardır: "AKP, Kürtleri öldürüp intihar süsü vermeye çalışıyor!" İttihat ve Terakki zihniyeti bile bunu düşünemedi Yasemin Hanım!

Geride otuz bin ölü bırakmış Kürtler, halen anayasada yer bulamamış, anadilinde şarkılar söylüyor diye yuhalanan, özgür iradesiyle siyaset yapıyor diye tutuklanan bir halktır. Önder diye kabul ettikleri şahsiyet o koşullarda iken ve daha pek çok haklımeşru talep ve sebep dolayısıyla Kürtler bu dayatmayı kabul etmezler. Ölürler de yine kabul etmezler... Çünkü bilerler ki "kötü bir barış, savaştan daha berbattır."*

Uzattım galiba. Söylenecek - tartışılacak çok şey var aslında. Görüşmeleri, arayışları, çabaları tümden yadsımak doğru değil. Ama yeni bir yaklaşım ve yöntemle ele alınmaları muhakkak.
Buna çok ihtiyaç var. Çocuklar daha fazla ölmeden harekete geçmek gerekiyor.

Birbirimizi eleştirelim elbet. Ama anlamaya da çalışalım.
"Anlamak yaşamın başlangıcıdır." Yaşamın başladığı yerden, yeni bir hayat kurabiliriz hep birlikte.

Unutmayın "savaşın ilk şehidi hakikattır."**
Sitemlerimi, eleştirilerimi, üslubumu anlamanız dileğiyle... Hoşçakalın.

* Gaius Cornelius Tacitus
**Aiskhylos

Van Bağımsız Milletvekili ve DTK Eş Başkanı

Taraf

Kınamak, Kınamamak ve Kınayamamak Üzerine

Barışçı çevrelerde (!) son günlerde en revaçta olan konu şu kınama kınamama meselesi. Hani PKK bir eylem yaptığında özellikle Kürt siyasetçilere yönelik olarak „bak sizinkiler neler yapıyor kınasanıza" denilmesinden bahsediyorum. „Devleti kınadığınız gibi PKK’yi de kınasanıza" havalarından.

Bunları dillendirenlerin arasında Kürt çevrelerinin PKK’yi açık açık kınamamaları halinde Türkiye’de bir barış sürecinin önünün açılamayacağını söyleyenler dahi var.

***

Bütün savaşların başında bir haklı-haksız vardır. Sonunda da bir kazanan-kaybeden. Aradaki her şey ise cinayettir.

Savaşlar da ancak bir tarafı yıldıracak kadar cinayet işlendiğinde biter.

Şu anda PKK ile Türkiye arasında yaşanan çatışmadaki güç dengesine bakarsanız daha onbinlerce insan hayatını kaybetse dahi iki taraftan birinin diğerine mutlak bir üstünlük kurma ihtimalinin oldukça zayıf olduğunu görürsünüz. Yani bu savaşın bir tarafın diğerini alt ederek sona ermesi çok mümkün değil.

Demek ki Türkiye’de savaşın sona ermesi için bir uzlaşma sağlanması şart.

Uzlaşma da çatışmanın sonuçları değil nedenleri üzerine eğilinildiği zaman ortaya çıkar.

İşte tam da bunu anlamamızın önemi çok büyük.

Nedenler sonuçlardan daha önemlidir.

PKK ile Türkiye arasındaki çatışmanın nedenlerinin üzerine doğru düzgün eğilmeyip bu çatışmanın sonuçları üzerinden siyaset yürütmek, ancak bu devranın böyle gelip böyle gitmesine hizmet eder.
Her gün yaşanan şiddet olaylarını kınama bildirileri yayınlayıp duralım.

Ne olacak?

50 yıl sonra çocuklarını soracak „Ne yaptınız o kan revan günlerinde" diye.. En fazla söyleyeceğiniz şey „Ben yazmıştım, kınamıştım" olacak. Oysa bundan çok daha fazlası lazım. Sonuçlardan daha çok nedenlerle uğraşmak lazım.

Yaşanan can kayıpları savaşın bir sonucudur. Çözüm ararken nedenlerden daha çok bu sonuçlar üzerine yoğunlaşırsak öyle bir şiddet sarmalının içine gireriz ki 30 yıl daha çıkamayız.

Bunu yaşanan insan kaybını önemsizleştirmek için söylemiyorum. Bu meselenin doğasını açıklamak için söylüyorum.

***

Tabii bu Kürt savaşında ne kendisinin ne de sülalesinden tek bi kişinin bile burnu kanamamışlar için yazıp çizmek kolay.

İnsanların intikam duygularını körüklemek, bir halkı „büyük düşman" olarak belletmek ya da Kürt’ü Kürt’e karşı kışkırtmak kolay yani.

Bedelini kendi ödemediği, ödemeyeceği için kolay.

Bu savaş daha da boyutlandığında kendisi cepheye sürülmeyeceği için kolay.

***

Kınama, kınamama, kınayamama tartışması bu çiğlikte ısrar edenlerin yeniden ısıttıkları son tartışma.
Bu tartışmanın seyri dahi insanın midesini kaldırmaz. Başlıyor adam „şunu kına" diye. Karşıdaki de diyor „sen de şunu kına". O oradan başka bir şey çıkarıyor, diğeri başka bir şey. 30 senelik savaş sürecinde o kadar çok örnek var ki, herkesin çıkını dolu.

İşin aslından, gerçek bir barış mücadelesinden insanları uzaklaştırmanın en kestirme yolu işte. Çok barış istiyorsanız bu savaşın başladığı güne bakacak, kim haklı kim haksız onu teslim edeceksiniz.
Bu hak ve haksızlık durumundan hareketle bir anlaşma durumuna nasıl gidileceğini hesaplayacaksınız. Silahlı mücadelenin haklı nedenleri çözüme kavuşturularak ortadan kaldırığı zaman ortada kınayacak bir şey de kalmaz.

Ama bizde „barış sevenler" bunları düşünmez. Savaşanları kınar, barışmanın, barıştırmanın mücadelesi söz konusu olduğu zaman da hep mücadele verecek yerleri ağrıyor olur.

Doğan Barış Abbasoğlu