10 Mart 2012 Cumartesi

Diyarbakır’ın Düşündürdükleri

Rıdvan Turan *
 
 
Kürt sorununun final sürecini yaşadığımız kanısındayım. Epeyce bir süredir devam edegelen “Kürt sorununun sürdürülemezliği” sürecinin ulusal ve uluslararası konjonktür ile daha da keskinleştiği ortada. Geleceğin Kürtler açısından kaçınılmaz bir demokratik süreç olduğu iddiasında değilim. Benim iddiam, bu sorunun bu biçimiyle sürdürülemeyeceği. “Sürdürülemeyecek de ne olacak peki?” sorusu bir başka yazının konusu olabilir. Ancak Kürt sorunu, devletin sırtında daha önce hiç olmadığı kadar büyük bir kambur halini almıştır.

ABD’nin Irak’tan çekilişi, Şii etkisinin tedricen artışı, Suriye krizi; tüm bu süreçlerin Kürt sorunu üzerindeki etkileri ve devletin Ortadoğu’daki politikaları açısından bu gidişatı ele alalım. Ortadoğu’da Şii etkisine karşı nesnel olarak güney Kürtleriyle birlikte duruyorken kendi Kürdüyle savaşan bir Türkiye devleti realitesi zamanın ruhuna uymuyor artık.

Devlet yöneticileri, bu durumda PKK’nin eskisi gibi devam edemeyeceğini, tam da yukardaki sebeplerle silah bırakmak zorunda kalacağını iddia etseler de, bu tam bir kendi halini görememe durumu bence.

Hükümet de diyalog masasını çoktan görmüş durumda. Bu işin eninde sonunda o masada biteceğini çoktan anlamış. Bitip bitip tekrar başlayan müzakere süreçleri bu tespiti güçlendiriyor.

Ancak hükümet sonu masada bitecek olan bu yolu elden geldiğince uzatmak, dolambaçlı ve yokuş kılmak için elinden geleni ardına koymuyor. Böyle yaparak da siyasi karşıtı olarak gördüğü Kürt muhalefetini yorma, örgütsüzleştirme ve güçten düşürme politikası güdüyor. Onun müzakere masasına her defasında daha takatsiz oturması için her yolu deniyor. Birbiri ardında eklenen KCK operasyonlarının da, askeri operasyonların da mantığı burada belirginleşiyor. Peki bu politikadan sonuç alınabilir mi?

Birileri sonuç alacağından emin olmalı ki, bu bir hükümet politikası haline dönüşmüş. Devletin istihbaratından silahlı kuvvetlerine kadar tüm yönetme aygıtları bu politikaya göre hareket ediyor. Ama öngörülen “bahar çözümü”ne bir türlü ulaşılamıyor.

Bence ulaşılamaz da.

Nedeni gayet açık. Hükümetin verili tutumu, barışma azminden çok savaşma azmini güçlendiriyor. Açık alanda siyaset yapanların tutuklanması, seçilmiş milletvekillerinin tutuklu olması, dağdan inme duygusunu değil, dağa çıkma duygusunu güçlendiriyor. Açık siyasi alanı devletin her tıkayışı, mücadeleyi zorunlu olarak başka alanlara yönlendiriyor. Bu politikaların ana mantığı bu olduğu içindir ki, çözümü çağıran değil, öteleyen bir durumu çağrıştırıyor.

Bugün ziyaret ettiğimiz Diyarbakır Cezaevi’nde duygularım tam da böyle. Bugün Diyarbakır’da güne KCK operasyonlarıyla başladık, öğleden sonra filolar halinde F16’lar hazırlandı, belli ki bir yerleri bombalamaya gittiler. Tam bu sırada cezaevindeki açlık grevi 20’li günlerine ulaşmıştı.

Adalet Bakanlığı izniyle ziyaret ettiğimiz Selma Irmak, BDP’den milletvekili olduğu halde cezaevinde. Beraber yatan arkadaşları da açık alanda çalışan partililer. Bu insanlar açık alanda siyaseti tercih etmişler. Biri milletin adına parlamentoya gitmeyi hedeflemiş, diğerleri de açık siyasi parti çalışmalarını temel almışlar.

Olağan koşullarda makul bir devlet aklının bu kanalı, silahlı çözüm kanalını daraltmak için açması beklenir.

Bizim devlet ise tam tersini yapıyor, hem de büyük bir itina ile ve defalarca...


Irmak ve arkadaşları ise bu duruma direnebilecekleri son şeyleriyle, bedenleriyle direniyorlar. Bedenlerini; askeri ve siyasi operasyonlara ağırlık veren, Kürt dil ve kültürü üzerinde baskı kuran, Öcalan’a tarihte az görülen tecrit içinde tecrit uygulayan devlet akıl(sızlığ)ına karşı ölüme yatırıyorlar, ki işitmeyen kulaklar işitsin, görmeyen gözler görsün bu dramı. Açlık grevinden dolayı disiplin cezası alıyorlar cezaevinden. Bu nedenle, açık görüş hakkımız olduğu halde yalnızca cam ardından kapalı görüş yapabildik.

Evet, elbette bu sorun da nihayete erecek. Yaşanan bir tür finaldir final olmasına ancak, devlet aklının dolambaçlı yolu öfkeyi büyütmekten başka bir işe yaramıyor.

Belki bir işe daha yarıyor, iktidarın altına dinamit döşüyor. Malum bu ülkede Kürt sorununu çözemeyen partiler, bizatihi bu sorun tarafından çözülüyor.
NOT: Cezaevindeki kadın arkadaşlar, tüm kadınların 8 Mart’ını can-ı gönülden kutluyor, sevgi ve dayanışma duygularını yolluyorlar.

* Kaynak: www.sosyalistdemokrasigazete.net

Yalan Dincinin Karekteridir

Cahil kalabalıkları kandırıp, kullanmak için, dini yalanlara dolayarak büken, çarpıtanlara karektersiz, dolandırıcılara dinci denir.

Kuranda, dini siyasetle ilişkilendiren tek bir kelime yoktur. Ama gördüğü her camiye abdestsiz dalıp namaz gösterisine duran, tek ayak üstünde bin yalanı bir arada söyleyen, mazlum ve masumlar için ölüm, kırım, tutuklama emri veren dinci zalim, aynı zamanda cennet yolu rehberi rolündedirler. Dolar milyarderi de, dindar rolünde, yoksullara gitmesi gereken „sadaka ve hayrat“ı toplayarak dolar dağını yükseltir. İki bir arada ses sese imam-hatip, kadının türbanı, etek boyu diye diye avanak yerine kalabalıkların sırtına binip, sultani bir hayat sürer.

Her dincinin gücüne göre soyguna çıktığı bir yerde, işi cennette arsa satmaya kadar götüren bir tarikat, daha geçen gün yakalandı.

Bunlar böyledir. İran dincileri, 1979 yılında gerçek demokrasi yalanıyla Kürtler ve Komünistlerden destek alarak Şah rejimini yıktılar. Su başlarını tuttuktan sonra, demokrasi isteyen Kürtler ve Komünistler için meydanlarda darağaçları kurmaya başladılar. Günde ortalama bir kaç kişi asılıyordu. Asılan düşmanları arasında kadınlar, 10 yaşlarındaki çocuklar da vardı. Yalanlarına göre hiç biri düşünce mahkumu değildi. Hepsi uyuştutucu madde kaçakçısı veya Şah rejimi yanlısıydı.
Saddam da, sokak ortasında namaza duracak kadar dinciydi. Onun astırdığı muhaliflerinin boynuna, casus yaftası asılıyordu.

TC dinciler için, mümbit bir kazanç ve siyaset yatağıdır. Fethullah Gülen, dini masal, menkibeler anlatarak „din alimi“ ve „tarikat reisi“ olmayı başarmış, ve bu yoldan topladığı sadakayla dünya zengini olmuş biridir.

Süleyman Demirel, siyasette din pazarlarken, yeni keşfetmiş gibi Kuran’ı meydanlarda öpüp, başına koydukça oyları artıyordu. Türkeş bile, bir kumarbaz ve rakıcı, aynı zamanda dinci olan Necip Fazıl’ın akıl vermesiyle, son zamanlarında dinci olmuş, oylarını artırmıştı. Böyle bir yerdir, TC…

Erbakan hareketinin amblemlerinden (işaret) biri de anahtardı. Bu amblem, „şekilde görüldüğü üzere, cennet kapılarını açan anahtardır“ diye tanıtılıyor, kimileri hak edeceğini düşünerek Erbakan’a oy veriyordu.

AKP’nin amblemi, cennet yolunu aydınlatan ampul…

AKP-Fethullah Gülen kumpanyasının başlıca sermayesi, dini  kadın baş örtüsü, etek boyuna dolamaktır. Uluslararası taklaları da dine dolamadır. Amerikan çıkarlarının öncü kuvveti olarak, Suriye’ye terör şırınga ederken bile „din adına“ diyor, Türk halkı da yutuyor.

En vahimi, uyuyan Kürtlerin bile bile kendilerini dolandırmalarıdır. Onca yoksulu, yerinden yurdundan olmuş bunca mültecisi varken dolar milyarderi Fethullah Gülen’e sadaka adı altında haraç, mezarlarını kazmakla meşgul Erdoğan’a da oy vermektedirler. Dinin ucunu gösterince, Kürtlerin koyun sürüsü gibi peşlerinden yürüyeceklerini sandıkları için Başbakan’ın eşi bile, kocasının emri altındaki ordunun katliam yaptığı Roboskî köyüne gittiğinde medya, „köylüler, imam istedi“ diye yalan uçurdu. Oysa, yaslı anneler sadece „katil“ diye inlemişlerdi.

İran’daki dincilerin muhalifi özgürlük savaşçısı Kürtler uyuşturucu kaçakçısı, bunların yalanında ise teröristtir. 8 bin tane Kürt, terörist olarak toplama kamplarında. Esir Kürtler, dertlerini anlatacak mevki, makam da bulamıyorlar.

AKP-Fethullah Gülen kumpanyası, din adına namus bekçisi, zina düşmanı rolünde yakaladıkları kadın ve erkekleri teşhir ediyor, ama devletten icazetli genelevlerden gelen vergiyi, maaşlarını aldıkları hazine kasasına katıyorlardı. Pozantı’da ise namuslarına teslim küçük Kürt çocukları tecavüze uğruyor, tecavüzcülerle, tecavüzcülere yardım ve yataklık edenler terfi ettiriliyor, vahşeti teşhir eden gazeteci Özlem Ağuş ve Ali Buluş tutuklanıyordu. İki gazetecinin yüzüne karşı uydurulan yalan, „sırları ifşa etmek“ değil, teröristlikti...

Yalancı ve dolandırıcıların çıkarına dokunan herkes teröristti.

Kürtlerin asimilasyonuna son verdiğini söylüyor, sonra Batman’daki kültür merkezinin kapısına kilit vuruyorlardı. Sebep mi? Teröristlik. Çünkü Atatürk resmi ve onun gençliğe hitabesi yokmuş.

Kürtler, „biz atanıza tapınmak zorunda mıyız?“ deyince ertesi gün, İzmir’deki lokali basıyor, boş bir şişeyi, „Molotof kokteyli için malzeme olabilir“ diye suç listesine yazılıyorlardı.

Avrupa Birliği ile bütünleşmiş özgürlük ve „ileri demokrasi“ vaaddediyorlardı. Erdoğan, „Kürt meselesi benim meselemdir“ diyor, Kürtleri asimle terörünün son bulduğunu, hak ve özgürlüklerinin teslim edilip, barış getirileceğini söylüyor, „artık anaların ağlamayacağını“ bağırıyordu. Hatta ikinci iktidar döneminde, bu konuda „açılım“ bile yapmış, şarkıcıları toplayıp, fikirlerini almış, televizyonlar, barışın Kürtlere neler getireceğine dair tartışma maratonları düzenlemiş, bir yandan da PKK ile görüşmeler yürütmüştü.

Gerilla, yalanlarına teslim olmayınca, Kürdistan’ı rehin alıyor, toplu tutuklamalarla ülkeyi toplama kampına çeviriyor, havadan bomba yağdırıyor, sivil katliam yapıyordu, dinciler…

Ama ampul partisinin terör körükçüsü lideri, daha dün Mardin’de Kürtleri aşağılayarak, sağa sola din satıyordu. Yapar. Ona yakışan budur.

Bir şeye değil, Kürdün, mezarını kazan düzenbazı, yalancıyı dindar bilip, peşine takılmasına yanıyorum.
Baksanıza CHP lideri bile „uyanın artık“ diye sesleniyordu, onlara…


AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com