26 Eylül 2011 Pazartesi

Ezilenlerin Şiddeti ve Liberallerin Ahlakı

PKK ile Türk Devleti arasında varolan gerilim son aylarda daha bir ayyuka çıktığından beri, özellikle ‘sol’ cenahın  sözüm ona ‘en demokrat’ en ‘liberal’ ve en ‘solcu -sağcısı’ kalemleri, Kürt siyasal hareketinin kullandığı şiddetin eleştirisi konusunda hiç bir zaman olmadığı kadar ‘tutarlı’ bir kampanya  başlatmış durumda.
 
Liberal solun bu ‘şiddet alerjisinin’ kodlarına baktığımızda, bu kesimlerin temsil ettiği devasa ideolojik-politik sapmanın vardığı vahim durum karşımıza çıkıyor. Farklı politik duruşlardan olsalar da, aşağıda yazıya konu ettiğim bu üç şahısın, yıllardır Kürt Siyasal hareketinin şiddetinin-direnişinin  meşru olduğunu ama  ‘zorunlu olup olmadığını’  anlamamalarının ya da anlamak istememelerinin sebeplerine bir göz atalım.
 
İlk olarak Ahmet İnsel, 28-08-2011 tarihli Radikal İKİ’deki “Şiddetin Meşruiyetinin Sorgulamak” başlıklı yazısında Marxist literatürü katl etme pahasına, bütün sol ve devrimci hareketleri ‘şartsız ve koşulsuz bir şekilde şiddeti terk etmeleri ve bunun karşısında olduklarını ilan’ etmeleri çağrısı yapmıştı.  İnsel, o günden bugüne hızını alamamış olacak ki, 13-09-2011 tarihli köşesinde bu sefer ‘şiddetin mazur gösterilecek’ bir yanının olmadığı üzerine tam da sıkıcı bir lise öğretmeni havasında ders verircesine ‘Şiddet ve Barış kavramlarını ‘kendi içinde ikiye, üçe’ ayırarak günler önce açtığı kanaldan daha fazla suyu nasıl taşırımın telaşında bir yazı daha döktürdü.
 
Sonra Fuat Keyman, Sabancı Üniversitesi’ndeki ‘postunun’ arkasından BDP’yi ‘barış konusunda ikiyüzlülükle suçlamış’ ve ‘solcu bir demokrat’ seçmen olarak duyarlı bir vatandaş edasıyla Bağımsızlar bloğuna verdiği oyun hesabını sormuştu.
 
Sonra bu listeye Yıldırım Türker dahil oldu.  11-09 2011 tarihli Radikal Gazetesi’ndeki ‘Savaş Pornusu’ başlıklı yazısında, Türker HPG’nin Çukurca’daki eyleminin  video görüntülerinin internet ortamında yayınlanmasının ahlaki ve insani sorgulamasıyla birlikte, bu görüntülerin ‘kirli ve alçakça bir hediye olarak’ ‘barış mücadelesini verenleri nasıl tökezleteceğinin ‘ kendine has dilliyle yazdı.  Türk basınında çok az ‘vicdanlı’ kalemden biri olan Türker’in ‘alçak’ kelimesine meyl etmesi ‘Kürt siyasetçilerini ve aydınlarını alçaklıkla suçlayan Ahmet Altan’a bir selam çakma mı yoksa sadece bir raslantı mı? sorusunun cevabını şimdilik bir yana bırakıp, Türker’in de ‘şiddet nereden gelirse gelsin’ ninnisiyle uyuyanlar kervanına katıldığına tanıklık ettik.
 
Türker’in  yazısında temel olarak doğru bir eleştiri varken birden ‘Altanvari’ bir havaya girerek askeri üniformalar içindeki egemen devletin savaş aygıtının bir parçası olmuş askerleri ’20 yaşında’ masumlar derekesine indirmiş olması fazlasıyla liberal hümanizmin ikiyüzlü soyutlamalarını hatırlatıyor. Burada toplumsal  trajedilerle ile bireysel trajedilerin buluştuğu  ya da kesiştiği noktada yaşanan dilema üzerinden bir nemalanma hissi uyandırıyor. Tam da ahlaki olmayan belki de bu. Bu dilemayı hep bir tarafa karşı kullanma ‘haklılığının’ arkasına sığınarak rakibini punduna getirmek. 
 
Ama burada unutulmaması gereken önemli nokta, bütün bu ahlak ve moral sorgulamalarına konu olan eylemin eleştirisinden çok eleştirinin  ahlakın ve moralin de içinde olduğu, yaşadığımız sosyo-politik gerçekliğe katkısına bakmak gerek.  Yani eleştiriel teorinin kurucu babalarının dediği gibi ‘eleştiri yapmaktan neyi ve nasıl inşa etmeyi unutan’ müzmin bir entellektüel kesim oluşuyor.  Ezilenleri eleştirmekteki ince ve kırılgan zeminin  sözüm ona ‘söze büyük anlam‘ atfeden aynı kişiler tarafından nasıl yerle bir edildiğini şimdilik bir yana bırakalım.

 
 Demokratlığın ve barış severliğin’ temel bir motif olarak oturtulduğu bu yazıların bizi ‘Gerçek’ten daha da uzaklaştırarak varolan sembolik dünyamıza yeni bir sembolik örtü örtmenin dışında bir karşılığı yok. Hani psikanalitik bağlamda kişinin tamamıyla ‘Gerçekle’ yüzleşmeme adına ‘Gerçeği’ kelimeler ve işaretlerle yeniden yeniden sembolleştirmesini anlayabilirdik ancak politik bir olgunun tamamıyla kelimelerin ve işaretlerin kurbanı edilmesine karşı durmak gerek. Eğer buna karşı durulmasa o politik olgu yoğun sembolleşmeler içinde bambaşka noktalara gelir ki- Kürt sorunun aslında geldiği nokta tam da Gerçek’ten uzaklaşılarak varılan yoğun bir sembolleşme sürecine tekabül ediyor. Yani çok katmanlı ve farklı tanım örtüleri altında Kürt sorunu bir halüsinasyona dönmeye başladı.

 
Bütün bu yazılanlar, ne hikmetse ağzımızda ekşimsi  bir tad bırakmanın yanında,  liberal- demokrasinin yarattığı düşünsel illizyonun ulaştığı en doruk noktayı gösteriyor. Yani ölenlere ağıt yakmak ile ahlak ve moral gibi soyut alanlar üzerinde  değer tanımına ulaşmanın karşılığı, yaşadığımız kapitalist-liberal pazarda ancak pazarın katolik -suçluluk duygusunun arkasındaki hümanist örtüye bir ilmik olabilir.
 
Demokrasiyi ve barışı kendine mülk edinmiş bir grup İstanbul entellektüelin kalkıp ‘şiddetin’ kendi iç tanımından gelen bulanık havasını semirerek birilerine vicdan ve ahlak söylevi çekmelerinin verdiği bir tepkisizlik hali içindeyiz. 
 
Şimdi tek tek yazılardan alıntılar yapmaktan ziyade genel tabloyu anlamak için tartışmayı, bu yazılardaki iki ortak ve temel yanlış tanımlama ve algılama üzerine oturtmak bize bir pencere aralayabilir. Ya da şimdilik bu yazının sınırları, bu iki noktaya temas etmemize yetiyor.

 
Birincisi hangi politik yelpazede kendilerini tanımlıyorsa tanımlasınlar hepsinin, dayandığı ön kabul; hakim olan liberal ideolojinin etkisiyle  liberal demokrasiyi  bildikleri ‘mümkün olan en iyi’ ya da ‘kötünün en iyisi’ bir sistem olduğudur. Slovaj Zizek’in deyimiyle bu ‘demokrasi fetişistlerinin’ aslında demokrasiye karşı en büyük suçu işlediklerini söylemek abartılı olmaz.

 
Demokrasiyi ve mücadelesini ‘lay laylom bir havada çıkıp oy kullanma ya da hukukun bağımsızlığı, basının özgür olma ya da insan hakları derecesine indirgeyerek tam anlamıyla demokrasinin ve onun devrimci mücadelesini devşirme gibi bir rol oynuyorlar. Biliyoruz ki, demokrasi mücadelesi sadece politik bir alanda kaldığı sürece hiçbir zaman toplumsal eşitsizliği ve özgürlük sorunu çözmeyeceğidir. Eğer bunları çözmek isteyen  ‘radikal demokratik’ mücadele verilecekse ‘üzülerek söylemeliyim’ kapitalist pazarın ve devletin şiddet aygıtı ile karşı karşıya gelmen kaçınılmazdır. Bkz. Radikal Demokrasi savunucular Post-Marxist Laclau ve Mouffe.
 
Böyle bir ortamda şiddetin ‘doğrudan mı, dolaylı mı, yapısal mı ya da sembolik mi’ olduğu kararını İnsel’e bırakıp bu şiddetle nasıl baş edeceğimizin ya da ezilenlerin karşı-şiddetinin (direnişinin) meşru olup olmadığının cevabını arayalım.
 
Buradan bu kesimlerin ikinci yanılgısına geliyoruz. Ezilenlerin şiddetinin meşruluğu ya da meşrusuzluğu üzerine oturttukları söylem, tam anlamıyla bu kesimlerin kavramlarla yarattıkları düşünsel illizyonun emarelerini ortaya koyuyor.  Kanımca Zizek’in bu tartışmaya katkısı çok aydınlatıcı; “Ezilenler için şiddet her zaman meşrudur (kendilerinin içinde bulunduğu durum şiddetin bir sonucu olduğu ve kendileri bu şiddete maruz kaldığı için) ancak hiçbir zaman zorunlu değildir (düşmana karşı şiddet kullanmak ya da kullanmamak her zaman bizim uyguladığımız stratejinin meselesi olacaktır)” diyor.  Bunun aksine İnsel’in ve Keyman’in ısrarla bir meşruiyet tartışması başlatması ve bunun ‘tutarlı birer’ savunucusu olmaları aklımıza başka şeyler getirmiyor değil.
 
Meşrulukla zorunluluk arasındaki bu bağlantıyı anlamak için yeniden son 10 yıllık politik almanaklarını ortaya dökmeye gerek yok.  Ortada bir eleştiri yapılacaksa, o da; Kürt Siyasal hareketinin ‘meşru ve zorunlu’ şiddeti yeni bir stratejik pozisyondan ziyade,  AKP hükümetinin yıllardır ördüğü ağların harekete başka bir manevra alanı bırakmamasında kaynaklanan politik daralmaya yönelik olmalıdır.
 
Şimdi bu durum ayan beyan ortadayken, bu kesimler, neden ısrarlı bir şekilde Kürt siyasal hareketini ve radikal sol yapılanmalara karşı,  ellerindeki  uygun ve yaygın kitle iletişim araçları üzerinden eleştiri adı altında ‘bir kampanya oluşturuyorlar?
 
 Başta Keyman olmak üzere bu kesim , ideolojiyi çağrıştıran bütün kavramların hafızalardan silinmek istendiği,  ‘gri alan’ arayışının dönemin mattosu olduğu,  bütün politik kategorileştirmelerin günün moda deyimiyle ‘ötekileştirmeyi’ çağrıştırdığı için ‘tu kaka’ ilan edildiği dönemlerin pembe uykusundan uyanmamış olacak ki,  hala aynı malı satma telaşı ile ‘solcu yada sağcı olarak nitelendirmelere karşı memnuniyetsizliğini dile getirmekte, piyasaya sol adına ucube kavramlar dizgesi oluşturmaya çalışmaktalar. Batıda ve özelliklede Avrupa’da sol ve sosyalist partiler adı altında örgütlenmiş bu sol-liberal güruhun papucu çoktan dama atılmışken, öyle görülüyor ki bunların Türkiye şubeleri bir dönem daha kapılarını açık tutacak.
 
Daha Marxist bir söylemle, bu zevatin ideolojik ve politik temsiliyetlerini ve aidiyetlerini (kesin bu kelimeyi de sevmiyorlardır) ortaya koymadan, ‘ulvi bir çaba’ gibi görünen, bunların  ‘şiddet karşıtlığına’ bir anlam biçemeyiz.
 
Hani yüreği yanık ve gözü yaşlı bir annenin şiddeti kınaması ile kamusal alanda ‘aydın’ olma misyonundaki bir kişinin oldukça tartışmalı olan bir kavramı bu kerteye indirgemesinin hikmeti sebebinin  izleğinde; Türkiye’nin temel sorunlarında yaşanan düşünsel kirliliği ve bu kirliliğe teşne olan kesimlere ulaşabiliriz.  Bu izlek bizim liberal ideolojik hegemonyanın sol versiyonun yukarıda söz ettiğimiz ‘demokratik illizyonun’ yaratılmasındaki katkısını anlamımızı sağlayacak. 
 
 Adını zikr ettiğimiz kişiler- çocuk değiller ki, hepsi ‘kelli felli’ akademik kariyerleriyle ve ‘entelektüel düşün dünyasındaki’ duruşları ile düşünce pazarında ne sattıklarını ve kime sattıklarını iyi biliyorlar.
 
Şimdi bu kesimlerin gerçek meramı nedir? sorusunun sorulması önemli.  Özellikle İnsel ve Keyman’in içine düştükleri temel yanlış, her ikisinin tartışmasız olarak demokrasiyi temel bir politik ortaklaşma alanı olarak ortaya koyarken, bunun hangi demokrasi olduğu  ve şiddet içermeyen bir şekilde ulaşılması mümkün olan barış ve demokrasiye nasıl bir ‘sol strateji’ ile ulaşabileceğimiz konusunda kafaları oldukça karışık olması.  Eğer solcu olmak ya da sosyalist olmak, ideolojik olarak Marxizmden bu ya da şu şekilde esinlenen ve kapitalizmin yarattığı sosyal ve ekonomik eşitsizliği ortadan kaldırmayı hedefleyen politik bir duruş anlamına geliyorsa kendisini her fırsatta ‘solcu’ olarak nitelendiren İnsel’in bu ‘hesaplaşmanın nasıl ‘ olacağı konusunda bizi aydınlatması gerekiyor.
 
Gerek İnsel’in her seçim öncesi kabaran istatistik sevdası ile ‘solun kaç milletvekili’ çıkarır heyecanı ve Keyman’ın ‘demokrasilerin olmazsa olmazı’olan ‘sorumlu seçmen’ havalarından kendi oyunun peşine düşmesinden anladığımız kadarıyla parlamenterizmi sosyalist bir acenda olduğunu düşünüp,  devrimcilerin ve sosyalistlerin ‘şiddetle işi olmaz’ sonucuna varıyorlarsa, bu tam da yaşanan derin düşünsel çatlağın resmidir.
 
Bunun üzerine daha ileri gidilerek ‘Türkiye’nin demokrasi  ve özgürlükler yolunda katettiği uzun ve ince yol’ sanrısını tekrar etmekten kaçınmayan bu kesimler, geçmiş ile şimdi arasındaki karşılaştırmalı tarih dersinde de sınıfta kalıyora benziyor. 


Demokratikleşmeyi militarizmin etkisinden kurtulma ya da sözde sivil-siyasetin etkinliği olarak algılayan bu kesimlerin Türkiye’nin demokratikleştiği sanrısına inana dursun ‘sivil faşizim’ kavramının yavaş yavaş geniş bir kesim tarafından dillendirilmeye başlandığını hatırlatmakta yarar var.
 
Dolaysıyla ‘şiddet karşıtı’ bu entelektüel lakırdıların, İnsel’in deyimiyle ne ‘sol düşün’ dünyasıyla, ne Kürt siyasal mücadelesinin politik ve ideolojik çizgisiyle ne de Türk egemen sisteminin temsil ettiği tarihsel ve siyasal gerçekliği ile teğet geçmeyen bir dizi ‘iyi niyet temmenisinden’ başka bir karşılığı yok. Karşılığının olduğu tek yer; hergün Kürt Devrimcilerini ve Türkiye’deki sosyalistleri yok etmek için her türlü şiddeti ‘ kusursuz denecek kadar ‘ iyi kullanan, neo liberal politikalarının ‘düşünce kuruluşları’, Türk egemen sınıflarının ‘özel savaş aygıtı ile AKP’nin politik strateji merkezleri olacaktır.
 
SELAH KEMALOĞLU
 
skemaloglu@yahoo.com

Hiç yorum yok: