31 Mart 2011 Perşembe

Niyetlerini açıkladılar: Ya gidecek ya ölecek

Libya'yı kendi aralarında paylaşan Türkiye ve üyesi olduğu NATO ülkeleri nihai amaçlarını  açıkladı. Londra'da toplanan savaş lordları, Kaddafi'nin biletini kesti: Ya gidecek ya ölecek

Londra'daki zirvede Kaddafi'ye "sürgüne git" çağrısı yapıldı. Zirvenin bildirisinde ayrıca, "Sivillere saldırılar bitene dek, harekat sürecek" denildi. Zirvenin yapıldığı saatlerde ABD NBC televizyonuna konuşan Obama da, muhalifleri silahlandırma seçeneğini gözardı etmeyeceklerini söyledi. Bu arada Libya'daki çatışmalar bitmiyor. Koalisyon güçleri önceki gece 22 füze saldırısı düzenledi, 115 sorti uçuşu yaptı. Kaddafi ile isyancılar arasındaki çatışmalar da sürüyor.

 
NATO niyetini ortaya koydu

Uluslararası müdahale ve çatışmalara sahne olan Libya'daki durum önceki akşam Londra'daki zirvede masaya yatırıldı. Zirvede Kaddafi'ye de "sürgüne git ya da öl" çağrısı yapıldı, "Sivillere saldırılar bitene dek, harekat sürecek" denildi.

Oy birliğiyle alınan Kaddafi'ye sürgün çağrısı kameralar önünde Katar Başbakanı Şeyh Hamad Bin Cassim El Tani tarafından açıklandı. El Tani, Kaddafi'nin gitmesi için birkaç günü kalmış olabilir" dedi. El Tani, "Şimdi yaptığımız bu çağrı birkaç gün sonra masa üstünde olmayabilir" diye Kaddafi'yi tehdit etti.



Muhalifleri silahlandıralım


Londra zirvesinin yapıldığı saatlerde Amerikan NBC televizyonuna konuşan ABD Başkanı Barack Obama, uluslararası hareketin Kaddafi rejimini yeterince zayıflatmaması halinde, muhalifleri silahlandırma seçeneğini gözardı etmeyeceklerini söyledi. İngiltere Başbakanı David Cameron da Londra'nın, Libya'daki muhalif güçlere silah desteği sağlanmasına karşı olmadığını söyledi. Buna karşın, NATO Genel Sekreteri Rasmussen ise "Biz sivilleri korumak için oradayız, onları silahlandırmak için değil" diye konuştu. Aynı şekilde, İtalya ve Norveç de Libya'da muhaliflerin silahlandırılması gibi bir planın içinde olmayacaklarını bildirdi. Ayrıca Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da, Libyalı muhalifleri silahlandırmaya karşı çıktı.


Çatışmalar sertleşiyor


Bu arada, Libya'nın Bin Cevad kentinde konuşlanan muhalifler ile Muammer Kaddafi'ye bağlı askerler arasında çatışmalar oldu. Kaddafi askerlerine yönelik başlatılan operasyona destek vermek amacıyla Bingazi, Beyda, Tobruk, Ecdebiye ve Brega kentlerinden desteğe gelen muhalifler, önceki gün Ras Lanuf kentinde konuşlandı. Ancak Ras Lanuf bir süre sonra Kaddafi güçlerinin denetimine geçti.


Daha sonraki saatlerde ise Kaddafi rejimine bağlı güçlerin, Brega kentini geri aldığı bildirildi. Bölgedeki AFP muhabiri, petrol kenti Ras Lanuf'tan birkaç saat sonra, kentin yaklaşık 80 kilometre doğusunda Brega'yı da geri aldığını belirtti. Muhalifler koalisyon güçlerinin desteğiyle Ras Lanuf ve Brega kentlerinde geçen hafta kontrolü ele geçirmişti.


Öte yandan, Libya'nın Misrata kentinde, Muammer Kaddafi'ye bağlı birliklerin düzenlediği saldırıda 18 kişinin öldüğü bildirildi.


Füze saldırıları


Kaddafi birliklerine karşı hava saldırıları düzenleyen koalisyon ülkelerinin, son 24 saatte 22 Tomahawk füzesi kullandığıbildirildi.


Savaşın acısını mülteciler çekiyor

 
 
Tunus'un Libya ile sınırındaki Ras Cedir bölgesinde yer alan mülteci ve göçmen kamplarında binlerce kişi haftalardır zor koşullarda yaşamını sürdürmeye çalışıyor.

Libya'daki çatışmalardan kaçarak mülteci konumuna düşen, çoğunluğu Somali, Sudan ve Bangladeş ile Sahra-altı ülkelerinin vatandaşlarından oluşan, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu yaklaşık 20 bin kişi ya Libya'ya dönmek ya da üçüncü bir ülkeye gitmenin hayalini kuruyor.


Bu arada özellikle çocuk, kadın ve yaşlıları olumsuz etkileyen temizlik ve hijyen yetersizliğinin dikkat çektiği kamplarda yaşamını sürdüren Somalili mültecilerden biri, 7 haftadır burada olduğunu ve Libya'ya dönmenin hayalini kurduğunu belirterek, "Kaddafi, milyonlarca Afrikalı'ya iş ve aş sağlıyordu. Benim ve buradakilerin gidecek başka yeri yok" dedi.


Bu arada, İtalya, Afrika kıtasına en yakın toprak parçası Lampedusa adasına aralıksız gelmeye devam eden kaçak göçmenler konusuna çare arıyor.  Tunus'a 138 kilometre uzaklıktaki Lampedusa adasına, Kuzey Afrika ülkelerindeki gelişmeler nedeniyle aylardır devam eden kaçak göçmen akını, İtalya'nın başını ağrıtıyor.


ABD ile Türkiye plan yapıyor


ABD ile birlikte Kaddafi'yi ölüm ya da sürgün tercihleriyle tehdit ettiği öne sürülen Türkiye hükümeti ise Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun ağzından bu bilgiyi doğruladı. Zirve sonrasında gazetecileri yanıtlayan Davutoğlu, "Türkiye ile ABD'nin Libya için ortak plan hazırladığı" yönündeki bir soru üzerine, "ABD ile sürekli istişare halinde, kanaatlerimizi de yansıtan, bu geçiş sürecinin nasıl yönetilebileceği konusunda bazı çalışmalarımız oldu. Özellikle bu geçiş döneminin yürütülmesi açısından, bu çalışmalar devam edecek" dedi.


Fransa Almanya'yı sıkıştırıyor


ABD Devlet Başkanı Obama, Libya'daki operasyonun komutasının bugün NATO'ya geçeceğini açıklamasına rağmen Fransa hala Almanya'nın aktif rol almasından yana. Fransa, özellikle Kaddafi rejiminden sonra ülkenin yeniden inşasında Almanya'nın yer alması gerektiğini düşünüyor.


Dünkü zirvesi Almanya'nın günlük gazetelerinden Tagesspiegel'e konuşan Fransız hükümet partisi UMP'nin Genel Sekreteri Jean-Francois Copê, Almanya'nın hem BM Güvenlik Konseyi'ndeki çekimserliği ve hem NATO'daki tavrına rağmen bir kez daha 'operasyona katıl' çağrısını yaptı.


Nikaragua Libya'yı temsil edecek


Nikaragua, ABD'nin temsilcilerine vize vermediği Libya'yı BM'de temsil edeceğini açıkladı. Nikaragua'nın Amerikan hükümetlerini sert bir şekilde eleştiren eski Dışişleri Bakanlarından Miguel D'Escoto Brockmann'ın Libyalı diplomat Ali Abdüsselam Treki'nin yerine Libya'yı BM'de temsil edeceği bildirildi. Nikaragua hükümetinin yaptığı açıklamada, D'Escoto'nun, "Libyalıların egemenlik haklarına saygı gösterilmesini sağlamak amacıyla yürüttükleri diplomatik mücadeleye destek vermek için BM'nin merkezinin bulunduğu New York'a gittiği" ifade edildi.


Amerikalılar macera istemiyor


ABD'de yapılan bir araştırma, seçmenlerin yarısına yakınının ülkelerinin Libya'ya müdahalesine karşı olduğunu ortaya koydu. Quinnipiac Üniversitesi'nin araştırmasında, seçmenlerin yüzde 47'sinin ABD'nin Libya'ya müdahalesine karşı olduğu, yüzde 41'inin de bunu onayladığı görülüyor. Libya'nın hava savunma sistemlerine uzun menzilli füzelerle saldırılmasına yüzde 53'lük bir kesimin onay verdiğini, katılımcıların yüzde 33'ünün de buna karşı çıktığını ortaya koyan araştırmaya göre, ABD'nin Albay Muammer Kaddafi'yi "zorla" devirmemesi gerektiğini düşünenlerin oranı yüzde 48, bunun aksini düşünenlerin oranı ise yüzde 41.

Mahmut Alınak'tan sivil itaatsizlik çağrısı


""Kürtler okullarda ve devlet kurumlarında Kürtçe'den başka dil kullanmayacak"

Bugüne kadar Kürt sorunun çözülmesi için, büyük çoğunluğu Kürtlerden gelen pek çok öneri oldu. Hükümetlerin hep, 'ben onunla konuşmam', 'önce silah bıraksınlar' gibi şartlar öne sürdüğüne tanık olduk. Barışın sağlanacağı konusunda en çok umutlandığımız noktada umutlarımızın söndüğünü, en umutsuz olduğumuz anda yeniden barış olasılığının canlandığını gördük.


Tüm bunları yeniden aynı anda yaşadığımız bugünlerde, içinde 1987 ve 1991 yıllarında SHP milletvekili olarak mecliste yer alan, mücadelesini BDP'de sürdüren Mahmut Alınak'ın da yer aldığı Gençler Ölmesin Ocaklar Sönmesin Girişimi'nden, (GEOS) Kürtçe'nin okullarda ve kurumlarda kullanılmasını sağlamak için bir sivil itaatsizlik önerisi geldi.


GEOS'un yaptığı çağrıya göre, 2 Nisan'dan itibaren iki hafta boyunca Kürt öğrenciler okullarda Kürtçe'den başka dil kullanmayacaklar, Kürtçe bilmeyenler öğretmenlerine hiç cevap vermeyecekler, ve yine tüm Kürtler TBMM, il genel meclisleri, mahkemeler ve muhtarlıklarda devlet yetkililerinin kendileriyle kuracakları diyaloglarda Kürtçe'den başka dil kullanmayacaklar. Biz de, Marksist.org olarak, bu sivil itaatsizlik eylemlerini ve barış sürecine katkılarını, bu çağrıyı yapanlardan birisi olan, Kürt halkının verdiği mücadelenin önde gelen isimlerinden Mahmut Alınak ile konuştuk.


Öncelikle kısaca Gençler Ölmesin Ocaklar Sönmesin girişiminden kısaca bahsedebilir misiniz? Bu girişim ne zaman oluşturuldu, içinde kimler yer alıyor?


Mahmut Alınak: Bu girişim bir ay kadar önce dünyaya, insanlara, gençlere ve hayata duyarlı olan bir grup insan tarafından oluşturulmuştu. Kendileri ile birlikte olmam için bana öneride bulundular, ben de severek kabul ettim. Girişim sıradan insanlar tarafından kurulmuş. İçinde kamuoyunda öne çıkan, tanınan ve bilinen kimse yok; hepsi halktan insanlar...


Yaptığınız sivil itaatsizlik çağrısı 'Türk, Kürt ve her etnik kesimden tüm annelerle babalara, tüm öğrencilere, Abdullah Öcalan'a, ilgili siyasi partilere, kurumlara ve aydınlara sivil itaatsizlik çağrısı' diye başlıyor. Çağrıyı yaptığınız bu kesimlerden ne bekliyorsunuz? Çünkü içinde kurumlar da var, bireyler de var. Örneğin ilgili siyasi parti, kurumlardan ne bekliyorsunuz? Türklerden ne bekliyorsunuz? Aydınlardan ne bekliyorsunuz? Sayın Abdullah Öcalan'a da çağrı yapmışsınız, ondan ne yapmasını bekliyorsunuz?


Mahmut Alınak:
İlgili siyasi parti ve kurumlardan bu çağrımızı tartışmalarını ve ortaya bir düşünce koymalarını bekliyoruz. Gelin konuşalım, derlerse gidip konuşmak ve sürece birlikte müdahale etmek istiyoruz. Kısaca destek istiyoruz onlardan.


Bizce bugün devrimci bir durum vardır, hepimizin görevi hızla devrimi örgütlemektir. Şartlar sivil siyasetin siyasal sürece radikal bir şekilde müdahale etmesini gerektirmektedir. Devrim iddiası taşıyan parti ve kurumlar bu tarihi görevi görmezlikten gelemez, gelmemelidir. Onlardan bir devrim projesi oluşturmalarını bekliyoruz. Yaptığımız bu çağrı girişilecek devrimci hamlenin küçük bir adımıdır.


Türklerden ne bekliyoruz sorunuza gelince: Bizim meselemiz sadece Kürdistan meselesinin çözümü değil. Biz kendimizi tarihsel ve sosyolojik nedenlerle hem Kürdistan, hem de Türkiye devriminden sorumlu hissediyoruz. Türk halkı esenliğe kavuşmak istiyorsa Kürt halkı ile kader birliği yapmalı ve ona destek olmalıdır, diyoruz. Kürdistan'ın özgürleşmesi pek çok nedenle Türk halkının da özgürleşmesi demektir. Kürdistan meselesinin çözümsüzlüğü tüm ezilenler için bir prangadır. Ezilenler bu prangadan kurtulmadıkça özgür olmaları hayaldir.


Aydınlar, sonuç almaktan uzak bugünkü klasik mücadele tarzının aşılıp yeni mücadele biçimlerinin yaratılması için düşünce ve proje üretmelidir. Hükümeti yönetemez hale getirmemiz gerekiyor. Yaptığımız çağrının bir amacı da budur. Yoksa tek başına Kürtçe eğitim hiçbir meseleyi çözmeyecektir. Örneğin tarih dersi diye Osmanlı fetihçiliğinin Kürtçe okutulması Kürt çocuklarını zehirlemekten başka bir şeye yaramayacaktır. Nasıl ki şimdi Türk çocuklarının bilinci bu militarist bilgilerle tahrip ediliyorsa, Kürt çocuklarının da bilinci öyle dinamitlenecek. TRT Şeş yayınları Kürtlere ne kazandırdı ki, Kürtçe eğitim ne kazandırsın? Biz enternasyonal bir devrimi, gerçek bir halk devrimini hedeflemeliyiz. Yoksa bugün Türklük adına Türk halkını boyunduruk altında tutan kapitalist diktatörlük yarın da Kürtleri Kürtlük adına boyunduruğa koşar.


Bu sivil itaatsizlik konusunda sivil kurumlardan ve aydınlardan beklediğimiz desteği Öcalan'dan da bekliyoruz. Kamuoyuna açıkladığımız çağrıyı Öcalan'a iletmeleri için Asrın hukuk bürosuna gönderdik, ancak İmralı'ya götürüp götürmedikleri konusunda bize herhangi bir bilgi verilmedi.


Kürt sorununda yapılan birçok açıklamada olduğu gibi, siz de Kürt sorunun artık askeri yollarla çözülemeyeceğinin anlaşıldığını belirtmişsiniz. Sanırım bunu söylemeyen yok, ama silahların gölgesinden de kurtulamıyoruz bir türlü. Sizce neden? Bu savaşın bitmemesinin kaynağında ne yatıyor?


Mahmut Alınak: Devletin ve hükümetin bunca kana rağmen bu sorunu daha onlarca yıl sürdürmek istediğini biliyoruz. Devlet ve hükümet bu sorunu çözmek ister gibi görünecek, ama çözmeyecek. Bunun tarihsel, ekonomik ve siyasal pek çok nedeni var. Bu meselenin böyle sürüp gitmesinde bizlerin de sorumluluğu var; çünkü sivil siyaset, devleti ve hükümeti adım atmak zorunda bırakacak derin ve yaygın projeler üretemiyor. Güçlü ve etkili sivil projelerin devreye sokulması halinde bu mesele bir yıla kalmadan çözümlenebilir. Aksi halde bu mesele Türk ve Kürt yoksulları için daha yıllarca sürüp gidecek.


Seçimden sonra korkunç bir çatışmanın patlak vermesinden korktuğunuzu belirtiyorsunuz çağrınızda. Bu bir öngörü mü, bir bilgi mi? Neye dayanarak bunu söylüyorsunuz?


Mahmut Alınak:
Ben yıllardır siyasetin içindeyim ve neler olup bittiğini görüyorum. Çağrının bu bölümünü bir öngörü olarak değerlendirebilirsiniz, ne yazık ki olacakları şimdiden görüyorum. Ama yine de yanılmayı çok isterim.


Çağrınızda, 'hükümetler demokratik kanalları açarak silahlı direnişlerin nedenlerini ortadan kaldırmakla yükümlüdür' diyorsunuz ve AKP hükümetinin bu yükümlülüğü yerine getirmediğini belirtiyorsunuz. Aslında ilk defa bu hükümet sırasında, açılım, Habur'dan gerillaların gelmesi gibi olaylarla bu sorunun çözümü konusunda umutların da oluştuğunu gördük. Sizce hükümetin geçirdiği bu sürecin nedeni nedir? AKP, en başından beri mi yalan söylüyordu, yoksa bir aşamada milliyetçiliğe mi teslim oldu? Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?


Mahmut Alınak: AKP, düşünüldüğünün aksine Kemalist bir partidir. Yüzünü din, milliyetçilik ve demokratlık maskeleri arkasında saklayan militarist bir düzen partisidir. Kullanmayacağı hiçbir değer yoktur. Sözde açılımla siyaset yaptı; derdi demokratik açılım yapmak değil, PKK'yi ablukaya almaktı. Az çok tarih ve siyaset bilenler için umutlanacak bir şey yoktu. Bazı Kürt çevreler nedensiz olarak ümitlendiyse de, ümitleri birkaç hafta içinde boşa çıktı.


Çağrınızı eğitimde ve kurumlarda anadilin kullanılması ile sınırlandırmışsınız. Neden?


Mahmut Alınak: Yaptığımız çağrı şimdilik dil yasağına karşı bir itaatsizlik çağrısıdır. Yoksa bu düzene karşı başka alanlarda girişilecek daha pek çok sivil itaatsizlik var. Bunlar düzeni felç edecek itaatsizliklerdir. Yeni çıkan Tarihin Çarmıhında adlı romanımda bu sivil itaatsizlikleri uzun uzun işledim. Romanda anlatılan Şengal adlı ülkede militarist diktatörlük çeşitli sivil itaatsizliklerle teslim alınıyor ve devrim oluyor. Tarihin Çarmıhında romanının sivil itaatsizlikler konusunda önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum.


Kürt öğrencilerin iki hafta boyunca Kürtçeden başka dil kullanmamalarını, bilmeyenlerin de suskun kalmalarını istiyorsunuz. Peki, bu eyleme katılmak isteyen Türk öğrenciler ve öğretmenler neler yapabilir?


Mahmut Alınak: Öğretmenlerin yapacağı bir şey yok. Onlar dersleri Türkçe işleyecek, ama Kürtçe bilen öğrenciler öğretmenlere Kürtçe, Kürtçe bilmeyen Kürt ve Türk öğrenciler de susarak cevap verecek. Böylece Türk öğrenciler için militarist, ezberci ve ırkçı; Kürt öğrenciler için de asimilasyoncu ve kıyımcı olan bu eğitim sistemi durmak zorunda kalacak.


Aynı zamanda kurumlarda ve mecliste de aynı şekilde iki hafta boyunca Kürtçe konuşulması çağrısı yapıyorsunuz. Leyla Zana 1991'de mecliste Kürtçe yemin ettiği için büyük tepki almıştı. O günden bu yana koşullarda bir değişiklik görüyor musunuz? Sizce bugün böyle bir konuşma nasıl karşılanır?


Mahmut Alınak: Koşullar eskiye göre çok değişti. En önemlisi Türk halkı şoven bombardımandan eskisi kadar etkilenmiyor. Bu durum Türk ve Kürt devrimci güçleri için büyük bir avantajdır. Bugün böyle bir konuşma olsa militarist çevreler yine gürültü koparır, ama eskisi kadar etkili olamazlar.


Kürtçe'nin günlük hayatta kullanımı temel bir mücadele talebi olarak KCK davası ile ortaya çıktı yanılmıyorsam. Bu davada mahkeme Kürtçe'yi 'bilinmeyen bir dil' ilan etti. Ama herkes gibi aslında mahkeme heyeti de bu ülkede milyonlarca insanın Kürtçe konuştuğunu tabii ki biliyor. Sizce neden Kürtçeye, Kürt diline böylesi yok sayan bir yaklaşım var? Sadece bir siyasetçi değil, bir roman yazarı olarak da dil konusunda söyleyeceğiniz şeyler vardır sanırım. Dil ne ifade ediyor Kürtler için?


Mahmut Alınak: Kürtçe'nin günlük hayatta kullanımı KCK ile başlamadı. DTP Kars il başkanı olduğum 2007 yılında Kürtçe üzerindeki baskıları protesto etmek üzere bir kampanya başlattık. Kampanyanın bir parçası olarak bir hafta boyunca devletin verdiği kimliği taşımadık ve resmi dili konuşmadık. Bu süre boyunca tüm ilişkilerde Kürtçe konuştuk. Eylemimiz yerel olduğu için basın organlarında fazla yer almadı ve doğal olarak pek duyulmadı.


1925 tarihli Şark Islahat Planı'nı incelerseniz Kürtlerin Kürtçe konusundaki hassasiyetini daha iyi anlarsınız. Bu planla Kürtçe sokakta dahi yasaklanmış. Türkçe'nin T'sini bile bilmeyen kadınlar Türkçe konuşmaya zorlanmış. Öyle ki Kürtçe' nin yok olması için Türk kızlarının Kürt delikanlıları ile evlenmeleri ve böylece doğacak çocukların anneleri aracılığı ile asimile edilmeleri sağlanmak istenmiş. İskan Kanunu diye bir kanun çıkarılıp, Kürtler Türk bölgelerine sürgün edilmiş ve Türk nüfusun yüzde onundan fazla olmamaları hükme bağlanmış. Böylece sürgün edilen bu Kürtlerin zamanla dillerini unutup Türkleşmeleri hesaplanmış. Devlet dairelerine başvuran Kürtlerin istek ve şikayetlerini Türkçe olarak anlatmaları zorunluluğu getirilmiş. Ve Kürtçe hep aşağılanarak Kürtler kendi dillerinden utanır hale getirilmek istenmiş. Bütün bunlarla tek amaç Kürtleri millet olarak yok edip Kürdistan'ı dikensiz bir bahçesine dönüştürmektir. Ancak ne Türkiye, ne de Kürdistan hiçbir zaman dikensiz gül bahçesi olmayacak.


Birey olarak dilin benim için hiçbir önemi yok; duygu ve düşüncelerimi anlatabildikçe Türkçe de, Rumca da, Arapça ya da Yunanca da konuşurum. Ama bir dil katliamı ve bu katliamla birlikte bir halkı yeryüzünden silmek söz konusu olduğunda, o dil hangi dil olursa olsun buna amansızca karşı çıkarım. O zaman o mağdur ve mazlum dilin mensubu olurum; Kürt, Arap, Ermeni, Türk, Yunan...olurum.


Dil her halk için en anlam ifade ediyorsa Kürtler için de o anlamı taşır. Hele Kürtler gibi ret ve inkar edilen bir halk için onun varlık nedeni olarak daha derin anlamlar taşır.


Bu sivil itaatsizlik eylemi sürecinden ne bekliyorsunuz? Sizce bu sivil itaatsizlik eylem süreci silahları susturabilir mi? Sivil itaatsizlik eylemleri silahların alternatifi olabilir mi?


Mahmut Alınak: Bence bu ve zaman içinde devreye girecek sivil itaatsizlikler sistemin tekerine çomak sokup bizi devrime götürür. Sivil itaatsizliklerle sadece alanlara çıkmayı kast etmediğimin özellikle bilinmesini isterim. Benim sözünü ettiğim itaatsizlik paketi ekonomik, siyasal, sosyal, idari, dil ve kültür boyutlu bir pakettir. Meydanlar çıkmak, yaklaşık bir yıllık kurumlaşma ve yoğun bir hazırlıktan sonra devrimin taçlandırıldığı 15-20 günlük son aşamadır.


Bu sivil itaatsizlik eylemleri 2 Nisan'da başlayacak. Şu anda hazırlıkların devam ettiğini tahmin ediyorum. Ne gibi hazırlık çalışmaları yapıyorsunuz?


Mahmut Alınak: İlgili bütün kurumlara ve binlerce kişiye bu eyleme katkıda bulunmaları mail attık. Bu arada pek çok kişi ile görüşüp duyarlılık göstermelerini istiyoruz. Ama ne yazık ki basın bizi ciddiye almadığı için kamuoyuna ulaşmada ciddi güçlükler çekiyoruz. Biz de bu boşluğu doldurmak için internet imkânlarından yararlanmaya çalışıyoruz.


Sivil itaatsizlik eylemlerinin kapsamlı bir süreç olması gerektiğinden bahsetmişsiniz. Bu iki haftalık süreç bittikten sonra neler yapmayı planlıyorsunuz?


Mahmut Alınak: İzninizle bu konuda açıklama yapmayacağım. Çünkü erken bir açıklamanın tasarladığımız eylemlere ilgiyi azaltacağından kaygılanıyoruz.


Herkesin en çok sorduğu ve cevapladığı ama bir türlü gereğinin yerine getirilemediği soruyu sorarak bitireyim. Kalıcı barışın sağlanmasının koşulları nedir? Sizce ne zaman 'evet, artık bu sorunu çözdük' diyebileceğiz?


Mahmut Alınak: Kurtlarla kuzuların barışı Kurtlar için şölen, kuzular içinse ölüm ve kıyım demektir. Bu hem Kürt, hem de Türk ezilenleri için böyledir. Barış yok! Hedef, militarizmin kökünün sökülüp atılması, Türk- Kürt devriminin gerçekleştirilmesidir. Yukarıda da belirttiğim gibi gerekleri yerine getirilirse bir yıla kalmadan birlikte Türkiye ve Kürdistan devrimini gerçekleştirebiliriz. Bu devrim gerçekleşmiyorsa bunun nedenini kendimizde aramalıyız.


Mahmut Alınak kimdir?


Kars'ın Digor ilçesinde 1952 yılında dünyaya gelen Mahmut Alınak ilköğrenimini Digor'da, liseyi ise Kars'a tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Alınak, 1987'de SHP'den Kars milletvekili seçildi. 1989'da Paris' te düzenlenen Kürt Konferansı'na katılınca altı milletvekili ile birlikte SHP'den atıldı. HEP kurulunca HEP'e katıldı. 1991'deki SHP- HEP ittifakı ile Şırnak milletvekili oldu. Sonra HEP milletvekilleri olarak SHP'den istifa ederek, DEP'ı kurdular. 1994'de milletvekili iken bir grup DEP'li milletvekili ile birlikte tutuklanıp Ankara Ulucanlar Hapishanesi'ne atıldı. 10 ay kadar tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildi. Kapatılan DTP'nin Kars İl Başkanlığı'nı yaptı.Mücadelesini BDP'de sürdürüyor.


Kitapları sırası ile; Parlamento'dan 9.Koğuş'a, HEP DEP ve DEVLET, Şiro'nun Ateşi, Nazo, Ateşte Yıkanmak ve Tarihin Çarmıhında- Güneş Ülkesi.


Röportaj: Arife Köse

AKP'nin Ortadoğu Politikası Yerlerde Sürünüyor


Biz başından beri olayları ağırlıklı olarak El Cezire kanalından, yanı Arap perspektifinden, izliyoruz. Bu gösterilerden yansıyan görüntülerde, "Merci Sarkozy" pankartlarıyla, başta Fransız bayrağı olmak üzere, çeşitli Batılı bayrakların dalgalandırıldığını görüyoruz. Fakat gözümüze hiç bir Türk bayrağı ilişmedi.

Türkiye'nin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu önderliğinde güttüğü iddialı Ortadoğu ve Kuzey AfrikaAnkara’nın şimdi görülen değişim sürecini kastettiğini de sanmıyoruz. politikalarının, o bölgelerde ortaya çıkan ve sonu belirsiz olan gelişmeler karşısında aynen sürdürülmesi mümkün görünmüyor. Hükümetin "bölgede değişimden yanayız" söylemine rağmen,
Türkiye’nin Arap dünyası ile ilişkilerini derinleştirme politikası, sonuçta mevcut statükoyla işbirliğine dayalıydı. Bu nedenle de, statüko karşıtı devrimci unsurlar üzerine değil, gücü ellerinde tutanların evrim yoluyla değişmeleri fikri üzerine kuruluydu.
Ankara’nın hala bu statükocu unsurlara güvenmesi, kendisi için gelecekte yine çelişkili olan durumları ortaya çıkarmakla kalmayacak, oluşan yeni dengeler karşısında Türkiye’yi zorda dahi bırakabilecektir. Örnek olarak Libya’yı ele alabiliriz.
AKP iktidarı şimdi, muhaliflerle başından beri temas içinde olduğuna dair bir hava yansıtmaya çalışıyor. Doğru olsa bile, anlamlı olması için bunun herkes tarafından zamanında görülmesi gerekirdi. Oysa, perde arkasında ne olmuş olursa olsun, sadece dünyadaki değil, Libyalı muhalifler arasındaki algı bile "Türkiye’nin Kaddafi’ye oynadığı" şeklindedir.
Bunu Bingazi kentinden günlerdir yayın yapan kendi haber kanallarımızda dahi görüyoruz. Türkiye’de pek üzerinde durulmuyor ama şu anda Kaddafi güçlerine karşı silahlı mücadele verenlerin aileleri başta olmak üzere, on binlerce Bingazili günlerdir toplu gösteriler yapıyorlar.
Biz başından beri olayları ağırlıklı olarak El Cezire kanalından, yanı Arap perspektifinden, izliyoruz. Bu gösterilerden yansıyan görüntülerde, "Merci Sarkozy" pankartlarıyla, başta Fransız bayrağı olmak üzere, çeşitli Batılı bayrakların dalgalandırıldığını görüyoruz.
Fakat gözümüze hiç bir Türk bayrağı ilişmedi. Zaten NTV’nin başarılı muhabiri Can Ertuna’nın Libya’dan bildirdiklerine ve yaptığı mülakatlara bakılırsa, muhaliflerin Türkiye’ye bakışlarının AKP iktidarı açısından "sorunlu" olduğu görülüyor. Özetle, Libya’da muhaliflerin kazanması durumunda Ankara’nın Türkiye’ye dönük "otomatik bir sempatiye" güvenemeyeceği anlaşılıyor.
Ağırlığını başta, Batı karşıtı bir "Libya’ya yabancı asker girmesin" söylemine veren Başbakan Erdoğan’ın, havadaki askeri dengesizliğin giderilmesiyle Libyalı muhaliflerin Kaddafi’ye karşı yeterli muharip güç sağlayabileceklerini hesaba kattığı kuşkulu.
Oysa, Fransa önderliğinde başlatılan ve komutası şimdi NATO’ya geçen hava operasyonu sayesinde muhaliflerin karada galip gelmeleri olasılığı artıyor. Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin her halükarda Libyalı muhaliflerle yeni köprüler kurması gerekeceği görülüyor.

Bahreyn
’deki olaylarla Körfez bölgesinde patlak veren ve Suudi Arabistan ile İran’ı karşı karşıya getirme potansiyeline sahip olan mezhepsel gerginliğin de, AKP iktidarının bölgeye dönük politikalarında revizyonlar gerektireceği aşikar. Bu listeye Suriye’de Beşar Esad’a karşı başlayan ayaklanmayı da dahil edebiliriz.
Bu durumda, Türkiye’nin önderliğinde bölgede kurulması istenen "ortak siyasi dayanışma mekanizmaları" ile "ortak pazar" ve "vizesiz seyahat" projeleri da havada kalmış oluyor. Hatta, ironik bir açıdan bakarsak, Suriye ile vizelerin kaldırılmasının, o ülkede işlerin çığırından çıkması halinde Türkiye’ye akın edecek mültecilerin işini kolaylaştıracağını söyleyebiliriz.
Özetle, bölge dinamiklerinin arzulanan yönlere kanalize edilmesinin Türkiye’nin kapasitesini aştığı apaçık ortada. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun hayalini kurduğu ve Türkiye’nin başını çekmesini istediği bölgesel düzenin oluşması için gerekli altyapının ortaya çıkması ise zaman alacaktır.
Bu durumda, Avrupa’dan yansıyan çatlak seslere rağmen Ankara’nın "Batı çıpasına" sarılması, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin stratejik güvenlik ve ekonomik çıkarları açısından çok daha büyük önem kazanacaktır. Bu arada toplumumuza, Avrupa’da herkesin Türk karşıtı olmadığının da anlatılması gerekecektir.

Mavioğlu: "Karayılan bir sigaramız kaldı, onu da bırakıyoruz "dedi

Daha basılmamış kitapların bile "terör örgütü dokümanı" iddiasıyla toplatılıp imha edildiği, yayınevlerinin, avukat bürolarının basılıp arandığı, her türlü hukuk ilkesinin ayaklar altına alındığı Türkiye’de devletin ve hükümetin çok sesliliği bastırıp tek sesi öne çıkarmaya çalışan "kara propagandası" sürüyor. Dünyada belki de en fazla sayıda gazetecinin yazdıklarından ve haberlerinden ötürü hapiste olduğu, yaptıkları röportajlar yüzünden haklarında davalar açıldığı günümüzde, basını, hükümeti, devleti, "ileri demokrasi"yi ve Kürt sorununu, "Murat Karayılan" röportajı yüzünden hakkında dava açılan, Ahmet Şık’la olan dostluğu nedeniyle polis tarafından Radikal gazetesindeki ofisi basılan Ertuğrul Mavioğlu’yla konuştuk.
 
"Kara propaganda hız kesmiyor"
 
 
BU BASKIN TOPLUMUN ÖĞRENME HAKKINA YAPILMIŞ BİR SALDIRIDIR

-Gazeteci Ahmet Şık daha henüz basılmamış ‘
İmamın Ordusu’ kitabını imha etmek için İthaki Yayınevi basıldıktan bir gün sonra sıra sizin Radikal gazetesindeki bilgisayarınıza geldi. Ne diyeceksiniz ?
 
E.M: İlk önce şunu söylemek istiyorum: Bu saldırı sadece Ahmet Şık’a, bana, ya da avukat Fikret İlkiz’e değil, aslında toplumun yazma, okuma, öğrenme hakkına ve kültürel birikimine yapılmış bir saldırıdır. 12. Özel yetkili Ağır Ceza mahkemesi şöyle bir karar almış: İmamın Ordusu kitabının taslağı veya kitabın kendisinin herhangi bir bilgisayarda bulunması durumunda bu taslağa el konulması, nüshaların toplatılması ve sonuç olarak da bu kitapla alakalı olarak doğrudan doğruya bir yok etme kararını içeren bir mahkeme kararı bu. Eğer teslim etmeme gibi bir tavır gösterdiğinizde doğrudan doğruya terör örgüt üyeliğiyle ve yardım ve yataklık suçlamasıyla karşı karşıya kalmanız söz konusu. Benim laptopumda Ahmet Şık’
ın 18 Aralık 2010 tarihinde yollamış olduğu kitabın bir taslağı mevcuttu. 3 polis memuru da gazeteye bir tebligat ile gelerek bu taslağın kopyasının alınacağını, delil olarak götürüleceğini ve bu taslağın bilgisayardan silineceğini bildirdiler. Bu çerçevede de uzun süren bir işlem gerçekleştirildi.

OKUYAN ALİM OLUR OKUTMAYAN ZALİM OLUR !

-Kitap daha basılmadan toplatma ve taslakları bile imha etme uygulaması 12 Eylülde bile yoktu değil mi? Bu nasıl yorumlanmalı ?
 
E.M: Ahmet Şık ile ilgili bu talihsiz durum 3 Mart’tan beri sürüyor. Daha bitmemiş olan bir kitabı ile ilgili olarak Ahmet, tam da karşı olduğu Ergenekon, derin devlet, kontrgerilla gibi faaliyet yürütenlerle aynı safta gösterilmek istendi. Biz bunu defalarca büyük bir yanlış büyük bir zül olarak değerlendirdik ve hala da değerlendiriyoruz.Daha sonra İthaki yayınevinin de basılmasıyla anladık ki bu kitabı asla bastırmamak gibi bir çaba var. Fakat bununla da sınırlı değil, tüm kopyalarını da toplatmak, bu kitabı tümden tarihten silmek gibi bir amaç var. Burada çiğnenen büyük haklarımız söz konusu.Sadece bana, avukatlara yönelik değil bir bütün olarak gazeteci özgürlüğüne, gazetecilerin haber kaynağı kutsallığına yapılmış olan bir tecavüz söz konusu.Yani düşünün sadece yayınevlerini basmak ya da benden kopyasını almak ile sınırlı kalmıyorlar, bir de Ahmet Şık’
ın avukatı Fikret İlkiz’den de var olduğu belirtilen kopyasını alıyorlar ve burada avukat ve müvekkili arasındaki mahrumiyetin ve gizliliğin ihlali söz konusu.Bütün bunlara baktığımızda, nasıl bir ülkede yaşadığımız sorusu da ister istemez akla geliyor.Demek ki özgürlükler diye adlandırdıkları şeyler çok kolaylıkla çiğnenebiliyor.Bu ülkede ne basın özgürlüğü, ne savunma özgürlüğü olduğu da apaçık ortaya çıktı.Bu kararlar ve tutuklamalar ayna gibi hepimizin yüzüne tutulmuş durumda. Sıradan insanların, kitapçılara her gün uğrayan binlerce insanın, zorluklar içinde o kitapları alan binlerce gencin de hakları bu ülkede gasp edilmiş olacak. Ben bu uygulamanın benzerini 12 Eylül’de hatırlıyorum. Bilim ve Sosyalizm yayınlarının deposu basılmış ve tam 135.000 kitap alınarak yakılmıştı. Şimdi de henüz çıkmamış bir kitap yok ediliyor. Bunu kendi insanlarınıza nasıl izah edeceksiniz? Okuyan alim olur okutmayan zalim olur. Şu anda yaşanan da büyük bir zalimliktir. Ve aklı olan bu zalimliğin karşısında durmak zorundadır.

-Ahmet Şık’
ın kitabını okuyabildiniz mi?
 
E.M: Tamamını okuyamadım çünkü benim bitmemiş kitapları okumak gibi bir adetim yoktur. Sadece şöyle bir göz gezdirdim. Fethullah Gülen cemaatinin 12 Eylül döneminden, Susurluk döneminden günümüze yerini ve serüvenini anlatıyor bir boyutuyla; diğer bir boyutuyla ise emniyet içersinde cemaatin örgütlenmesine dair bir takım belgeler ve bilgiler var.

-Savcı Zekeriya Öz, mütalaasında senelerce derin devlet, faili meçhuller, kontrgerilla ve jitem cinayetlerini araştırmış ve bunları yazmış Ahmet Şık’
ın bu kitapta Ergenekon terör örgütünün propagandasını yaptığını ileri sürüyor. Bu konuda ne diyeceksiniz?
 
E.M. Ben Ahmet Şık gibi bir insanın Ergenekoncu olarak gösterilmesini hayal bile edemezdim, çıkmamış bir kitap taslağının "terör örgütü doküman" denilerek aranmasını da hayal edemezdim, hem gazetecilerin mahrumiyetinin hem de avukatların savunma haklarının çiğnenmesini de hayal edemezdim.Ama bunlar bu ülkede yaşanıyor işte. Ahmet Şık, ismi derin devlet ile, kontrgerilla ile asla yan yana getirilemeyecek kadar hayatını bu karanlık yapılanmalarla, işkencecilerle, faili meçhul cinayetlerle, devletin gerçekleştirdiği katliamlarla uğraşmaya adamış bir insan.Öyle bir gazeteci.

-KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan ile görüştüğünüz için de hakkınızda bir dava açıldı. Haber alma hakkı üzerindeki bu tahammülsüzlüğü nasıl yorumluyorsunuz?
 
E.M: Yargının bu tutumu aslında ülkenin içinde bulunduğu iklime çok yakından bağlı. Son zamanlarda dikkat çekici bir biçimde ne zaman işlerine gelmeyen bir takım haberler çıksa onunla ilgili hemen davalar açılıyor.Murat Karayılan ile yapılmış olan röportaj da hakkımda açılan ilk dava değil,Ergenekon belgeleriyle ilgili de yapmış olduğum çok sayıdaki habere açılmış olan davalar var.Kimisi gizliliği ihlal, kimisi başka nedenlerle, ama hiç birinde bu son durumda karşılaştığımla karşılaşmadım, çünkü doğrudan doğruya örgüt propagandası şeklide değerlendirildi.Bu çerçevede iddianame hazırlanmış ve komik olan şey, bir muhbir vatandaşın şikayeti üzerine davanın açılmasıdır.Yani savcı refleks gösterememiş, aylar önce yapılmış olan röportajla ilgili kamuoyunda yapılmış olan tartışmalara kulak tıkamış da, bir muhbir vatandaşın şikayeti üzerine dava açmış. Böylesine kargalar bile güler. Ahmet Şık ile birlikte yazmış olduğumuz "40 satır 40 katır" adlı iki ciltlik kitap hakkında da bir dava açılmıştı. Orada da bir müştekiden söz ediliyordu, ama orada da ilginç olan şey, kitabın piyasaya çıktığı gün, soruşturmanın başlamasıydı. Yani 1116 sayfalık tam iki ciltlik kitabı bir günde okumuşlar ve hemen bununla ilgili bir soruşturma başlatmışlar.

İKTİDAR YANLISI DEĞİLSEN SUS DAYATMASI


-Peki bunun bilinçli bir şekilde savcılar tarafından yürütülen bir operasyon olduğunu söyleyebilir miyiz?
 
E.M:Tabii, bence tek sesli bir hayat sürdürmemiz isteniyor. Yani sadece iktidar olanlardan ve onların yanında yer alan bir takım medya organlarından gelen sesten başka sesler sussun. İstenilen şey tam da bu. Sonuç itibariyle benim Murat Karayılan ile röportaj yapma amacım her gazeteci gibi dağın arkasında ne var merakıydı. Günümüzün Kaf Dağı belki Kandil dağıdır. Ben de ateşkesin devam edip etmeyeceğini, Abdullah Öcalan’la görüşmelerin başladığı, hatta bunların bir müzakereye dönüştüğü söylenen süreçte PKK hareketinin nasıl bir tutum alacağını merak ediyordum. Hareketin ne yaptığını,nasıl yaşadığını,genç insanların neler düşündüğünü, orada yaşayan kadınların nasıl baktığını merak ediyordum tabii. Ve öğrendiklerimi, duyduklarımı ve bildiklerimi kamuoyuyla paylaşmayı çok mantıklı buldum, zira hem Öcalan’la görüşmelerden bahsediliyor, hem Kandil dağıyla Mit aracılığıyla bir takım görüşmelerin zorlandığından bahsediliyor, Avrupa’ya bir takım askeri unsurları yollayıp bir takım PKK’li üst düzey insanla devlet kanalıyla görüşmeler yapılıyor ve bu çerçevede bu görüşmelerin arkasından da herhangi bir açıklama yapılmıyor. Ben de en iyisi kendim sorayım dedim. 30 yıllık savaşın acılarını çekmiş bu ülkedeki her insanın yaşanmış olanları, doğruları, gerçekleri bilme hakkı olduğuna inandım. Gazetem de çok fazla kesintiye uğratmadan yapmış olduğum röportajı, çekmiş olduğum fotoğrafları yayınladı. Bence bir gazeteci klavye başına oturduğunda ya da eline kağıdı kalemi aldığında acaba şuradan bir soruşturma mı açılır, acaba şunu mu derler, yanlış mı anlaşılır gibi bir kaygıyla haberini yazmaya başlarsa, o haber olmaz daha çok bir roman olur, uyduruk bir şey olur ama asla haber olmaz. Haber aslında çıplak bir gerçektir, kaynağı belli olan ya da kaynağı belirsiz dahi olsa aslında onun kaynağını tahmin etmek zor değildir. Manipülasyona izin vermeyen bir şeydir ve benim Karayılan ile ilgili yapmış olduğum röportajda zerre kadar manipülasyona, zerre kadar gerçek olmayan bir şeyin aktarımına, zerrece yalanlara rastlayamazsınız.

BANA AÇILAN DAVA MİLLİ DURUŞA DAVET ZİHNİYETİYDİ

- Son eski özel timci Ayhan Çarkın itiraflarında da açıkça ortaya çıktığı gibi devlet yıllarca yaptığı kirli eylemleri PKK’nin üzerine yıktıl. Burada PKK’yi kamuoyunun gözünde kötü gösterme çabası söz konusuydu. Her şeyin teker teker ortaya çıktığı bu günlerde sizin yaptığınız röportajın rahatsızlık yaratmasının esas sebebi bu değil mi?
 
E.M:
Başta bir kara propaganda yapılmak istendi. İşte Abdullah Öcalan hakkında işte ‘Bu insan 40 bin kişinin katili’ gibi başta kara propagandalar yapılmaya çalışıldı ki bu ölen 40 bin kişi PKK’nin içindekilerdir. Bu konuyu her zaman medya kalemşörleri atlayıp geçerler. Ben açıkça söylemek gerekirse röportajdan sonra katıldığım televizyon programlarında da net bir şekilde şunu ifade ettim, bu sözler verildi, bu taahhütlerde bulunuldu, bundan sonraki süreç, tabii ki muhatapların işidir. Benim işim değil bu.Ama benim işim mevcut sürece ayna tutmaktı ki ben bunu yaptım.Bu ayna şöyle rahatsız etmiş olabilir, ki iddianamede doğrudan doğruya şiddet övgüsü olduğundan söz ediliyor, ki röportajın bütününde olmayan tek şey şiddet idi. Mesela Devlet Bahçeli beni o röportaj sonrası milli duruşa davet etti, ne bileyim işte hükümet çevrelerinden ‘Bu terör örgütünün sözüne mi inanacağız’ gibi cümleler duyduk ama diğer yandan da, bu röportajı ve o üslubu hem Kürtler hem de Türkler sevdiler. Murat Karayılan çok net bir şekilde sivillere yönelik eylemlerden ötürü özeleştiri verdi ve bundan sonra kendilerinden yana sivillere karşı herhangi bir şey olmayacağını söyledi. Burada tek sevinmeyen, kara propagandanın sahipleriydi.

-Siz kırsaldan nasıl bir bakış açısıyla gittiniz nasıl döndünüz?
 
E.M:
Erbil’e gittikten sonra Kandil’e gitme olanağı doğdu. 30 yıldır Kürt hareketini çeşitli yayınlarıyla düzenli izleyen bir insan olarak, uzmanlık alanımda bu konu da var. Orada gördüğüm benim için çok şaşırtıcı bir tablo değildi çünkü neyin manipülasyon olduğu, neyin gerçek olduğu konusunda ayrım yapabilme yetisine sahip bir insanım. Ama her halükarda karşınızda devletle keskin bir savaşın içersine girmiş bir örgüt var ve siz Türkiye’den giden bir gazetecisiniz. Bu durum sorulacak soruları etkileyebilir, bu soruların kimi kez devletin genel söylemleri etkisinde olmasına yol açabilir, kimi kez de Kürt hareketini uzun süre takip eden birisi olarak soracağınız bazı soruları eksiltmenize yol açabilirdi. Bu sebeple Erbil’de verdiğim bir kararla oraya Kürt meselesini iyi bilen, fakat Antarktika’da yaşayan bir gazeteci kararıyla gittim. Ve doğal olarak da sorularım doğrudan doğruya Kürt meselesini hiç bilmeyen insanları da ilgilendirecek sorular oldu. Mesela ‘Siz terörist misiniz?’ diye net bir soru da sordum, ‘Mali kaynaklarınız konusunda ciddi kuşkular var. Raporlarda bile yer almış suçlamalar var bunlara ne diyorsunuz ?’ diye sordum. Tabii Murat Karayılan’
ın bu konudaki cümlesi çok enteresandı: ‘Bir tek sigara kaldı onu da bırakıyoruz.’. İşte bunları da yansıtmış olmak kara propagandanın her ne biçimde olursa olsun önünde bir set oluşturması itibariyle de enteresandı. Ben kendi yapmış olduğum röportajı tekrar çözüp yazdıktan sonra, defalarca okuyunca bana da şaşırtıcı gelen taraflar oldu. Mesela ABD ile ilişkiler konusunda, Can Dündar’ın köşesine yansıyan iddiayı doğrudan doğruya sorduğumda buna da böyle çok net cevaplar veremeyeceğini düşünmüştüm. Ama Karayılan tam tersine son derece net cevaplar verdi ve hiçbir sorunun üzerinde oturup özel olarak düşünme gereği duymadı ve benim bir bütün olarak çıkarttığım sonuç da şu oldu, gerçekten samimi düşüncelerini aktardı. Mesela İran ile ilişkilerini sordum, bugüne kadar bunlar hiç kamuoyunda tartışılmış meseleler değildi, belki de benim gibi bir insanın gitmiş olması burada bir anlam kazandı.

SAVAŞ VARSA MASUMİYET YOKTUR

-Medyanın da bu kara propagandada büyük bir payı yok mu?
 
E.M: Evet savaş varsa ortada masumiyet yoktur, gerçek olan bu. Politik anlamda sadece silahlarla yürütülen bir şey olmadığı da ortada.Ben 12 Eylül’den öncesini hatırlıyorum: Türkiye’de Kürt sorununun tartışılması bir yana, Kürtlerin varlığı bile kabul edilmiyordu. Daha sonraki süreç içersinde bu savaşın büyümesi, ilerlemesiyle Kürtlerin varlığı kabul edilmeye, meselenin adı bir Güneydoğu sorunu,yoksulluk sorunu olmaktan ziyade bir Kürt sorunu olarak algılanmaya başladı. Bunları AKP kendine mal etmeye çalışıyor, her şeyin önünü kendisinin açtığı gibi bir söylem içersinde. Demokratik açılım diye bir şey ortaya attılar ve içini asla dolduramadılar. Ben Kürt meselesi terimini de doğru bulmuyorum, Kürtlerin haklarının gasp edilmesi, Kürtlerin imha ve inkar politikası olarak değerlendiriyorum. Meslek hayatım boyunca resmi kaynaklardan ifade edilen pek çok şeyin aslında gerçeğin eğilip bükülmüş hali olduğunu gördüm. Resmi kaynaklar hiçbir zaman bizim önümüze tam çıplak doğruyu koymadılar. Bunu ne asker, ne polis yaptı. Eğer böyle olmuş olsaydı, örneğin Metin Göktepe öldürüldükten sonra iskemleden düştü, öldü sözüne inanmamız gerekirdi. Örneğin yarın Gazi mahallesinin yıldönümü; Gazi olaylarının bir provokasyon olduğuna inanmamız istendi, ama bugün ortaya çıktı ki derin devletin güçleri tarafından tezgahlanmış bir olay. Bunlarının tümünün arkasında gerçekten aslında bizzat devletin resmi güçlerinin olduğu sonucu çıkıyor..Ben çok sayıda davayla yüz yüzeyim,pek çok gazeteci de 4.000 civarında soruşturmadan bahsediliyor ama ne olursa olsun ister soruşturma açsınlar ister açmasınlar fırıncı ekmek yapar her sabah yersiniz, gazeteci haber yapar her sabah’ta okursunuz.Biz gerçekleri açıklandığımız için bizi içeri atacaksalar buyursunlar atsınlar.

PKK, Suriye için ne düşünüyor?


Kürtlerin en korumasız, kimliksiz ve statüsüz olduğu Suriye’de diktatörlük rejimi çatırdıyor. Rejimin yıkılacağı kesin gibi, fakat yerine neyin kurulacağı ve Kürtlerin statüsünün ne olacağı belli değildir. Halbuki sınır boyunca uzanan köy ve şehirleriyle Batı Kürdistanlı Kürtler yıllarca PKK’yi desteklemiş olan örgütlü bir güçtür. Öyle ki, PKK kamplarında her zaman oluşturulan “Kürtçe Grubu”nun esasını Kürdistan’ın bu parçası oluşturmuştur. Binlerce Kürt genci PKK’nin eğitiminden geçmiş, komutanlık yapmış ve yüzlercesi de çatışmalarda hayatını kaybetmiştir.
 
Hafız Esad döneminde, Suriye’nin PKK’ye bir ölçüde göz yumduğu doğrudur. Sovyet yanlısı Suriye’nin geçmişte birçok muhalif örgüte Lübnan’daki varlığına dayanarak destek sunduğu bilinmektedir. PKK’nin değerlendirdiği böylesi bir ara durumdur. 1992 yılının kış aylarında PKK’nin Lübnan’daki Bekaa Kampı’na gitmiştim. Sınır boyunca gezme imkanım olmuştu. Sadece PKK’nin değil, birçok örgütün kampı vardı. Suriye’nin PKK’ye özel ilgi göstermesi, Türkiye ile yaşadığı sınır sorunlarıyla da ilgilidir. Hatay, yakın geçmişte Suriye’ye aitti. Suriye, Hatay’ın kendisinden koparılmasını hiçbir zaman unutmadı.
 
Türkiye, NATO üyesi; Suriye, Sovyet kampına dahildi. Suriye Türkiye çelişkisi aslında Amerika ve Sovyetler Birliği çelişkisi üzerinden sürüyordu. Sovyetler Birliği dağılınca Suriye boşlukta kaldı. PKK’ye olan destek gittikçe azaldı. Öcalan’ın Şam’dan çıkarılmasından sonra ise Suriye’nin PKK politikası, Adana Antlaşmasıyla neredeyse Türkiye’nin poltikası haline geldi. PKK’liler tutuklandı, tutuklananların bir kısmı Türkiye’ye iade edildi. PKK’ye ait evler ve kamplar kapatıldı.
 
Önceleri Suriye rejiminin baş düşmanı olan Türkiye şimdi Beşar Esad rejiminin yaşaması için herhalde Tanrı’ya dua ediyordur. Suriye rejimi çöktüğü zaman, Batı Kürdistan’ı çevreleyen zincirler de çözülecek, Kürtlerin Suriye’deki satatüsünü tayin etmeye sıra gelecektir.
 
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Suriye rejiminin çökmesi, en çok temel müttefiği İran’ı etkileyecek ve çanlar bu kez İran için çalıyor olacaktır. Suriye ve İran rejimlerinin çökmesiyle, Kürdistan’ın ana gövdesini gasp etmiş olan Türk rejimi tek ayaklı bir sandalye gibi boşlukta sallanıp duracaktır.
 
Tek ayaklı sandalye ayakta durur mu? Duramaz. Kürdistan’ın üzerine oturtulmuş dört ayaklı sömürgecilik sandalyesinin ayakları kırıldıkça Kürdistan’da hayat yeniden yeşerecektir. Bunlar bir rüya veya ütopya değildir. Gerçeğin kendisidir. Afrika’da ve
Ortadoğu’da kabilelere cetvelle devlet kuran uluslar arası çıkar güçleri büyük ihtimalle üçlü rejim yıkıldığında dahi Kürtleri yine es geçmek isteyeceklerdir.
 
Es geçecekler midir? Bundan çok emin değilim. İngiltere ve Amerika’nın yirmibirinci yüzyıl dünya haritasında İran ve Irak üç ülkedir. Türkiye’ye ise iki ülkeli bir harita ayrıldığı söylenmektedir.
 
Hıristiyan Batı’nın Türk rejimiyle hesaplaşması çevre temizliğinden sonra gündeme gelecektir. Bundan birkaç yüz yıl önce Anadolu ve Kürdistan topraklarında Hıristiyan nüfus baskın idi. Türk rejiminin kanlı baskısı altında Hıristiyan nüfus Kelaynak kuşlarına döndü. Anadolu ve Kürdistan Türkçü ve İslamcı rejimin ölüm makinelerinin koştuğu bir cehenneme çevrildi. Hıristiyanlığın eski merkezi olan Anadolu’da şu anda herhangi bir ilkokula Hıristiyan veya Yahudi dinine mensup bir çocuk gönderemezsiniz. “Gevurun dölü!” diyerek çocuğu bir günde çıldırtır, çocuğun ailesine de linç girişimi uygulanır. Herhangi bir Türk ilkokulunda bir çocuk Kürtçe de konuşamaz.  
 
Bunları neden yazıyoruz? Bunları yazmakla, uyduruk bir iki adımı bize “Kürt açılımı” diye yutturan kesimlere, Anadolu ve Kürdistan üzerine çökmüş kanlı rejimin bir geleceğinin olmadığını anlatmak istiyoruz. Kimse, milyonlarca ölünün kemikleri üzerine kurulmuş bir yaşamı yaşam, rejimi de insanlık rejimi olarak kabul etmez.
 
Evet Suriye rejimi yıkılacak. Suriye’de bir daha asla eski katılık ve otoritede bir rejim kurulamayacak. Çoğunlukla PKK’ye bağlı olan Güney-Batı Kürdistan daki Kürtlerin özgürlük ufku genişleyecek.
 
Bu noktada bir soru akla gelecek? PKK ve kendisine yakın olan Suriyeli Kürt örgütleri diktatörlük yıkılırken veya yıkıldıktan sonra Güney Batı Kürdistan için ne isteyecekler?
 
Kürtleri yıllarca kimliksiz, mesleksiz, sıfatsız ve iltica pozisyonuna tutan Araplarla yeniden “kardeşleşme”yi mi bekleyecekler yoksa özerk veya federal bir Kürt statüsünü mü dayatacaklar?
 
Gerçekten işler çok karışık. Bu karışık işler içinde en berrak olanı ise taleplerde net olmak ve isyan gücü olarak kader belirlemektir…
 
Tarih her ulusun önüne ancak bin yılda böyle fırsatlar çıkarır.
 
PKK ve kendisine yakın Kürt örgütleri Güney Batı Kürdistan için genel demokrasi söylemi dışında somut olarak nasıl bir statü istiyorlar?
 
Diktatörlük karşıtı Arap halkı ayaklandığında Kürtler de bu ayaklanmalara katılacaklar mı?
 
Suriyeli Kürtler, rejim yıkacak direniş ve isyanın neresinde olacaklar?
 
Ortadoğu’da klasik bir tarz vardır. Güçlüler çatışır, bunun acısı zayıf olandan çıkarılır. İran’la savaş halinde olan Saddam Halepçe’yi bu anlayışla kimyasal gaza boğmuştu.
 
Diktatörlük yıkıldıktan sonra alın size bir Irak daha… Şiiler, Suniler ve Kürtler…
 
Öncelikle PKK ve PJAK içindeki Batı Kürdistanlı Kürtler, isyan ve direniş günleri için hızla Suriye’ye kaymalı ve diğer Kürt örgütleriyle birlikte bir savunma hattı oluşturmalıdırlar.
 
bildiricihasan@hotmail.com
  Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir 

Dersim Katliamında Ilk Itiraf

Devlet, yıllarca Dersim Katliamı’nı inkâr etti. Ancak, katliamın yaşandığı yıl verilen bir mahkeme kararı, daha o günden devleti yalanlıyor. Katliamın mağduru Rani Baran’ın, Hozat Asliye Hukuk Mahkemesi’ne açtığı davada, 2 yaşındaki bir bebekten 80 yaşındaki neneye kadar ailenin bütün fertlerinin devlet tarafından katledildiği kabul ediliyor.

1938 yılında Dersim’de binlerce kişinin, kadın, yaşlı, çocuk demeden öldürüldüğü katliamın üzerinden 70 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra ortaya çıkan Hozat Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 15.12.1938 tarihli kararı yaşananların devletin bir mahkemesi tarafından itirafı niteliğini taşıyor. Dersim’in Hozat ilçesinde akraba Canan ve Baran ailelerinden toplam 24 kişi 14 Ağustos 1938 tarihinde yaşadıkları köyden “nüfuslarınız değiştirilecek” diye çıkarıldıktan sonra askerler tarafından vahşice katledilmişlerdi. Katledilenlerin en küçüğü olan Feremuz Canan iki yaşında bile değildi; en yaşlısı ise 80 yaşındaki Xece Canan’dı.


Katliamın mağduru Baran ailesinden Turabi Baran’ın kızı Rane Baran’ın açtığı veraset davasını görüşen Hozat Asliye Hukuk Mahkemesi, söz konusu kişilerin tamamının “harekât-ı askeriye” dolayısıyla öldürüldüklerini belgeledi.


TARİHİ MAHKEME BELGESİ


Söz konusu mahkeme kararında şöyle denildi: “Davacı Rane talebinde babası Bargini köyünden Mahmut oğlu Turabi ve karısı Sari (53) ve oğulları Aziz (39), İbrahim (13) ve Aziz oğlu Halil (13) ve Ali (8), Yusuf (7), Aziz oğlu Halil (13) birlikte 14 Ağustos 1938 tarihinde harekatı askeriyede imha edilmek suretiyle öldürüldüklerini ve diğer oğulları Hasan, İsmail, Ahmet ve kızları Elif ve Rane hayatta olup garbe sevk edildikleri ve davacı Rane burada bulunduğu ceryani muhakeme ve köy ilmuhaberi Meali ve şahitlerin şehadeti ile sabit olduğundan…”


XECE NENE’DEN GERİYE SADECE KINALI SAÇLARI KALMIŞTI


14 Ağustos 1938 tarihinde akraba olan Canan ve Baran ailelerinden 24 kişi, yaşadıkları Bargini Köyü’nden askerler tarafından, “Alay komutanı Sağıroğlu sizi çağırıyor, nüfuslarınız değiştirilecekmiş” denilerek alınıp götürülmüşlerdi.


Götürülüp katledilenlerden Turabi Baran büyük büyükbabasının kardeşi olan ozan Ali Baran, o gün yaşanan felaketi yıllarca annesinin ağıtlarından dinleyerek büyümüştü. 24 kişinin köyden çıkarıldıktan sonra başta söylenenin aksine Hozat yönüne değil Harput yoluna doğru götürüldüklerini anlatan Ali Baran, o gün için şunları söyledi:


“Hayvan ve merek barınakları ile 15 evin de bulunduğu eski ismiyle Sekêsur’a doğru götürüyorlar. Yolda ellerini tellerle bağlıyorlar. Hasan Canan’ın 80 yaşındaki annesi Xece nene çok yaşlı olduğu için yürüyemiyor, o yüzden de onu oğlu Hasan’ın sırtına veriyorlar ve yürümeye devam ediyorlar. Ancak bir zaman sonra bu yüke dayanamayan Hasan’ın annesini bir iki dakikalığına yere indirdiğini görünce askerler ailelere ‘Siz gidin biz geliyoruz’ diyerek yaşlı neneyi arka kayalıklara götürüyor, yere yatırıp, ağzını kapatarak kafasını taşlarla eziyorlar. Katlediyorlar orada. Daha sonra Ahmet (Baran) amcam, ‘Ben gittim ki, halamın sadece kınalı saçları kalmış yerde, kurtlar kuşlar cenazesini yemişti’ diye anlatıyordu ağlayarak. Kalan 23 kişiyi de götürüyorlar ve süngülerle iterek otların konduğu merekin içine zorla sokuyorlar. Üzerlerine gaz döküp hepsini orada yakıyorlar. Bir tek Aziz’in (Baran) hanımı Fatma kurtuluyor, bir top alev gibi koşarak kendini dereye atıyor. Ancak arkasından takip eden askerler onu yakalayıp orada başını taşlarla ezerek katlediyorlar.”


6 AYLIK BEBEĞE NİŞAN ALIP ATEŞ ETTİLER


O sırada askerlere komuta eden yüzbaşının zamanında Aziz ve Fatma’nın çok ekmeğini yediğini söyleyen Ali Baran, katliama ilişkin şunları da anlattı:


“Yüzbaşının hanımı olanları duyunca ‘Utanmadın mı sen o adamın o kadar ekmeğini yedin. Sen bu insanları nasıl yaktın?’ diye yüzüne tükürmüş. Nüfusta 2 yaşında gözüken, ama aslında o sırada altı aylık olan Feramuz bebek ise katliam sırasında çimenlerin arasına bırakılmış. Annem oradaki diğer birkaç köylüyle ormanın içinde saklanmış, onları izliyor. Dumanların çıktığını, çocuğun ağladığını görüyorlar, ancak öldürülme korkusuyla tabii ki yaklaşamamışlar. Annem bana insanlardan yükselen yanık et kokusunun hala burnunda olduğunu söylüyordu. Biz çok ağlıyorduk ama askerler oradan gitmediği için elimizden bir şey gelmiyordu, diye anlatırdı hep hıçkıra hıçkıra. Daha sonra bana o gün orada olmadığı için katledilmekten kurtulan Turabi’nin oğlu Ahmet Amcam, ‘Çocuk ağlıyor ve onları rahatsız ediyor diye altı aylık bebeyi çeşmenin üzerine koyup nişan almışlar ve öyle öldürmüşler. İki gün sonra hayvanı kaybolmuş bir kadın oraya geldiğinde o kadını da yakalayıp defalarca tecavüz etmişler’ diye anlatmıştı.”


Annesi Bese’nin katliam döneminde 17 yaşında bir genç kız olduğunu anlatan Ozan Ali Baran, annesinin diğer çocuklar gibi yaylada oldu için katledilmekten kurtulduğunu belirtiyor. Baran, annesinin tanıklığını ise şöyle anlattı: “Annem o günü hep anlatırdı. Askerlerden ‘Herkes yaylaları terk etsin köylerine dönsün’ emri gelmişti. Herkes çekip giderken ben hayvanlarla baş başa kaldım. Yükleri indiremiyordum, çok ağırdı; saatler geçtikçe hayvanlar yorulduğu için yere yığıldılar, ben de onları bırakamadığım için gece vaktine kadar orada yalnız başıma kaldım. Karanlık çöktüğü zaman iyice korktum, ben de sonunda hayvanları bırakıp köye döndüm. Ondan sonra da köylülerle birlikte ailelerimizi aramaya gittik ve olan biteni gördük.”


SAĞIROĞLU’NUN ZULMÜ AĞITLARA GEÇTİ


Katliamdan önce Sağıroğlu’nun Turabi’ye kafaya taktığını, onu Hozat’a çağırdığını anlatan Baran, “Sağıroğlu orada Turabi’ye sakalını kesmek zorunda olduğunu söylüyor. Turabi de pir olduğu için bunu kabul etmiyor. Bu yüzden zıtlaşıyorlar. Aslında Turabi’nin sakalını kestirerek onu kendi halkı önünde rezil etmek istemiş, ama Turabi buna direnmiş. Ailemin başına gelenlerde Sağıroğlu’nun öç almaya çalışmasının da büyük payı var. Zaten ozan olan babam Mahmut Baran bu konuda sayısız ağıt yakmıştır” diye konuştu.


KÜRTLERE GELİNCE ZAMANAŞIMI


Hozat Cumhuriyet Savcısı Necati Kurçenli’nin Dersim Katliamı olayları için verdiği zamanaşımı kararını da değerlendiren Ali Baran, şunları söyledi: “Ermeni katliamı gibi birçok katliam dünyada kabul edilirken, söz konusu Kürtler olunca zamanaşımı oluyor. Ben devletten davacıyım hiçbir zamanaşımı bu konuda kabul etmiyorum. Cumhuriyet döneminde insanlarımıza size medeniyet getireceğiz, diyorlardı. Sorarlar adama medeniyet bu mudur? Küçücük çocukları, yaşlı neneleri katletmek midir? Küçük çocuklar isyan mı etmiş? 80 yaşında ki kadın isyan mı etmiş? Bunun isyanla hiç alakası yok devlet kendini haklı çıkartmak için uydurduğu bir yalandır. Geçek ortadadır. Bu karar çok zoruma gitti gerçekten artık devlet yaptığı katliamlarla yüzleşmeli.”


YAKINLARI İÇİN MEZAR YAPILMASINA İZİN VERİLMİYOR


Ozan Ali Baran ise 1980 yıllarında Kürtçe ağıtlar söylediği için Almanya’ya sürgün gitmek zorunda kaldı, bu yetmedi, daha sonra vatandaşlıktan çıkarıldı. Tam 20 yıl sonra topraklarına dönen Baran, bugün katledilen yakınları için mezar yapmak istese de izin verilmiyor. Baran bu keyfiyete, “Yaşayanlara saygı duymuyorlar ki ölülere duysunlar’’ diye tepki gösterdi.



ZEYNEP KURAY -ANF

Ellerin Dert Görmesin Sebahat...

En çok da Hakkı Devrim`in yüzünü görmek isterdim Sabahat Tuncel`in haysiyetini  eğilir bükülür sözcüklerle sorgulamıştı bir yazsında. Öylesine öfkeliydi ki, şu satırları kaleme almaya çekinmedi.  

Panzerler Yargılansın

 
İnanılmaz bir olay, Sebahat Tuncel  bir polis memuruna tokat atmış. Vay “vatan hani” devletin “masum” emir kulu olan,`, üstelik bir yanı Kürt, bir yanı Arap, karısı ise Türk olan bir mozaiğe kıymış, vay “bölücü” vay.
 
Ne var kendi kendime konuşuyorum. Kaç kişi Sebahat!Tuncel`e bunları söyledi diye düş kuruyorum. Gerçi bu kadar kibar olmamışlardır,  ama  ben  cümle oportünistliği yaptım.
 
Tabi bir de benim gibi eline koluna sağlık. İki gözümsün diyenler var. Ah birde hafiften ıskalamasaydı o tokat çok güzel olacaktı.  Yıllardır kulağımızı tırmalayan “Osmanlı tokadı yedin mi hiç” sözüne  iadeyi  tokat oldu bu.
 
En çok da Hakkı Devrim`in yüzünü görmek isterdim Sabahat Tuncel`in haysiyetini  eğilir bükülür sözcüklerle sorgulamıştı bir yazsında. Öylesine öfkeliydi ki, şu satırları kaleme almaya çekinmedi.  
 
“Türker Alkan dün, benim de adını yeni öğrendiğim Kürt siyasetçisi bir hanımdan söz etti: Sebahat Tuncel. Partilerdeki iki eşbaşkandan birinin kadın olması iyi. Benim için siyasetçi Kürt kadınların en güzeli ve faydalısı Aysel Tuğluk’tur, biliyorsunuz. Sebahat Hanım bana, siyasetçi tavırlarıyla tüylerimi ürperten Leyla Zana ile Emine Ayna’yı hatırlatıyor.
Haysiyet Türkçe’de üç kelimeyle tarif edilebilen bir kavramdır: Şeref, onur ve itibar ile.
Haysiyet kavramı bizim dünyamızın da nâdide mücevherlerinin başta gelenidir. Ona özlemimiz işe haysiyyet-i insâniyye’ye ulaşmakla başladı; haysiyyet-i millîyye’yi edinmenin mücadelesiyle meşgulüz. Bu noktada en büyük yardımcımız ancak haysiyyet-i siyâsiyye olabilir. ``(25/04/2010 Radikal Hakkı Devrim)   
 
Eminim Sabahat Tunceli`n tokadını en çok Hakkı Devrim yüzünde hissetti. Oh olsun…
 
Boşuna şiddeti savunuyorsun demeyin. Bengi Yıldız`ın elinde sıktığı taş olmayı ve hedefe ulaşmayı çok isterdim.
 
Allah aşkına bütün kimliklerinizden sıyrılıp sadece  insan olarak bakın. Siz olsaydınız her gün sokaklarınızda panzerler kar maskeli adamlarca vızır vızır gezdirilseydi, anneniz- babanız gözünüzün önünde coplansaydı genzinizi biber gazı yaksaydı panzeri taşlamaz da ne yapardınız?   Ne var?  Bu şiddet mi? Size göre öyle olabilir,  fakat bana göre taş atmak hiçbir şekilde şiddet değil… Oyala, vaatte bulun, beklet taktiği ile devam ederse AKP, siz de,  ben de Bengi Yıldız gibi avucumuzda taş sıkacak, “bıçak nasılsa kemiğe dayandı” diyerek taş fırlatacağız. Bir şey istemiyoruz.  Doğuştan aldığımız haklarımız gasp edilmiş, onları geri almaya çalışıyoruz. Ve ne yaman çelişkidir ki, gaspçılardan istiyoruz bunu. İşin en ironik yanı ise biz hırsızı bırakmak istiyoruz, ama hırsız bize yapışmış bırakmıyor. 
 
Panzer demişken, Osman Baydemir`in  panzerin üzerine çıkıp zafer işareti yapması Kürtlerde sevinç yarattı. Ne garip bir halkız, o katil panzerin üzerine çıkmayı bile bir zafer sayıyoruz. Bana göre bu bir zafer değil. Orada panzer değil de bir kamyonet olsaydı Baydemir, onun üstüne çıkacaktı. Hatta bir işportacının el arabası bile olsa onun üstüne çıkacaktı.
 
Belki fazla duygusal bakıyorum olaylara, ama Baydemir`in “bizim burada bulunan polislerle bir sorunumuz yok.  Bizim derdimiz Ankara ile” demesi içime dokundu. Hele hele bu “belediye aracı nasıl benimse, panzerde benim” sözüne hiç anlam veremedim. Evet bizim vergilerimizle alınıyor o iğrenç savaş aleti. Kurşunun bizim vergilerimizle alınıp çocuklarımızı öldürdüğü gibi, kurşunu sıkanların maaşları da bizim vergilerimizle ödeniyor. Kurşunu ve kurşun sıkanları ne kadar sevmiyorsam,  panzer denilen o katili de o kadar sevmiyorum. 
 
Panzer hepimizin belleğine çocuklarımızı ezen demir yığını olarak kazındı. Hangimiz o lanet panzerin arkasına bağlanıp kasabalarda, köylerde şehir merkezlerinde sürüklenen gerilla cesetlerini unutabildik? O panzer asla bizim olmadı. Bizim olsa katilimiz olmazdı.
 
Adalet komisyonu kurulsa panzerleri de yargılayın diye dilekçe vereceğim o komisyona.
 
Gayet ciddiyim, o panzerler, o katiller canım toprağın bağrını çiğnemesin artık.
 
Osman Baydemir`in, tam tersini düşünüyorum, bizim polislerle ve panzerlerle sorunumuz var.
 
Hatta halk olarak yüz binlerce dilekçe ile  Panzer ve polislerin travmadan kaynaklı psikolojik sorunlar yarattığını, tahrik unsuru olduğunu (ki öyleler)  belirten dilekçeler vererek,  yargıyı bloke edebiliriz. En demokratik ve zararsız eylemdir bu. Ne yani panzer ve kar maskeli adam görmek sizi rahatsız etmiyor mu?
 
Ortadoğu yeniden yapılanırken, köşe yazarlarının satır aralarına sinen mesajlardan anlaşılıyor ki diğer üç parçadaki Kürtler birleşse de Türkiye parçası üniter yapının içinde kalacak. İyi, güzel, hoş; sevinip düğün bayram ediyorsunuz. Panzer ve kar maskeli adamlarla daha ne kadar Kürtleri zapturapt altında tutacağınızı sanıyorsunuz? Birliktelik ancak eşit koşullarda olmaz mı? Eşit miyiz? Bize panzer, cop ölüm, sürgün ve zindan düşerken  “sen kardeşimsin, kız alıp vermişiz” masalı okumak pek inandırıcı değil.
 
Yine dağıttım konuyu…
 
Ez cümle demem o ki  bütün Kürtlerin ve ezilenlerin havaya kalkan, ama bir türlü inemeyen eli oldun Sebahat . Bir yanağına tokat atana diğer yanağı çevirme zamanının geçtiğini gösterdin.  Ellerin dert görmesin.
 
Gerçekten panzerler yargılansın değil mi?
 
 
hasretbirsel@hotmail.fr
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir 

29 Mart 2011 Salı

Özgürlük Arayışı ve Aydınlanma



Rönesans dönemini, Batı düşünce tarihinin ortaya koyduğu gibi kapitalizmin ön düşünce temeli olarak değerlendirmek yanlıştır. Rönesans esas olarak baskıcı olan sistemlere ve zihniyetlere karşı özgür düşünmeyi ve bilimi esas alan bir karaktere sahiptir. Rönesans ütopyaları kapitalist değil, komünalisttir. Ortaya çıkan yeni toplumsal sistemin kapitalizm olduğuna dair inandırıcı bir araştırma yoktur. 


KCK Önderi Abdullah Öcalan peygamberlik geleneğini değerlendirirken, karakteri hakkında şunları vurgular: “Özcesi savaşçı-iktidar gücüne karşı içten sosyal bir gelenek olarak gelişen peygamberlik hareketi, genelde insanlık tarihinde, özelde Ortadoğu tarihsel toplum sisteminde demokratik duruşa daha yakın durmaktadır. Yoksulluk boyutunu da eklediğimizde, adeta tarihin ilk ‘sosyal demokrat’ hareketini temsil etmiş oluyorlar. Gerçekte sınıf temelleriyle -orta sınıf: zanaat, tüccar, özgür çiftçi, kabile- günümüz sosyal demokrasi hareketleriyle benzerliği kurulabilir. Sosyal demokratlar nasıl sistemi biraz yumuşatsalar da yedeği olmaktan kurtulamamışlarsa, peygamber sosyal demokratlığı da er veya geç kurulu sınıflı toplum sistemlerine entegre olmaktan, onların benzer bir modelini kurmaktan kurtulamamıştır. Katı ilkçağ köleliğine karşı yol açtıkları sistem ortaçağ feodalizmidir. Barış ve adaleti tüm insanlık için istemektedirler. Ama hâkim sistemin büyük dönüştürücü gücü, peygamberlerin tanrı devletini de asıl sisteminkinden pek farklı kılmamaktadır.

Sosyolojik anlatımdan yoksun teoloji -ilahiyat- söylemi, büyük bir külliyatı -eser koleksiyonu- elinde bulundurmasına rağmen, insanlık tarihini de en çok etkileyen peygamberlik kurumunun toplumsal gerçekliğini açıklamamaktadır. Aslında Sümer ve Mısır antik köleciliğine karşı sosyal ve bireysel özgürlükçü, adaletçi yanı esas alan kurumun doğru tanımı büyük önem taşımaktadır. Halkların dönemin zihin yapısı olan din görünümü altında büyük sosyal mücadelelerini yansıtmaktadır. Peygamberlik ilk büyük sosyal önderlik kurumudur. Kullandıkları kavram ve düşünceleri -o dönemin dünya bakışına hâkim olan ve genel geçer zihniyet kalıplarını- sentezleyerek bir üst aşamaya sıçratmaları nübüvveti -peygamberliği- kazanma anlamına gelmektedir. Resmi köleci mitoloji ve dinden koptukları oranda sosyal özgürlükçü bir rolü oynamaktadırlar. Şüphesiz her dönemde sıkça görüldüğü gibi, düzenle radikal kopuşları olduğu gibi uzlaşmaları da mümkündür.”

Köleciliğin yumuşatılmış biçimi: Feodal devletçi toplum


Dışarıdan komünal demokratik değerlerden güç alan etnik toplulukların dalga dalga Roma’yı yıpratması, içeride kölelerin isyanı ve manastırların adalet ve eşitlik duygularını topluma mayalaması sonucunda köleci devlet sistemi dağılarak, onun yerine köleciliğin yumuşatılmış biçimi olan feodal devletçi toplum sistemine geçiliyor. Feodalizm de kendini kurumlaştırıyor. Tabii ki halklar ve Hıristiyanlık feodal bir sistem yaratmak için isyan etmediler. Daha özgür bir yaşam özlemiyle isyan ve saldırılarını gerçekleştiriyorlardı. Ama yine de buna rağmen feodal sistem köleciliğin yumuşadığı bir sistem olmuştur. Feodal denen bu dönemde devletçi sistem baskısını ve zulmünü sürdürse de, insanlığın büyük bölümünü oluşturan etnik topluluklarda komünal demokratik değerler canlı biçimde varlığını sürdürmektedir.

İslamiyetin ortaya çıkışı ve komünal demokratik değerler


KCK Önderi Abdullah Öcalan’ın ‘Ortadoğu’nun son aslan kükreyişi’ olarak ifade ettiği İslam’ın ve Muhammed’in isyanı da artık insanlar açısından anlamsız ve çekilmez hale gelen zulme karşıdır. İslam, Doğu Roma yani Bizans ve Sasani şahsında süren baskı ve zulme isyanı ifade ediyor. Kölelik hala tümden ortadan kalkmamıştır. Sasani ve Bizans’ın iç çürümeleri bunların toplumlardaki meşruiyetini ve otoritesini önemli oranda sarsmıştır. Hz. Muhammed bu tarihi süreçte Arabistan ve çevresindeki bunalımın da yarattığı etkiyle bir çıkışa yöneliyor. Yahudilik ve Hıristiyanlık değerleri başta olmak üzere Ortadoğu’nun geçmişte yarattığı bütün değerleri alıyor ve bunları daha sistemli ideolojik ve teorik çerçeveye kavuşturuyor. Kur’an bunun şahane bir belgesi oluyor. Özü zulme ve haksızlığa karşı bir isyandır. Sınırsız devlet ve kral yetkilerinin sınırlandırılması ve belirli kurallara bağlanmasıdır. Dolayısıyla çıkışında özgürlükçü ve komünal demokratik değerler taşıyor.

Muhammet zamanı ve İslam’ın ilk dönemlerinde danışma kurumu ve geleneği ortaya çıkıyor. Danışma meclisi gibi bir uygulamadan söz edilebilir. Zaten her zaman çevresinde bazı kararları alıp danıştığı bireyler vardır. Otoritesi fazlasıyla olmasına rağmen işleri çevresiyle yürütmeye çalışıyor. Böylece meşruiyeti ve etkisi daha da güçleniyor. Peygamberdir, ama yakın çevresiyle ve toplumun ileri gelenleriyle sürekli bir danışma içinde oluyor. Halifelik döneminde bunlar kurumlaştırılmaya çalışılıyor. Halifelik babadan oğula geçmiyor, seçimle belirleniyor. Ebubekir ve Ömer’in nasıl seçildikleri, Osman’ın nasıl seçildiği ayrı bir değerlendirme konusudur; ama yine de ortada bir seçim vardır. Yani halifelik başka yolla alınamıyor; babadan oğula geçme gibi bir karakteri yoktur. Peygamberin yakınları, ilk Müslümanlar, İslam’ın ileri gelenleri, Hz. Muhammed’in düşüncesini iyi bilenler ve belli din adamları tarafından seçilmesi gerekiyor. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin seçimleri böyle bir prosedürle gerçekleşiyor. Belki bu halife seçimleri bazı yönleriyle bir formalite ve tam demokratik görülmese bile, yine de bir seçimin var olması önemlidir.

İslamiyet’te de danışma meclisi belli düzeyde geliştiriliyor. Peygamberin ve halifelerin otoritesi belli bir mutlaklık taşısa da, kararları büyük oranda tek başlarına verseler de, Kur’an’da ortaya konulan yönetim felsefesi bu tür danışma kurumlarını da öngörüyor. İslamiyet de insan vicdanı ve zihniyetinin gelinen aşamada bir patlaması olarak görülmelidir.

Tıkanan feodalizm ve gelişen aydınlanma hareketleri


Ancak İmam Gazali ile birlikte içtihat kapısı kapanıyor. Bu da siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik alanda gerilemenin en önemli nedeni haline geliyor.

Avrupa’da feodal dönem giderek insan ve toplum yaşamını tıkatan ve sıkıcı hale getiren bir konuma geliyor. Zaten feodal dönem miadını doldurmuş köleciliğin ömrünü uzatması gibi bir durumu ifade ediyordu. Bu nedenle ihtiyaçlara cevap vermekten uzak kalmıştır. Bu ve başka birçok etken Avrupa’da Rönesans ve Reform denen gelişmeyi ihtiyaç haline getiriyor. Sonunda yeniden doğuş denen doğaya, bireye, topluma canlı yaklaşımla bakan bir zihniyet ortaya çıkıyor. Özellikle İtalyan ticaret kentlerinde bu tür şeyler gelişiyor. Sanat, kültür ve edebiyat alanında yeni gelişmeler yaşanıyor. Diğer taraftan Hıristiyanlığın katı dogmalarına karşı dinde reform hareketleri ortaya çıkıyor. Protestanlık bir yönüyle toplumsal ahlakın dağılmasının önünü açarak olumsuz bir rol oynarken, diğer taraftan katı dogmaları kırma açısından da olumlu bir rol oynamıştır. Protestanlığın bu çelişkili rolü hala tartışılmaktadır. Bir taraftan Rönesans, diğer taraftan Reform bilimsel yaklaşımın önünü açıyor. Hıristiyanlığın dogmatik kalıplarının kırılması, Avrupa’da özgür düşüncenin gelişimini ortaya çıkarıyor. Bunlar ve akılcı düşüncenin etkin hale gelmesi giderek Avrupa’daki demokratik gelişmeye temel oluyor.

Rönesans ve dinin yeni yorumu


Rönesans ve Reformun yapılması insanlık tarihi açısından önemli bir duraktır. Rönesans ve Reformun özellikle manastır ve şehir üniversiteleri zemininde gelişmesi söz konusudur. Şehrin belli demokratik ortamı, manastırlardan korunan ve mayalanan komünal değerler, Hıristiyanlığın, Germenlerin özgür ruhuna göre yorumlanması Avrupa toplumunun yeni bir düşünce ile mayalanmasını beraberinde getirmiştir. İranlılarda Şialık, Kürtlerde Alevilik yorumu gibi Avrupa’da da Protestanlık denen yorumlar gelişiyor. Ancak İslamiyet’in hala canlı karakterde olması itibariyle hem toplumu hem de devleti sarması, egemenlerin ve devletlerin kontrolündeki İslam anlayışı ve yorumu dışında toplumun demokratik ve özgür yaşamına uygun yorumların gelişmesine imkân vermiyor. Protestanlık resmi Hıristiyanlığa karşı bir hamle yapsa da, Ortadoğu’da devletin damgasını taşıyan ve İslam’ı devletin ideolojik gücü haline getirenlere karşı toplumun çıkarına olacak yorum ve örgütlenme düzeyi geliştirilemiyor. Varolan mezhepler de zamanla oluşan kalıplara karşı çok köklü bir eleştiri geliştiremiyor; zaman zaman ciddi eleştiriler ve karşı koymalar olsa da etkili olamıyorlar. Öte yandan Haçlı seferlerinde Hıristiyan dünyanın yenilgiye uğraması kendilerinde bir sorgulama geliştirirken, İslam dünyasının Haçlı seferlerinden zaferle çıkması kendilerindeki eksiklikler ve yanlışlıklara karşı sorgulamaya girişmek yerine daha doğru olduklarına inanmalarına yol açıyor ve bu temelde dogmatikleşme gelişiyor. İmam Gazali’yle de bunun düşünsel temeli oluşunca, İslam dünyasının uygarlıkta öncü rolünü kaybetmesi kaçınılmaz hale geliyor. Avrupa’da Rönesans ve Reformun gelişmesi ise yeni düşünce akımlarının ortaya çıkmasına yol veriyor. Bu da uygarlık öncülüğünün Avrupa’ya geçmesiyle sonuçlanıyor.

Rönesans ütopyası kapitalist değil komünalisttir


Rönesans dönemini Batı düşünce tarihinin ortaya koyduğu gibi kapitalizmin ön düşünce temeli olarak değerlendirmek yanlıştır. Rönesans esas olarak baskıcı olan sistemlere ve zihniyetlere karşı özgür düşünmeyi ve bilimi esas alan bir karaktere sahiptir. Hiçbir Rönesans filozofu ve düşünce adamı kapitalizmi öngörmemiş, bireyciliğe de vurgu yapmamıştır. Bireyin özgür düşünmesi gerektiği ve toplumun özgür bireyle anlamlı olacağı zihniyeti vardır. Ama bütün bu düşünceler toplumsal yaşamı demokratikleştirmek ve zenginleştirmek içindir. Bu nedenle kapitalizmin bireyci yaşamından çok, komünal demokratik değerlere daha yakın bir düşünce akımıdır. Eğer kapitalist devletçi sistem başarılı olmuşsa, bu onun dayandığı temeli ve toplumları kontrol etme konusundaki tecrübelerinin sonucudur.

Abdullah Öcalan, Rönesans’ı ve Rönesans sonrası kapitalizmin hâkimiyet nedenlerini şöyle ortaya koyar: “Rönesans, öz olarak doğayı, toplumu ve bireyi her tür dogmadan uzak tutku derecesinde kavramayı, sevmeyi esas almaktadır. Doğanın ve bireyin kutsallığına dönüştür. Bu bireyin de kapitalist birey olmadığı; doğa bilgisiyle, sanat ve felsefeyle yüklü, savaştan kaçınan, doğal, eşit ve özgür bir toplum arayışında olduğu ortak bir yargıdır. Rönesans ütopyaları kapitalist değil, komünalisttir. Ortaya çıkan yeni toplumsal sistemin kapitalizm olduğuna dair inandırıcı bir araştırma yoktur. Manastırlarda komünal bir hayat geçerlidir. Yeni doğan kentlerde hâkim olan ruh demokrasiden yanadır. Bilim adamları, felsefe ve edebiyat yapanlar, sanatla uğraşanlar zorlukla geçinen emekçi insanlardır. Sermaye birikimiyle uğraşanlar sınırlı olup, özellikle faizcilikten ötürü toplumsal nefreti toplayan bir kesim olarak yargıya tabidir. Sanayi devrimine kadar, feodal aristokrasi ve yeni doğan bir ulus olarak halk sınıfları karma nitelikte bir toplumsal sistem oluştururlar.”

Rönesans ucu açık bir kaos aralığıdır


Bu kısa değerlendirme bile 19. yüzyıla kadar kapitalist toplum sisteminden bahsedilemeyeceğini göstermektedir. O halde Rönesans’ı kapitalizmin bir ön aşaması, zihniyet süreci olarak algılamak vahim bir yanlışlıktır. Doğrusu, ucu her tür gelişmeye açık bir kaos aralığı olduğudur. Feodal toplum sisteminin dağıldığı, çözüldüğü, fakat yeni toplumun doğmadığı, doğuş sancılarının yaşandığı bir ara dönemdir. Bu ara dönemden feodalizm yeniden güç kazanarak çıkacağı gibi, kapitalist bireyci bir sistem de doğabilir; yine güçlü altyapı koşullarına sahip demokratik, eşit-özgür bir topluma doğru gelişme de yaşanabilirdi. Tamamen sistem savaşçılarının bilinç ve politik yeteneklerine bağlı olarak pek çok sistemin doğması teorik olarak mümkündür. Nitekim Fransız Devriminin sonlarına kadar kapitalist toplumla daha eşit ve özgürlükçü toplum yandaşları başa baş bir mücadele içindedirler. 1640’taki İngiliz Devrimi ezici bir demokratik özellik taşımaktadır. Eşitliğe ve özgürlüğe ilişkin çeşitli ve oldukça güçlü kişisel ve kolektif anlayışlara rastlamak mümkündür. Burjuva devriminden ziyade halkçı bir devrimdir. 16. yüzyıldaki İspanya şehir komünarları demokrat karakterlidir. Amerikan Devriminin niteliği de açıkça özgürlükçü ve demokratiktir. 1789 Fransız Devriminde komünistler dahil birçok renk vardır. Özcesi Rönesans sürecindeki toplumsal kaostan çıkışta özgür-eşit ve demokratik toplum eğilimi en az kapitalist-bireyci eğilim kadar şanslıdır. Kapitalizm ancak sanayi devrimiyle birlikte toplumsal savaşta üstünlük sağlayacaktır. 19. yüzyıl, sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmin her alanda hâkimiyetini yükselteceği bir dönemdir. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlangıcında, sistemin dünya çapında ilk defa yayılmasını kabaca tamamladığını görmekteyiz. Daha eşit-özgür ve demokratik toplum mücadelesi, 1848-1871 devrimlerinin yenilgisiyle hâkim toplumsal sistem olma şansını kaybederler.

Düşünürlerin arayışı kolektif karakterlidir


Öcalan şöyle devam ediyor: “Rönesans aralığından sadece kapitalist sisteme taşıyan değerler alınmadı. Hayli zengin olan malzemesinden kolektif toplum yapılanmaları için gerekli anlam gücünü bulmak da olasılıklardan biriydi. İlk ütopyacılar Campanella, Thomas Moore, Francis Bacon, daha sonraları Fourier, Robert Owen, Proudhon çok sayıda komünal toplumsal sistemleri tasarlıyor, yer yer örgütlenmelerine girişiyorlardı. Aydınlanma döneminde yine birçok filozof oluşacak yeni toplumun nitelikleri üzerinde kafa patlatıyorlardı. Başta gelen devrimlerin hep sola açık, bitmemiş bir yanları vardı. Kapitalist sistem yerleşmiş haliyle hiçbir önemli düşünürün tasarımı olarak oluşmamıştır. Ciddi düşünürlerin peşinde koştukları toplumsal ütopyaları kolektif karakterlidir. Ahlaka belirleyici bir rol tanınmaktadır. Buna rağmen kapitalizmin başarısında devlet kültünün gücü, eski aristokrasinin olanca ağırlığı, yeni burjuva sınıfın kendi zıddından daha gelişkinliği gibi objektif nedenler etkili olmuştur. Eski hâkim toplumun izlerini yoğunca üzerinde taşıyan yeni toplumcuların kolayca istismarı anlaşılırdır.”

Kilisenin inandırıcılığını yitirmesi


Avrupa’da felsefe ve hukuk alanında devlet yönetiminin nasıl olması gerektiği konusunda sorgulamalar başlıyor. Diğer taraftan bu düşüncelerin belli düzeyde geniş kitlelere mal olmasıyla birlikte, toplumda daha özgür ve demokratik düşünme gelişiyor. Kilisenin ve kralın toplumu boğması ve baskı altına almasına karşı alttan alta kiliseye ve kiliseyle birleşen krallığa karşı tepki büyüyor. Çünkü kilise bir nevi tutuculaşan ve toplum üzerinde baskı gücü olan mutlak krallığın ve devletin meşruiyetini savunuyor. Halkın tepkisi krallık ve merkezi otorite ile bütünleşmiş kilisenin otoritesine de yöneliyor. Kilisenin ruhani olması, insanın inanç dünyasını Hıristiyanlığın özünde varolan değerlerle doldurması ve insana moral düzey kazandırması gerekirken dünyevileşmesi toplumda tepki uyandırmıştır. Kiliselerin toprakları birçok büyük feodallerin topraklarından daha geniştir. Tamamen bir feodal ağa ve bey haline gelmiştir. Bu durumda nasıl feodal sisteme karşı köylüler tepki duyuyorsa, feodalizmin temsilcisi krala duyulan bu tepkinin benzeri kiliseye de yöneliyor. Bu zihniyet ve tutumun toplumsallaşması kralların ve devletlerin meşruiyetini sarsıyor. Bu da otoritelerinin sorgulanması ve zayıflanması ile sonuçlanmıştır.

Bir özgürlük aracı olarak laiklik


Öte yandan düşüncenin gelişmesi önünde kilisenin tekçi düşünceyi savunması ciddi bir engeldir. Resmi düşünce sadece Hıristiyanlıktır. Bunun ortaya koyduğu kalıplar dışında düşünceyi savunmak suçtur. Özgür düşünce önünde engel olan Hıristiyanlığın dogmatik tekçi düşüncesine karşı aydınlar düşünce özgürlüğünü savunuyorlar. Bilime daha yakın olan felsefenin gelişimi laikliğin savunulmasının da önünü açıyor. Laiklik kilisenin tekçi düşüncesini kıracak ve düşünce özgürlüğünü ortaya çıkaracak bir mücadele aracı haline geliyor. Laiklik ya da sekülerizm denen düşünce aydınlar içerisinde gelişiyor. Laikliği savunmak aynı zamanda kiliseye ve kiliseyle ittifak içinde olan krala karşı bir mücadele anlamına geliyor. Özellikle aydınlar laikliğin öncülüğünü ve militanlığını yapıyorlar. Bir taraftan feodalizme, yani toprak ağalarına ve beylerine karşı bir isyan, diğer taraftan kiliseye ve krallığa karşı tepkiler gelişiyor. Bu duygu ve zihniyetin giderek yaygınlaşması, toplum tabanından gelişen bir mücadele olan demokratik devrimleri ortaya çıkarıyor. Halkın baskıya ve sömürüye karşı özgürlük ve demokrasi özlemlerinin ifadesi olan ilk demokratik devrim Hollanda’da gelişiyor. Toplumun kiliseye, feodallere ve krala karşı ilk sistemli ayaklanışı Hollanda’da gelişme gösteriyor. İngiltere’de kralın yetkilerini sınırlama süreci 1648’de Crommwel’in öncülüğünde bütün toplumu içine alan demokratik devrime dönüşüyor.

Kralların yetkilerinin sınırlanmasıyla kilisenin yetkilerinin sınırlanması birbiriyle paralel gelişiyor. Öyle ki, Avrupa’daki halkın tepkisi sonucu kilise çok önemli düzeyde darbe yiyor. Hatta Fransız Devriminde bütün Fransa’da papaz kanı akıyor. Devrim içinde halk sisteme karşı öfkesini papaz düşmanlığı biçiminde ortaya koyuyor. Bu eğilim çok aşırı düzeye ulaşıyor. Çünkü kilise kralla çok özdeşleşmiştir. Demokratik halk devrimleriyle birlikte kilise artık devlete karışan ve etkileyen konumdan çıkıyor. Devletin seküler olduğu, devlet yaşamındaki kuralların din kurallarından ayrıldığı, kilisenin ya da Hıristiyanlık kurallarının artık devletin yönetiminde etkili olmadığı bir düzen gelişiyor. Buna da laiklik deniliyor. Bu açıdan laiklikle Batıda giderek burjuvazinin ağırlığını koyduğu demokrasi anlayışı arasında bir bağ bulunmaktadır. Bu iki olgu Batıda iç içe gelişiyor.