2 Nisan 2012 Pazartesi

AKP Hükümetini Kim Alt Edebilir?

Veysi SARISÖZEN
 

Şimdi ben size sorsam ve desem ki, “AK parti hükümetini kim alt edebilir? Bu güç PKK’dir”. Siz bana ne dersiniz?

“Bu kadar açık yazma, başın derde girer, 14. Ağır Ceza ‘kapatma kararını kaldırma kararını’ kaldırma kararı alabilir, daha dolaylı konuş, ağzından çıkanı kulağın duysun, klavyede yazdığını gözün okusun, akıllı ol!” dersiniz.

Ben akıllı olurum. Hemen kendime bir “iletişim kanalı” bulur, kendi diyeceğimi ona söyletirim, olur biter.

“Kimin başını yakacaksın?” diye sorarsanız, ben de size “o kadar insafsız değilim”, kendi diyeceğimi söyleteceğim kişinin Özel Yetkili Mahkemeler’de sırtı sağlam bir kişi olmasına, haydi daha açık konuşalım, cemaatin desteğine sahip bir yazar olmasına dikkat ederim. İşte buyurun benim yerime yazan yazarın yazısını okuyun:

“Bugün bu tabloya bakıp, ‘AK Parti hükümetini kim alt edebilir?’ sorusunun, yine de bir karşılığı olduğunu unutmamalıyız. Bu topraklarda iktidar mücadelesi hiçbir zaman dikensiz bir gül bahçesi olmadı. Meclis’ten çıkan kanunun acısını hükümetten ve ülkeden çıkartacak, muhalefeti sevindirecek bir güç yine de var. Bu güç PKK. Kürt sorunu ve terör sorunu üzerinden süregiden kutuplaşma hükümetin karizmasını çizmek için devreye sokulacak yegane vesile.”

“AK Parti hükümetini kim alt edebilir?” sorusuna, “PKK” yanıtını veren yazar Mümtazer Türköne...
Doğru söyleyip söylemediğine, beni bu işe hiç karıştırmadan siz karar verin.

Bana sorarsanız, ben bu soruya, tam da böyle bir yanıt vermezdim. Çünkü “AKP hükümetini kim alt edebilir?” sorusunun gerçek yanıtı, bana kalırsa yalnızca “AKP hükümetini PKK alt eder” şeklinde olamaz. Mümtazer Türköne “mübalağa” yapmış. Neden yapmış? Belki de PKK rüyasına girmiştir. Kabus görmüştür. Uyanır uyanmaz da bu sözleri yazmıştır. İnsan hali. Olur.
Ama madem “AKP hükümetini kim alt edebilir?” sorusunu Zaman yazarı tartışmaya açtı, o halde biz de tartışmaya katkıda bulunabiliriz.

“AKP hükümetini kim alt edebilir?”

Birincisi tek başına PKK alt edemez. Ama yine de, Türköne’den alıntı yaparak diyebiliriz ki, “alt edecek güçler arasında” güçlerden biri nedir, “bu güç PKK”dir... Biraz daha geniş bir kavram kullanacak olursak, “bu güç Kürt Özgürlük Hareketi’dir”. Hükümetin tabiriyle “örgüt ve uzantılarıyla”, elbette “kitlesiyle”, yani “silahlısı ve silahsızıyla”, “legali ve illegaliyle”, “kurumları ve sivil toplumuyla” tüm Kürt Özgürlük Hareketi...
İkinci kim? Geçen gün Kadıköy’e yolu düşenler bu ikinciyi, içinde taşıdığı tüm çelişkileriyle birlikte orada gördüler. Aleviler... Kürtlerle dost olanı, olmayanı, hâlâ “ordu”dan medet umanı, gözünü “dağa” çevireni... Hâlâ “ben Kürt değilim, Dersimli Aleviyim” diyenle, “Türkmen Aleviyle Kürt Alevi”nin birliğini savunanı... “Katilini sevenle”, CHP’yi “değiştirmek” isteyeni...

Üçüncüsü, Türk eğitim sistemini “Türkçü, Sünnici ve Hanefici” bir sistem haline getiren AKP karşısında “ordusuz”, dolayısı ile “çaresiz” kalan ve “laikliği” devlet dışında koruma yollarına kafa yormaya başlayan, laikliği Şafi Kürtler, Alevi Kürtler ve Alevi Arap ve Türkmenler, gayrı Müslimler arasındaki uzlaşmayla koruma dışında artık şans kalmadığını anlama sürecine giren sahillerin çalışanları, aydınları, orta sınıfları...

Dördüncüsü, bütün bu sayılan güçlerin “solcu” ya da “sosyal” damarı ile işbirliği yapmaya yatkın olanı ve olmayanı, kendisini yalnızca “Cemaatle yarışa” endeksleyen ve Erdoğan sonrasına Erdoğancılığı devam ettirmek için hazırlananı ile Kürt sorununda, dinler ve inanışlar arasındaki sorunlarda diyalog yoluyla çözüm arayanından oluşan HAS Parti’nin “sosyal Müslüman”ları... Said Kürdi’yi “Türkleştiren”lere karşı Bediüzzaman’ın “demokrat talebeleri”... Ordadoğu’da mayalanan “mezhepler savaşı”na karşı İran ve Suriye seferlerine itiraz eden “Sünni dindar aydınlar”...

Evet! AKP hükümetini alt edebilecek geniş bir toplumsal politik güçler yelpazesi böyle...

Hükümet eğer keskin bir viraj almazsa, onun İçişleri Bakanı, ülkeyi “iç savaşa” sürüklemek üzere.

Hükümet eğer keskin bir viraj almazsa, onun Dışişleri Bakanı, ülkeyi “bölgesel savaşa” ha sürükledi ha sürükleyecek.

“İç savaştan” ve “bölgesel savaştan” çıkış yolu Kürt sorununda çözümden geçiyor.


Ve şurası açık ki, Kürt sorununda çözüm için mücadele Fırat’ın Batısında, adım adım geliyorum diyen ekonomik krize ve krizi önlemenin faturasını zamlarla emekçi halka yükleme politikasına karşı güçlü bir emekçi direnişiyle iç içe geçtiği zaman Türkiye çapında “AKP hükümetini alt etme” hedefi gerçekçi hale gelecek...

Her şey hazır. Fırat’ın Doğusunda ne var ne yok biliniyor. Fırat’ın Batısında “hiçbir şey yok” demeyelim. HDK var; KESK ve sendikal muhalefet var; Alevi örgütleri var; CHP tabanında bürokratik geçmişle kopuş yaşayan yerel örgütler var; “sosyal Müslüman” kurumlar var... Şimdi “devletten özgürleşme” vaktidir. Dini devletten kurtarmak; Kürdün özerkliğini sağlamak, emeğin, kadının, doğanın kurtuluşu için yola koyulmak...
Türköne’ye tekrar itiraz ediyorum: Yalnız PKK yetmez. Yalnız Kürt sorunuyla AKP alt edilmez.

Kendi kendime de şaşırıyorum. Türköne’ye “PKK ve Kürt sorunu abartısı” yüzünden itiraz edeceğimi rüyamda görsem inanmazdım.

Şu dünyada neler oluyor?

Kaynak: Ozgur Gundem

Yahudi İdeolojisi, Kapitalizm ve Modernite

İbranilerin tarihte ve günümüzdeki öyküsü doğru kavranmadan, tarihsel-toplum gelişiminin tam bir anlatımı zordur. Tarihte İbranileri, günümüze doğru Yahudiliği bir etnik topluluk veya ulus olarak değerlendirmek büyük eksiklik taşır. Ortadoğu kökenli olan, ama tüm dünyayı birinci derecede ilgilendiren, etkileyen temel bir kültür kaynağı olarak değerlendirmek büyük önem taşır. Kültürden dar anlamda bahsetmiyorum; maddi ve manevi kültürün toplamı olarak alıyorum. Konuya ilişkin iki büyük yanlıştan kaçınmak gerekir: Birincisi, Yahudiliği dünyayı yöneten güç olarak abartan, yücelten anlayıştır. ‘Tanrının seçtiği ulus’ sözcüğü de bu kapsamdadır. İstismara çok müsait bu tip abartmalardan ne kadar kaçınılırsa, konunun gerçekçi kavranışı o denli kolaylaşır. İkincisi, Yahudiliği şeytanlaştırma, günah keçisi yapma anlayışıdır. Tüm kötülüklerin kaynağında Yahudiliği görmek çok işlenmiş bir görüştür. En az birinci abartma kadar yanlış kavrayışlara götüren bu yaklaşımın etkilerinden uzak durmak, konuyu daha iyi anlaşılır kılacaktır. 

Diğer ciltlerde çeşitli açılardan İbranileri İbrahimi dinler kapsamında görünür kılmaya çalışmıştım. Şimdi ise başka yönlerden görüşümü yetkinleştirmeye çalışacağım. Esas olarak da kapitalizm ve modernite bağlamında Yahudilik ve Yahudi sorunu işlenecektir. 

Roma İmparatorluğu’nun M.S. 70’te Mabedi ikinci defa yıkmasıyla başlayan Yahudi diasporası (yeryüzüne dağılma), gerek Ortadoğu’da, gerek Avrupa’da ve günümüze doğru da tüm dünyada büyük sorunlar ve sonuçlara yol açmıştır. Gerçi daha önce de benzer sorunlar ve sonuçlar yaşanmıştı. Hz. İbrahim’in Urfa’dan Kudüs yakınlarına kadarki hicreti, yarattığı sorunlar ve sonuçları bakımından dünya çapında büyümüş olarak etkisini halen sürdürmektedir. Oğullarının Mısır serüveni, Yusuf olayı, Musa’nın hicreti de dünya çapında etki bırakmış olaylardır. Kutsal Kitabın derlenişi, daha önceki ilk İbrani Krallığı’nın kuruluşu, Babil sürgünü, Persler ve Greklerle o dönemde başlayan ilişkiler de önemli sonuçlara yol açmıştır. Etkileri uygarlık tarihinde belli bir yere sahiptir. Kutsal Kitabın derlenişi başlı başına büyük bir olaydır. Bir nevi İbrahimî dinlerin resmiyet kazanmasıdır. Kitaba sahip olmak, tarihi etkisi çok büyük bir olaydır. 

Fakat M.S. 70’ten sonraki diaspora çok daha köklü etkilere sahiptir. Burada tarih yazmayacağım, kısacık değerlendirmelerle yetinmek durumundayım. Diaspora ve yoğunlaşmanın Doğu ve Batı olarak (Seferad ve Aşkenaz) ikiye ayrıldığı genel kabul gören görüştür. Etkileri de buna bağlı olarak farklı olmuştur. Doğu Yahudiliğinin başta bugünkü Suriye, Irak, İran, Hazar kıyıları, Rusya ve muhtemelen daha sonra İç Asya’ya doğru yayıldığı, Yahudilerin önemli koloniler halinde yaşadıkları bilinmektedir. Batı’ya doğru ise, genel olarak Roma İmparatorluğu’nun etkinlik sahasında göçleri ve kolonileşmeleri sürekli gelişim göstermiştir. Kuzey Afrika’dan Doğu Avrupa’ya, İberik Yarımadası’ndan Balkanlara kadar göç ve kolonilere rastlanmaktadır. Anadolu ise, Doğu ve Batı ayrımının gerçekleştiği merkez görünümündedir. Roma’nın yıkılışına kadar etkileri dinsellik açısından önem taşır. Hem Musevilik olarak, hem de Musevilikten doğma Hıristiyanlık olarak öncü bir etkiye sahip oldukları şüphesizdir. Bir nevi dönemin manevi imparatorluğunu tesis etmişlerdir. 

Yahudilerin parayla nasıl ilişkiye geçtikleri, parayı aynen manevi etki kadar nasıl etkili bir maddi güç haline getirdikleri elbette uzun bir inceleme konusudur. Ama üzerinde stratejik olarak çalıştıkları konulardan birincisi manevi kültür ağırlıklı din, edebiyat ve bilimse, ikinci stratejik çalışma ve kazanç konularının da para olduğu kesindir. Tarihte birincisinin manevi kültürü, ikincisinin maddi kültürü stratejik konular haline getirmesi nedeniyle çok önemlidir. Daha o zaman bu iki konuda öncülüğü ellerinde bulunduran, dünya tarihinde stratejik önem kazanmış demektir. Tahminim, Yahudilerin bu yüzyıllarda her iki konuda da stratejik öncülüğün derinliğine farkında oldukları ve bunun için çalıştıklarıdır. Bunun temel nedenleri yaşadıkları somut koşullardır. Nüfuslarının azlığı, Doğu ve Batı kökenli iki uygarlığın sürekli kıskacında yaşamaları, kendilerini ideolojik olarak ‘tanrının seçilmiş kulları’ olarak bilmeleri (Keskin bir ideolojik hegemonya ile karşı karşıyayız), sürekli stratejik arayış içinde olmalarını zorunlu kılmıştır. Nüfus azlığı, göç, kutsal inançları ve sürekli katliam tehdidi altında bulunmaları hem kendilerini çok bilinçlendirmiş, hem de sürekli ‘kurtuluş stratejileri’ geliştirmeye (Devrimci kurtuluş stratejilerine ne kadar benziyor!) zorlamıştır. Yaşam tarzları stratejik düşünmeyi ve kurtuluş araçlarını geliştirmeyi dayatmaktadır. Aksi halde kendilerinden başka binlerce kabilenin başına geldiği gibi yok olup bitmeleri işten bile değildir. 

Bu noktada sürekli bir direniş hali tek kurtuluş yolu oluyor. Direniş ise, kesinlikle iki şey gerektirir: İnanç ve maddi araçlar. İnanç kendini manevi stratejik unsur olarak yansıtırken, para ise kendisini stratejik maddi unsur olarak yansıtmaktadır. Dolayısıyla Yahudilikte büyük önem taşıyan manevi unsur olarak dinin stratejik rolüyle maddi unsur olarak paranın stratejik rolü, kurtuluş amacında birleşen vazgeçilmez iki ana kaynak oluyorlar. Neden Yahudi’de para ve din-mana egemenliği sorusuna yanıt ararsak, cevap bellidir: Başka çareleri yoktur. Yaşam tarzları sürekli direnmeyi gerektiriyor. Yok olmamak ve üstün kalitede (Çünkü tanrının seçkin kulları olduklarına inanıyorlar) yaşamak için bu şarttır. Direniş ise, kurtuluş stratejileri (ideolojik öncülük) ve maddi stratejik olanak olarak para (maddi öncü) olmadan, sürdürülmesi zor bir sanattır. Bunun için ya çölde (Araplar gibi) ya dağda(Kürtler gibi) olacaksınız. Yahudilerde ikisi de yoktur. Geriye ideolojik ve maddi olanak kalıyor. 

Roma’nın çökertilmesinde içte Hıristiyanların rolü hala tartışılmakla birlikte kesindir. İlk Hıristiyan Hz. İsa’nın Yahudi kökenliliği dikkate alındığında, tümüyle olmasa bile, bir Yahudi kanadın Roma’nın çökertilişindeki rolü tartışılamaz. Yıkılan iki mabedin (Mabed yani tapınak, bir nevi Yahudi Başkenti Kudüs demektir) intikamı alınmış oluyor. Kaldı ki, Saint Paul’un Roma’da başının kesilmesi (Tarsus doğumlu ve ilk Hıristiyanlardan; Hıristiyanlık öğretisini düzenleyenlerin başında gelir) karşılıksız kalacak değildi. Binlerce Hıristiyan’ın çarmıha gerilmesi, aslanlara yedirilmesi, imhası direnişlerinin bir parçası gibiydi. Yani diasporanın ilk başarılı hamlesi, stratejik manevi güç olarak Hıristiyanlığın kullanılmasıyla gerçekleşecektir. Roma’nın içten çökertilmesinin, objektif olarak Yahudi diasporasının ilk büyük stratejik manevi hamlesinin sonucu olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Şüphesiz Avrupa’daki Germen, Hun ve Frank kabile saldırıları da bunda çok etkilidir. Yine de iç etkenler belirleyicidir. 

Batı Yahudiliğinin Roma sonrası çıkışı, kentlerin kuruluşu (M.S. 10. yüzyıldan itibaren Birinci Avrupa Devrimi) ve etraflarında pazarın gelişmesiyle maddi planda gelişecektir. Meta-para-ticaret ilişkisinin gelişmesi, Yahudilere ikinci stratejik hamle gücünü, yani paranın stratejik rolünü kazandıracaktır. Paranın egemenliği yarı yarıya kentin, dolayısıyla yükselen yeni devletlerin yönetiminde rol sahibi olmak demektir. Zaten 10. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın manevi fethi (Hıristiyanlaştırılması) tamamlanmıştır. Bu fetih Yahudileri dolaylı olarak olumlu ve olumsuz yönleriyle çok etkileyecektir. Olumlu yönü, İbrahimî bir dinin Avrupa’yı fethetmesi; olumsuz yönü ise, dar bir kabile dini (seçilmiş bir Yahudi dini) olarak Museviliğin giderek sıkıştırılmasıdır. Seküler ve kabile Avrupa’sı, Hitler’e ve günümüze kadar yaşadıkları birçok sorun ve bunalımın altında Museviliğin manevi gücüyle Yahudiliğin para gücünün etkisini görecektir. M.S. 1179’daki Katolik Hıristiyanlık Konseyi’nin ilk defa Yahudileri gettolara kapatma kararı bu etkinin sonucudur. 

Yahudilik 10. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın (Rusya da dahil) hem ideolojik hem de maddi stratejik gücü olarak sürekli gelişim halindedir. Her kentin bir zengini ve aydını mutlaka Yahudi’dir. Bu durumun büyük kıskançlığa, çelişkilere ve çatışmalara yol açması kaçınılmazdır. İlk gettolar (kapalı mahalleler) daha sonra olacakların habercisidir. Yahudilik bu yeni durumlar karşısında da yeni strateji ve taktikler geliştirecektir: Birincisi ‘dönme’ hareketi, ikincisi ‘seküler-laik’ hareketi. İkisi de büyük sonuçları olacak hareketlerdir. Yahudiler bu iki stratejik yeni hamleyle ortaçağdan başarıyla çıkış yapacaklardır. Unutmamak gerekir ki, eski dinden dönme, İbrahim ve Musa’nın da ilk yaptıkları stratejik hamlelerdir. Çıkış stratejik manevi hamle olarak rahatlıkla değerlendirilebilir. 
Yahudi yapı ustalarının Ortaçağ’da kurdukları Mason locaları ilk seküler-laik hareket olarak düşünülebilir. Yahudi kökenli büyük filozof Spinoza ise, kapitalist modernitenin başlangıç mabetlerinden Amsterdam’da ilk büyük seküler-laik felsefi çıkışın öncüsü olacaktır. Laiklik, başta Türkiye olmak üzere, İslam diye adlandırılan (Ben kapitalist, sosyalist toplum veya ülke biçimindeki adlandırmaları propagandatif bulduğum gibi laik, İslam, Hıristiyan, Budist gibi ülke adlandırılmalarını da aynı maksat dahilinde değerlendiriyorum. Toplumlara ilişkin ‘ahlaki ve politik toplum olan ve olmayan’ biçiminde yapılan nitelendirmeleri daha gerçekçi buluyorum) ülkelerde yoğun tartışma konularındandır. Laikliğin sekülerleşme (dünyevileşme) anlamında dinsel dogmatizmden uzaklaşma ve özgürleşme olarak olumlu bir işlevi vardır. Fakat laiklik, laisizm-laikçilik anlamında kullanıldığında, kendisi de karşı bir kutup olarak hızla dogmalaşabilir. Bu anlamdaki laisizmin diğer dinciliklerden pek farkı kalmadığını önemle belirtmek durumundayım. Dönmelik (din değiştirme) de Yahudi aleyhtarlığı geliştikçe hızlanacaktır. Ulus-devlet sürecinde Yahudiliğin durumuna devam etmeden önce, Ortadoğu ve Doğu’da da bu yönlü olup bitenler hayli etkili ve ilgi çekici olduğu için değinmek gerekecektir. 

İslamiyet’e kadar Yahudiliğin Pers-Sasani Devletiyle iyi ilişkileri vardır. Saraylarda etkilerinin büyük olduğu anlaşılmaktadır. Ester adlı ilk kadın peygamberin Sasani saraylarında büyük rol sahibi olduğu bilinmektedir. Kutsal Kitapta da yeri vardır. Büyük ihtimalle imparatorluğun hem ticari-para işlerinde, hem ideolojik gelişmelerinde güçlü bir konuma sahiptirler. Bunda Perslerin kurucusu Kuros’un Babil sürgünü sırasında (M.Ö. 596-546) Yahudileri Babil Hükümdarı Nabokadnazar’dan kurtarması da güçlü bir gelenek etkisi yaratmıştır. İran sahasında Yahudilik tarih boyunca her zaman küçümsenmeyecek bir güç olmuştur. Arabistan, Kuzey Afrika, hatta Doğu Afrika-Habeşistan’da Yahudilik benzer şekilde tarihte hep önemli bir yer tutmuştur. Maddi ve manevi kültürel gelişmelerin tümünde etkileri küçümsenemez. 

İslamiyet’in çıkış döneminde, Yahudiler Arabistan’da ticari dinsel grup olarak önde geliyorlardı. Verimli arazilerde mülk sahibiydiler. Öyle anlaşılıyor ki, Arap olmuş Semitik kökenli grupların başında gelmekteydiler. Süryanilerin de benzer bir durumu söz konusudur.

Araplar bir anlamda İslami çıkışla Yahudi tekeli yerine, kendi ticari ve iktidar tekelini kurma peşindeydi. İslamiyet’in Yahudilikten çok etkilenmesi bunu teyit eder. Bu durum kapitalist modernitedeki ulus-devlet kuruluşuna benzetilebilir. Ortaçağ modernitesine Araplar İslam’la karşılık veriyorlar. Yahudiler ve Yahudilikle ideolojik ve maddi çelişkilerinin temelinde bu gerçeklik yatar. İslam’ın çıkışında etnik boyut kadar sınıfsal boyutun da önemli rol oynadığını belirtmek gerekir. İslam’ın hızla yayılması ve Yahudilerin ilk direnişlerini sert bir şekilde kırması karşısında, sanki ikinci bir Roma felaketiyle karşılaşmış gibiydiler. Önlerinde iki yol vardı: Ya yeniden sürgün, ya da ‘dönmecilik’. Bir kısmının İran’a, Kuzey Afrika ve Anadolu’ya sığındığı tahmin edilebilir. Önemli bir kısmının da görünüşte İslamiyet’i kabul edip özde kabul etmeme anlamında takıyyecilik yaptığına, yani dönme eğilimine girdiğine dair çok örnek vardır. Şoven Sünni Arap iktidarlarına karşı geliştirilen çok sayıdaki başkaldırı ve mezhep hareketinde dönmelerin rolü kuvvetle tahmin edilebilir. Yahudilerin özellikle İran ve Mezopotamya kökenli birçok muhalif akımdaki payları araştırılmaya değerdir.

En ciddi gelişmeyi ise Hazar Denizinin kuzey kıyılarında, bugünkü Türkmenistan ve Azerbaycan’ın bir kısmında kurdukları Yahudi Hazara Türk Devletiydi. Selçukluların ilk atası Selçuk Beyin bu devlette bir kumandan mevkiinde olduğu rivayet edilmektedir. Dört oğlunun isminin de öz Yahudi ismi olması bu rivayeti güçlendiriyor. Eğer bu doğruysa, İran üzerinde Arap sultanlıklarına karşı geliştirilen birçok harekette olduğu gibi, Selçuklu hareketinde de Yahudiliğin rolü küçümsenemez. Araştırılması gereken çok önemli bir konudur bu. Anadolu, Yahudiliğin daha ilk çağda ciddi bir merkeziydi. Grekler kadar Yahudiler de birçok kent kuruluşunda yer almaktaydılar. Aralarında rekabet vardır. Batı’da ve Arabistan’da sıkışan Yahudilerin Anadolu’da toplanması gelenekseldir. Anadolu’yu bu nedenle İsrail’den sonra ikinci anayurtları gibi değerlendirmeleri bu tarihsel perspektif içinde daha iyi anlaşılabilir. Ayrıca Anadolu para-ticaret ve ideolojik hareketlerin güçlü pazarı konumundaydı ki, bunda Yahudilerin rolü küçümsenemez. 

Yahudilerin İspanya üzerinden 1391, 1492 ve 1550’lerde dalgalar halinde Anadolu’ya yerleştikleri bilinmektedir. Selçuklu ve Osmanlı sultanlıklarındaki ağırlıkları göz önüne getirildiğinde, bunda ne denli kök bir yer işgal ettikleri daha iyi anlaşılabilir. Ayrıca büyük bir dönme Müslüman kitlesi de oluşmuştu. 1650’lerden beri Sabetaycılık (İzmir-Manisa kökenli güçlü dönme hareketi) çok önemli bir rol oynamaktaydı. Bunların Osmanlıların para ve maliye politikalarındaki etkileri bilinmektedir. Belki de para ve ticaretin önemini kavratan öğretmen rolündelerdi. Ara sıra ciddi çelişkiler ve mal müsaderesi yaşanmasına rağmen, birçok sultanı tasfiye etme ve belirlemedeki rolleri inkâr edilemez.
Öyle anlaşılıyor ki, dönmecilik Yahudiliğin ayakta kalmak için üçüncü büyük stratejik çıkışı olmuştur. Dönmecilik olgusu olmasa, ne Doğu’daki İslam çoğunluğu içinde ne de Batı’daki Hıristiyan çoğunluk arasında varlıklarını sürdüremezlerdi. Dönmecilik bir yaşam stratejisi olarak kavranmalıdır. Dinsel dogmatizm ifade özgürlüğünü tanımadığı müddetçe, benzer ideolojilerde olduğu gibi döneklik, dönmecilik eğilimleri kaçınılmaz olur. Yahudiler ortaçağda bu üç önemli stratejiyle tümüyle imha olmadan da çıkmayı başarıyorlar. 

Paraya sadece maddi çıkar açısından bakmamak gerekir. Verdiği güç sayesinde yaşamlarını kurup sürdürmelerini sağlıyor. İdeolojik güç oluşturmaları sayesinde ise, manevi yöntemlerle hem etkili olmayı hem de hayatta kalmayı başarıyorlar. Yahudilerdeki büyük aydın, yazar, düşünür, ideolog, bilimci sayısının çokluğu tarih boyunca çok ihtiyaç duydukları manevi önderlik konumlarıyla yakından bağlantılıdır. Birçok dini, felsefi, bilimsel hareket geliştirmeleri yaşam stratejilerinin vazgeçilmez gereklerindendir. 

Dönmecilik stratejisi ise, asıl büyük önemini ulus-devlet çağında gösterecektir. İlk ulus-devlet olarak İngiltere, konunun kavranmasında kilit önemdedir. Hem Katolik kökenli olan Protestan Hıristiyanlarına hem de Yahudilere sürgün ve katliam uygulayan iki büyük güç olan İspanya ve Fransa kralları, 16. yüzyılda hem İngiltere’yi Avrupa’da etkisizleştirmek, hem de çıkışını önlemek için savaşlar da dahil büyük çaba içindeydiler. Yahudiler bu yüzyılda (16. yüzyıl) kendileri için en emin yer olan İzmir-Anadolu, Amsterdam-Hollanda ve Londra-İngiltere arasında sıkı ilişki içinde olmakla birlikte (Üç güç arasında ittifak çalışmaları da var), giderek Londra’yı merkez üs seçeceklerdi. O günden bugüne Londra bu konumunu sürdürecektir. 

Bu yüzyılda İngiliz ulus-devletine gidildiği biliniyor. Ulus-devlet, bilindiği üzere sadece devlet kadrolarının değil, tüm vatandaş ve devlet kadrolarının (aynı din gibi) ortak bir ideolojik çerçeveyi paylaşmaları, bütün toplumun devlet üyesi, vatandaşı sayılması anlamına gelir. İşte bu özellik İbrani kabilesinin başından beri taşıdığı özelliğinin önce kavim, sonra ulus-devlet olarak geliştirilmesidir. İbrani kabilesi, kavmi, en son olarak ulusu, hem etnik hem de dini olarak bir bütündür. Daha doğrusu, etniklik aynı zamanda dinselliktir, dinsellik ise etnikliktir. Ayrıca yönetenler ve yönetilenler ayrımına bakılmadan, ortak amaçta birleşirler. Açıkçası (Bu benim şahsi yorumumdur ve çok önemli buluyorum), ulus-devletçilik İbrani kabile ideolojisinin geliştirilmiş bir türevi olarak, kendi dışındaki tüm kavimler ve uluslara dayatılmış, uyarlanmış, değişime uğratılmış bir biçimidir.

Kapitalist modern devletin İbraniler, Yahudiler (günümüzde İsrailliler) tarzında örgütlenmesi kendini ulus-devlet olarak görünür kılar. Daha da önemlisi, her ulus-devlet çekirdeği ırksal anlamda değil, ideolojik anlamda Yahudi Siyonist (Yahudi ulus-devletçiliği) karakterindedir. Ulus-devlet model olarak Yahudiliğin kapitalist modernitede aldığı devlet formudur. Verner Sombart, kapitalizmi Yahudiciliğin eseri sayarken, belki de ileri gitmiştir. Büyük İngiliz tarih felsefecisi Coolinwood -yanılmıyorsam-, ulus-devlet milliyetçiliğini tanımlarken, Yahudi evrenselciliğinin (ideolojisi de denilebilir) zafer kazandığını söylemektedir; ama bunun kendi soykırımcısı şahsında kazanılmış bir zafer olduğunu belirtirken, kanımca bu gerçeği ifade etmek istemiştir. Ulus-devlet zafer kazanmıştır. Bunun temelinde Yahudi ideolojisi (kabileciliği, milliyetçiliği, Siyonizm’i) yatmaktadır. Ama sonuçta soykırımcısını da beraberinde yaratmıştır. Aslında bu tespit önemlidir; genel bir özelliği açıklamaktadır. Her milliyetçilik Siyonist’tir. Arap milliyetçiliği de bu durumda Siyonist’tir. Filistin, Türk, Kürt, İran-Şii milliyetçiliğinin hepsini öz olarak Yahudi ideolojisinin başta ulusalcı tekellerce uygulanan biçimleri olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Zaten İngiliz ve Hollanda ulus-devlet milliyetçiliği araştırıldığında, gelişiminde sadece teorik olarak değil, somut olarak da para-sermaye olarak Yahudi tekellerinin büyük rol oynadığı çarpıcı biçimde görülecektir. 

Bunu komplo veya art niyet olarak görmemek gerekir. Sermayeyi en çok ellerinde yoğunlaştıran tüccar, banker olarak Yahudiler, her ulus-devletin teşkilinde muazzam bir yatırım ve barınma alanı kazanmış oluyorlardı. Ulus-devlet Yahudi sermayesinin çığ gibi büyümesine yol açıyordu. Verner Sombart teorisini bu şekilde açıklasaydı, daha gerçekçi olabilirdi. Dünya çapında Yahudi sermayesi büyürken, elbette kendi zıddını da üretecekti. Ulus tekelleriyle ulus-üstü tekelin günümüzdeki çelişkileri de kaynağını bu gerçeklikten alır. Açıkça anlaşılıyor ki, Yahudi sermaye birikimcileri tarihteki sıkışıklıklarını da daima göz önünde bulundurarak, kendi geleneksel ideolojik çizgileri temelinde ulus-devlet oluşumlarına tarihsel bir hizmette bulunurken, bundan habersiz ve sorumlu tutulmaması gereken Yahudi toplulukları üzerinde objektif olarak soykırımın temellerini de atmış oluyorlardı. Biraz Hz. İsa ve ihbarcısı Yehuda İskaryot örneğini hatırlatıyor. Yaklaşık üç yüz yıl Alman ulus-devletinin geliştirilmesi için maddi ve manevi kültürlerini seferber eden (Alman ideolojisi Yahudi ideolojisine boşuna benzemedi) Yahudiler, Hitler zamanına kadar en sıkı Alman milliyetçileriydiler. En güçlü Siyonist milliyetçiler birçok bakımdan Alman milliyetçiliğinin de güçlü temsilcisiydiler. Benzer birçok örnek (özellikle Rusya, Osmanlı-Türkiye somutunda) sunmak mümkündür. Coolinwood’un belirttiği Yahudi evrenselciliği (milliyetçiliği-pozitivizmi-dinciliği) zafer kazanmıştır. Ama sadece Yahudi soykırımını değil, tüm dünyadaki fiziki ve kültürel soykırımcıları da beraberinde yaratarak.

Öneminden ötürü konuyu daha yakından görmek gerekir.

Yahudilik ideolojik olarak etnik ve dini özelliğin iç içe geçtiği tarihsel-toplum kimliklerinin belki de ilk örneklerindendir. Hz. İbrahim’den günümüze kadar bu özelliğini korumaktadır. ‘Seçilmiş kavim’ inancı da eklenince, kendilerini tüm toplumların üstünde görmeleri ideolojilerinin üçüncü önemli özelliği olarak belirmektedir. Tarih boyunca bu üstünlük anlayışı kendilerini diğer -öteki- toplumlarla karşı karşıya getirme potansiyelini hep taşımış ve çoğunlukla soykırıma dek varan çatışmalara da yol açmıştır. 

Yahudilik bu çelişkiyle bağlantılı gelişen bir ideolojik toplum özelliğini hep korumuştur. Doğal olarak kendilerini koruma stratejilerini ve taktik araçlarını geliştirmek zorunda kalmıştır. Koruma stratejileri, yapısı gereği teorik, ideolojik olarak geliştirilmek durumundadır. Taktik araçlar ise daha çok maddi güçle ilgilidir. Bunların başında para ve silah gücü gelmektedir. Para, ticaret ve bankerlik yoluyla sağlanırken, silah daha çok teknik yeniliklerle geliştirilmiştir. Her iki alanda Yahudilerin gücü bilinmektedir ve kanıtlanmıştır. Bu konuda ilk ve ortaçağları bir yana bırakalım; yeniçağ, yani modern çağımız gelişirken, şüphesiz dünya çapında en örgütlü ve tecrübeli halk olarak Yahudiliğin yakın ilgisi ve ilişkisi içinde olacaktır. 16. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa, özellikle Amsterdam-Hollanda ve Londra-İngiltere merkezli kapitalist dünya-sisteminin hegemonik yükselişi gelişirken, stratejik olarak güçlü konumda bulunan Yahudi finans ve ideolojik gücü bunda önemli rol oynayacaktır. O dönemi yakından inceleyenler bunu tespit etmekte güçlük çekmezler. 

Kapitalizmi Yahudiliğin icat ettiğini belirtmek (V. Sombart) abartıya kaçabilir, ama sistem haline gelmede ve hegemonik güç kazanmadaki rollerinin çok önemli olduğu inkâr edilemez. Londra ve Amsterdam başta olmak üzere, tüm önemli kent pazar, borsa ve fuarlarında Yahudi tüccar ve bankerlerin cirit attığı tüm araştırmaların belirlediği bir olgudur. Ekonomi-politiğin bu konuda suskun kalması ve görmezden gelmesi, ideolojinin körleştirme rolüyle ilgilidir. Marks’ın Kapital’inde de dahil olmak üzere, ekonomi-politik konusundaki değerlendirmelerde sermaye birikiminin etnik ve ulus menşeinin pek işlenmemesi hem çok önemli bir eksikliktir, hem de oldukça düşündürücüdür. 

“Sermayenin dini, imanı, milliyeti yoktur” tekerlemesi de yanlıştır. Sermayenin din, iman ve milliyetle çok sıkı bir bağı vardır. Tabii bazı din, iman ve milliyet sahipleri birçok sermaye ve iktidar tekelleri oluştururken, buna mukabil çoğunluğu sömürgeleştirilir. En çıplak örnek günümüzde ABD’dir. Hem din, hem iman, hem de milliyet olarak en çok sermayedarın oradan olduğu inkâr edilemez.

Yahudiliğin kapitalizmin, modernitenin (kapitalist modernitenin) diğer iki ayağı olan endüstriyalizm ve ulus-devlet inşacılığındaki rolü de tartışmasızdır. Avrupa’nın birinci kent devriminden beri (M.S. 1050-1350) gelişimini sürdüren Yahudi tüccar ve bankerleri, 15.-18. yüzyıl ticari kapitalizm döneminde daha da palazlanmış olarak çıkış yapmışlardır. Doğu’nun kentlerinde de (Kahire, Halep, Şam, İzmir, Tebriz, Antakya, Bağdat, İstanbul vb.) benzer gelişme sağlamışlardır. Endüstri Devrimi en kârlı saha olarak belirlenince, ellerindeki büyük sermayeyi endüstriyel alana aktarmakta gecikmemişlerdir. Bunu da açıklamaya pek gerek yoktur. Kârın yüksek olduğu her yer, sermayenin hücuma geçtiği yerdir. Kâr kanunu denen ilke de bu değil midir? 

O halde hem kapitalizm damgalı hem endüstriyel kapitalizmin modernitesi olarak modernitede Yahudi sermaye tekelciliğinin önde gelen rolü nasıl hafife alınabilir, önemi nasıl vurgulanmayabilir? Buna bilinçli bir çarpıtma denilmese bile, rahatlıkla ideolojik körlük denilebilir. Kaldı ki, Yahudilik açısından bu durum bir suç da değildir. Her ulusal, dinsel ve etnik toplulukta ticari ve sınaî tekeller oluşabilir. Burada önemli olan, Yahudi ticari ve sınaî tekellerinin stratejik rolleridir. Finans zaten ebed-ezel Yahudi tekelinde varlık bulmuştur. Ekonomi-politiğin ticari, sınaî ve finans tekelciliğinin genelde ideolojik (Liberalizm ancak propaganda değerinde söz konusu olabilir), özelde milliyetçi, dinci, bilimci ve cinsiyetçi ideolojilerle bağını çözümlemekten kaçınması, idea ettiği gibi ‘nesnel’ olma endişesinden ileri gelmiyor. Tersine nesnel olmama tüm tekellerin, özellikle iktidar tekelleri de dahil, dinci, cinsiyetçi, milliyetçi ve bilimci kimliklerini gizleyerek objektif bir bilim olmama haliyle ilgilidir; somut, yaşanır gerçekliği can alıcı noktalarda gizlemesi ve önemsiz kılmasıyla ilgilidir. Böylece bilim değil, ideolojik propaganda aracı olarak işlev görmesiyle ilgilidir.
Dört yüz yıllık hegemonik dünya sisteminde Yahudilerin stratejik konumları hala ticari, sınaî, finans, medya ve entelektüel sermaye tekellerinde önemini daha da arttırmış olarak devam etmektedir. Bu olguyu tespit etmeden, ne küresel ne yerel hiçbir sorunu çözümleme (teorik) ve çözme (pratik) hakkıyla mümkün değildir.

Yahudilik hem stratejik ideolojik güç, hem stratejik maddi güç olarak modernitenin, ulus-devletin inşasında çok daha belirgin bir konumdadır. Ulus-devlet aracılığıyla modernitenin kesin kapitalist niteliğini açığa çıkarıp gerçekleştirirken, moderniteyi ticari, finans, endüstri ve iktidar tekellerinin birleşmiş hali olan ulus-devletle somutlaştırır, kesinleştirir. Yahudilik ulus-devletin elbette tanrısı değildir. Ama kabile çağından günümüze kadar, ana rahmindeki halinden bugünkü kocamış ve çürümüş yaşına kadar kendi ustalık sahasında geliştirmiştir.

Komplo teorilerine hiç itibar etmiyorum. Sıkça idealar ortaya atılır. Dünyayı yöneten gizli Mason Cemiyetleri, Bilderberg Toplantıları, Davos Toplantıları, 12 Kişilik Daimi Dünyayı Yöneten Konsey, BM’nin Yahudi aletliği vb. isimlendirmelerle komplo teorilerine haklılık kazandırılmaya çalışılır. Bunlarda gerçeklik payı taşıyan idealar bulunmakla birlikte, abartı yanları, dogmatik ve bilimsel olmama hali bu teorilerin ortak özelliğidir. Ama gerçek ortadadır. Mızrak çuvala sığmıyor. Yahudiliğin kapitalist modernitenin her üç ayağında da üstünlüğü tartışma götürmüyor. Her üç alanda da stratejik olarak ideolojik ve maddi güç anlamında etkili ve hatta çokça belirleyici konumdadır. Sözümün kapsamına dikkat edilmelidir: Kapitalist modernite sahasındaki etkinliğinden bahsediyorum. Yoksa daha kapsayıcı olan tarihsel toplum gerçeği olarak demokratik modernitelerden bahsetmiyorum. Yahudilik bu modernitelerde de vardır. Ama stratejik gücünden çok şey yitirmiş olarak. 

Biraz sonra buna geçmeden, ulus-devleti biraz daha çözmekte yarar vardır. Yahudi ideolojisi ortaçağdan çıkışta gerek Hıristiyan gerek Müslüman muhaliflerini etkisizleştirme çabalarını yaşam stratejileri açısından hiç eksik etmemiştir. Ulus-devlet modeli hem bünyesinde taşıdığı ulus tanrıcılığı (Yahudilik’te Rab, ulus tanrıları anlamındadır), hem de tüm ticari, finansal, endüstriyel, ideolojik ve iktidar tekellerinin yoğunlaşmış hali olarak, bu konuya en uygun yaşam stratejisi modeli şeklinde karşımıza çıkmaktadır. 
Ulus-devlette laisizm, Yahudi Ulusal Tanrısı Rab’ın konumunda işlev görmektedir. Yahudi Masonluğunun bu yönlü kavram inşası çok önemlidir. Bu yönüyle ve bu anlamda ulus-devlet Yahudiliğin en önemli evrensel yönetim aracıdır. Yahudi tekelleri ulus-devlet modelini Anglo-Sakson kökenli tekellerle Fransa ve İspanya İmparatorluklarını çözmek için etkili bir araç olarak kullanmışlardır. Çünkü her iki güç diğer her iki güç (Hollanda ve İngiltere) için ölümcül planlara sahipti. Katliam ve tarihten tasfiye olma tehdidiyle karşı karşıya idiler. Ulus-devlet, en yoğunlaşmış bir tekel gücü olarak bu yönlü organize olamamış ve daha çok ortaçağdan kalma imparatorluk gelenekleriyle sonuca gitmek isteyen İspanya ve Fransa tekelciliğine karşı başarı modeli olmuştur. I. Wallerstein, ünlü eseri Dünya Sistemi’nde İngiltere’nin Fransa’ya karşı üstünlüğünü belirleyen temel etkeni ulus-devlet sistematiği olarak açıklarken, bu gerçeğin önemini belirtmiş olur. 
Avusturya-Habsburg Hanedanı çökertilirken, ittifak Prusya ulus-devlet şekillenmesini öne sürer. Almanya’nın birliği Avusturya’nın önderliğinden çıkartılıp Prusya’nın önceliğine verilir. Fransa Devrimi’nde geleneksel düşmanları olan krala karşı her tür muhalefetin merkezi Londra olur. Mason teşkilatı ihtilalde önemli rol oynar. Kralın başı kesilir. Daha önceki İngiltere ve Hollanda Devriminde benzer tasfiyeler yaşanır. Prusya ulus-devleti Fransa’nın yerine yeni hegemonik güç olarak çıkmak isterken, aynı oyun Prusya’ya karşı oynanır. Marks bile muhalif olarak Londra’da ikamet etmektedir. İttifak, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıyla Almanya’nın hegemonik iddialarını başarısızlığa uğratır. Hitler’in gerçekleştirdiği Yahudi soykırımındaki asıl neden, Yahudi sermayesinin stratejik gücünü İngiltere’den yana kullanarak, Almanların yenilgisinde önemli rol oynamasıdır. Aynı ittifak yeni biçimlenmelerle soğuk savaşta Rusya’nın hegemonik iddialarını da başarısızlığa uğratacaktır. Bu gidişle hiç şüphe olmasın ki, idea edilen ve şimdilik bol varsayımı yapılan Çin’in hegemonik ideası depreşirse, aynı akıbeti paylaşması güçlü olasılıktır. 

Günümüzde iki yüzü aşkın ulus-devlet, New York kent merkezli BM’de temsil edilmektedir. BM’nin aynı ittifakın öncülüğünde hareket ettiği, en azından ittifakın onayı olmadan tek bir karar çıkartamadığı bilinmektedir. 

Tekrar belirtmeliyim ki, iki yüz ulus-devleti Siyonizm veya başka bir Yahudi güç yönetmiyor. Ama iki yüzü de (Buna can düşmanları İran ve Arap ulus-devletleri de dahildir) Yahudi milliyetçi paradigmayla kurulmuştur ve ipleri dört yüz yıldır aynı ittifak çekirdeğinin elindedir. Ulus-devlet elitleri içinde hiç Yahudi bulunmasa bile, gerek paradigmatik gerek ittifakın somut tedbirleri nedeniyle (yani teorik ve pratik olarak) bağımsız hareket sahaları son derece sınırlıdır. Yapacakları işler dört yüz yıllık kapitalist modernitenin geleneksel ideolojik ve yapısal kalıplarına uygun oldukça problem yoktur. Yola devam edebilirler. G. W. Bush’un deyimiyle, eğer ‘asi devlet’ konumuna kayarlarsa, her ulus-devletin akıbeti Taliban Afganistan’ı, Saddam Irak’ı ve tarihte onlarca örneği bulunanlarla aynı olacaktır. Uluslararası sistem, BM statükosu denilen olgu budur. 

Yetmiş yıllık Sovyet Rusya’sı bile ancak kapitalist modernitenin gereklerine tam uyum ifade ettikten sonra sisteme entegre edilmeye başlandı. Çin daha erken entegre edildi. Açık ki, sistem gücünü baştan beri anlatmaya çalıştığım iki stratejik güçten alıyor. İkisinde de Yahudilik tarihsel ve güncel olarak belirleyiciliğe yakın konumdadır. Stratejik ideolojik güç unsurları kültür endüstrisi, entelektüel sermaye ve medyadır. İçerikleri milliyetçi, dinci, bilimci ve cinsiyetçidir. Stratejik maddi güç unsurları ticari, sınai, finansal ve iktidar tekel yapılanmalarıdır. Devlet sistemleri olarak ulus-devletin uluslararası ittifakları resmi yapıyı ifade eder. Devasa iki stratejik güç alanının kendisini, resmi ifade olarak devletler ve sistemleriyle karıştırmamak gerekir. 

Ek mahiyetinde kısa bir değerlendirmeyi de Anadolu Yahudiliği ile ilgili sunmak önem taşımaktadır. Bu konuda ilk ve ortaçağlara kısaca değinmiştim. Selçuklu-Yahudi ve Grek-Yahudi ilişkileri önemlidir. Doğu Yahudileri ortaçağda Endülüs’ten Orta Asya’ya kadar yayılmışlardır. Hazara Yahudi Türk Devleti bu sürecin ürünüdür. Dönmecilik ve açık Yahudicilik İslam ülkelerinde yasaklanmış olmayıp, özellikle iktidar ve devletlerin stratejik alanlarında geleneksel ideolojik ve maddi güçleriyle etkilidirler. Ticaret ve bankerlik Batıdakinden aşağı kalır bir konumda değildir. 

Hıristiyanlarla geleneksel çelişkileri (İsa’nın çarmıha gerilmesi ve Hıristiyanlığın Batı’nın resmi inancı haline gelmesi) 1179 Lateran Konsey Kararıyla gettolaşmaya dönüşünce ve 1391 ile 1492 İspanya sürgünleri söz konusu olunca, Yahudiler kendileri için daha çok anayurt ihtiyacı duymaya başladılar. ‘Vaat edilmiş ülke’ kavramı hâlâ canlıdır. Daha yükseliş döneminde Osmanlı saltanat çevreleriyle kurdukları ilişkiler olumlu sonuçlarını verecektir. Bankerlik ve ticaret Osmanlılar için de önemini arttırınca, Yahudilik de konumunu güçlendirecektir. Osmanlıların sürekli Hıristiyan nüfus üzerinde iktidarlarını yayıp geliştirmeleri, Batıda Hıristiyanlık âleminde (Katolik ve Ortodoks olanları) konumları giderek zorlaşan Yahudilerin İngiltere ile benzer bir ittifakı Osmanlı padişahları ile de yapmalarını beraberinde getirdi. Ortak görüş 1550-1600 yıllarında bu ittifakın güçlenmiş olduğudur. Aynı tarihte Protestan olan Hollanda ve İngiltere ile de benzer ittifak geliştirilecektir. Protestanlık, kapitalizm, ulus-devlet, modernite ve Yahudi ilişkisi araştırılmaya değer önemli bir konudur. 

İspanya İberik Yarımadasının Müslümanlar ve Musevilerden temizlenmesi (1600’lere kadar tamamlanır), karşı hamle olarak Anadolu’nun Hıristiyanlıktan temizlenmesini gündeme getirir. Tarihin Anadolu’daki en eski halklarından olan, güçlü bir maddi ve manevi kültür tarihi bulunan, ama erkenden Hıristiyanlaşmış Rumlar, Pontuslular, Ermeniler ve Süryanilerin trajedisi, bu gündem nedeniyle tersine dönmeye başlar. Akdeniz’in her iki ucundaki yarımadalar adeta birbirlerine misilleme yaparcasına adım adım karşılıklı tasfiyeleri gerçekleştirirler. Yahudilerin 1550-1600 hamlesinden sonra ikinci büyük hamleleri İttihat ve Terakki Partisi ile (1890’larda; Siyonist Kongre 1896’da aynı dönemde kurulur) yaşanır. Selanik merkezli ve Sabetay’dan (1650’lerden beri) gelme dönmecilik hareketiyle iç içe gelişen İttihat ve Terakki’nin en azından bir kanadının Yahudi olduğu kesindir. İnşa ettikleri ulusçuluk (Cohen, Wamberi) kelime olarak ‘Türk’tür; ama içeriği Mason ve dönme olan Kürt, Arnavut ve Yahudilerle doludur. Sosyolojik bir olgu olarak Türklükle pek ilgisi yoktur. Tümüyle siyasi bir Türklük söz konusudur. Almanya ve İngiltere Yahudilerinin üzerlerinde yarışan bir etkisi de önemlidir. Tarihi uzundur ve yeri burası değildir. 

Sonuçta bence Yahudiliğin Anadolu’daki tarihleri, yaşadıkları sürgünler ve ulus-devlet inşa tecrübeleri stratejik, ideolojik ve maddi güçleriyle birleşince, gerek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, gerek hızla (muhtemelen 1926’larda) ulus-devlete dönüştürülmesinde önemli bir rol oynar. Tıpkı 1600’lerde Hollanda ve İngiltere’de olduğu gibi. Cumhuriyetin hızla ulus-devlete dönüşmesini ve Anadolu Hıristiyanlığının tasfiyesinden sonra geleneksel İslam ve Kürtlerin kültürel tasfiyelerinin gündeme gelmesini (Hıristiyanların fiziki tasfiyeleri de söz konusudur) sadece Türklerin ulus olma projesi olarak sunmak büyük yanlışlıklar içerir. Konu daha kapsamlıdır ve Yahudilerin Anadolu’yu İsrail’den önce Yahudi anayurdu olarak kabul etmeleriyle yakından bağlantılıdır. Bu konunun Yahudiler arasında çok tartışıldığı bilinmektedir. Mustafa Kemal’e dayatılan Selanik veya Edirne merkezli Yahudi projesi örtbas edilen bir konudur. Ancak İsrail’in kuruluşuyla birlikte bu projenin önemini yitirdiğini belirtmek mümkündür. Ama Anadolu’da TC üzerinde Yahudilerin ve İsrail’in ilgisi halen stratejiktir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasında Mustafa Kemal Atatürk’ün konumu tartışmasızdır. Ama kendisine rağmen tanrısallaştırılması, tarih boyunca çok yerde yaptıkları gibi bir Yahudi ideolojik kurmacasıdır. Yahudi evrenselciliğinde (Levhi Mahfuz, kader, yasacılık, determinizm, ilerlemecilik; Sümer tanrı kurmacalığının tek tanrılı dinlere dönüştürülmüş biçimi) tanrısallaştırılma çok geliştirilmiş ve uygulanmış bir kavramdır. Gerek peygamberlerce, gerek modernite döneminde entelektüellerce geliştirilen her türlü edebi ütopya, altınçağ, teori, varsayım ve kanun gibi zihniyet kavramlaştırmaları bu gelenekle yakından bağlantılıdır. Tüm Ortadoğu halklarına ilişkin olduğu gibi, Türkler üzerinde de bu yönlü yoğun tanrısal seküler-laik hegemonik dogmalar inşa ettikleri doğru çözümlenmedikçe, bölgeyi kavramak eksik ve zor olacaktır.

Elbette Yahudilerin maddi güçleri de stratejik önemdeydi. M. K. Atatürk’ün bu eğilime teslim olmadığına inanıyorum. Ama çok okumasına ve araştırmasına rağmen (Sümer ve Hititlere kadar inmesi boşuna değil), tam çözümlediği kanısında değilim. İyi bir cumhuriyetçi olmak istediğinden, bunun ulus-devlet olarak değil demokrasi olarak geliştirilmesini istediğinden de kuşku duymuyorum. İdea edildiği gibi anti-Kürt ve anti-İslam da değildir. Fakat İslam-laik sorunu (Laiklik ancak 1937’de anayasaya girer) ile Kürt sorununa başlangıçta liberal yaklaşımlarını sürdüremediğine, bunun nedeninin de etrafının dönme İttihatçı kadrolarla sıkıca kuşatılması olduğuna dair kuşkularımı da önemle belirtmek durumundayım. 

Türkiye Cumhuriyeti üzerinde daha 1926’larda başlayan hegemonik çekişmenin (laiklerle İslamiler arasında) tüm hızıyla devam etmesi, bence Mustafa Kemal Atatürk’ün kusuru ve istemi doğrultusunda değerlendirilmemesi gereken bir konudur. Kendi eğiliminin Demokratik Cumhuriyet doğrultusunda olduğuna dair kanıt ve işaretler daha çoktur. Hegemonik çekişmenin yaşadığımız günlerde taraflardan biri lehine tam başarıyla sonuçlanacağına inanmıyorum. Büyük bir demokratik geleneğe sahip olduğuna inandığım Anadolu topraklarında, bu sefer Demokratik Cumhuriyet çıkışının güç ve başarı kazanacağına dair umutlarımın arttığını belirtmek isterim. Anadolu ve Türkiye üzerinde hegemonik mücadelenin içyüzünü savunmanın ayrı bir cilt olarak düşünülen Ortadoğu bölümünde sunmayı umuyorum. 

Yahudiliği sadece kapitalizm, modernite ve ulus-devlet bağlamında düşünmek eksik ve yanlış olur. Demokratik modernite üzerinde de önemli etkisi olmuştur. Tarih boyunca tıpkı iktidarcı-devletçi kanat (Yahudi Krallığı, İsrail Devleti) kadar olmasa bile, yine de güçlü bir Yahudi demokratik uygarlık modernite kanadı hep olagelmiştir. Yoksul ve kabile bağları zayıf Yahudilik de tarihte hep kendinden bahsettirmiştir. Hz. İbrahim’in cariye Hacer’den olma oğlu İsmail’den Mısır’daki Yusuf’a, Musa’nın kızkardeşi Meryem’den İsa’nın annesi Meryem’e kadar çok sayıda peygamber, yazar, aydın, sosyal anarşist, feminist, felsefeci ve bilim adamı ve tüm emekçi halkıyla Yahudiliğin diğer yüzü demokratik uygarlık ve modernite mücadelesinde büyük buluşlar, icatlar, teoriler, devrimler ve sanat eserleri gerçekleştirmişlerdir. Yahudiler ideolojik ve maddi güçlerini hep tekeller uğruna harcamamışlardır. Daha aydınlıklı, adil, özgür ve demokratik bir dünya için de çok önemli çaba ve başarıları olmuştur. Hangi peygamber hareketini, kardeşlik ve yoksullar dayanışmasını, ütopik hareketi, sosyalizm, anarşizm, feminizm ve ekolojik hareketi Yahudisiz düşünebiliriz? Felsefi ekoller, bilimsel ve sanatsal hareketler, dinsel mezhepler Yahudisiz çok az düşünülebilir. Kapitalizme karşı sosyalizm, ulus-devletçiliğe karşı enternasyonalizm, liberalizme karşı komünalizm, toplumsal cinsiyetçiliğe karşı feminizm, endüstriyalizme karşı eko-ekonomizm, dinciliğe karşı laisizm, evrenselciliğe karşı görecilik Yahudilik ve Yahudiler olmadan acaba ne kadar gelişebilirdi?

Açık ki, Yahudilik her iki modernite dünyası açısından da önemlidir. Tarihin önemli kısımlarında ve günümüzde bu önemlerini korumuşlardır. Buna rağmen, Yahudi sorunu tarihte olduğu gibi günümüzde de varlığını korumaktadır. Başta da belirttiğim gibi, Yahudiliğe tanrının seçkin topluluğu olarak bakmak da, günah keçileri olarak görüp değerlendirmek de, çokça örneği görüldüğü gibi vahim yanlışlıklara ve oluşumlara yol açar. Önemine binaen konuya taslak düzeyinde eğilme gereği duymam bu nedenledir. Hem yerel hem küresel çözümlemeler, Yahudi gerçekliği göz önüne getirilmeden, yeterince doğru ve sonuç verici olamazlar. 

Konuyu bağlarken, K. Marks’ın bir sözünü tekrarlamak isterim: Marks, “Proletarya kendini kurtarmak istiyorsa, bu işin dünyayı kurtarmadan gerçekleşemeyeceğini bilerek hareket etmelidir” demişti. Ben de diyorum ki, Yahudilik eğer kendini kurtarmak istiyorsa, bunun dünyayı kurtarmadan gerçekleşmeyeceğini bilerek, stratejik olan ideolojik ve maddi gücünü bu temelde kullanmalıdır. Demokratik modernite bu temelin başında gelmektedir.

A.Öcalan

Kaynak: lekolin.org

Kofi Annan İstanbul Zirvesi’ne Neden Gelmiyor?

Türkiye kâğıt üzerinde Annan Planı’nı destekliyor; ancak gerçekte görüştüğüm yetkililer, Esad’ın bu planı son dakikada kabul etmesinin İstanbul Zirvesi’ni sabote etmek ve ‘zaman kazanmak’ amaçlı olduğu kuşkusunu taşıyor. ‘Keşke uygulansa’ diyorlar, ancak ümitli değiller.
‘Yeni Suriye’ lafı, yavaş yavaş Türk diplomatların ağzında dolaşmaya başladı. ‘Yeni Suriye’, yani 48 yıllık Baas Partisi yönetimi sonrasında, Beşar Esad rejiminin şu ya da bu şekilde günün birinde devrilmesi sonrasında ve tercihen çoğulcu, demokratik bir yapı üzerine kurulacak güney komşumuzun adı...

İşte İstanbul’da bugün başlayan Suriye zirvesi, her anlamda Yeni Suriye’nin temellerinin atıldığı bir mihenk taşı olarak tasarlanmıştı. Amaç, Tunus’ta geçen ay yapılan zirve gibi ‘laf, laf, laf’ üretmek yerine, bir yıldır devam eden kanlı iç savaşı durduracak somut adımlar atmak, daha da önemlisi mekanizmalar kurmaktı.

ŞAM PLANI BOZDU

Bu yüzden de Suriyeli muhaliflerin bir haftadır Pendik’te bir otele kapanıp gece-gündüz bağırıp çağırıp bitmeyen toplantılarla Yeni Suriye için ‘Milli Misak’ belgesi üzerine anlaşmış olmaları, sürpriz değil.

Çünkü Batılı başkentler, Ankara ve Arap dünyasının arasında birkaç haftadır süren perde arkası temaslar sonrasında bugünkü İstanbul zirvesinden beklenen en önemli sonuç, 70’e yakın ülke ve uluslararası kurumun bir araya gelerek muhaliflerin çatı örgütü Suriye Ulusal Meclisi’ni ‘Suriye halkının tek meşru temsilcisi’ olarak tanımaları olacaktı.

Ancak Suriye’nin Annan Planı’nı son dakikada kabul etmesiyle birlikte, ABD dâhil bazı ülkeler bu ölçüde radikal bir adım atmaktan vazgeçmiş gözüküyor. Suriye krizini ‘zamana yayarak’ (ve tercihen taş atıp kolu yorulmadan) çözmek isteyen Obama yönetimi, hem Annan Planı’na bir şans vermek istiyor, hem de Suriyeli muhaliflerin henüz hazır olmadığı görüşünde.

Fransız ve İngilizler de muhaliflerin kendi aralarındaki toplantılarda Kürt grupların Milli Misak’ı imzalamamış olmasını mazeret göstererek, ‘Daha muhalefet hazır değil’ tezini dillendiriyor.

SOMUT EYLEM YOK

Bu yüzden bugün İstanbul’dan muhaliflere örgütlenmeleri için bir ‘fon’ sağlanması dışında herhangi bir somut eylem planı beklenmiyor. Türkiye, abluka altında ya da savaşta yerle bir olan yerleşim merkezlerine ‘insani yardım’ konusunu gündeme getirecek. Ancak bu konuda da somut bir mekanizma geliştirilmesi için henüz bir adım yok. Aksiyonun merkezi, şimdilik Annan ve BM’ye geçmiş durumda.

Ayrıca İstanbul toplantısına katılan 60’ın üzerinde ülkenin bu akşamki kapanış metninde ülkelerindeki Suriye elçisini ‘geri çekeceklerini’ açıklaması bekleniyordu. Fakat Annan Planı’nın devreye girmesiyle bu da gündemden kalktı.

Peki, Ankara, Annan Planı’na nasıl bakıyor? Türkiye kâğıt üzerinde bu planı destekliyor; ancak gerçekte görüştüğüm yetkililer, Esad’ın bu planı son dakikada kabul etmesinin İstanbul zirvesini sabote etmek ve ‘zaman kazanmak’ amaçlı olduğu kuşkusunu taşıyor. ‘Keşke uygulansa’ diyorlar, ancak ümitli değiller. Rejimin Annan Planı’nı harfi harfine uygulaması durumunda zaten ‘kendi tasfiyesini’ kabul etmiş olacağını söylüyorlar. Bir yerde mızıkçılık çıkar korkusundalar. Başbakan Erdoğan’ın da İran’da beraberindeki gazetecilere dediği gibi, Esad’a güvenmiyorlar.

NEW YORK’A GİDECEKMİŞ

Üst düzey bir yetkili, Ankara’nın tespitlerine göre Beşar Esad Annan Planı’nı kabul ettiğini açıkladıktan bu yana geçen 3 günde 205 kişinin daha öldüğünü söyledi. Annan’ın plan için kolları sıvadığı son 10 günde ise Suriye’de ölenlerin sayısı 624. 58 kadın ve 45 çocuk dâhil.

Peki, kendi planının lobisi için son günlerde Moskova’ya, Çin’e, hatta Brezilya’ya bile giden Kofi Annan, Suriye’yle ilgilenen 60’ın üzerinde ülkenin katıldığı bir zirveye neden katılmıyor?

Bu sorunun cevabı yok. Annan, Başbakan Erdoğan’la yaptığı telefon görüşmesinde, pazartesi günü BM’de randevusu olduğu için gelemeyeceğini söylemiş.

Yarın planı tartışılacak; ancak kendisi olmayacak. Garip.

Aslı Aydıntaşbaş

Özel Savaş Stratejileri-1

Bizim burada ağırlıklı olarak ele alacağımız husus, özel savaş stratejisidir. Bu genel başlık altında belli başlı kısımlar vardır. Bu özel savaş stratejilerini ya da özel savaşı üç ana başlık altında ele alabiliriz. 

Bir: Gayri nizami harp 

İki: İstikrar harekâtı 

Üç: Psikolojik savaş

Özel savaş stratejisi bu üçayak üzerine kurulmuştur. Bu üçayak kurulurken, her ayak için bir misyon biçilmiştir. Örneğin, 

‘Gayri nizami harp’ dendiğinde, anlatılan kontrgerilla hareketidir. Ve kontrgerilla hareketi de özel harp şeklinde ele alınıp yeraltı ve yerüstü unsurlarıyla birlikte yürütülür. Yani yeraltı ve yerüstü unsurlarından oluşur. 

‘İstikrar harekâtı’ dendiğinde, anlatılan askeri darbelerdir. Bunlar ‘destabilize’(düzensizleştirme/istikrarsızlaştırma) ve ‘stabilize’(düzenleme/istikrara kavuşturma) diye adlandırılan bölümlerden meydana gelir. 

 ‘Psikolojik savaş’ ise toplumun bilincini çarpıtmayı, bilinci üzerinde tesirde bulunarak onu yönlendirmeyi, bu anlamda iradeyi teslim alıp, kırmayı hedefler. Bu da değişik propaganda biçimleri üzerinde geliştirilir. Bunlar da beyaz propaganda, siyah propaganda, gri propaganda diye adlandırılırlar. Bunlar nasıl somutlaşıyor, nasıl gerçekleşiyor, nasıl biçim kazanıyor?

 Özel savaşın ilk başta yaptığımız tanıma göre üçüncü yorumu ise rejimlerin özel savaşa göre şekillenmesidir. Aslında bu Türkiye gerçeğini günümüzde anlamak açısından da dikkat edilmesi ve sonuç çıkartılması gereken bir bölümdür. Rejimlerin, sistemlerin özel savaşa göre şekillenmesini şu şekilde ifadelendirebiliriz; Cellâdın sahiplerine dönmesi ya da sahiplerin ellerindeki kontrol mekanizmasını ele geçirmesi olarak da değerlendirebilir. İlk aşamada bir strateji tarafından geliştirilen özel savaşın politikaya dönüşerek rejimin kendisi haline gelmesidir. Mesela günümüzde ‘Türk özel savaş rejimi’ deniliyor. Rejimlerin özel savaşa göre şekillenmesi ve bu boyuta dönüşmesi aslında özel savaşın almış olduğu en korkunç biçimdir. Çünkü kullanılan araç, araç olmaktan çıkmış ve amaç haline gelmiştir. Ve o amaç haline geldikten sonra da, her şeyi kendi hizmetine kullanır. Ekonomiyi, kültürü, siyaseti kendi hizmetinde kullanır ve o yürüttüğü özel savaş, onun asıl varlık gerekçesi haline gelir. Özel savaşın belki de en tehlikelisi ve kalıcı etki bırakanı da budur. Dünyanın değişik yerlerinde bunun kalıcı iktidarlara dönüşmesi ve dünya halklarının başına bela olması gerçeği de yaşanmıştır. 

Özel savaş gerçeğini ele alırken bu üç nokta üzerinde duracağız. Bu noktalar üzerinde dururken de bazen, bu noktaları birlikte ele alacağız. Çünkü özel harekâtla, strateji olarak özel savaşın uygulanması giderek bunun sisteme, rejime dönüşmesi kimi zaman bu noktaların iç içe geçmesine ve tekleşmesine neden olmaktadır. Bu nedenle birlikte ele alacağız, ama yer yer daha iyi anlaşılması açısından ayrıştırıp somutlaştırarak değerlendireceğiz. Bunun en somut uygulamasını Kürdistan ve Türkiye gerçeğinde dile getireceğiz. Türkiye’de özel savaş nedir, Kürdistan’da özel savaş nedir ve nasıl uygulanıyor? Bununla birlikte kişiliğimizde yaşanan özel savaşı o şekilde mahkûm ederek, hem kişiliğimizdeki zaafları aşacağız hem de TC’nin özel savaş rejimine karşı yürüttüğümüz mücadeleyi zafere taşıyacağız.      

Özel Harekât:

Özel savaş denildiğinde, öncelikli olarak özel harekât anlaşılır. Topluma bu şekilde yön verilmek istenir. Özel savaş denildiğinde özel eğitilmiş komandoların ya da rambo tipli insanların eylemleri anlaşılır. Toplum bu şekilde yönlendirilir. O tür tiplerin ya da o tür eğitilmiş güçlerin bir yerdeki esir Amerikalı askerleri kurtarmaya yönelik harekâtından bahseder hale getirilir. Bu bir manipülasyondur. Bu şekilde özel savaş, topluma bu biçimiyle kabul ettirilmek istenir. Ama bu şekilde kabul ettirmenin yöntemleri ve araçları çok fazladır. Bugün bilgisayarlarda savaş oyunları vardır. Bu savaş oyunları bilgisayarların sistemlerine bile yüklenmiştir. Yine küçük çocukların eline atari oyunları verilir. Bunlarla yapılan nedir? Daha çocuk yaşlardayken toplumun büyük bir kesimini oluşturan gençlerin, savaşa göre eğitilerek hazırlanmasıdır. Bu yolla savaş, günlük yaşamın sıradan bir parçası haline getirilmektedir.

 Bilgisayardaki, atarilerdeki savaş oyunlarındaki, öldürmeler, baskınlar eli silah tutacak hale gelen ya da ilk fırsatta o silahı ele geçirecek imkânlara sahip olacak insanda ne tür etkiler bırakır? Tabi ki bunları uygulamaya başlar. Bunun imkânları da oldukça fazladır. Toplum içinde şiddet eğilimlerinin o kadar yaygın olmasının nedenlerinden biri de budur. Toplum içinde hoşgörüsüzlüğün, sorunlara insani bakış dışında şiddeti ve insanı yok etmeyi amaçlayan yaklaşımların temel nedenlerinden birisi de budur. O nedenle dünyanın birçok yerinde ateşli silahların kullanımına sınır getirilirken; oyuncak silahların, çocuklara verilmesi yasaklanmıştır. 

Yine bununla beraber piyasaya sürülen özel savaş filmleri, toplumu savaşa teşvik edici rol oynayan bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu filmlerde dikkat edilirse işlenen tema hep aynıdır. Savaş hangi siyasal nedenlerle ortaya çıkmış ve kimin çıkarınadır? Bunları ortaya koyacağına, bir askeri kurmay toplanıp karar verir. Hedef; kaleyi düşürmektir, insanları öldürmektir, baskın yapmaktır ve bunlara uygun şekilde, kişilerin eğitiminin verilerek harekete geçirilmesidir. Böylece askeri harekâtın özel elemanlar tarafından gerçekleştirilmesi anlamında sınırlı bir anlatımı vardır. Topluma ve gelişen nesle bu empoze edilir. Bunun sonucunda artık o bilinci alan, ona göre kendini şekillendiren kişinin de bir savaş makinesi haline gelmesi kaçınılmazdır.  

Türkiye gibi birçok ülkede, özel savaş stratejistleri ve kurmayları bunu son derece bilinçli olarak geliştirmişlerdir. Geliştirilen bu politikalarla yürütülen özel savaşın kadro ve eleman sorunu çözülmeye çalışılmıştır. Bugün Kürdistan’da, özel harekât güçlerinde kullanılan birçok insan, bu şekilde şuursuzlaştırılarak istenilen biçimde kullanılmaya hazır kesimlerden devşirilmektedir.

 Bu durum, özel savaşın gerçekleşmesinin sadece bir yönünü ortaya koyar, ama özel savaşın kendisi değildir. Bir sapmayı ve saptırmayı anlatır. Kimi zaman bizde de savaşın politikayla, toplum yaşamıyla, toplumun geleceğiyle, ekonomiyle ilintisini kuramayan, meşru savunma savaşını niye gündemimize aldığımızın bilincinde olmayan kimi arkadaşlarımızda da böylesi bir yaklaşım etkili olabiliyor. Savaşı bir macera olarak ele alan, vurup-kırmayla ve dökmekle sınırlı tutan yaklaşımlar da ortaya çıkıyor. Bu yaklaşımlar savaşta aşırılıklara neden oluyor. Savaşın amaçtan kopuk olması, aşırılıklara neden olur. Savaş içerisinde aşırılıkların ortaya çıkmasının nedeni budur.

 Özel savaş, özel harekât olarak ele alındığında, başvurulan yöntemlerin de buna göre geliştirilmesi ve kullanılması kaçınılmaz hale gelir. Bu çerçevede de kullanılacak her türlü yol ve yöntem, özel savaş içerisinde mubah görülür. Örneğin, savaşta tutsakların hakları vardır, ama orada tutsakların hakları yoktur. Hedefe bir noktadan mı ulaşılıyor, o noktada savaştan muaf tutulması gereken kesimlerin varlığı bile önemli değildir. Öylesi kesimler de savaşın hedefidir artık. Mesela, uluslararası alanda savaşta muaf tutulanlar vardır. Bunlar siviller, gazeteciler, sağlıkçılardır, insan haklarıyla ilgili kuruluşlarda çalışanlar, din adamlarıdır. Bunlar hep savaştan muaf tutulan kesimlerdir. Ama özel savaş, özel harekât derekesinde ele alınıp uygulamaya konulduğu zaman, yönelinen ve hedeflenen yerde savaştan muaf tutulan kişilerin varlığı ya da yokluğu önemli değildir. Hepsi çok rahat bir şekilde imha edilebilir, yine ele geçirilen insanların kafası kesilebilir, cesetleriyle oynanabilir ve bu vahşet bir nişan ve övünç payesi haline getirilebilir.

Özel savaşın, özel harekât olarak ele alınıp, toplum yaşamıyla ve geleceğiyle ilgili olan boyutunun hesaplanamadığı koşullarda bunlar sürekli ortaya çıkan durumlardır. Bu, dünyanın her tarafında yaşanmıştır-yaşanmaktadır da. Amerika’nın, Vietnam’daki özel harekât birlikleri bunları yaygın olarak uygulamıştır. Türk devleti, Kürdistan’da bunu uygulamıştır-uygulamaktadır. Öyle ki bu tür savaşları yürütenler, savaş içinde giderek çeteleşmişler ve daha sonraki süreçlerde de ne yapmışlarsa, yaptıklarının da karşılığını devletten görmek istemişlerdir. Savaşın bittiği koşullarda ya da savaşın dışında kalındığı zamanlarda bile öylesi kişi ya da çevreler, özel savaşçı kimliğine uygun davranmış ve yaşamışlardır. Bunun sonucunda toplumun başına bela olmuşlardır. Bunların bir kesimi, psikolojik sorunlar yaşayarak tedavi görmeye ihtiyaç duyar hale gelmişlerdir ya da onları özel savaşta kullanan kişiler-güçler tarafından tek tek imha edilmişlerdir. 

Özel harekâtın, özel uygulama boyutuyla ele alınıp, onun amaçtan uzak tutulması, bu tür sonuçları da yaratıyor. O nedenle özel harekâtın, özel eğitimleri içerdiği gerçeğini bir kenara itmeyeceğiz. Özel eylemler içeriyor çünkü özel savaştır. Hedefin özelleştirilmesidir. Özelleştirilen hedefin, imha amaçlı olarak üzerine gidilmesidir. İmha etmek için her yolun, yöntemin kullanılması ve bu doğrultuda tüm imkânların seferber edilmesidir. Özel harekât, özel bir eylemle gündeme geliyor. Ama bu özel eylem genişledikçe, genişlediği alanı, bütünden yalıtıyor. Bütünden yalıtıldığında da tek eylem özgülünde uygulanan kuralsızlık giderek büyüyor. Bu bir strateji haline geldiğinde de genel olarak kuralsız, yoğunlaştırılmış bir savaş halini alıyor. O açıdan özel savaşın, özel harekâtla birlikte ele alınması giderek onu stratejik bir olgu haline getiriyor. Böyle bütünlüklü bir rolü ifade ediyor. Yani özel savaş, özel harekât içinde uygulanan bir yöntem olarak ele alınıyor. Bu nedenle biz, özel savaşı sadece özel harekâtla sınırlandıran bir yaklaşımla ele almıyoruz. Fakat ondan da ayrı ve bağımsız olarak değerlendirmiyoruz. 

Kısacası özel savaş dendiğinde bunu özel harekât olarak ele alan sınırlı bir yaklaşımla değerlendiremiyoruz. Özel harekât, her yönüyle özel savaşı anlatmıyor. Sadece özel savaş içerisinde gerçekleştirilen eylemlerin bir kısmını anlatıyor. Egemenlerin özel savaşı, özel harekâtla sınırlandıran, onun özel amacını gizleyen ve toplumu da bu şekilde yönlendirerek aslında özel savaşı topluma çekici kılmaya çalışan yaklaşımlarının özel savaş gerçeğinin saptırılması olduğunu burada görmek gerekiyor. Özel savaş eşittir aksiyon filmlerine konu olan eylemler değildir. Özel savaş içinde o tür eylemler olabilir, ama bu özel savaşın kendisi değildir. Özel savaş kuralsız, yoğunlaştırılmış ve ölçüsüz bir savaş olarak egemenler tarafından geliştirilen bir stratejidir. Türkiye-Kürdistan somutunda yaşanan da budur. 

Burada ayrıca bir nokta üzerinde durmakta yarar vardır. O da bizdeki özel kuvvetler gerçekliğidir. Bizim bir savaş gerçeğimiz vardır. Geçmişte, tarihin derinliklerinde yaşananları, haklı savaşlar olarak değerlendirdik. Günümüzde de bunu meşru müdafaa savaşları olarak değerlendiriyoruz. 

Yürüttüğümüz meşru müdafaa savaşı içinde de doğal olarak kendimizi, doğal toplum ve sosyalizm değerlerini korumaya yönelik önlemlerimiz olacak. Öz savunma güçlerini oluşturacağız. PKK’ye karşı özel kirli savaş yürütülüyorsa, gerilla güçlerini muhafaza edeceğiz. İmha amaçlı üzerimize saldırılar geliyorsa, o saldırıları bertaraf edecek tedbirleri alacağız. Bunların hepsi meşru müdafaanın içerisine girmektedir. Yani PKK, savaşı meşru müdafaa temelinde geliştiriyor. 2000`lerden sonraki süreçte hareket olarak Özel Kuvvetler örgütlenmesi içerisine girilmiştir. Bizde içerisine girilen bu örgütlenme ile yukarıda bahsini ettiğimiz özel savaş güçleri hiçbir şekilde birbirine karıştırılmamalıdır. Zaman zaman isim benzerlikleri nedeniyle karıştırmalar olabiliyor. Bizdeki özel kuvvetler tamamıyla meşru savunma temelinde oluşmuştur. Kullanılan taktikler ise tamamen kendini korumaya yönelik olarak geliştirilmektedir. O nedenle kesinlikle bir benzerlik söz konusu değildir.  Bir başka yönüyle de bizde özel kuvvetler, gerillanın kendini gözden geçirerek yenilemesi ve eğer varsa aşınmalardan kendini kurtarması anlamına da gelmektedir.  Bu fark görülerek bizde geliştirilen özel kuvvetler gerçeğine anlam verilebilmelidir.

Özel Savaşın Strateji Olarak Geliştirilmesi ve Uygulandığı Ülkelerde Yarattığı Sonuçlar 

Özel savaş tanımını yaparken, onu savaş olgusundan ayrı düşünemeyeceğimize ama genel anlamda yapılan savaş tanımından da farklı olduğuna dikkat çekmiştik. Bu tanım önemlidir. Çünkü düz bir yaklaşım var. Herhangi bir konu anlatıldığında, tartışıldığında ya da değerlendirildiğinde başlangıç aşaması keskin hatlarla ortaya konuluyor. Sanki öncesi süreçlerde onu çağrıştıran, onun kaynağını aldığı hiç bir şey yokmuş gibi bir yaklaşımda bulunuluyor. Öyle değildir. Bir şeyin bir başlangıcı olabilir. Ama o başlangıç denen olgu kendisinden önce var olanın içinde mayalanır. Orada şekillenmeye başlar ve giderek ana hatlarıyla, özellikleriyle kendini belirginleştirdiğinde yeni bir olgu olarak ortaya çıkar. Özel savaş da böyledir. Özel savaş, 'İkinci Dünya Savaşı’nda ABD tarafından geliştirilen bir stratejidir' deniliyor. Belirleme açısından yanlış değildir. Ama özel savaşa kaynaklık eden, onun esinlendiği savaş taktikleri ve savaş yöntemleri önceki dönemlerde de vardır. Daha önce örneklerini verdik. 

Eksik ya da fazla olsun 'Savaş, politikanın şiddet araçlarıyla devam ettirilmesidir.', şeklinde bir değerlendirme vardır. Özel savaş da bir politikanın sonucu gelişiyor. Savaş içinde bu durum bazı yönleriyle geçerlidir. Özel savaşı üç başlık altında toplamıştık: Gayrı Nizami Harp, İstikrar Harekâtı ve Psikolojik Savaş. Mesela psikolojik savaş ya da savaşta ideolojinin rolü önceki dönemlerde de var. Hangi savaş olursa olsun, savaşa güç seferber edilince, mutlaka bir ideolojiye ve düşünceye bağlı bir şekilde hazırlanır. Harekete geçileceği zaman, güç psikolojik anlamda da buna hazır hale getirilir. Yani savaşa başlamadan önce onun psikolojik, düşünsel ortamının hazırlanması söz konusudur. Savaştan önce savaşan güçlerin, toplumun savaşa hazırlanmasıyla psikolojik savaş aynı değildir. Ama bunların birbirleriyle ilişki ve bağlantısı söz konusudur. 

Özel savaşın başlıklarından bir diğeri İstikrar Harekâtıdır. Yani askeri darbelerdir. Ancak askeri darbeler de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmamıştır. Öncesi dönemlerde de askeri darbeler yaşanmıştır. Mesela, Fransa’da Bonapartizm’den bahsedilir. Burjuva devletlerinde askeri darbelerinin önünün açılması Bonapartizm ile birlikte başlar. Benzeri birçok örnek vardır. Bu örnekleri, ‘özel savaş, İkinci Dünya Savaşı öncesinde yoktu, ondan sonra birden ortaya çıktı’ biçiminde bir yanılsamaya düşmemek için belirtiyoruz. Yararlandığı, esinlendiği ve dayandığı noktalar var. Ama bunun bir strateji olarak ele alınması, geliştirilmesi farklı bir şeydir. Bu da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştiriliyor. Bunun gelişimine öncülük eden ABD’dir. ABD’nin rolünü burada önemli bir biçimde ortaya koymak gerekir. Neden böyle olmuştur? Bu soruya yanıt verildiğinde, ABD’nin burada rolü kendiliğinden ortaya çıkar. 

ABD kıta olarak Avrupa’dan ve diğer kıtalardan uzak bir konumdadır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan ciddi olarak etkilenmiş bir güç değildir. ABD, iki savaşta da güç olarak varlığını korumuş ve geliştirmiştir. Aynı zamanda sömürgeler savaşına, Batı’nın emperyalist devletlerinden daha sonra katılmıştır. Yani taze bir güç konumundadır. Bunun taze bir güç olması onu, o günkü koşullarda emperyalist devletler içerisinde gelecekte en gelişkin bir güç olma konumuna getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD sömürgecilik mirasını devralıyor. Kapitalizmin jandarması durumuna gelmeye başlıyor. Böylesi bir konuma gelen bir güç doğal olarak sömürü adına, egemenlik adına geliştirilecek olan politikaların uygulanmasının da öncü gücü durumuna gelir. Kapitalizmin jandarması durumuna gelen ABD emperyalizmi, artık dünya politikasına kapitalizm çerçevesinde yön vermede öncü güçtür. Böylesi bir öncü güç konumuna gelen bir devletin, sömürgecilik mirasını devralarak kapitalizmi daha fazla ayakta tutmak için yeni arayışlar, yöntemler içerisine girmesi de kaçınılmazdır.

 Böylesi bir gelişme zemini üzerinde askeri ve siyasi örgütlenmeler içerisine giriliyor. Örneğin: ABD öncülüğünde Avrupa’da Kuzey Atlantik Savunma Paktı (NATO), Uzak Doğu'da CEATO, Ortadoğu’da CENTO adları altında askeri paktlar oluşturuluyor. Bu askeri paktlarla birlikte IMF, OPEC gibi ekonomik örgütlenmelere de gidiliyor. Avrupa Ülkeleri Ekonomik Topluluğu(AET) şeklinde bir araya getiriliyor. Bütün bunlar ABD’nin öncülüğünde dünya kapitalist sistemini ayakta tutma girişimleri oluyor. Bunlar, ABD’nin kendisine ve kapitalizme karşı gelişen mücadeleler karşısında geliştirdiği savaş türü oluyor. Bu savaş türüne, özel savaş deniyor. Burada özel savaş olgusunu daraltılmış tek bir güce karşı ya da ABD sınırında olan savaş olarak ele almamak gerekir. Savaş pratikleştirildiğinde, somutlaştırıldığında özelleştiriliyor. Ama özel savaş, bir strateji olarak ele alındığında kapitalizm, emperyalizm karşıtı kim varsa, onu hedefleyen bir savaş halini alıyor. Bu savaş türü, hedefe kilitlendiğinde, o hedefi özelleştiriyor ve daraltıyor. Ama onu stratejik olarak ele aldığınızda kapitalist modernitenin ve ABD’nin karşısında olan tüm güçlere karşı yürütülen bir savaş olma gerçeğini ifade etmiş oluyor.

Burada kapitalist modernitenin karşıtı olan güçler hangileridir? O zamanki koşullarda, reel sosyalist güçler, kapitalizmin olduğu ülkelerdeki sınıf hareketleri ve sömürge ülkelerde gelişen ulusal-demokratik hareketlerdir. Yani Özel savaş, halkların bağımsızlık ve özgürlük mücadelelerini düşman ilan etmiştir. Özel savaş ele alındığı zaman tüm bu cephelerde kapitalizme karşı geliştirilen mücadeleler karşısında emperyalizmin yürüttüğü bir savaş olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Hedef o kadar geniş olduğuna göre, doğal olarak bu hedeflere karşı yürütülen özel savaşın biçim ve kapsamı da değişiyor. Örneğin, reel sosyalist ülkelere karşı geliştirilen özel savaş farklıdır. Ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı geliştirilen özel savaş farklıdır. Her ülkedeki sınıf hareketlerine karşı geliştirilen özel savaş farklıdır. Nitelik itibariyle değil, biçim ve gerçekleştirme yöntemleri açısından farklıdır. Örneğin, o zamanki koşullarda sosyalist ülkeler kimlerdi? Doğu bloğu olarak adlandırılan ülkelerdi. Sovyetler Birliğiydi, Doğu Avrupa’nın Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan, Arnavutluk gibi ülkeleriydi. Bununla beraber dünyanın değişik yerlerine serpiştirilmiş durumda bulunan Küba, Kore, Çin, Vietnam gibi ülkelerdir. Bu ülkelere karşı geliştirilen özel savaş daha çok buralarda gerçekleşmiş olan devrim iktidarlarının çözülmesini hedefleyen özel savaştır. Bu nasıl sürdürülüyor? Buralarda klasik anlamda burjuvalar iktidardan alaşağı edilmişlerdi ve oralarda devrim iktidarları gerçekleşmişti. Doğru ya da yanlış bu gün ayrı bir olaydır. O iktidarların önlerine koyduğu hedefleri vardır. Üretimin toplumsallaştırılması ve sosyalizmin kurulması gibi hedefler vardı. Bu ülkelere karşı ABD’nin ve batının geliştirdiği özel savaş, bu ülkelerdeki iktidarların ve sosyalizmin başarılı olmasını engellemektir. Bu ülkelerde yeniden kapitalist inşanın gerçekleşmesini sağlamaktır. Bunu nasıl gerçekleştiriyorlar? İktidardan alaşağı edilmiş kesimleri gizliden gizliye örgütleyip bir güç haline getirerek yapmak istemişlerdir. Bunun için de, halka yönelik olarak açık ya da gizli bir biçimde kapitalizmi özendirici propagandalar yapıyorlardı. Kapitalizmi özendirici propagandalar nelerdir? Radyo yayınları, daha sonradan gelişen sinema vb. yollarla yapılan propagandalardır. Çok daha sonra gelişen televizyon vb. araçlarla yapılan propagandalar da vardır. Bu propagandalar neye yöneliktir? O günkü koşullarda devrim yapılmış ülkelerde, ekonomik kalkınma olmakla birlikte, Batı’yla aynı düzeyde değildir. Batı’da bilimsel teknik gelişmeye bağlı olarak hızlı bir şekilde pazara yönelik tüketim nesnelerinin üretilmesi söz konusudur. Bunlar da Doğu blok ülkelerinde fazla gelişkin değildir. Çünkü Doğu blok ülkelerinde daha çok kullanım yönü ağırlıklı olan tüketim nesneleri üretiliyor. Yani iki gün kullanıp işlemez hale gelen malların üretilmesi yerine, daha uzun süreli kullanılabilecek ihtiyacın karşılanmasını hedef alan mallar üretiliyor. Bu belki kaba oluyor, göze hoş görünmüyor ve sanatsal yönü fazla öne çıkarılmış olmuyor. Ama Batı’nın ürettiklerine göre daha dayanıklı oluyor. Bununla beraber yaşamı rahatlaştırıcı, zevk yönünü öne çıkartan nesneler de Doğu blok ülkelerinde fazla üretilmiyor. Mesela: Cola, tişört, kot pantolon vs. fazla üretilmiyor. Bunun karşısında daha dayanıklı, halkın temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik üretimler gerçekleştiriliyor. Bunu mantıken veya ‘sosyal devlet’ ya da sosyal boyut itibariyle değerlendirdiğimiz zaman 'Doğu bloğunda gerçekleşen üretim biçimini hedef alarak o günkü toplumun ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir' diyebiliriz. Ama bunları daha çekici, daha cazip hale getirip, toplumsal yaşamda daha özendirici kılabilirler. Bu yönler eksiktir. Oysa Batı’nınkinde özendirici yönü, keyif yönü öne çıkan ama kullanım ve değer yönü de az olan bir üretim gerçekliği var. Kapitalizmin yaptığı, Doğu ve sosyalist ülkeler karşısında kendi yaptıklarının, kendi ürettiklerinin propagandasını yapmak ve bunu daha fazla çekici hale getirmektir. 

Yine burjuva özgürlükleri diye adlandırılan özgürlükler var. Biz bunları eleştiriyor ve burjuva özgürlükleri olarak adlandırmıyoruz. Batı Avrupa’da halkların yürüttüğü mücadele sonucu elde edilmiş haklar olmasına karşın, burjuvazi bunları kendisine mal etmiştir. Örneğin seyahat özgürlüğü ya da kendi ürettiğini pazarlama gibi özgürlükler de var. Çok partililik gibi olgular da söz konusudur. Ama sosyalist ülkelerde bunlar pek gelişkin değildir. Maddi imkânların sınırlı olduğu, toplumun ancak kendi yaşamını sürdürebildiği koşullarda uluslararası seyahatlerin gerçekleştirmesi o kadar fazla olmaz. Olsa bile çok sınırlı olur. Farklı düşüncelerin parti ya da farklı biçimde örgütlenmesi de yoktur. Bunların da propagandası yapılıyor. Yani kapitalizm vitrinde göze, anlatımda kulağa hoş gelebilecek şeylerin propagandasını sosyalist ülkelere karşı yoğun bir şekilde yapıyor. Bu propaganda toplum içinde belli yönüyle etkide de bulunuyor. Örneğin, bugün de İran-İslam Cumhuriyeti'ne karşı benzeri şeyler yapılıyor. ABD’nin, İran’a yönelik yapmış olduğu televizyon-radyo ve internet yayınları var. Yayının çoğunluğu müziktir. O müzik yayınları otantik ya da İran halkının doğal özelliklerini, toplumsal gerçekliğini yansıtmıyor. Dil Farsça ama yapılan müzik Batı müziğidir. Bu müziklerde de müziği yapan kişilerin tipleri bir Doğulu’dan çok bir Batılı’dır. Giyim kuşamları tamamen Batı eksenlidir. O müzik türü İran’da çok yoğun bir biçimde dinleniyor. Toplum, gençler daha çok o müziği dinliyor. O müziği dinleyenler ve izleyenler orada sadece ruhen mi kendilerini dinlendirmiş oluyorlar yoksa orada yeni alışkanlıklar ve yeni özellikler mi elde ediyorlar? ABD o televizyon kanallarında, o programlarla İslam Cumhuriyeti’nin topluma vermeye çalıştığı yaşam özelliklerini parçalamayı hedefliyor. İran’da gençler belki sokakta çarşafa bürünüyor ya da sakallı dolaşıyor ve İslam’da ne gerekiyorsa onu yapıyor, ama eve kapandığında da o televizyonda gördüklerini yaşayan, onu taklit edenler durumuna geliyor. Bu İran’daki İslam Cumhuriyeti için en büyük tehlikedir. Çünkü toplumu ve bireyi çözüyor. ABD’nin yaşam tarzı, yaşam özellikleri, ilişki tarzı İran’a taşınmış oluyor. İran’da, İslam devrimi için en büyük tehlikeyi bu oluşturuyor. Çünkü kültürel, düşünsel ve yaşam alanında İslam devrimine karşı ilan edilmiş bir savaşı anlatıyor ve çok tehlikelidir. ABD bunu bugün İran’a karşı yapıyor ama geçmiş dönemde bunu sosyalist ülkelere karşı hem de çok yoğun bir biçimde yaptı. Bunu radyo, televizyon yayınları, gizliden gizliye ülkeye soktuğu dergilerle, gazeteler, ajanlarla, sosyalist ülkelerin Avrupa’daki bazı ülkelerin temsilcilerini ajanlaştırarak yaptı. 

Mesela, reel sosyalist ülkelerde 1990’larda çatışmalar başladığında, o ülkelerdeki sistemler çöktüğünde gençlerin SSCB'de en çok elde etmek için saldırdıkları şeyler kolalar ve tişörtler oldu. Romanya’da da benzeri durumlar ortaya çıktı. Birden tüketimde patlama yaşandı ve o güne kadar yaşanmamış veya gizliden gizliye teşvik edilen Batılı kapitalist yaşam tarzı birden öne çıkartılarak toplumda geçerli hale geldi. Bu birden mi oldu? Hayır; öncesinde hem sistemden kaynaklı hastalıklar ve hem de bu ülkelere karşı yürütülen özel savaşın bir sonucu olarak gerçekleştirildi. Bu anlamda kapitalizmin o zaman karşıtı olarak ilan ettiği reel sosyalist ülkeleri içten içe fethetme mücadelesi olarak da özel savaşı değerlendirmemiz gerekiyor.

Yöntem nedir? Propagandadır, gizli çalışmadır, kapitalist yaşam tarzını, kapitalist modernist ilişkileri geliştirmedir. En tehlikeli olan da budur. Önderlik, 'Bir Halkı Savunmak' ta “En büyük mücadele ideolojik alanda, kültürel alanda yürütülen mücadeledir.” diyor. İdeolojik alanda ve kültürel alanda bir mücadele başarıyla geliştiriliyorsa yoğun ve sağlam bir biçimde veriliyorsa, o başarılı olur. Şiddete dayalı bir devrim yapılır, iktidar ele geçirilebilir, ama ideolojik ve kültürel alanda toplum kazanılmazsa, şiddete dayalı ele geçirilen iktidar, daha sonra yıkılabilir, çözülebilir. Sovyetler Birliği’nde ve diğer sosyalist ülkelerde yaşanan da bu oldu. İktidarlar ele geçirildi, ama sosyalizm iktidarın ele geçirilmesi değil, demokratik toplumculuğun örgütlenmesinin önünü açmaktır, onun için çalışmaktır. Bu yapılmadığı için toplumculuk projesi önce kapitalizmin mezhebi sonra da kapitalizmin kendisi oldu. Bu sonucun böyle ortaya çıkmasındaki etkenlerden birisi, geliştirilen özel savaş gerçeğidir. 

Özel savaşın hedeflerinden birisi de sınıf hareketleridir. Bu sınıf hareketleri daha çok emekçilerin hareketleridir. Bu sınıf hareketlerini ele aldığımız zaman, buralarda gelişen özel savaşı, reel sosyalist ülkelere karşı gerçekleştirilen özel savaşla aynı şekilde ele alamayız, çünkü farklıdır. Bu ülkelerde iktidar burjuvazinin ve egemen sınıfın elindedir. Emekçiler ise burjuvaziye karşı alternatif bir güç olarak ona karşı mücadele veren bir güç durumundadır. Buradaki özel savaşın rotası buna göre belirleniyor. Burada iki esas üzerinde hareket ediliyor. 

Bunlar: Bir yandan kendi burjuva iktidarlarını sağlamlaştırmaktır. Onu güçlü olarak ayakta tutmaktır. Diğeri ise, ona karşı alternatif güç olup mücadele eden güçleri engellemektir. Sosyalist ülkelere karşı, o iktidarları çözmeyi hedefleyen ve yerine kendi iktidarını oluşturmayı amaçlayan özel savaş, sınıf hareketlerinin geliştiği yerlerde de kendi iktidarlarını sağlamlaştırmayı, alternatif olan emekçilerin mücadelelerini engellemeyi kendisi için tehlike olmaktan çıkarmayı hedefliyor.

Egemen Sistemlerin Sürdürülmesinde Özel Savaşın Rolü

Genellikle özel savaş tartışıldığında, sadece cuntalar olarak ele alınır. Ya da elinde silah herkesi tarayan, işkence tezgâhlarına herkesi çeken iktidarlar olarak algılanır. Yani sadece baskıcı yönü görülür. Ama öyle değildir. O sadece özel savaş rejimlerinin görünen bir yüzünü oluşturur. İktidarları sağlamlaştırmak için uygulanan özel savaş yöntemleri gelişkindir. Tek düze bir hat izlemez. Yeri geldiği zaman cuntalara başvurur. Yeri geldiği zaman ise Türkiye’deki CHP gibi kendine sosyal demokrat diyen partileri hükümete getirir. Birinde şiddete dayalı olarak ve bastırarak mücadelelerin durdurulmasını hedeflerken; diğer taraftan da sahte yüzler takarak, lafta reformist uygulamalar içerisine girerek sınıf ve emek mücadelelerini durdurmak isterler. Her ikisi de özel savaş yöntemidir. Birinde şiddet öne çıkartılarak uygulanmıştır, diğer taraftan sahte reform vaatleriyle reformist söylemlerle özel savaş uygulaması içine girilmiştir. O açıdan özel savaşı sadece darbeler, sadece şiddet uygulamaları olarak ele almamak gerekir. Bunun dünyanın değişik ülkelerinde örnekleri var. Endonezya’nın Eski Başkanı Suharto vardı. Bir süre önce öldü. Suharto otuz yılı aşkın Endonezya’da devlet başkanlığı yaptı. Bunun devlet başkanı olması bir darbeyle gerçekleşti. O, dünyadaki en büyük komünist katliamını gerçekleştirdi. Bir gecede yüz binlerce komünist parti üyesi-taraftarı Suharto iktidarı tarafından katledildi. Bu tarz şiddete, baskıya, katliama dayalı bir biçimde otuz yıl iktidarını devam ettirdi. Bu özel savaşın, askeri darbeler biçiminde gerçekleşme biçimiydi. Yine, Şili’de 1973’de Salvador Allende vardı, sosyalizme barışçıl mücadele yöntemleriyle ulaşabileceğini savunuyordu. Seçimlerde iktidara geldi ve 1973’te Pinochet tarafından askeri darbeyle devrildi. Pinochet on beş, on altı yılı geçkin sürece Şili’yi yönetti. Bu da, askeri darbeyle gerçekleşen bir özel savaş uygulaması oluyor. 

Buna benzer Türkiye’de gelişen askeri darbeler var. Pakistan’da sık sık gerçekleşen askeri darbeler var. Bunlar özel savaşın askeri darbeler şeklinde kendi iktidarını sağlamlaştırma biçimleri oluyor. Bununla beraber dünyanın değişik yerlerinde reformist söylemlerle özel savaş partileri iktidara getiriliyor ve o partiler döneminde sınıf mücadeleleri ya da ezilenlerin ve emekçilerin mücadelelerinin önü alınıyor. Bu konuda Arjantin bir örnektir. Latin Amerika ülkelerinin tümünde gerilla mücadeleleri gelişmiştir. Bu gerilla mücadeleleri Latin Amerika ülkelerinin bazılarında başarılı da olmuştur. Başarısız olduğu ülkeler olsa da yine de ses getirmiş ve etki yaratmıştır. Daha sonraki gelişen mücadelelere zemin teşkil etmiştir ve kaynak yaratmıştır. Şili’de, Bolivya’da, Venezüella’da ve Peru’da da bu olmuştur. Latin Amerika’nın tüm ülkelerinde böyle mücadeleler gelişmiştir. Ama Arjantin’de güçlü bir şekilde gelişen gerilla mücadelesi yoktur. Gerilla deneyimleri vardır, ama gelişmemiştir. Gelişmemesinin temeli buradaki iktidarların özel savaş uygulamalarında gerilla mücadelesine zemin ve kaynak teşkil edecek, gerilla mücadelesinin üzerinde yükseleceği emekçiler ve yoksullar üzerinde geliştirmiş olduğu bilinçli politikalardır. Bu bilinçli politika nasıl geliştirilmiştir? Arjantin’in yoksul mahalle ve semtlerine devlet el atmıştır. Devlet nasıl el atmıştır? Orada yoksullar varsa, o yoksul kesimlerin yaşamını biraz daha kolaylaştırıcı tedbirler almıştır. Onlara mali destekler “köstek” vermiştir. Çeşitli alt yapı ihtiyaçları varsa yol, su gibi bunları karşılamaya çalışmıştır. Barınma sorunları varsa bunları da bir yönüyle çözmeye çalışmıştır. Bu alanlarda devlet ya da hükümet, o halkın bu sorunlarını belli yönüyle acılı bir şekilde hissetmelerini engellemiştir. Doğal olarak bu kesimlerin de o hükümet ve yönetimlere karşı güçlü mücadelesi gelişmez. Böylece o kesimler üzerinde daha çok hükümet ya da devletin etkisi-örgütlülüğü gelişir.

Arjantin’de de bu yapılmıştır. Eğer toplum sömürücü sınıflara, egemenlere karşı mücadelenin dışına çekiliyorsa ve giderek onu destekler hale geliyorsa; biz bu uygulamayı da bir özel savaş uygulaması olarak görürüz. Burada anlatmak istediğimiz şey, sınıf hareketlerine ve emekçi hareketlere karşı geliştirilen özel savaş bu tür ülkelerde birkaç boyutuyla ele alınır. Bunlar: 

Bir: Kendi iktidarlarını sağlamlaştırma. Bunlar darbeler yoluyla da olabiliyor. 

İki: Emekçileri tehlike olma durumundan çıkarma. Bunu bir yandan baskıyla sindirip etkisiz hale getirerek; diğer yandan da o sınıf mücadelesini yumuşatarak, sahte reformist yaklaşımlarla rotasından çıkartarak yapar. 

Üç: Ezilen ya da sömürge halkların geliştirdiği mücadeleler karşısındaki özel savaştır. Burada geliştirilen ise politik ve stratejik anlamda iç içe geçen bir özel savaşı anlatıyor. Diğer yandan sömürge yönetimleriyle orada hâkim kılınmaya çalışılıyor ve sömürge yönetimleri, yürütülen fiili savaşlarla kendisini orada etkili hale getirmek istiyor. Orada sömürgeciliğe karşı gelişen bir mücadele varsa onu yok etmeye çalışıyor. Bu şekilde sömürgelerde geliştirilen kapsamlı bir özel savaş gerçekliği vardır.

Özel savaş somuta indirgendiği zaman hedefini daraltıp, küçültüyor ve onu yok etmek için her şeyi yapıyor. Konunun başında da belirttik. Özel savaş, yoğunlaştırılmış, kuralsız, özelleştirilmiş, tüm imkânlarını seferber eden, her yolu ve yöntemi hedefe ulaşmak için mubah gören bir savaştır. O, hedefini somutlaştırdığında, tüm bunları kullanarak amacına ulaşmak istiyor. 

Buna göre özel savaşı biraz daha somutlaştırmak durumundayız.

Özel savaş strateji olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilmeye başlıyor. Özel savaşın kapsamında ve hedefinde kapitalizm karşıtı olan her şey var. Amaçladığı da kapitalizmin siyasal, ekonomik, askeri ve kültürel olarak hâkimiyetini kurmasıdır ve sağlamlaştırmasıdır. Kapitalizm ve emperyalizm, bu temelde kendi örgütlenmelerini dünya genelinde yaygınlaştırıyor-kurumlaştırıyor. Bu oluşturulan örgütlenmeler, tek boyutlu ya da salt bir döneme ait gelişmeleri değil; geçmişten günümüze kadar yürütülen iktidar savaşlarından çıkartılan sonuçların toplamının bir araya getirilmesiyle ele alınmaktadır. Tarihte egemenlik kurma ya da iktidar olma savaşları nasıl başarılmıştır, şimdi nasıl kesin sonuçlar elde edilebilir? Özel savaşın temel sorusu budur. Ve bu konuda belirli sonuçlara varıyorlar. Ondan sonra bunun örgütleri ve araçlarını oluşturmaya başlıyorlar. 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreç, bilimsel-teknik devrimin devasa boyutlara ulaştığı ve yeni bir çağa damgasını vuracak gelişmelerin yaşandığı bir dönem olarak değerlendirilir. Bilimsel devrim ve teknik denildiğinde, yaşanan bilimsel gelişmelerin teknik alana yansıtılması ve bunun yaşam üzerinde yarattığı etkiler şeklinde ele alırsak, bilimsel teknik devrim gerçekliğini yetersiz algılamış oluruz. Bilimsel teknik devrim sadece bilimsel gelişmelerin yaşamasına neden olmuyor. Bilimsel gelişmelerin ortaya çıkardığı gerçeklikler var. O zamana kadar bilinmeyen olgular var. Onları da ortaya çıkarıyor. Bu doğa, toplum üzerinde o güne kadar olmadık düzeyde ayrıntılı bilgilerin edinilmesine neden oluyor. Eğer doğa, toplum yeniden ve daha kapsamlı tanınmaya başlanıyorsa, o zaman da doğa ve topluma karşı daha bilinçli faaliyetlerin geliştirilmesi, örgütlendirilmesi ortaya çıkar. Bilimsel-teknik devrim, dünyada bu türden gelişmeler yaratıyor. Doğa ele alındığı zaman, doğadaki var olan nesneler nasıl kullanılabilir, bunlardan neler elde edilebilir ya da bunlar nelere dönüştürülebilir? Bu sorunlara yanıtlar arıyorlar. Bu, birçok bilimsel keşfin ortaya çıkmasına neden oluyor. Toplum ele alındığı zaman toplumun güçlü ve zayıf yanları nelerdir? Topluma karşı, hangi yönden başlayarak hareket edilse istenilen sonuçlar elde edilir. Toplum, buna göre yönlendirilir, şekillendirilir vb. gibi sorularına yanıtlar alınıyor. Bu temelde de topluma yönelik bilinçli faaliyetler geliştiriliyor. Örneğin, bir parti hükümete mi gelecek, hükümete nasıl bir parti taşınabilir? Piyasaya yeni bir mal çıkartılıyor. Bu piyasaya çıkartılan malın çok daha fazla satımı nasıl gerçekleşir? Bunun gerçekleşmesi için toplumun hangi yanına hitap etmek gerekir? Bu bilinçli bir faaliyet olarak geliştiriliyor. Örneğin, çocukların, gençlerin, yaşlıların beğeni ölçüleri nedir, nasıl etki altına alınabilir? Kadınlar, erkekler nasıl etki altına alınabilir? Kadınlar, erkekler, çocuklar, gençler, yaşlılar nasıl tüketim kültürünün bir parçası haline getirilebilir? Kurulu düzenin nasıl basit uygulayıcıları haline getirilebilir? Bunların hepsi bilinçli bir faaliyet olarak ele alınır ve buna uygun şekilde de politikalar belirlenir. Bu yapılırken de tüm bu alanlarda faaliyetleri örgütleyecek örgütlenmeler kuruluyor. Bu oluşturulan örgütlendirmeler önce kendilerini bilimsel araştırmalar yapan kurumlar olarak yansıtıyorlar. Fikir tartışmalarının yürütüldüğü bilimsel kuruluşlar olarak da kendilerini tanıtıyorlar. Yine, yeni politik açılımlar yapmak isteyen tartışma kulüpleri olarak da kendilerini tanıtıyorlar. Kendilerine farklı isimler de verseler temelde yaptıkları aynı şeydir. Bu da toplumu tanıdıkları oranda yönlendirilebilir, yönetilebilir hale getirmektir.  

Bu bize bilim adamlarıyla, Marks arasındaki ayrımı düşündürüyor. Marks felsefesini ortaya koyarken, kendi dünya görüşünü ve diğer bilim adamlarından farkını anlatırken ne demişti? O zamana kadar bilim insanları ya da doğa bilimiyle ilgilenenler sadece doğayı tanımakla yetindiler. “Asıl olan onu değiştirmektir.” Marks'ın felsefesini diğer düşünürlerden, diğer felsefik yaklaşımlardan ayıran temel noktalardan bir tanesi budur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da topluma yönelik özel faaliyet ve çalışmalar yürütenler bu bakış açısını kendi çıkarları doğrultusunda kullanma yoluna gitmişlerdir. Onlar da nesnenin tanınabileceğini, nesnenin anlaşabileceğini görmüşlerdir. Ama sorun nesnenin tanınması, anlaşılması değil, onun kendi çıkarları doğrultusunda kullanılması olduğu gerçeğinden yola çıkarak hareket etmişlerdir. O süreçten itibaren yürüttükleri tüm çalışmaları tanınabilen, anlaşabilen, bilinebilen toplumu, insanı 'daha rahat nasıl yönetiriz', 'daha rahat nasıl yönlendiririz ve sömürürüz' politikasının bir parçası olarak ele alıp, uygulamaya başlamışlardır. Bunun için öncelikle bireyin ve toplumun zayıf ya da güçlü yanları tespit edilmiştir. 

Kapitalistlerin çok daha fazla kâr etmeleri için ne yapmaları gerektiği tespit edilmiştir. Kapitalistlerin baskısına karşı halkın tepkisi geliştiğinde o tepkiyi yok etmek için ne yapmak gerekir? Sorusunun yanıtı aranmıştır. Bunlar üzerinde araştırmalar geliştirilmiştir. Tüm bunlar da bilinçli bir politikaya dönüştürülerek geliştirilen özel savaşın temeli haline getirilmişlerdir. ABD bu konuda da öncülük yapmıştır. 

Dünyanın değişik yerlerinde doğaya, topluma yönelik bilimsel çalışmalar yapanlar bir araya getirilmişlerdir. Bunlar: Think-Thunk kuruluşlarıdır, bilimsel düşünce kulüpleridir. Bunların çatısı altında birçok fikir insanı bir araya getirilerek, çeşitli konular üzerinde düşünceler geliştirmeleri sağlanmıştır. Bu platformlarda toplum psikolojisini çözümleme yoluna gidilmiştir, sosyolojik çözümlemeler yapılmıştır. Davranış üzerinde neler etki yapar sorusunun çözümlemeleri yapılmıştır. Bu çalışma birimleri egemenlikçi-iktidarcı yaklaşım için son derece imkân ve olanak yaratmıştır. Bu imkânlar üzerinden ortaya çıkan bu görüşler ve olgular temelinde de yeni politikalar geliştirilmiştir. 

Birçok kez televizyonlarda çıkan haberler vardır. Örneğin derki: Amerika’da 'X' fikir kuruluşu bir toplantı yapmıştır. Bu fikir kuruluşunun yapmış olduğu toplantıda şöyle bir sonuca ulaşılmıştır. Yine stratejik araştırmalar yapan bir merkez toplanmış ve dünyadaki stratejik sorunları tartışmıştır, diye haberler çıkar. Tüm bu tartışmaları yapan kurumlar ve kuruluşlar tamamıyla özel savaşa hizmet temelinde ABD tarafından geliştirilen kurumlardır, kuruluşlardır. Son yıllarda Türkiye’de de bu tür kuruluşlar çok fazla geliştirilmiştir. Mesela ASAM (Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi) gibi birçok merkez bu temelde kurulmuştur. Ve bu merkezlerde geliştirilen düşünceler ilk başta askeri amaçlı kullanılıyor ve ardında da yine o amaca hizmet temelinde topluma yaygınlaştırılıyor. Böyle kullanılan görüşler de belirttiğimiz hedeflere yönelik olarak özel savaş için geliştiriliyor ve uygulanıyor. O açıdan özel savaş olgusunu somutlaştırırken karşıt güçlerin, düşman güçlerin geliştirdiği rastgele bir savaş olarak değerlendirilmemesi gerekir. Savaşta en kuralsız bir yaklaşım bile uygulanıyorsa, en şuursuz, en sınırsız bir yönelim içine giriliyorsa bunun son derece bilinçli bir çabanın sonucu olduğunu görmek durumundayız. Mesela, birine o kadar işkence yapıyor. Bir insana, o kadar işkencenin yapılması karşı tepki yaratacaktır. ‘Bunu görmüyor mu, bu kadar işkence yapıyor’ denilebilir. Onu görüyor ama onu görürken yaptığı işkencenin kısa süredeki sonuçlarını ve o sonuçların da toplum üzerindeki etkisini bilerek hareket ediyor. Eğer getireceği kazancı, götüreceklerinden çok daha fazla ise o senin dediğini bir kenara atıyor ve onu yapmaya, uygulamaya devam ediyor. Bu açıdan özel savaş uygulamaları son derece bilinçli bir çabanın sonucu olarak gündeme gelip, gerçekleşiyor.

Özel savaşı dile getirirken Gayrı Nizami Harp, İstikrar Hareketi, Psikolojik Savaş şeklinde üçayak üzerinde değerlendirmiştik. Bunlar derinlemesine açılabilir.

Devam edecek...

Cemal Şerik

Kaynak: lekolin.org