14 Kasım 2011 Pazartesi

Devletin Bütçesi Şirket Bütçesi Gibi

RUKEN ADALI -ANF

Ankara - Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aziz Konukman, devletin artık bütçeyi "özel bir şirket gibi" belirlediğine dikkat çekerek, "Neoliberal politikaların yaygınlaşmasıyla devletin küçültülmesi gündeme geldi. Bütçenin küçülmesi, devletin kamu hizmeti sunmaması anlamına geliyor" dedi. Faizler düştüğü ve vergi gelirleri arttığı için bütçenin sağlık ve eğitim gibi kalemlerinin artması gerektiğine işaret eden Prof. Dr. Konukman, "Ancak, hükümet politik bir tercihte bulunuyor. Vatandaşın boyuna göre yorgan hazırlamıyor. Yorgana göre ayağını uzatmasını istiyor" değerlendirmesini yaptı.

Savunma Sanayi Fonu sadece 2007 yılında 2.8 milyar YTL’yi aşan toplam kaynağıyla, Başbakanlık dahil 10 bakanlığın bütçesini geride bırakmıştı. Konukman’a göre Bütçe’de Savunma Sanayi Fonu’nun görülmediğine dikkat çekerek , ‘‘Asıl önemlisi Savunma Sanayi Fonu. Fakat onda da Sayıştay denetimi söz konusu değil. Belki de Güneydoğu'daki savaşın finansmanına o gidiyor, bilmiyoruz ki. ‘Ne kadar kaynak gidiyor" diye, Meclis bile sorsa yanıt alamaz. Bu bütçede çok fazla gözükmüyor. Bilmediğimiz başka bir şey de Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi. Cami ve kışla bilmediğimiz bir dünya’’ diyor.

Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu, hükümet tarafından sunulan 2012 Merkezi Bütçesi'ni görüşmeye devam ederken, Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aziz Konukman ile bütçesi konuştuk.

* Devlet bütçeyi nasıl yapıyor?

- Devletin bütçe yapma geleneğinde kural şudur: Önce giderler belirlenir. Buna "giderlerin önceliği ilkesi" deniliyor. Gelirler, giderler belirlendikten sonra ayarlanır. Özel sektörde ise bütçede, önce gelirlere bakılır, giderleri ona göre ayarlanır. Devlet neden önce giderlerine bakıyor? Çünkü, devlet önce giderlerine bakacak ki, toplumun çeşitli kesimlerinden gelen kamu hizmeti taleplerini görecek. Bu talepleri teknik bir ekip tarafından projelendirecek, sonra "bu giderleri nasıl karşılayabilirim" diye araştıracak. Bunu yapabilecek tek güç devlettir. Çünkü o geliri vergi toplayarak yaratabilecek güçtür. Özel sektörün böyle bir imkanı yok. Bir söz vardır, "ayağınızı yorganınıza göre uzatın." Ayak, insanın fiziki bir uzvu. Yorganı niye ayağa göre ayarlamayalım. Devletteki bütçe yapma mantığı budur. Siparişler alınır, o siparişlere uygun ödenekler belirlenir. Yani yorgan ayağa göre büyültülür ya da küçültülür.

DEVLET BÜTÇELERİ DE ÖZEL SEKTÖR GİBİ HAZIRLANIYOR
* "Devlette bütçe yapma mantığı budur" derken, olması gerekeni anlatıyorsunuz değil mi?

- Evet, olması gereken bu. Bütçeler böyle yapılır. Ancak neoliberal politikaların 1980'li yıllarda yaygınlaşmasıyla artık devlet bütçeleri de özel sektör anlayışıyla hazırlanmaya başlandı. Normalde ayağınıza göre yorgan yapılması gerekirken, şimdi yorgan belirleniyor, ayağınızı ona göre uzatıyorsunuz. Neoliberal politikaların yaygınlaşmasıyla devletin küçültülmesi gündeme geldi ve devlet kamu hizmetlerinin bir kısmını üretiyor, bir kısmını ise ticarileştiriyor ve fiyatlandırıyor. Dolayısıyla bütçeler artık eskisine göre daha da küçülmüş durumda. Eğitimin payını düşürüyor, okullara ödenek az veriliyor, okullar da bu parayı velilerden ve öğrencilerden karşılamaya çalışıyor. Yazın okulların bahçeleri otopark ya da düğün salonu olarak işletiliyor. Kendi faaliyetleri dışında elde ettiği gelirler ile kamu hizmetlerini karşılamaya çalışıyor.

* Hükümetin etkisi nedir bu bütçelerde?

- Sadece AKP ile ilgili değil. Neoliberal anlayışa göre, IMF ve Dünya Bankası'nın birlikte oluşturdukları bir Washington Uzlaşması var. Bu uzlaşma, bizim gibi ülkelere genellikle IMF kredileri verilirken, stand-by anlaşmaları imzalanırken, Dünya Bankası'nın yapısal uyum programları uygulanırken, dayatma ile yapılıyor. Uzlaşma iki kuruluş arasında, halklar ile oradaki ülkelerin arasında değil. Dolayısıyla dayatmayla gelince devlet küçülmeye başlıyor. Bir yöntem bütçeler ile oluyor. İkincisi, KİT'ler özelleştiriliyor. Üçüncüsü, daha önce ne kadar kamusal regülasyonlar varsa onlar tasfiye ediliyor, kuralsızlaştırma süreci başlıyor.

* AKP hükümetinin yaptığı bütçelerin bir özgünlüğü var mı? Örneğin neoliberal politikaların daha yoğun uygulanan hali diyebilir miyiz?

- 1998'de IMF ile Gözetim Anlaşması yapıldı, 1999'da yapılan Stand-by Anlaşması, 2008 Mayıs'ın sona erdi. AKP, 2002 Kasım'ından 2008 Mayıs'ına kadar zaten IMF bütçesini yapmış. 2008 Mayıs'ından sonra ise IMF'siz yola devam etti ama IMF programıyla. Dolayısıyla değişen bir şey yok. AKP 1980'li ve 1990'lı yılların iktidarlarından ya da Özal'ın "liberal devlet" anlayışından çok farklı bir çizgide değil. Zaten, Başbakan zaman zaman da söyler, "Ben Özal ve Menderes çizgisinde bir partiyim" der.

YOKSULLUĞU YÖNETMEK İSTİYORLAR
* AKP ile ilgili soruyu şu nedenle önemsedim. Hükümetten zaman zaman "sosyal devlet" açıklamaları geliyor.

- Bu açıklamalar hiçbir anlam ifade etmiyor. Çünkü bu yapı şöyle: 1990'lı yıllarda kriz çıkınca, bu Washington uzlaşması bozuldu, arkasından Post Washington uzlaşması geldi. IMF ve Dünya Bankası devreye girdi, devleti yeniden geri çağırdı. Ama bu devlet kalkınmacı bir devlet değil, düzenleyici bir devlet olarak geldi. Hakem devlet yani. Enerji Kurulu, Şeker Kurulu gibi bağımsız idareler kuruldu. Ardından "yönetişim" kavramı kullanıldı. Sonra da yoksulluğu yönetmeye başladılar. Son olarak da yolsuzluğun önlenmesi kararı aldılar. Washington Uzlaşması'nın 4 ana özelliği bu. Yoksulluğun önlemesinde şu nokta önemli: Yoksulluğu kaldırmak değil, çünkü, kapitalizm var olduğu sürece yoksulluğu ortadan kaldıramazsınız. Ama onu bir risk halinden çıkarmak amaçlanıyor. Dünya Bankası, yoksulluğu yönetme programları hazırladı. Dinsel inançlarda bu böyledir, yoksulluk ortadan kaldırılmaz, yönetilir. Türkiye'de Fak-Fuk-Fon'la bunu Özal yapmıştı. Şimdi daha kurumsal hale getirdi. Artık sadaka devleti oluşturuldu. Hem merkezi otoritesiyle hem de yerel yönetimleriyle AKP bunu yaptı.

* Bu ne anlama geliyor?

- Yoksulluğu kontrol altına alıyor ama sosyal devlet yöntemiyle değil. Sosyal devletin çekildiği alana "sadaka devleti" sokarak, üstelik bunları bir hak olarak tarif etmeyerek, yurttaşlık temelinde bir kazanılmış haklarmış gibi ifade etmeyerek, her an geri alınabilir hale getiriyor. Dolayısıyla AKP döneminde sosyal harcamalar yükseliyor, iddiasının hiçbir karşılığı yok.

DEVLETİN BÜTÇESİ SÜREKLİKÜÇÜLÜYOR
* TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu, bütçeyi görüşüyor. Bütçeye bakarak, hükümetin ekonomik ve siyasi politikaları açısından neler söyleyebiliriz?

- Bütçeden önce Orta Vadeli Program açıklandı. Geçen yılki Merkezi Yönetim Bütçesi'nde bütçe açığının milli gelir içindeki payı, 2011 yılı için 2.8, 2012 yılı için 2.4, 2013 yılı için için 1,6 olarak belirlendi. Bütçe açığı müthiş bir hızla küçültülüyor. Bu devletin küçük bütçelerle yönetmesi, sıkı bir mali disiplini uygulaması demek. Devletin sıkı bir mali disipline girmesi ise, "artık kamu hizmetini ben eskisi gibi sunmayacağım" anlamına geliyor. Bu yılın rakamlarını da vermek istiyorum. 2011'de 1.7 oldu. Öngörülenden daha küçülmüş. Bu dehşet bir durum ve devlet bu küçülme hedefinin hiçbir açıklamasını yapmıyor. Oysa, devletin kamuoyuna, hedeflenen ve gerçekleşen durum ile ilgili ayrıntılı bir bilgi vermesi gerekiyor. 2012 için 1.5, 2013 için 1.4, 2014 için 1'lik bir açık öngörülüyor.

* Bütçe açığı, bütçenin gelir ve gideri arasındaki dengesizlik değil mi? Dolayısıyla bütçe açığının küçülmesi ekonomide iyiye gidiş anlamına neden gelmesin?

- Bizim gibi az gelişmiş ülkelerde bütçe açığının olması normal, anormal bir durum değil. Çünkü burada kamu hizmeti üretimi acil. Çünkü alt yapı hizmetleri vs. eksik. Çağdaş kapitalist ülkelerdeki düzeylerin çok gerisinde. Dolayısıyla kamunun burada görevleri çok yüksek.

DEVLET SERMAYE ÇEVRELERİNİ VERGİLENDİRMİYOR
* Mesele bu durumda, bütçe açığının kamu hizmetlerinin kısılarak kapatılması.

- Evet. Burada giderleri daraltarak ve vergi gelirlerini artırarak yaparsanız, bu dehşet bir şey ve sorun da burada. Bütçe açığını şöyle küçültebilirsiniz; servetleri vergilendirerek vergi gelirlerini artırırsınız ve hiç giderleri kısmazsanız. Bu da bütçe açığını düşürür. Ama Türkiye'deki bunun tam tersi. Hem giderleri kısıyorlar - Devlet, kamu hizmeti üretemez hale geliyor- hem de dolaylı vergileri artırıyorlar. Geniş halk yığınlarının arzu ettiği şekilde bir bütçe açığı finansmanı olsa kimsenin buna itiraz ettiği yok. Esas kritik nokta bu. İkinci olarak devlet kesinlikle sermaye çevrelerini vergilendiremiyor. Bırakın vergilendirmeyi, devlet her seferinde vergilerin azaltılması talebiyle karşılaşıyor. Sermayenin vergi yükü sürekli düşüyor. Üstelik özelleştirmeleri de yaparak, sermayenin bu anlamda da vergi yükünü artırmasının önüne geçilmiş oluyor.

FAİZLER DÜŞÜYOR ANCAK DİĞER KALEMLER YÜKSELMİYOR
* Bütçe ile ilgili sıkça duyduğumuz bir başka kavram da "faiz". Faiz ile bütçe giderleri arasındaki ilişki nedir?

- Bütçenin eğitim, sağlık gibi kalemleri reel kalemleridir. Faiz ise bir yerden bir yere gelir transferidir. Fakat faizin payı, yüksek faizler nedeniyle bütçe içinde yükseldikçe, hep eğitime, sağlığa gidecek olan kaynaklar azalırdı. Bu gerekçeyle hükümetler kamuoyunu ikna ederdi. Ancak AKP'nin şöyle bir avantajı var: Faizler düştü. Ancak faizler düşmesine rağmen faiz dışı harcamalar artmıyor. Oysa faiz mazereti ortadan kalktı. 2011 yılında bütçe giderleri 312,6 milyar TL. Gerçekleşme 313,2 olmuş. Faiz harcamaları ise 47,5'dan 42.6'ya düşmüş. Faiz kalemi düşüyorsa, öbür kalemlerin yükselmesi gerekiyor.

* Neden dediğiniz gibi olmuyor?

- Bu bir politik tercih. Devletin vatandaşın eğitim, sağlık gibi taleplerini karşılamak gibi bir tercihi yok. Birkaç rakam daha vereceğim. 2011 yılında faiz hariç giderler 265. Gerçekleşme 270 olmuş. Çok az artmış. Gelirlere bakalım. Gelirler 279 iken 290 olmuş. Fırsata bakın. Bir yandan öngörülmeyen bir vergi geliri artışı var, bir yandan faiz beklenenin altında ancak reel kalemleri artırmıyorsunuz. Olacak şey değil. Ekmeğin üzerine tereyağı, tereyağının üstüne bal var, fakat siz insanlara, tereyağlı ballı bir servis yapmıyorsunuz. Oysa bunu yapmamanız için herhangi bir mazeret yok. Bütçede vergi geliri en önemli kalem. Devletin toplayacağını söylediği vergi; 232.2 milyar TL. Ancak devlet, 249 milyar TL toplamış. El insaf. Demek ki, son vergi artışlarını yapma zorunluluğunda değildi. ÖTV, KDV zamları mecburi değildi.

CAMİ VE KIŞLA BİLMEDİĞİMİZ BİR DÜNYA
* Bütçe içinde savunma kalemlerine ilişkin ne diyorsunuz?

- Bu bütçede o çok fazla gözükmüyor. Asıl önemlisi Savunma Sanayi Fonu. Fakat onda da Sayıştay denetimi söz konusu değil. Belki de Güneydoğu'daki savaşın finansmanına o gidiyor, bilmiyoruz ki. "Ne kadar kaynak gidiyor" diye, Meclis bile sorsa bile yanıt alamaz. Sayıştay'ın denetiminde değil, hükümetin 3. müsteşarının denetiminde. Dolayısıyla kamunun denetimine açık değil. Bilmediğimiz başka bir şey de Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi. Bütçenin dışında Diyanetten de din hizmetlerine ne kadar ayrıldığını bilmiyoruz. Cami ve kışla bilmediğimiz bir dünya.

* Bu kadar önemli olan bir konu, sendikaların gündeminde hak ettiği yeri alıyor mu?

- Maalesef sendikaların gündeminde yer almıyor. TÜRK-İş'in içinde bir grup farklı davranıyor. Güç Birliği adı altında bir araya gelen sendikalar, ciddi bir deklarasyonla çıktılar, neoliberal politikalara karşı direneceklerini duyurdular. İlk defa böyle bir toplumsal muhalefeti görmeye başladım.

* TÜRK-İş kongresi öncesinde gelen bir muhalefet hareketi olduğunu hatırlatmak isterim.

- Onu bilemiyorum ancak çok gündemde değil bütçe. Oysa burada sendikalara büyük görev düşüyor. Sadece mevcut bütçe için değil. Bitmiş bütçe anlamına gelen Kesin Hesap için de sendikaların tutumu önemli. 2010 Bütçesi'nin hesapları tamamlandı, parlamentoda görüşülecek, en fazla 3 dakika sürecek. Oysa sendikalar, ciddi bir toplumsal muhalefet oluşturabilseler, kesin hesabın orada tartışılmasını sağlasalar, geçmişin hesabını yapanlar, geleceğin de hesabını sorabilecek durumda olurlar. Oysa bizde geçmiş hesap hiç tartışılmadan, gelecek üzerine bütçe tartışması yapılıyor.

İklim Değişikliğinde 'Geri Dönülmez' Noktaya Doğru

Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) tarafından yayınlanan bir raporda, 2017'ye kadar acil önlemler alınmadığı takdirde sera gazı salınımı nedeniyle dünya ortalama sıcaklık değerinin 2 derece artışının önüne geçilmesinin artık mümkün olamayacağı uyarısı yapıldı. Bilimciler tarafından 2 derecelik sıcaklık artışı küresel iklim değişikliğinde "geri dönülemez nokta" olarak kabul ediliyor.

UEA'nın son yayınladığı geleneksel yıllık değerlendirme raporunda endişe verici bilgiler bulunuyor. Enerji kaynaklı sera gazı salınımının 2010 yılında 30,4 gigatona ulaşarak tarihi bir rekor kırdığı belirtilen çalışmada, önümüzdeki beş yıl içinde sera gazı salınımlarını azaltmak için radikal adımlar atılmadığı takdirde ortalama sıcaklıkların 2 derece artmasının garanti altına alınacağı ve bunun dünya için yıkıcı sonuçlar yaratabileceği ifade edildi.

İklim değişikliği konusunda çalışan bilimciler uzun zamandır 2 derecelik artışın "geri dönülemez nokta" olduğunun ve bu seviyeye ulaşıldığı takdirde dünyanın ciddi bir yıkımla karşılacağının altını çiziyor. Bilimciler tarafından geliştirilen senaryolarda bu seviyenin aşılması durumunda dünya üzerinde yaşayan türlerin üçte birinin ortadan kalkacağı, sıcak hava dalgaları nedeniyle kitlesel ölümler yaşanacağı, tarımsal üretimin dramatik şekilde düşeceği ve büyük bir kıtlığın baş göstereceği ve deniz seviyesinin yükselmesi nedeniyle yüz milyonlarca insanın göç etmek zorunda kalacağı tahmin ediliyor.

Raporda ayrıca daha da kötümser bir senaryoyla mevcut trendin devam etmesi halinde 2035'e kadar gerçekleşecek karbon salınımıyla ortalama sıcaklıkların 3,5 derece artacağının garanti altına alınmış olacağı ifade edildi. Birçok uzman, UEA tarafından ifade edilen 3,5 derecelik artışın gerçekleşmesi halinde dünyanın şimdiki haliyle ilgisinin kalmayabileceğini ve böyle bir durumda tahmin bile edilemeyecek felaketlerin yaşanacağını dile getiriyor.

Atmosfere salınan sera gazının ısındırıcı etkisi anında değil, belli bir zaman geçmesinin ardından ortaya çıktığı için bu konuda erken adım atılması büyük önem taşıyor. Son on bin yıldır istikrarlı olan ortalama sıcaklık değerleri, endüstrileşmenin başladığı 19. yüzyılın ortalarından beri atmosferdeki karbondioksit oranının artışıyla 0,76 derece yükseldi. Son on yılda sayıları ikiye katlanan doğal felaketlerin arkasındaki temel nedenin bu artış olduğu düşünülüyor.

Yapılan hesaplamalar şimdiye dek gerçekleştirilen hava kirliliği nedeniyle ortalama sıcaklıkların 0,5 derece daha artmasının kesinleştiğini gösteriyor. Bu birikim nedeniyle ortalama sıcaklıklarda yaklaşık 1,5 derecelik artışın çoktan kesinleştiğini belirten iklimbilimciler, bunun sonuçlarını görmemizin artık sadece zamana kaldığını ifade ediyor.

Sıcaklık artışları dünyanın farklı bölgelerinde daha hızlı yaşanıyor. Örneğin Avrupa ve çevresinde sıcaklıklar ortalama değerlerden daha hızlı yükseliyor. Bu nedenle birçok iklimbilimci, şimdiye dek ortalama sıcaklıkların 1 derece arttığı Akdeniz çevresi, Orta Doğu ve Afrika’nın küresel ısınmanın yıkıcı sonuçlarıyla daha erken ve daha sert şekilde yüzleşebileceğini dile getiriyor.

Bunlara ek olarak sıcaklık artış değerlerinin doğrusal bir seyir izlemeyebileceğinin de altını çizen iklimbilimciler, denizlerin karbon emme kapasitesinin ani olarak düşmesi gibi beklenmedik gelişmelerle küresel ısınmanın kimsenin tahmin edemediği bir hıza ulaşabileceğini belirtiyor.

Endişelendirici uyarının UEA gibi muhafazakar ve geleneksel olarak iş dünyasına yakın duran bir kurumdan gelmesi de dikkat çekiyor. Uzun zamandır birçok çevre tarafından petrol endüstrisinin görüşlerini yansıtmakla ve gelecek projeksiyonlarında ağırlıkla yenilenebilir enerji yerine kirli fosil yakıtları esas almakla eleştirilen kurum, son yıllarda özellikle iklim değişikliği konusunda tutucu tavrını değiştiriyor ve ciddi uyarılarda bulunuyor.

“Eşkıya”dan “Dinsiz”e

Devlet Söyleminde Kürt Sorununda (1999, İletişim) sevgili Mesut Yeğen şunu yazmış:

Neticede, Kürt Sorunu, Cumhuriyet Dönemi devlet söyleminde, saltanat ve hilafet özlemi olarak ‘irtica’, modernlik öncesi toplumsal biçimlerin bir direnişi olarak ‘aşiret ve eşkıya’, başka devletlerin tezgâhı olarak ‘ecnebi kışkırtması’ ve nihayet iktisadi bir durum olarak ‘bölgesel geri kalmışlık sorunu’ şeklinde yeniden kuruldu. Bütün bu yeniden kurulma biçimlerinde değişmeyen, Kürt Sorununun etno-politik, Kürdî mahiyetine yönelik istikrarlı suskunluktu. Kürtlerin hem kavmî, hem de fiziksel mevcudiyetlerinin inkâr edilmesine uygun olarak, Kürt Sorunu devlet söylemi içerisinde zikr edilişinde, ‘irtica’, ‘aşiret direnci’, ‘eşkıyalık’, ‘ecnebi kışkırtması’ ya da ‘bölgesel geri kalmışlık’ meselesi olarak anıldı, asla etno-politik bir sorun olarak değil.” (1. baskıda s. 222)

Mesut’un doktora tezini bitirdiği 1990′larda “amiral gemisi” Hürriyet, sorunun bu devletlû kuruluş biçimlerine medyadan mühimmat taşıyan paramiliter aktörlerin başında geliyordu. 10 yıl kadar sonra yeni bir otoriter-burjuva hükümet iktidarını pekiştirdiğinde medyada paramiliter sancağı Zamandevraldı. Ragıp Duran’ın gözlemini hatırlayarak, “hakiydi yeşil oldu egemen medya” diyebiliriz.

Kürt Sorunu özelinde, Zaman’ın montajına yardımcı olduğu iktidar teknolojisi “açılım” manevrasıyla Kürt taleplerini etkisizleştiremedi. Din kartı öteden beri oyunda ama son yıllarda BDP ve PKK’yı “dinsizlik, Müslümanlıktan soğutma” söylemiyle gayrimeşru kılma çabaları güçlendi. Anaakım medyanın Kürt hareketine paramiliter saldırılarında “Allahsızlar!” kozunu kullanmasının, BDP’nin Sivil İslam çalışmalarının yarattığı tehdide tepki olarak devreye sokulduğunu düşünebiliriz. Kürt Sorunu’nun çerçevelenmesinde “bunlar dinimizin de düşmanı” söyleminin devlet söyleminin kritik bir parçası haline gelmesi, aynı zamanda hükümetin bazı aktif çalışmalarıyla da paralel bir süreç. BDP’nin genel olarak temsiliyet gücünü ortadan kaldırmak, özel olarak da mütedeyyin Kürtlerle bağlarını zayıflatmak, AKP’nin son iki yıldır yatırım yaptığı bir medenileştirilme projesi. Türkiye’nin her tutarlı iktidar partisinin yapmaya çalıştığı gibi, iyi bir Kemalist hükümet olarak AKP de “Türkiye Müslümanlığı” denen şeyin temsiliyet ve uygulanma biçimleri üzerindeki tekelini sağlamlaştırmak istiyor ve bu tekel, özellikle Kürt taleplerinin soğurulması açısından önemli işleve sahip.

Bu projede Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın (DİB) artan stratejik rolü bu yazının temel konusu değil ama (şurada bir DİB analizi okuyabilirsiniz) “BDP Kürtleri dinsizleştiriyor” temalı ahlakî paniğin içine yerleştiği yakın tarihli dört kurumsal gelişmeyi not edeyim:

1) DİB’in Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü (DHGM) bünyesinde açılışları 2006′dan bugüne hızlanan ve hanelere aile ve din konusunda daha doğrudan erişim sağlayan Aile İrşad ve Rehberlik Büroları (AİRB’ler) ile ilgili yeni bir çalışma yönergesi 19 Mart 2010′da yürürlüğe girdi.

2) DİB’in 2011 bütçe tasarısında DHGM teşkilatının Kürt illerinde güçlendirilmesini öngören planlar var: “Acil eylem planı dahilinde, teröre maruz kalan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki 1362 adet cami için toplam 53 milyon 652 bin 992 TL ödeneğe ihtiyaç duyulmaktadır” deniyor tasarıda. AİRB’lere ek olarak, hanelere yönelik daha özelleşmiş çalışmalar yapacak “il özel irşad birlikleri”nin kurulmasından sözedilmiş: “Ülkemizin birlik ve beraberliğinin korunması, bölücü ve yıkıcı faaliyetlere karşı görevlilerimizin doğru bilgilerle donatılarak özellikle hizmet bekleyen vatandaşlarımıza cami içinde ve dışında din hizmetlerinin sıhhatli ve verimli şekilde kasaba ve köylere kadar ulaştırılması amaçlanmaktadır.”

[Terörle mücadele rejiminin bir parçası olarak din irşadı yeni bir iktidar teknolojisi değil. Aralık 2005'te "alt kimlik-üst kimlik" tartışması gündemdeyken Başbakan meşhur dönem betimleyici repliklerinden birini kullanmış ve "din bir çimentodur ve şu anda en önemli birleştirici unsurumuzdur" demişti. AKP'nin "derin" milletvekillerinden Tayyar Altıkulaç ve Mustafa Sait Yazıcıoğlu'nun ertesi gün manşete giren Erdoğan'ı onaylayıcı açıklamaları manidardı. Bu iki ilahiyatçının "derinliği" kritik dönemlerde DİB yöneticisi olmalarından geliyor: Altıkulaç 1978-1986 arasında, Yazıcıoğlu 1987-1992 arasında Diyanet İşleri Başkanı koltuğundaydılar. Açıklamalarında, kendi DİB dönemlerinde çimentonun kıvamını tutturmak üzere Kürt illerinde irşad ekiplerinin kullanımına değinmişler.]

3) Nisan 2011′de DİB’in Diyarbakır’da, Mehmet Görmez’in tabiriyle “toplumun tamamını kuşatacak bir maya oluşturacak” (çimentodan mayaya doğru bir demokratik konsolidasyon var) bir “Dini Yüksek İhtisas Merkezi” kurma planı açıklandı. Bölgeye yönelik “kardeşlik” ve “İslam birleştiriciliği” konulu planlardan bir başkası olan merkez, DİB’in Şafii ilmihalini de kitabileştirerek kontrol altına alma çalışmalarına destek olacak gibi gözüküyor.

4) DİB ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı arasında 26 Ekim 2011′de bir işbirliği yönergesi imzalandı. Önümüzdeki dönemde çimentonun “kutsal aile” harcını da kıvama sokacak faaliyetlerin bu iki muhafazakâr kurum arasında eşgüdümü sağlanacak.

["Çimento" metaforunun muhafazakâr sermayenin inşaat sevdasıyla ilişkisi olup olmadığını, deşilmek üzere post-Lacancı dostlara bırakıyorum.]

“Zerdüştî PKK”: Muhafazakâr Basının Ahlakî Tedhiş Stratejisi

Kurumsal arkaplanı akılda tutarak, mevzuya girelim.

Devletlû Sünniliğin Kürt Sorunu’nun çimentolanmasında kullanılması sürecinde muhafazakâr basının en son numarası, “PKK Zerdüşt [sic] ayini yapıyor” haberi pişirmek oldu. (İlahiyâtla bunca haşır neşir olan bir kesimin bu gelenekle ilgili “ateşe taparlar” türü yanlış aktarmalarının üstünden atlıyorum. Doğru bilgiyle bu tür panikler yaratamazsınız ne de olsa.) Anladığım kadarıyla mutfağa ilk giren Milli Gazete olmuş. Gazetenin “ayin fotoğraflarına ulaştık” diye duyurduğu 4 Kasım 2011 tarihli “PKK’nın Zerdüşt Ayini” [pdf] haberini aynı gün geciktirmeden Yeni Akit, Zaman ve Sabahgibi gazeteler paylaştılar. Yine doğru anlıyorsam, Mustafa Kılıç imzalı haberin metni, sahnelenen gerilla tiyatrosu oyunlarının fotoğraflarına bakarak uydurulmuş; Kürt hareketinde Zerdüştîliğin önceki konu edilişlerinden “bunlar Müslüman Kürtleri dinden çıkarıyor” paniği yaratmak için ekler yapılmış.



“Batıl zail oldu” (İsra 81) sloganıyla çıkan bir gazetedeki bu karalama metninin absürdlüğünü Birgün‘de Ahmet Meriç Şenyüz,[link][pdf] Radikal‘de Pınar Öğünç [link][pdf] gibi yazarlar yeterince göstermişler. Metin zaten, “işte sahici bir Zerdüştî ayini yapılıyor” iddiası ile “teröristler önce işte bu tür pagan piyeslerle Müslüman Kürtleri ayartıyor” iddiası arasında saçmasapan bir kafa karışıklığı ile yazılmış. Berisinde Sünni muhafazakârlığın gayrimüslim inanışlarla ilgili kadim şovenizmini de görüyoruz.

Lâkin bu tür nefret söylemi üreten haberlerin içeriğini inceleyip demokrat itirazlar geliştirmek yetmiyor. Sosyolojiyi yardıma çağırarak söylemin neyin parçası olduğunu, neyi etkileyip tetiklediğini ifşa etmeye çalışalım diyorum.

Ahlakî Panik?

Çeşitli olayları, kişileri, meslek gruplarını vs. kamusal alanda öcüleştirerek yaratılan korkutma etkisini konu edinmiş bir literatür var. Bu yaklaşımın ansiklopedik bir tanımını şurada yapmıştım, ilk önce en temel birkaç referansı da içeren bu kısa girişi okumak isteyebilirsiniz.

Toplumlar zaman zaman ahlakî panik dönemlerine maruz kalırlar. Bir durum, süreç, kişi veya grup ortaya çıkar, toplumsal değerlere ve çıkarlara tehdit olarak tanımlanır; doğası medya tarafından abartılı ve sterotipikleştirilmiş bir biçimde sunulur; kurulan ahlakî barikatlara editörler, din adamları, siyasetçiler ve diğer en-doğrusunu-düşünen insanlar koşar; toplumda kabul gören uzmanlar teşhis ve tedavilerini beyan ederler; bu durum [kişi, olay vs.] ile başetme yolları geliştirilir ve (sık sık) kullanılır; daha sonra durum ortadan kalkar, kaybolur veya kötüleşir ve daha fazla görünür olur.” (Stanley Cohen, Folk Devils and Moral Panics: The Creation of Mods and Rockers, 1972 [2011], s.1)

Önerdiğim, PKK ve BDP’yi “dinsizlik ve dinden çıkarma” suçlamasıyla gayrimeşrulaştırma girişimindeki bu son Zerdüştîlik temasını bir ahlakî tedhiş olarak okumak. Olayımız ilk bakışta, Erich Goode ve Nachman Ben-Yehuda’nın (Moral Panics: The Social Construction of Deviance, 1994, s.54) tedhişin kaynağına göre (seçkinlerin kasıtlı tetiklemesi, orta kademe çıkar gruplarından kaynaklanması, geniş toplumsal tabanın alevlendirmesi) ayırt ettiği üç ana yaklaşımdan ilki ile daha iyi anlaşılabilir gözüküyor: İktidar sahiplerinin, daha geniş bir politik projenin bir parçası olarak, zayıflatmak istedikleri şeyi (bir durum, bir kişi, grup, politika vb. olabilir) kriminalleştirici, şeytanlaştırıcı bir kampanya başlatmaları ve bu kötüleyici çerçevenin medyanın da desteğiyle toplumun geniş kesimleri üzerinde korku ve (olayı, durumu) yanlış-tanıma etkisi yaratması.

Kahveden Bourdieu’yü de çağırabiliriz. Ahlakî paniği toplumun hangi kesimi başlatırsa başlatsın, ürkütme ve düşmanlaştırma etkisinin yayılabilmesi için simsarlara ihtiyaç vardır. (Simsarlık mekanizmasından şurada da bahsetmiştim.) Başka deyişle, kanaat imâl eden ve dağıtan aktörlerin etkin çabalarıyla güçlü bir allodoxia etkisi yaratabilen panikler daha başarılı olurlar: “Allodoxia etkisi, bir yanıyla fikir üreticilerinin, vericilerin ve alıcıların sınıf habitus’larını, sınıf bedenleri arasında oluşan iletişimlerle, bilincin aracılığı olmaksızın bilinçdışı manipüle etmeleri olgusuna bağlıdır: bir sınıf gırtlağının bir başka sınıf gırtlağıyla konuşması da böylece söz konusu olur.” (Pierre Bourdieu, Toplumbilim Sorunları, 1997, s. 228 – Kesit Yayınları’nın bu önemli çevirisini tekrar bir gözden geçirip basan olsa?)

Çimentoyu Sulandırmak

“Dinsiz teröristler” piyesindeki son Zerdüştîlik perdesini Erdoğan açmıştı. Ekim boyunca partisinin başörtüsü özgürlüğü meselesindeki ilkesizliğinin BDP tarafından ifşa edilmesine tepki olarak, 15 Ekim’de şöyle konuşmuştu: “Benim başörtülü kardeşlerimi niye istismar ediyorsun? Yapacaksan yap. Gelsin girsinler senin böyle bir derdin yok ki. Dini Zerdüştlük olan bir anlayışın böyle bir derdi olabilir mi?” Samanyolu TV’nin yanılmıyorsam aynı gün yayımlanan militarist dizisi “Şefkat Tepe”de de ilkokul müsamerelerini anımsatan bir anlatımla PKK’lı komutanın Müslüman bir Kürt kadınla zorla Zerdüştî ayiniyle evlenmek istemesi konu edildi.



BDP’nin ve PKK’nın “Kürtlerin Müslümanlıkla bağlarını ortadan kaldırma emeli” konulu masalı, muhafazakâr medya son birkaç senedir zaman zaman tedavüle sokmuş. Bunun proxy bir nicelikselleştirilmiş işaretini, Google Insights ile görebiliriz. 1 Ocak 2004-1 Kasım 2011 arasında “zerdüştlük” teriminin aranma trendine baktığımızda çıkan manzara şöyle (tablo kodunu gömdürmüyor wordpress.com, linkten inceleyebilirsiniz, alta screenshot aldım):



Google aracı 1 Kasım’a kadar sonuç verebiliyor, o yüzden Milli Gazete mizanseninin etkisini göremiyoruz. Trende Ekim 2011′de zirve yaptıran, (A) noktasındaki Star haberinin işaret ettiği üzere, Başbakan’ın yukarıdaki 15 Ekim çıkışı olmuş. Bundan önceki üç episodda da (Nisan 2007, Nisan 2010, Mayıs 2011) Zaman’ın ürkütme ve Türk-İslam Inc.’in hassasiyet tellerini titretme girişimleri dikkat çekiyor.

[alexa.com'u referans alırsak, Türkiye'nin en çok ziyaret edilen web siteleri arasındaki ilk üç haber sitesi Milliyet (7.), Hürriyet (8.) ve Habertürk (12. sıra). Bir sonraki üçlü, "gayri-seküler" kulvardakiler: Sabah (12.), Haber7.com (31.) ve Zaman (68. sıra).]

Paniğe Tepki: Nefret Söylemi

Zaten terörist ve bölücü olmakla bizleri yeterince korkutan PKK’nın bir de üstüne Kürtleri ateşe şeytana filan tapınmalı (Milli Gazete tabiriyle “sapkın”) bir dine zorladığını öğrenmek, Kürt nüfusumuzun hangi kesimlerinde nasıl yorumlanıyor bilemiyorum, araştırılsa ilginç sonuçlar çıkabilir. Yine de, örneğin Altan Tan’ı meclise yollayan Diyarbakırlıların, dini inançlarının “Mazdek öğretisine” kurban edilmesinden endişe duyduklarını sanmıyorum.

Öte yandan, ortalama Sünni-muhafazakâr gazete okuyucusunun üretilen tehdide inanıp nefret söylemini harlandırarak cevap verdiğine dair işaretler bulabiliriz. Ne de olsa, Başbakan’ın pat diye söylediğini, TV kanalı şak diye dizisine koyuyor, gazete tak diye haberini üretiyor; son iki ay içinde “ateşe tapan terörist” ile ilgili memlerin habitustan habitusa güçlü şovenist etkiler bıraktığını düşünüyorum. Altta bir örnek daha (Van örneğinden esinlenerek) çalıştım. Sabah‘ın geçtiği “Zerdüşt [sic] ayini” haberinin altına yazılan yorumlardan bir seçki (büyütmek için tıklayın):



[Gazete, "yazılan yorumlardan SABAH veya sabah.com.tr hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz" diyerek nefret söylemi içeriğinin üretilmesine ve yayılmasına teknik altyapı ve söylemsel platform sağlıyor oluşunun üzerinden atlıyor. Burada ayrı ama önemli bir tartışma daha var.]

Bu tür bir öfke, “din birliğimize” yönelik tehdidin ortadan kaldırılmasını destekleyen bir kamuoyu inşa edilmesini sağlayıcı. Bu açıdan bu örnekte ahlakî paniğin, en azından kötülük ortadan kaldırılana, manevî güvenliğimiz de sağlanana kadar, nefret söylemine ve ayrımcılığa ihtiyacı var. “Şeytanın yoluna girmiş Kürtler” ile ilgili kanaatlerimizin bir adım daha öteye nasıl geçebileceğini aynı yerde rastladığım şu sanal diyalog gösteriyor:



Bunu geçen hafta 5 Kasım’da kaydetmiştim, bugün baktığımda iki mesajın onay dengesi hemen hemen aynı idi. Sorun şu ki, Kürtlere çimento sıvama politikasının istediği birinci türden kanaatler (“BDP-PKK itibarı kalmasın, masum Kürtler kurtulsun”), panik kontrolden çıkarsa rahatlıkla ikinci türden (“Kürt demeyeceksin”) kanaatlere evrilebilir bu ülkede.

“Aczmendîler Vardı Bi Ara Ne Oldu Onlara?”



Toparlamadan önce, bir egzersiz: 1993-1996 arasında dönem dönem Müslüm Gündüz liderliğindeki Aczmendîler etrafında yaratılan ahlakî panik ile, “Zerdüştîlik tehlikesi” öyküsünü bir karşılaştırın. Çoğunluğu Elazığ’da meskûn, sayıları birkaç bini belki bulan tarikat üyeleri sürekli tehlike çanları eşliğinde gündeme getirilmişti. Giyimleri, saç-sakal tercihleri, Said-i Nursî öğretisini “yanlış” yorumlayışları, “laik düzeni yıkma” arzuları, sopaları ile alay ediyor; çıktıkları mahkemelerde sarıklarının zorla çıkarılmasını sevinçle karşılıyorduk.



“Şeriat geldi gelecek” temalı bu ve benzeri ahlakî paniklerle Müslümanların medenileştirilmesine uğraşıldı.



Kampanyanın gayrimedenî ve zehirli meyvesi, Şubat 1997 müdahalesi oldu. Sürecin öncesi ve sonrasındaki davalar, yasaklar ve parti kapatmalarla mağdur edilen insanları da hesaba katabiliriz.

Politik hedefler farklı, mekanizma aynı.

Ahlakî Panikle Yola Getirmek, Uygarlaştırmak

Ziya Gökalp’in dizelerini hatırlayanınız var mı? “Ahlak yolu pek dardır / Tetik bas, önü yardır / Sakın hakkım var deme / Hak yok, vazife vardır.” 2012′de (Mazdek, Marduk derken başımıza bir iş gelmezse) AKP’nin “10. Yıl Marşı” için bestelenebilir. Sertleşmeden çimentoya kalıp verirsen, istediğin şekle sokarsın.

Yahut, ahlakî panik teorisine geri dönersek, kamuoyunu yapay tehditlerle ürkütmenin etkin bir neoliberal yönetişim stratejisi olabileceğini düşünebiliriz. Neoliberal rejimlerde toplumsal muhalefet ciddi bir tehdit oluşturabilecek örgütlülüğe ve birliğe sahip değilse, düzenleme ve denetleme süreçlerinin işlemesi için totaliter uygulamalara ihtiyaç duyulmaz. Regülasyon, yurttaşlardan kendi risklerini yönetme sorumluluğuna sahip olmalarını isteyerek ve bunu sağlayarak, “yataylık görüntüsü içinde dikeylik” ile sağlanır. Çocuklarını koruyamayan “düşkün” bir anne olma riskinden korunmak için toplum içinde duruşuma, oturuşuma, konuşmama, yediğime içtiğime dikkat etmek benim sorumluluğumdur. Annelik görevlerimin ne olduğunu, kültürel alanın beslediği “kötü anne” imgesi sayesinde bilirim.

Ama ahlakî emirlere uyulmamasının bedelleri ağırlaşmaya başladığında bu imgenin somut öznelerle, tehditlerle insanların gözüne sokulması, ihlâllerin yeniden makul bir seviyeye çekilmesini sağlayabilir. Yani bir tür “uygarlaştırma etkisi” yaratabilir. Gevşeyen bireysel risk yönetimi, ahlakî paniğin başlamasıyla, tehdide karşı risk yönetimi zorunluluğunu kolektif olarak savunan insanlarla tekrar sıkılaştırılır. Kuralı hatırlamamız, kurala uymanın hepimizin hayrına olduğunu unutmamamız için, ara ara kuralın ihlali karşısında dehşete düşürülmemiz gerekir.

Terörizm tehdidi ve güvenlik riski, İyi Kürtlerin Kötü Kürtlere verdiği desteği bir türlü azaltmıyorsa, tehdidin en temel değerlere zarar verdiğini daha somut olaylarla ve kişilerle göstermek (“dininizi çalacaklar”) işe yarayabilir.

Bunu, Norbert Elias’ın (Uygarlık Süreci, 2011, 2 cilt) devlet oluşumu sürecinde medenileştirici etkilerle (nüfusun işbölümü için birbirine bağımlı hale gelmesi, bir arada yaşamaya alışma sürecinde kişilerin davranışlarını kontrol etmeyi öğrenmeleri vb.) gayrimedenileştirici etkiler (devlet şiddeti, istikrar için özgürlüklerin fedası, vb.) arasındaki ilişkiyi analiziyle birlikte düşünelim. Bu aralar yukarıdaki nefret söylemi örneğinde (veya savaş naraları atan “liberal” köşeyazarlarında) görüldüğü gibi, ahlakî panik dönemleri oldukça vahşi, gayrimedenî bir atmosferde geçebilir. Elias’ın da işaret ettiği gibi, bir toplumda güvensizliğin ve belirsizliğin hat safhaya çıktığı (ya da yaygın algının bu yönde olması istendiği) dönemlerde önceki birlikte yaşama alışkanlıkları kısa bir sürede unutulabilir.

[Araya sürekli makale referansları serpiştirmek yerine, buraya ana referansı not edeyim. Ahlakî panik yaklaşımının Elias'tan beslenen bu yorumunu şuradan belini kıra kıra aktardım: Amanda Rohloff ve Sarah Wright (2010) "Moral Panic and Social Theory: Beyond the Heuristic", Current Sociology 58: 403-419.]

“Our Blacks are Better Than Their Blacks”[*]

Bugün hükümetin ve onu destekleyen muhafazakâr kesimlerin görmek istediği yegâne tür olan “bizim Kürtler” (dindar, kimliğinin altını üstünü bilen, riskini yönetmesini bilen, kırmızı çizgilere riayet eden, vs.) kuralları hatırlasın diye “öbür Kürtler”e karşı çığrından çıkma yolunda giden bir ahlakî tedhiş harekâtı sürüyor. Okuduğunuz Zerdüştîlik örneğindeki absürdlükten, KCK tutuklamalarıyla etkisizleştirme girişimlerinin ciddiyetine uzanan (Selin’le Foti’nin “siyasi-kırım” adını verdikleri) bu gayrimedenileştirici süreç durdurulmazsa, içinden çıkacak iki şey var:

1) Kürtlerin temsiliyet gücünün tamamen gaspedildiği, “huzur ve güven ortamı” medeniyeti.

2) Yeni bir “30 Yıl Savaşı”.

Depremzedelere yönelik söylemin vahşiliğini görünce “Van’da gömülen” dediğim, ne “insanlık” idi, ne “vicdan”. Thorn’un “bu sefer gerçekten” bozulan saati gibi geldi gömülen. O vahşilik “Çoğunluk” mudur, değil midir, geç bir yol. 1915′te Anadolu’da, 1938′de Dersim’de, 1992-1993′te Yugoslavya’da, 1994′te Ruanda’da (daha sayasım yok) mel mel baktık saate, kulağımıza götürdük. Sallasak çalışır mı?



[*] “Bizim siyahlarımız onlarınkilerden daha iyi.” ABD’de Hristiyan Sağın en pis ırkçı kanaat önderlerinden Ann Coulter’ın, CP’nin başkan adayı Herman Cain’i öveceğim diye sarfettiği lakırdı.

Not: Emrah Göker'in bu çalışması istifhanem.com sitesinde yayınlandı. Göker'in izniyle yazıyı yayımlıyoruz.

AKP'nin 'Bedelli Askerlik' Soygunu Açığa Çıktı

Türkiye ve yurtdışında yaşayan ve yaklaşık 200 bin kişiyi ilgilendirdiği belirtilen bedelli askerlikte AKP'nin tam tüccar mantığıyla hareket ettiği ortaya çıktı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararı ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin bağlayıcı olan 'vicdani ret' kararını tanıması için Türkiye'ye bu yılın sonuna kadar yasal düzenleme zorunluluğu getirirken, AKP'de Aralık ayına kadar 'vicdani ret' düzenlemesi öncesinde bedelli askerlik yasasını çıkartarak yaklaşık 3 milyar TL gelir elde etmeyi planlıyor.

Başbakan Erdoğan ve Milli Savunma Bakanı İsmet Yıldız'ın en geç Aralık ayına kadar çıkacağı yönünde söz verdikleri bedelli askerlik konusu netleşmeye başlıyor. AKP'nin hiç gündemde yokken bedelli askerlik konusunda çalışma başlatması ve çıkaracağı yönündeki söz vermesi, AİHM ve Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu'nun 'vicdani ret' konusundaki bağlayıcı kararlarını gündeme getirdi.

Bu yılın Eylül ayında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi vicdani ret kararlarını açıklayanların maruz kaldıkları 'orantısız cezalandırma' sisteminin değiştirilmesi için Türkiye'ye Aralık ayının sonuna kadar süre vermişti.

Konsey, vicdani redlerini açıklayarak askere gitmeyenlerin Türkiye'de ömür boyu yakalanma ve hapis tehdidiyle karşı karşıya kaldıklarını belirtmişti.

Türkiye'nin de vicdani redçileri ömür boyu yargılama ve tutuklama tehdidiyle yüzyüze bırakan yasal düzenlemeleri değiştireceğine yönelik taahhüdünü bu yılın Aralık ayın sonuna kadar yerine getirmesi gerekiyor. Türkiye taahhüt ettiği bu kararı hayata geçirmemesi halinde, Bakanlar Komitesi'nin yaptırımlarıyla yüz yüze kalacak.

Türkiye’nin vicdani redde ilişkin mevzuatını Avrupa Konseyi'nin gündemine Osman Murat Ülke getirmişti. Ülke, 1994 yılında İstanbul'da vicdani reddini açıklayınca, halkı askerlikten soğutma suçlamasıyla tutuklandı. 1995'te askere alma işlemleri yapılan Ülke, askerlik belgelerini yakarak askere gitmeyeceğini açıklayınca 1996'da aynı suçtan ikinci kez tutuklandı. Tahliye edilir edilmez, Bilecik Jandarma Er Eğitim Alayı'na gönderildi. Burada da askeri elbise giymediği ve emirlere uymadığı için emre itaatsizlik suçundan tutuklandı. Askere gitmediği için sekiz kez hapis cezasına mahkum edilen ve firar suçundan hakkında yakalama kararı çıkarılan Ülke, davayı AİHM'e taşımış ve bu davada Türkiye mahkum olmuştu.

Avrupa Konseyi, AİHM kararının ardından 2007'de aldığı ara kararla Ülke'nin durumunu gündemine aldı ve 2009'da ihlalin son bulması için Türkiye'ye çağrıda bulunmuş ve askerlik yapmayı reddeden bir kişiye karşı insan onurunu küçük düşürücü muamelede bulunulduğunu, bunun da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 3. maddesince güvence altına alınan "kötü muamele ve işkenceyi önleyen" maddesinin ihlal edilmesi anlamına geldiğini kaydetmişti.

Mahkeme, felsefi görüşlerinden ötürü askerlik yapmayı reddedenlerle ilgili olarak Türk Ceza yasalarının yetersiz olduğunu ve bu konuda yasal bir düzenleme yapılması gerektiğini belirtmişti.

Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu'nun yaptırımı gerektirecek şekilde hüküm içeren 'vicdani ret' konusunda Aralık sonuna kadar Türkiye'nin düzenleme yapması çağrısı ardından, AKP hükümeti bedelli askerlik için düğmeye bastı.

Türkiye ve yurtdışında yaşayan yaklaşık 200 bin kişiyi ilgilendiren bedelli askerlikte, ortalama kişi başına 15 bin TL alınması düşünülünce, AKP'nin 'vicdani ret' yasası öncesinde yaklaşık 3 milyar TL para toplaması planlanıyor.

Adelet Bakanı Ergin baklayı ağzından çıkardı!

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, bedelli askerlik tartışmalarının sürdüğü bugünlerde, Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu'nun bağlayıcı kararını dikkate alarak vicdani red konusundaki çalışmanın en kısa sürede Bakanlar Kurulu'nda olacağını söyledi.

ANF'nin bedelli askerlik tartışmaları sürerken, Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu'nun Aralık ayı sonuna kadar vicdani red konusundaki bağlayıcı kararı bulunduğunu haber yapması ardından, Adalet Bakanı Sadullah Ergin, vicdani red konusundaki çalışmaların en kısa sürede Bakanlar Kurulu'nda olacağını söyledi.

Bakan Ergin, vicdani red konusunda Milli Savunma Bakanlığı'nın bir çalışma hazırladığını belirterek, "Bu hafta içinde olmazsa önümüzdeki hafta içinde karar aşamasına gelinmiş olacak. Çok kısa süre içinde bunu Bakanlar Kurulunda görüşeceğiz" dedi.

Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu vicdani red konusunda 2009 yılında Türkiye'ye çağrıda bulunarak, askerlik yapmayı reddeden bir kişiye karşı insan onurunu küçük düşürücü muamelede bulunulduğunu, bunun da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 3. maddesince güvence altına alınan "kötü muamele ve işkenceyi önleyen" maddesinin ihlal edilmesi anlamına geldiğini kaydetmişti.

Mahkeme, felsefi görüşlerinden ötürü askerlik yapmayı reddedenlerle ilgili olarak Türk Ceza yasalarının yetersiz olduğunu ve bu konuda yasal bir düzenleme yapılması gerektiğini belirtmişti.

Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu'nun yaptırımı gerektirecek şekilde hüküm içeren 'vicdani red' konusunda Aralık sonuna kadar Türkiye'nin düzenleme yapması çağrısında bulunmuştu.

Avrupa Konseyi kararının yürürlüğü gireceği bu yılın sonundan önce de AKP bedelli askerlik yasasını çıkartarak, yaklaşık 200 bin kişiyi ilgilendiren konuda 3 milyar TL para toplamayı planlıyor.

‘Medya, Apartheid’ın İdeolojik Yansımasıydı’

Dönemin Devlet Başkanı P. W. Botha tarafından ‘topyekun saldırı’ olarak isimlendirilen bir strateji izleniyordu. İlginç olansa, aynı durumun şu an sizin ülkenizde yaşanıyor olmasıdır. Ordu, polis ve bazı devlet memurlarından oluşan özel savaş birlikleri bizde de vardı. Ve bizde de medyadan bazı isimler bu işin içinde yer alıyordu.

Basın-yayın üzerinde kontrol sağlamanın faşist iktidarlar için ne denli hayati bir mesele olduğunu en geç Goebbels’den beri biliyoruz. Basın temsilcilerinin ayar vermek üzere ‘basına kapalı’ başbakana buyur edildiği, Kürtler ve muhaliflere karşı pogrom rüzgarının estirildiği ve ana akımın Zaytung ile yarıştığı şu son dönemde, Türkiye’de medyanın haki rengini bıraktığı da iyice açığa çıkmış oldu. Bundan dolayı siyasi iktidarla bağı artık organik ve dolayısıyla yeşil olan egemen medyanın bütün unsurlarıyla sorgulanması sadece alternatif medya açısından değil, herkes için acil bir ihtiyaç.

Türkiye’de egemen medyanın bugün oynadığı rolün bir benzerini Apartheid yıllarında Güney Afrika medyası da oynadı. Öyle ki, rejimin artık iyice sarsıldığı yıllarda hem alternatif medyaya hem de basın yoluyla Apartheid karşıtlarına yönelik saldırılar arttı. O saldırılara karşı başlatılan ‘Save the Press’ kampanyasının yürütücülerinden gazeteci Mansoor Jaffer, Kürt medyasına yönelik baskılar hakkında bilgi edinmek üzere Cape Town’dan Avrupa’ya geldi. 30 yıllık gazetecilik deneyimine sahip Mansoor Jaffer ile Apartheid rejiminin medya ayağını, alternatif basını ve ülkedeki gazetecilerin bugün karşı karşıya olduğu görevleri konuştuk.

Güney Afrika, RSF’nin 2010 yılı basın özgürlük indeksinin 38. sırasında yer alıyor. 20 yıl evvel 178 ülkelik indeksinin sonlarındaydı. Sansürün Apartheid yıllarında yasal olduğu ülkede alternatif medyanın nüveleri ne zaman atıldı?

1980’li yıllarda ana akım medyanın dışına çıkan bazı adımlar atılmaya başladı. Bazı ilerici, sol görüşlü gazeteciler bir araya gelip, Grassroots isimli alternatif gazeteyi kurdu. Bu, yanılmıyorsam 50’li ve 60’lı yıllardan sonra Güney Afrika’da epey ses getiren ilk alternatif gazete idi. Grassroots ile birlikte ülkede alternatif basının da startı verilmiş oldu, yeni yayınlar oluşmaya başladı. Fakat Grassroots sadece bir gazete değildi, aynı zamanda kitle örgütlerini de kapsayan devasa bir yapıya sahipti. 16-20 sayfalık olup, sadece ayda bir yayınlanmasına rağmen Cape Town merkezli geniş bir örgütlenme ağını ördü. Bu zaten bir zorunluluktu. Başka türlü o koşullarda haberlerin toplanması, yayının sürdürülmesi, gazetenin dağıtılması mümkün olmazdı. Her yönüyle halka ait bir yayındı. Aktivistler tarafından elden dağıtılıyordu. Tirajı 20 bin dolaylarındaydı.

Ana akım medyadan Grassroots’a geçen gazetecilerden biri de sizdiniz. Ana akımda daha çok insana ulaşıyordunuz, o mevziyi neden terk ettiniz?

Ben 1980’de 150 bin tirajlı Cape Argus’ta gazeteciliğe başlamıştım. Cape Argus, Güney Afrika’daki 14 günlük gazeteden biriydi. Sonra 1983’te Grassroots’e geçtim. Çünkü o dönemki ana akım gazetelerin halkın çoğunluğunun çıkarlarına hizmet etmediğine inanıyordum. Cape Argus’ta iken elimden geleni yapıyordum. Uzun bir süre orada bulunma gereğine inanıyordum. Ama sonra o bozuk yapının içinde yer alarak, kendi ilkelerime değil de o yapıya hizmet ettiğimi anladım ve alternatif bir yayına geçme imkanı karşıma çıkınca, maaşımın yarısını kaybetme pahasına o olanağı değerlendirdim. 1988’e kadar Grassroots’te çalıştım.

Güney Afrika’da şu an 11 resmi dili var. O dönem açısından medyada bu dillerin kullanımı mümkün müydü?

Yasal engeller yanı sıra yapısal sorunları gözardı etmemek lazım. İngilizce ve Afrikaanca (daha çok Hollanda’dan Güney Afrika’ya göç etmiş Afrikanerler tarafından konuşulan dil - e.n.) dışındaki dillerin eğitim dili olmadığı, yine o dönem açısından siyahilerin ve Hintlilerin eğitim görme imkanları, bu eğitimin niteliği göz önünde bulundurulduğunda, farklı dillerde yayın yapmanın yasal engeller olmasaydı bile ne kadar zor, hatta imkansız olduğu görülür. Bahsettiğimiz dönemde medyanın tümü beyazların elindeydi. Yazılı basına hemen hemen tümüyle sahip olan dört grup vardı. İkisi Afrikaanca sektöründe, ikisi de İngilizce sektöründe. İngilizce sektöründeki iki grup esasında İngiliz beyaz kapitale aitti. O dönemin yazılı medya yapısı böyleydi.

Apartheid yıllarındaki siyaset-medya ilişkisini nasıl bir denkleme oturtmalıyız?

Afrikaanca yayın yapan medya organları, hükümetteki Ulusal Parti’nin tarafında yer alıyordu. Onlar da, tıpkı bugün Türkiye’de belirli gazetelerin yaptığı gibi, misyonları o imiş gibi hükümeti aklamak, haklı çıkarmak peşindeydi. ANC medyada ancak ‘terör örgütü’ olarak yer buluyordu. Apartheid karşıtı örgütler söz konusu olduğunda her zaman negatif bir dil kullanılıyordu. Her türlü eylemler kriminalize ediliyordu. Bu sadece günlük gazetelerle sınırlı olmayıp, Apartheid hükümetinin kontrolü altında yayın yapan televizyon kanalları için de geçerli tabii.

İngilizce yayın yapan gazeteler, meclisteki İngiliz muhalefetine arka çıkıyordu. Daha liberallerdi, Apartheid hükümetini eleştiriyorlardı. Ama onlarda da şöyle bir problem vardı: olaylara beyaz liberal İngiliz perspektifinden bakıyorlardı. Yapısal konumları itibariyle onlar da ırkçılık ve ayrımcılık uyguluyordu. Sisteme muhalif olduklarını söylüyorlardı ama siyahi editörleri veya yayın yönetmenleri yoktu. Dolayısıyla sonuç olarak beyaz medya, bugün inkar etse de ırkçılık uyguluyordu. Medya, Apartheid’ın hem yapısal hem de ideolojik yansımasıydı. Ülkede yaşayan insanların yüzde 90’ı, onların çıkarlarını, ihtiyaçlarını, görüşlerini veya seslerini yansıtan bir medyaya sahip değildi.

Apartheid yıllarında beyazlarla siyahiler ve Hintliler arasındaki ilişkiler yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla beyazların siyahilerle ilgili algısında medya önemli bir rol oynamıştır. ANC özellikle Apartheid’ın son yıllarında medyada nasıl yansıtılıyordu?

Bugün Türkiye’de olup bitenlerin, Kürt örgütlerine ve Özgürlük Hareketine yapılanların benzerini o dönem Güney Afrika’da yaşadık. Bir kere aktivistlerle ilgili haberlerdeki dil çok problemliydi. Örneğin siyasi bir kimliğe sahip olanlar ‘ayyaş ayaktakımı’ olarak isimlendiriliyordu. Yine sokağa dökülen kalabalıklar için, arkalarında ajitatörlerin olduğu, aslında insanların gerçekte öfkeli olmadığı ama onları kışkırtan çevrelerin olduğu iddia ediliyordu. ANC zaten terör örgütü olarak tanımlanıyordu. Sadece ANC de değil, aynı şekilde Pan Afrikanist Kongre (PAC) veya diğer örgütler de medya tarafından kriminalize ediliyordu. Siyahilerin örgütlendiği sivil toplum kuruluşları, dernekler de öyle.

Tabii ki istisnalar da vardı. Beyaz olmalarına rağmen o dönem güçlü bir şekilde Apartheid’e karşı duran bazı gazeteciler vardı. Mesela Cape Town’da 1985 ya da 86 yılında, o dönem Londra’da sürgünde yaşayan ANC Başkanı Oliver Tambo ile söyleşi yapan bir editör vardı. O gazeteci bu söyleşiden dolayı çok ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldı. Ama geniş açıdan bakıldığında medyanın, yapı ve biçimi ile de statükoyu desteklediği inkar edilemez bir gerçektir.

1974 ve 1976’da basın-yayın kanunu değiştirildi. Bu yasaların sansür bağlamında da gazetecilik üzerindeki etkisi neydi?

70’li ve 80’li yıllarda, hükümetin gazetecileri yargılamasına imkan sunan bir yasa vardı. Ama bunun ötesinde ülkemizde olağanüstü hal vardı ve bu durum siyasi iktidara tabii ki geniş bir hareket alanını sunuyordu.

Olağanüstü hal ne zaman ilan edildi?

1985 yılında. Olağanüstü hal hem sansürü hem de işlerine gelmeyen gazetelerin kapatılmasını, hatta yasaklanmasını kolaylaştırıyordu. Örneğin belirli alanlarda polis faaliyetlerinin basına yansıtılması yasaktı. Bu türden bir sansür özellikle 80’li yılların ortasında yükseldi. O dönem çok sayıda gazeteci tutuklandı. Gazete merkezlerine yönelik devlet kaynaklı saldırılar gerçekleştirildi, bazı binalar yakıldı. Tıpkı sizde de olduğu gibi. Gazete binamızı yanarken izlemek zorunda bırakıldık.

Yani kısacası 1985’ten sonra sansür boyutlandı ve 1988’e gelindiğinde durum o kadar vahim bir hal almıştı ki, basını korumak için kampanya başlatma kararını aldık. Bunun ihtiyacını çok yakıcı bir şekilde hissediyorduk. ‘Save the Press’ (basına sahip çık) kampanyası, Grassroots gazetesinin yasaklanması ve gazetecilerin tutuklanmasından sonra başlatıldı. Aynı dönem ülke çapında birçok muhalif yayın yasaklanmıştı.

Nasıl bir kampanyaydı bu, nasıl yürütüldü?

Başlangıç itibariyle amacımız, medya üzerindeki saldırıları durdurmaktı. Büyük emeklerle yarattığımız alternatif medyayı sahiplenme görevi ile karşı karşıyaydık. Ama siyasi gündemlerimiz de vardı. Öncelikle Apartheid rejiminin zayıflatılması, tecrit edilmesi hedefleniyordu. Özgür basın için sansüre karşı mücadele eden çeşitli aktivist ve örgütlerden oluşan geniş bir cephe oluşturduk. İçinde tabii ki Apartheid karşıtı örgütler yer alıyordu ama gemimize örneğin dini kuruluşlar da bindi. Ayrıca İngilizce yayın yapan gazete ve dergilerde çalışan bazı isimleri kazanmayı başardık. Hatta Stellenbosch’taki bazı Afrikaner gazetecileri bile kampanyaya dahil edebildik. Bilmelisiniz, Cape Town’a yakın bir şehir olan Stellenbosch bir nevi Güney Afrika’daki Afrikanerlerin can damarı, entelektüel başkenti idi. Siyasi entelijensiyasının büyük bir kısmı Stellenbosch Üniversitesi’nden mezun. Oradan da destek alabilmek çok önemliydi. Daha çok liberal sayılabilecek bir iki siyasi sima da kampanyaya destek veriyordu.

Peki kampanya ne gibi sonuçlar verdi?

Kampanyamızı planladığımız ve tartıştığımız toplantılara, farklı kitle örgütlerini temsil eden 400’ü aşkın insan katılıyordu. O açıdan büyük bir gruptuk. Başka devletlerin Apartheid hükümeti üzerinde diplomatik baskı kurması için ciddi lobi çalışmalarımız vardı. Bunun için öncelikle İngiltere ve Hollanda’yı seçmiştik çünkü orada güçlü ve geniş Apartheid karşıtı hareketler bulunuyordu. Kampanya, 1989 yılının sonlarına kadar sürdü. Somut sonuçlarını değerlendirmek, denk geldiği süreç gözönünde tutulduğunda zor. Bundan dolayı bence verilen geniş çaptaki mücadele bağlamında ele alınmalı. Biliyorsunuz, 1990’da müzakereler başladı. Apartheid rejimi, ANC ile masaya oturmayı kabul etmişti. Dolayısıyla medyaya karşı saldırılarını aynı şekilde sürdürmesi çok olası değildi. Çünkü bir kere siyasi alan açılmıştı. ANC’nin temel şartı zaten saldırılara son verilmesiydi. Baskılar tabii ki hemen sona ermedi ama yavaş yavaş azaldılar.

Aslında çelişki gibi duran bir nokta var burada. Alternatif basına yönelik baskılar tam da müzakerelerin başlayacağı, Mandela ile görüşmelerin yapıldığı dönemde artış gösterdi. Çelişki mi anlaşılır bir durum mu?

İktidardaki Ulusal Parti o dönem ‘hem reform hem baskı’ şeklinde özetlenebilecek bir strateji izliyordu. Bir yanda sistemde reform yaptıklarını söylüyorlardı ama buna paralel olarak baskı uyguluyorlardı. Mesela 1983-84’te üçlü kamara sistemi geliştirildi. Tamamen beyaz bir sistemden üç renge ayırılan bir sisteme geçildi. Bir meclis beyazlar için, biri siyahiler için, biri de Hintliler için. Bu üçlü kamara sistemi ile reformcu imajının yaratılması hedefleniyordu. Buna göz boyama da diyebiliriz çünkü beyaz hegemonya olduğu gibi devam etti. Apartheid karşıtları olarak buna karşı da mücadele ettik. Bu mücadele ise, Güney Afrika tarihinde kurulan en geniş halk örgütlenmesi olan Birleşik Demokratik Fraksiyonu’nun kuruluşuna yol açtı.

Demek istediğim, ‘sistemi değiştiriyoruz’ şeklinde aldatıcı bir strateji vardı. Bir yanda rejimin reforme edildiğine dair bir algı yaratılıyordu ama öbür yanda baskılar olduğu gibi devam ediyordu. 1983’te durum böyleydi. 1989’da da durum böyleydi. Ciddi baskılar vardı. Olağanüstü hal vardı. İlk olağanüstü hal ANC, PAC ve Komünist Parti’nin yasaklandığı 1960 yılında ilan edilmişti. 1985’te sınırlı bir OHAL vardı. Bir yıl sonra ise ülke çapında OHAL’e geçildi. O süreçte, siyahilerin yaşadığı yerler olan township’ler polis ve ordu işgali altındaydı. İnsanlar vuruluyordu. Hemen hemen her hafta bir cenazeye gidiyorduk. Dönemin Devlet Başkanı P. W. Botha tarafından ‘topyekun saldırı’ olarak isimlendirilen bir strateji izleniyordu. İlginç olansa, aynı durumun şu an sizin ülkenizde yaşanıyor olmasıdır. Ordu, polis ve bazı devlet memurlarından oluşan özel savaş birlikleri bizde de vardı. Ve bizde de medyadan bazı isimler bu işin içinde yer alıyordu. Yine her şehirde devlet güvenlik konseyleri vardı. Devlet güvenliğine bağlı gayrı resmi organlardı. Toplumun belirli unsurlarını kapsıyorlardı. Medyadan da bazı isimler bu yapıların içinde yer alıyordu.

Müzakerelerin başlamasının nasıl bir etkisi oldu?

Bahsettiğim bu baskılar 89’a kadar devam etti. Ama müzakerelerin başladığı 90 yılından sonra da devasa baskılar vardı. Öyle ki, ANC 1993’te müzakerelerden çekildi. Ondan önce Boipatong’da büyük bir katliam gerçekleştirilmişti. Çok sayıda insan hayatını kaybetmişti. Yani müzakerelerin yürütüldüğü o süreçte çok sayıda faili meçhul cinayeti işlendi, insanlar devlet güçlerince trenlerin önüne atıldı. Gazeteler buna ‘black and black violence’ diyordu. Ama biz buna devlet destekli üçüncü kuvvet şiddeti diyorduk. Onları, şiddet atmosferini ve siyahilerin siyahilere karşı savaştığı yönde bir illüzyon yaratmak için eğiten unsurlar vardı.

1994 yılında bu süreç sona erdi, seçimlere gidildi. Ama o müzakere süreci aynı zamanda medyayı dönüştürme süreciydi de. Bütün toplum için daha kapsayıcı yeni basın düzenlemelerine gidildi. Örneğin radyolarla ilgili yeni yasalar çıkarıldı. Şu anda Güney Afrika’da günde yaklaşık 6 milyon dinleyiciye ulaşan 90 dolayında halk radyosu var.

Peki bir kuvvet olarak medyanın gücü gözönünde bulundurulduğunda geçmişle hesaplaşmaya ve demokratikleşmeye katkı sunan bir habercilikten söz edebilir miyiz?

Medya tabii ki değişimler geçiriyor. Ama insanların düşünceleri sadece medya tarafından belirlenmiyor. Tamam, medya önemli bir rol oynuyor. Fakat toplumdaki diğer kurumları, faktörleri de hesaba katmalı. Örneğin güçlü liderlik veyahut ne yapmaları gerektiği yönde direktifler biçiminde insanlara mesajlar nakletme gücüne sahip büyük kitle örgütleri.

Yazılı basın sadece Güney Afrika’da değil, bütün dünyada orta sınıfının hakimiyetinde. Dolayısıyla bu tür yayınlar, çoğunluğun değil, bir azınlığın görüşlerini yansıtırlar. Güney Afrika’daki ana akım medyasını takip ettiğinizde ülke ile ilgili çok negatif bir izlenim edinirsiniz. İşte yok efendim, nereye baksan suç, ülke baş aşağı gidiyor vs. Bu aslında sömürgeci bir bakış açısıdır: Kontrol siyahilere geçti ve şimdi ülke batıyor. İnsanlar bunu açık söylemez. Ama medya üzerinden hala Apartheid’e ait, sömürgeci diskurlar yansıtılıyor. Eleştirel bir bakışla bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Buna karşı ilerici aydınların, aktivistlerin daha çok müdahil olması gerektiğini düşünüyorum.

O zaman son olarak medyayı biraz daha problematize edelim. Post-Apartheid medyası bugün hangi görevlerle karşı karşıya?

Şu sıralar epey tepki toplayan yeni bir basın, yayın ve enformasyon yasası var. Gazetecilerin, bilgi vermemeleri durumunda cezalandırılmasını içeriyor. Buna karşı bazı eylemler yapıldı. Konuyu takip ediyoruz. Biraz da kaygılıyım bundan ötürü. Ama genel olarak Güney Afrika’da basın ve yayın özgürlüğü konusunda çok önemli bir ilerleme kaydettiğimizi düşünüyorum. Önümüzdeki yıllarda bunu güvence altına almak, sağlamlaştırmak ve daha da güçlendirmek zorundayız.

İnsanların medya konusunda kaygılı olduğu alanlar hala mevcut. Özellikle yazılı basının Güney Afrika toplumunda yaşanması gereken değişimleri gerçek anlamda yansıtmadığı yönde önemli eleştiriler var. Demin de dediğim gibi, çoğunlukla orta sınıflarının bakış açısı yansıtılıyor. Ama Güney Afrika’da ırk ile sınıf, birbirinden koparılamayacak olgulardır. Dolayısıyla orta sınıf derken aslında beyazların perspektifi kastedilir. Çünkü orta sınıf ağırlıkta beyazlardan oluşuyor. Bunun çok açık bir şekilde tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Mesela Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nda medyayı da tartışma yönde bir girişim vardı. Hatta daha sonra da medyadaki ırkçılıkla ilgili bir inceleme başlatıldı. Ancak bu çok da ikna edici olmadı çünkü medyanın kendisi bu konunun sorgulanması gerektiğine ikna değildi, bu ihtiyacı reddediyordu.

Medyanın günümüzdeki rolüyle ilgili ülkemizde ciddi bir tartışma yürütülmüş değil. Yine medya organlarının belli yerlerde merkezileşmesi bir sorun olarak ele alınıp, tartışılmalı. Güney Afrika’da siyahilere ait medya organlarının oranı yüzde 15-20 dolaylarındadır, bu çok düşük bir oran. Çeşitliliğin kesinlikle artması gerekiyor. Yine önemli mevkilerde kimlerin oturduğunu da sorgulamalıyız. Hangi olaylar haber değerinde? Hangi haber gazetenin neresine yerleştiriliyor? 1. sayfada mı 17. sayfada mı? Ayrıntı gibi görünen bu hususlar aslında çok önemli. Ve sanırım önümüzdeki yıllarda bu gibi tartışmalar yürütülecektir. Yürütülmek zorunda.

MERAL ÇİÇEK