24 Aralık 2011 Cumartesi

“Köklerini Bitir” Diyen Fetullah Faşizmi Hortluyor

Okyanus öte yakasında ABD’nin kucağında yani hemen yanı başında Fetullah biz Kürtler için: “altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir” diyor.
Ne ilginçtir ki Fetullah Kürtler için köklerinin kazınması ve kurutulmaları için fetvasını verir vermez de Türkiye’nin ve Kürdistan’ın çeşitli illerinde Yeşil Türki Faşist devletin polisleri ve valileri harekete geçtiler.
Tuhaf gelebilir ama Fetullah ve ona bağlı Yeşil Türki Faşistler Kürt halkını yok etmeye asimile etmeye katletmeye dönük fetvasını verirken bile korkunç derecede ikiyüzlü ve çarpıtmalara başvurmadan edemiyorlar.

Örneğin, Saidi Nursi’nin Kürtlerin ulusal kurtuluş savaşında Türklerin yanında yer alınmasını ve daha sonra da Türkiye cumhuriyeti devletiyle birlikte kalınmasına ilişkin söylediklerine atfen: 

“Bediüzzaman Hazretleri, maruz kaldığı zulümlere rağmen hiç kimseyi zerre kadar incitmemiş, "intikamımı alın" dememiş; hatta kendisine o teklifte bulunanlara şöyle cevap vermiştir: "Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet'in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslüman'ız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer'an caiz değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz" dediğini söylüyor Fetullah. Yani Saidi Nursi Türklerin öncelikli olarak Müslüman olmalarından kaynaklı Türklerle savaşılmamasını söylemiş. Ve birde Türklerle asırlardır birlikte yaşanıldığı için kardeşlikten söz etmiş. Ve kardeşler arasında da kavganın olmaması gerektiğini dile getirmiş.

Evet, Fethullah Saidi Nursi'nin bu sözlerine yer verirken kendilerinin ABD’nin kucağında himayesinde Kürtlere soykırım fetvası verirken Kürtlerin Müslüman olduklarını unutuyor. Yine bin yıllardır birlikte yaşanıldığı için kardeş olduklarını da unutuyor. Bu bağlamda sıra ABD emperyalizminin kucağında Kürtlere dönük soykırım emrini verirken Saidi Nursi’yi de unutuyor. 

Özcesi Fetullah ve onun askerleşmiş cemaati sivil toplumculuğu cemaatçiliği unutarak ve bir köşeye bırakarak askerliğe soyunuyor. Bundandır ki askerlere, hükümetlere ve devlete: “Ayıptır bu, otuz senedir bir avuç şakinin hakkından gelemiyorsun Çoklarının dediği gibi, mensup olduğumuz Birleşmiş Milletler ve NATO içinde önemli güce, kuvvete ve mekanize birliklere sahip sayılı devletlerden biriyiz” diyerek bunları da Kürt soykırımına çağırıyor. Ve boşuna: “altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir” demiyor.

Yukarıda Kürtler için verilen ölüm fetvasını ve Kürtlerin kökünün kazınmasının emrini daha iyi anlamak için son zamanlarda Fetullah valilerin birkaç tanesinin söylediklerine bakmak yeterli olacaktır.
Diyarbakır’daki vali taş atan çocukların ailelerine ağır ceza verecek, eğer Kürtler yani ıslah olmazlarsa bu kez bu çocukları Kürt ailelerinden alarak Fetullah Hoca’nın Sevgi evlerine zoraki alacaklarmış. Ardından da Kürt çocuklarını kendi ailelerine karşı kendi halkına karşı eğiterek birer keklik yapacaklar. Eskiden bunlara devşirme derlerdi. Yine kimi yerde bunlara yeni çeri denir. Başka yerlerde bu tiplere Mangurt denir. Kürtlerde ise bu tiplere tırşıkçı denir.

Evet, Fetullah ve onun askerileşmiş cemaati Kürtleri tırşıkçılaştırmak için harekete geçmiştir. Ve şimdi Adana’daki valinin, Diyarbakır’daki valinin ve de Batman’da valinin söyledikleri ve pratiğe geçirdikleriyle Fetullah’ın: 

“Keşke, o bölgeye gönderilen muallimler, bugün dünyanın dört bir tarafına ciddi fedakârlıklarla hicret eden gönüllüler gibi, dönmemek, orada ölmek ve oraya gömülmek üzere gitselerdi. Keşke o halkın karakterini çok iyi bilen, çok ciddi bir empati mülahazasıyla onları doğru okuyan ve ona göre muamelede bulunan vaizler gönderebilseydik. Keşke her köye olmasa bile birkaç tanesine bir sağlık memuru, pratisyen hekim gönderebilseydik de okullardaki sağlık derslerini onlar verseler; hem mesleklerini icra etme yoluyla hem de okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerin içine girseler ve kendilerini ifade etselerdi. Keşke halkı öyle kucaklayabilecek adliyeden insanlar ve mülkiye memurları gönderebilseydik. Keşke evleri teker teker gezip toplumun dertlerini dinleyen ve güvenin teminatı olan emniyet memurları gönderebilseydik” sözlerini daha iyi anlıyoruz.

Evet, adım adım Kürdistan’da hortlatılacak olan Fetullah faşizminin ayak sesleri duyuluyor. Bu faşizmin adı Yeşil Türki Faşizmdir. 

Bu yeni türden hilelerle dolu olan, oldukça sinsi, arkadan ve de doğrudan Kürtleri hedef alan bu Yeşil Türki Faşizme karşı topyekûn karşı durma temelinde ülkemizde def edelim. Kökümüzü kurutmaya gelen bu valileri, emniyet müdürlerini, polisleri ve de güvenlikçi olmuş vaizcileri ülkemizde barındırmayalım. Ya Fetullah ve cemaati Kürtlerden bu soykırımcı sözlerinden dolayı özür dileyecek ya da Kürdistan’da bulundukları her yerde meşru hedef olacaklardır.

Kasım Engin

Fetullah Gülen Kimdir?

1942 Erzurum doğumlu olan Fetullah Gülen, Erzurum’da 1957 yılında CIA eğitimli Özel Harp Dairesi elemanı Üsteğmen Esad Keşafoğlu vasıtasıyla CIA adına Nur Tarikatı’na özel bir misyonla-kont-gerilla elemanı- daha 16 yaşında iken sızdırıldı.  Said –i Kurdi’nin oluşturduğu Nurculuk öğretisini kendisine göre yeniden oluşturarak cemaat oluşumuna gitmiştir. Gülen henüz genç yaşında “Komünizmle Mücadele Derneği”ne üye olmuş ve hatta bunların bazılarının kurucusu olmuştur. Bilindiği üzere bu dernekler ABD’nin, “Truman Doktrini” doğrultusunda özellikle NATO’ya üye ülkelerde açtırdığı Gladio ve Kontrgerilla ile bağlantılı odaklardı. Gülen, bu derneğin ilk şubesini İzmir’de, ikincisini Erzurum’da açmıştır.
 
Fetullah Gülen, 1970'lerde klasik Nurcular'dan ayrılmaya ve kendi cemaatini kurmaya başladı. 1978'de bu cemaatin yayın organı 'Sızıntı' dergisini çıkardı. Bu dergi genel itibariyle süslü ve sözde edebi bir ifade tarzınınkim olduğu fakat söylemlerinin yaşamdaki karşılığının ne olduğunun anlaşılamadığı, soyut ve din/duygu sömürüsüne dayalı bir çizgiye sahipti.

Günümüzde din-devlet ya da din-iktidar ilişkilerini derinliğine anlamak ve bunun emperyal boyutunu bilmek için Fetullah Gülen’i ve onun cemaat gerçekliğini bilince çıkarmak gerekir.
 
Faşist, darbeci ve cuntacı

Gülen daha başlangıçta NATO ile başladığı özgürlük ve toplum karşıtlığı çizgisini derinleştirerek sürdürmüştür. Örneğin, 1977 yılında Yüksek İslam Enstitülerinde baskılara karşı protesto amaçlı boykotlar baş gösterdiğinde Gülen, "İslam'da boykot yoktur" diyerek direnişi kırdı. Bunun yanı sıra sürekli olarak “anarşistleri ve teröristleri devlete bildirmeyenlerin Allah katında sorumlu olduğu”nu dillendirdi. Öte yandan klasik Nurcular'dan Zübeyir Gündüzalp ile Avukat Bekir Berk, Alpaslan Türkeş'i eleştiren bir broşür yayınladıklarında Gülen bunlara karşı çıkarak Türkeş’i sahiplendi.
 
12 Eylül gelip de cunta yönetime el koyduğunda Fetullah Gülen hem darbeyi hem de sonrasında askerlerin hazırladığı “82 Anayasası”nı destekledi. Hatta Gülen darbe yapan asker için ben sizin tanklarınızın altındaki palet olayım diyecek kadar ileriye gitmiştir. Yani hemen her zaman olduğu gibi devletten yana tavır aldı. Sızıntı dergisinde askerleri öven yazıları çıktı. Cuntabaşı Kenan Evren, ayet ve hadislerle takviyeli nutuklar atarken, askerler de doğrudan ya da dolaylı bazı dini gruplarla ilişkideydi. Daha doğrusu “laik” devlet kendi “din”ini kuruyordu. Bu da ABD’nin, Kızıl dünyaya karşı “Yeşil Kuşak” projesinin gereğiydi. Bu ortamdan Gülen de epeyce hoşnuttu. Cemaati daha da büyüyordu. Fakat işi kılıfına uydurmak gerekiyordu. Yani karşılıklı bir “hoşnutluk” durumu ve bunun yaratacağı izlenim, insanların kafasında soru işaretlerine neden olabilirdi. Bu yüzden her zaman için çalışmalara bir “muhalefet ve mağduriyet” havası gerekliydi. Nitekim bu dönemde Fetullah Gülen “aranan suçlular” listesindeydi. Ama pratikte ise Gülen rahatlıkla tüm Anadolu’yu dolaşıyor, propagandasını yapıyor ve stratejik planlarını devreye koyuyordu.
 
1983'te yapılan genel seçimlerde Turgut Özal'ın Anavatan Partisi tek başına iktidar oldu. Ülkede yeni bir hava estirilmeye başlandı. Türkiye Neo – liberalizme kaydırılmaya başlandı. Fetullah Gülen, cemaatinin, Anavatan Partisi’ni desteklemesini sağladı. Karşılığında ise Özal’dan çok büyük bir destek gördü. 1988'de “Yeni Ümit” dergisini çıkardı ve başyazılarını bizzat kendisi yazdı. 1989'un Ocak ayında İstanbul Üsküdar'daki Valide Sultan Camii'nde seri vaazlarına başladı.
 
Dini ticaret okulları!

Özellikle bu dönemde Gülen, yakın kurmaylarına yeni stratejisinin ilk pratik adımlarını uygulama talimatını verdi. Cemaat ulaşabildiği her yerde okul açacaktı. Bu çalışma ilkokuldan üniversiteye kadar yapılacaktı. 1980’lerin sonu ile 1990’ın hemen başında Varşova Paktı çökünce eski Sovyet topraklarındaki “bakir” Türkî cumhuriyetler Fetullah Gülen’in iştahını kabarttı ve “ileri” emrini verdi. Özal ve sonrasında Süleyman Demirel’in güç ve destek vermesiyle bu ülkelerde kısa denilebilecek bir zamanda mantar gibi “Fetullah okulları” bitmeye başladı. Başarının sırrı “dincilik ile ticaretin” senteziydi. Daha doğrusu dini değerlerin pazara sürülmesiydi.
 
Önce cemaatten yetenekli ve gönüllü öğretmenler buraya gönderiliyordu. Gönüllü adamları da maddi destek veriyordu. Böylece adamları hem kendi reklâmını yaparak “itibar” topluyor hem de buradan mezun olan yetenekli ve devşirilmiş gençleri “eleman” olarak işe alıyorlardı. Bu durum, ilgili devletin de hesabına geliyor. Üstelik de “niteliğe” büyük önem veriliyor ve bunlar bulundukları ülkelerin “en seçkin” okulları haline getiriliyorlardı. Durum böyle olunca bir süre sonra bu ülkelerin hükümetleri de bizzat her türlü maddi ve siyasi desteği sağlıyordu. Bu çalışmalar zaman içerisinde “küresel” bir hal aldı ve dünyanın 100’e yakın ülkesinde 300’den fazla okul kuruldu. Eğitim işi, sonrasında iyice ticari ve siyasi alana da kaydırıldı ve artık hastane, dernek, vakıf, bazı işletmeler vs. açıldı. Fetullahçı kurumların hepsinde en başta ideolojik eğitime öncelik verildi. Fakat bulunulan ülkenin koşullarına ve ortamına bürünülerek! Yeri geldiğinde “İslamcılık” yeri geldiğinde ve esasında “Türkçülük” işlendi.
 
CIA ve ABD’ye yataklık

Burada insanların kafasına hemen şu sorular takılıyordu: Derinliğine ve genişliğine dünyadaki bu yayılım, bu kadar basit miydi? Salt sözü edilen hareket tarzı ve mekanizma bunun için yeterli miydi? Ya da dünyanın önde gelen gücü ABD’ye rağmen bu yapılabilir miydi? Bunun cevabını, bir röportajında Fetullah Gülen’in kendisi veriyor“Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açabiliyorlarsa, Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilme şansı vardır.”
 
Nitekim ABD ile Fetullah Gülen, aynı zamanlarda eski Sovyet topraklarına çıkarma yaptılar. Yine ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” dâhilindeki ülkeler, Fetullah Gülen cemaatinin de en çok yoğunlaştığı ülkeler oluyor. Fetullahçı kurumlar ile ABD istihbarat teşkilatı CIA’nın iç içe çalıştığı da artık sır değildir.  Bu konudaki en çarpıcı gelişme ise 2004 yılının sonlarında yaşandı. Rusya, CIA merkezleri olmakla suçlayarak Fetullahçı okulları kapatmaya başladı. Bu ülkelerdeki okullarla ilgili olarak, Fetullah Gülen’in eski sağ kolu ve cemaatten ayrılarak itiraflarıyla Fetullah Gülen’in gerçek yüzünü gün yüzüne çıkaran Nurettin Veren de söz konusu okulların, "CIA’nın casus üsleri haline" geldiklerini ifade etti.
Diğer bir çarpıcı örnek ise Fethullah Gülen’in ABD’de de kalmasını sağlayacak yeşil kart başvurusunda CIA’nın bizzat Gülen’e kefil olması ve daha önce CIA’nin Ortadoğu şefliğini yapan Graham Fuller gibilerinin bizzat referans olmasıdır. Bu durum Gülen’in başvurduğu ABD mahkemesince de resmi kayıtlara geçmiş ve söz konusu durum özellikle belirtilerek vurgulanmıştır.
 
Faşizmden takdir!
 
Türkiye içerisinde ise özellikle 1994 yılından başlayarak Fetullah Gülen, medyanın önüne çıkmaya başladı. Yıllarca biriktirmiş olduğu güce dayanarak boy gösterdi. Ama özellikle ordu ve sistemin derin odaklarıyla çelişmemeye ve çatışmamaya, onlardan taraf olmaya ya da tarafmış gibi görünmeye özen gösterdi. 26 Mayıs 1995’te Türk Ocakları Vakfı'ndan “Nihal Atsız” ödülünü aldı. Aynı yılın 1 Temmuz'unda Mehmetçik Vakfı'na bağışta bulundu. 25 Temmuz'da ise Mehmetçik Vakfı'ndan teşekkür beratı aldı. Kürt Özgürlük Hareketine yönelik özellikle Çiller-Güreş-Ağar üçlüsünün tüm katliamlarına açık destek verdi.
 
28 Şubat’a okey ve FBI’lı Pensilvanya günleri

Fetullah Gülen, şimdilerde kendi medyasının diline doladığı ve muhaliflerine karşı temel argüman olarak kullandığı 28 Şubat darbesine karşı çıkmadı ve aslında destekledi. 28 Şubat mağduru Erbakan’a karşı tavır aldı (merak edenler, 28 Şubat 1997 gününü izleyen tarihlerdeki arşivleri tarayabilir ya da kısaca 03 Temmuz 2006 tarihli Zaman gazetesindeki Ali Ünal’ın yazısına bakabilir). Gülen, 1999 yılı Mart ayında, ordunun ve yargının kendisine yönelik tavırlarını bahane yaparak ABD’ye gitti. Bu ülkenin Pensilvanya eyaletinde kendisine çiftlikler tahsis edildi. Bu çiftliklerin güvenliğini Amerika Federal İstihbarat Bürosu (FBI) sağlamaktadır. 
 
Siyonizm ile kucak kucağa!

Fetullah cemaatinin çalışma tarzı Masonlarınkine benzer ve istihbaridir. Din ve ticareti “ustalıkla” sentezleyebilen, bunu aynı derecede örgütlenme ağlarına kavuşturabilen Gülen, zamanla Kemalist sistemin bürokrasi, emniyet, istihbarat, siyaset ve eğitim gibi can damarlarında etkince yer edinmiştir. Zaman gazetesi, Aksiyon dergisi, İngilizce çıkan Today’s Zaman, Samanyolu TV, Mehtap TV, Burç FM, Herkül org cemaatin çekirdek medya organlarıdır. Onun dışında bugün kendisine yandaş diğer yüzlerce yayın organının yanında bir de İstanbul sermayesinin medyasını da baskı ve tehditle kendisine yedeklemiştir. Gülen çeşitli iş adamları dernekleriyle zenginlere, sözde bazı yoksul dernekleriyle de fakirlere ulaşmayı hedeflemektedir.  Öte yandan Türkiye’de her sene yapılan “Abant Toplantıları”nda, siyasi ve ideolojik durum değerlendirmeleri yapılmaktadır. Dünyada da düzenli yapılan Masonların Bilderberg toplantılarına bu cemaatten katılım gerçekleşmektedir. Fetullah Gülen ve cemaatinin bu faaliyetlerle bağlantılı olarak kullandığı ana kavramlar "hoşgörü" ve “dinler arası diyalog", aynı zamanda ilişkili olduğu Mason, Siyonist, Evangelist ve Moon tarikatı gibi çevrelerin geliştirdiği yeni küresel politikaların ya da “ılımlı İslam” projesinin ana kodları olmaktadır. Fetullah Gülen, İsrail ve Yahudilerle derin ilişkiler içerisindedir. Nitekim Türkiye’den Gazze’ye yardım götüren “Mavi Marmara” gemisi İsrail askerlerince baskına uğrayıp birçok kişi öldürüldüğünde, herkes Gülen’in kıyamet koparacağını sandı. Fakat hemen ertesinde Fetullah Gülen kendi cemaatine kızarak, neden “İsrail’den izin alınmadığı”nın hesabını sordu.
 
Kürde karşı zalim, ırkçı, katliamcı ve Gladiocu…

Gülen cemaatinin Kürt halkına, değerlerine ve Özgürlük Hareketine yaklaşımı ise inkârcı, pervasız ve kural/sınır tanımazdır. Gülen’in bu zihniyetinin en açık örneklerinden birini yakın tarihe baktığımızda da Said-i Kurdi’ye yönelik yaklaşımında da görmek mümkündür. Gülen bir röportaj da Said-i Kurdi’yi kastederek şöyle konuşuyor.
“Adeta silik bir insan gibi yaşama, silik bir insan gibi ruhunun ufkuna yürüme ve mümkünse mezarımı kimse bilmesin, çağın devasa kametinin-Said-i Kurdi’nin dediği gibi. İki üç talebemden başka kimse benim mezarımı bilmesin. Bu ne tevhid telakisidir. Bu ne müthiş Allah’la irtibattır. Ve bilmiyor bugün kimse mezarını. Birileri belgesel yapmak istiyor. Falana soruyorlar, filana soruyorlar. Vakire de geldi, dayandı. Acaba bir şey diyebilir miyiz? Yahu ne demek, bu insan o mevzuda bir ahdu peymanda bulunmuş. Talebelerine benim mezarımı bir iki kişiden başkası bilmesin demiş. Onu delmek ne demektir o bir küstahlıktır”.

Şimdi bunları söyleyen Gülen, daha Said-i Kurdi yaşarken, “Kürt olduğu için O’nun yanına gitmeyi Türklük gururum kabul etmedi” diyebilecek kadar ırkçı bir tavır sergiliyordu.  Said-i Kurdi vefat ettikten sonra ise O’nun Risale-i Nurlarında tahrifat yapan ve öğretisini Yeşil Türk Irkçılığının hizmetine sokan yine Gülen’dir.  Aynı Gülen şuan itibarıyla Said-i Kurdi’nin mezarının talan edilmesi, ortadan kaldırılması ve kaybedilmesini Said-i Kurdi’ye bağlantılandıracak şekilde fetva verebiliyor.

Oysa ne Said-i Kurdi’nin söylediği böyle bir söz var ne de ailesinin…

Anlaşılıyor ki, Said-i Kurdi’nin mezarını talan eden dönemin 2. Ordu Komutanı Cemal Tural ile Gülen’in birlikte hareket etme durumları yaşanmıştır. 

Kürt halkının, sömürgeci Türk devletine karşı mücadelesinin zirvede olduğu 1994 yılında Fetullah Gülen dönemin başbakanı Tansu Çiller ile görüştü. Çiller, ondan “Terörle Mücadele Yasa Tasarısı”nı (yani Kürt halkına karşı sınırsız cinayet, katliam, yargısız infaz ve kirli savaş) desteklemesini istedi. Fetullah Gülen bunu tereddütsüz kabul etti. Sonraki yıllarda da Kürt düşmanlığını sürdürdü. Fakat esas düşmanlık ve saldırıyı AKP üzerinden başlattı. İnkâr ve imhacı yaklaşım tarzı Çiller’inki gibi kaba değildir. Daha ince ve daha derindir. Görünürde Kürt halkını kabullenen, sahiplenen ve sorunu çözmeye niyetli bir duruş sergilenir. Ama bu sadece söylemdir. Özde ise inkâr ve imha derinleştirilerek sürdürülmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin tüm iyi niyetli çabaları ve tek taraflı fedakârlıklarına rağmen Gülen cemaati ve partisi AKP, Kürt halkına tasfiye ve imhayı dayattılar. Kürt Özgürlük Hareketi ateşkes ilan ederken, AKP ve cemaat “açılım” lafını dillere doladılar. Pratikte ise askeri ve siyasi operasyonlara son hız devam ettiler. Tam bir Kayseri tüccar mantığı ve yaklaşımıyla, “ne kadar kandırır ve oyalarsam o kadar kardır” denilerek, tüm barış ve çözüm fırsatları heba edildi. Bu yaklaşımın kendileri açısından bir sonuç getirmediğini görünce de bu sefer en vahşi yöntemler devreye konuldu. Kürt çocukları sokak ortasında katledildi, binlercesi zindana atıldı. Kürt anaları yerlerde sürüklendi, coplandı ve tutuklandı. Binlerce Kürt siyasetçisi ve yurtseveri 12 Eylül döneminde dahi görülmedik bir yoğunluk ve vahşetle zindanlara dolduruldu. Son olarak da onlarca Kürt gerillası, geniş bir alana kimyasal bombalar atılarak katledildi. Ve tüm bu vahşetlerin kaynağı, Gülen’in internete düşen bir video kaydında ortaya çıktı. Söz konusu videoda Gülen, Siyonist takkesi gölgesindeki beyaz takkesini ikide bir hışımla düzelterek Kürt halkına karşı en dehşetengiz “beddua”larda bulunarak Kürt halkının kökünü kurutun talimatında bulundu. Zulmün kalesine çiftlik kurarak dünyanın en mazlum halklarından biri olan Kürt halkına karşı bu tutumun dinle hiçbir alakası olmadığı gibi vicdan, ahlak ve insani hiçbir değerle de alakası yoktur. Cemaatin partisi AKP, her gün NATO’nun en gelişkin silahlarıyla Kürt halkını bombalıyorken, bununla yetinmeyen Gülen, Saddam’ın yaptığı gibi adeta yeni Halepçe’ler dilemektedir!
 
Kuzu postuna bürünmüş bozkurt ve Müslüman kılığına girmiş Siyonist olan Fetullah Gülen ve cemaati ABD, CIA ve NATO’ya sırtını dayayarak mazlum Kürt halkına ve Anadolu emekçilerine karşı çok pervasız yeni bir Gladio saldırı hamlesi geliştirmiş bulunmaktadır. Karşılığında da sırtını dayadıkları bu güçlere, bu toprakların tüm değerlerini pazarlamaktadırlar. Fakat bir gerçek daha var ki, Kürt halkı ve emekçiler, Fetullah zalimi için tarihin en kara sayfasını hazırlamaktadırlar. Tarihteki tüm zalim ve faşistler için olduğu gibi…

Faşizmin Başladığı Yer Gazetecilerin Kapatıldığı Hücrelerdir!

AKP hükümetinin 'açılımı' devam ediyor! Liberal İslamcı hükümetin 'açılım ve demokratikleşme' hamlesinin son darbesinde 36 Kürt gazetecisi tutuklandı. Talan edilen medya kurumları, el konulan gazete demirbaşları, arşivler, gözaltına alınan, hakaret edilen, çalışmaları imkansızlaştırılan gazeteciler de cabası.
Şimdiye dek Tayip Erdoğan'a 'Türkiye'yi Kemalist statükodan arındırıp liberalize edecek' diye müsamaha eden Avrupalı politik merkezler de artık Tayip'in niyetlerinden kuşkularını yüksek sesle dile getirir oldular. Son zamanlarda Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik sürecini destekleyen ve AKP'ye neredeyse sonsuz kredi açan Alman Yeşiller Partisi'nin başkanları bile 'nicht mehr / artık yeter' demeye başladı.

Tayip Erdoğan'ın Kayseri tücarı kurnazlığı ve Kasımpaşa külhanbeyi karışımı siyasetinin kredisi bitiyor artık. Çağdaş dünya, faşizmin başladığı yerin gazetecilerin katar katar tutuklanması olduğu konusunda engin tecrübelere sahip. Fikir özgürlüğünü kendine tehdit sayan rejimlerin bir süre sonra kaçınılmaz olarak faşizme kayacağını biliyor dünya. Özellikle kitap ve gazete yakma ritüelleri ile birlikte Hitler'in gazabı ile tanışan Almanlar...

Türkiye'nin tarihinde Ermeni halkına karşı işlenen jenosid suçunu inkar etmeyi yasaklayan 'inkar yasası' çıkarttı diye Sarkozy'nin 'jenosidçi senin babandır lan' diye kasım kasım efelenen Tayip, Peder Sarkozy tarafından da yalanlanınca bu kez, yüzlerce yıl önce yazılan ve içinde 'Kürdistan' geçen bir Osmanlı tuğrasını kameralara okuyup 'eşeği boyayıp yeniden satan' Kayseri tücarının iflah olmaz kurnazlığına başvuruyor. Tayip'in kurnazlığını Ermeni jenosidini inkarı yasaklayan yasayı bentlemek için 'Dersim'deki katliamdan' bahsetmesinden biliyoruz ya! Ve hala neredeyse hergün dağ, bayır, mağara Kürdistan'ı gazlayarak, napalmlayarak Kürt gençlerini boğmasından, yakmasından!..  

Ancak Tayip'in son kullanım süresi doldu. Tayip, AKP'siyle birlikte artık Türkiye'ye yük! Tayip'in çıkınından nemalandırdığı 'bu az, yetmez ama yine de evet' diyenlerin de, Avrupalıların da AKP ile bu ülkenin 'muassır medeniyet seviyesine' yükselebileceğine dair umutları bir başka bahara kaldı.

Kürdistan'da kımıldayan herşeye ateş eder hale gelen Tayipgillerin unuttuğu bir diğer şeyi de biz hatırlatalım: Kürdistan'da AKP'nin insanlık dışı saldırıları karşısında diz çökecek bir köpek dahi bulamayacaksınız!

Aşağıda isim listelerini verdiğimiz ve AKP adalet memurlarının tutukladığı 36 Kürt gazetecisinin mücadelesine sahip çıkmak ve yokluklarını unutturmamak da bizim görevimizdir.

Ramazan Pekgöz (DİHA editörü-Diyarbakır)
Mazlum Özdemir (DİHA muhabiri-Diyarbakır)
Fatma Koçak (DİHA Yazıişleri Müdürü-İstanbul)
Kenan Kırkaya (DİHA Ankara Temsilcisi-Ankara)
Sadık Topaloğlu (DİHA muhabiri-Urfa)
Semiha Alankuş (DİHA editörü-Diyarbakır)
Çağdaş Kaplan (DİHA muhabiri-İstanbul)
Ömer Çelik (DİHA muhabiri-İstanbul)
Zuhal Tekiner (DİHA İmtiyaz Sahibi-İstanbul)
Pervin Yerlikaya (DİHA-İstanbul)
Nilgün Yıldız (DİHA muhabiri Mardin)
Zeynep Kuray (Birgün Gazetesi muhabiri)
Nahide Ermiş (Özgür Halk ve Demokratik Modernite Dergisi Yayın Kurulu Üyesi)
Ömer Çiftçi (Demokratik Modernite Dergisi İmtiyaz Sahibi)
Davut Uçar (Etik Ajans Müdürü)
Hüseyin Deniz (Özgür Gündem eski çalışanı)
İsmail Yıldız (DİHA eski çalışanı)
Dilek Demirel (Özgür Gündem eski çalışanı)
Sibel Güler (Özgür Gündem eski çalışanı)
Ertuş Bozkurt (Fırat Dağıtım çalışanı)
Çağdaş Ulus (Vatan Gazetesi muhabiri)
Nevin Erdemir (Özgür Gündem Gazetesi çalışanı)
Nurettin Fırat (Özgür Gündem Gazetesi yazarı)
Ayşe Oyman (Özgür Gündem)
Yüksel Genç (Özgür Gündem yazarı)
Oktay Candemir (DİHA eski çalışanı)
Ziya Çiçekçi (Özgür Gündem Gazetesi İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü)
Haydar Tekin (Fırat Dağıtım eski çalışanı)
Safiye Torman (Demokratik Modernite Dergisi Van çalışanı)
Selahattin Aslan (Demokratik Modernite çalışanı)
İrfan Bilgiç (Eski Fırat Dağıtım çalışanı)
Ali Fidan (Fırat Dağıtım İstanbul çalışanı)
M. Emin Yıldırım (Azadiya Welat Genel Yayın Yönetmeni)
Çiğdem Aslan
Cihan Albay
Saffet Orman

Türk Mahallesinde Değişen Birşey Yok

Bu devlet, eli Kürt kanına bulaşmış Susurlukçuları, tetikçileri salar, ceplerine pasaportlar koyarak "sıvışın" der. Ama birbuçuk milyonluk bir kentin Belediye başkanına salt Kürt olduğu ve "yanlış Kürtlerle" birlikte olduğu için yurtdışı yasağı koyar. Bu devlet tedavi olması için bile bir Belediye Başkanı'na yurtdışı yasağını kaldırmaz.
 
Türk mahallesinde değişen birşey yok ya da sıra kimde?

Dün listeler hazırlanıp MGK'da onay verilir, seçilmiş ve listelenmiş Kürtler birbiri ardına kurşuna dizilirken herşey kitabına uygun yürütülüyordu.

Bugün yalancıktan ağzını "hayretler" içinde açanlar, bunu "bu kadarı da olmaz" diye dile getirenlerin tümünün olan bitenden haberi vardı. Kimileri listeleri görmüş "Gladio"lu yazılar döktürmüş, bir başkaları emirlerine sunulan ve kan kusan helikopterlerle ordularının zaferlerini tamaşe ile meşguldü. Hepsi ama son 90 yıllık Kürt kırımında tek başına bir anlam ifade etmeseler dahi birer işlev gördü. Kimi planladı, kimi uyguladı, kimi görmezden geldi ve hepsi birlikte devletlerinin bekaası için katkıda bulunmayı, gerçeklere takla attırmayı bir görev bildi.

Türk Meclisi'nin Susurluk Araştırma Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış anlatıyor: "Tansu Çiller, 'PKK'ya yardım ve yataklık yapan kişilerin isimlerini biliyoruz. Listesini hazırladık' diye bir açıklama yaptı... Ve o listede olanların bir kısmı öldürüldü... Bu devlet kademelerinde hazırlanan bir listedir... Bu listeyi Jandarma, JİTEM, Emniyet hazırlamış ve MGK da onaylamıştır. Ölüm emirleri MGK kararıyla olmuştur."
O zaman yapılanlar Kanun Hükmünde Kararnamelerle, anayasal bir organ olan Milli Güvenlik Kurulu kararları ve çıkarılan kanun ve yasalar çerçevesinde yapılıyordu. Dersim ve Zilanlar, Amed ve Piranlar, Mecburi İskan ve Takrir-i Sukunlar, Tedip ve Tenkiller, katliam ve kırımlar, sürgün ve eve kapatmalar hep kitabına uygun yapıldı.

Bugün de yapılanlar kodlanmış bir plan ve program dahilinde gerçekleştiriliyor. Kürdistan'daki vahşeti sürdürmek için artık yeni Kanun Hükmünde Kararnamelerle yasalara ihtiyaç kalmadı. Bu nedenle de  Erdoğan ve ekibi bu işin pratiği ile meşgul, teorisi zaten elde mevcut.

Ne demişti Demirel: "Türkiye'nin resmi, bir de gayri resmi hukuku var, devlet rutin dışına çıkabilir." Kutlu Savaş da bu işin kimi zaman kitabına uygun yapılmadığının raporuyla meşguldü bir zamanlar. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi adlı kırmızı kitabı ise hiç anmayalım, kalsın.

Kürdistan hep bu gayri resmi hukukla yönetildi. Dünün Müstemleke Valileriyle Süper Valilerin yerini şimdilerde Kemalizmin tornasından çıkmış, Cemaat'in mektebinden geçmiş, Türk-İslam-Sentezi'ni her yönüyle özümsemiş Valiler aldı. Dünün İstiklal Mahkemeleri ile Devlet Güvenlik Mahkemelerinin yerini şimdilerde Özel Yetkili Mahkemeler almış, ama demokrasi havarisi kesilenler de dahil kimse, bu "özel yetkinin" ne ve kimler için verildiğini sorgulamayı aklından dahi geçirmiyor.

Atalay'ın "sınır ötesi operasyonlardan, KCK operasyonlarına hepsi koordinasyon içinde, tartışılmış, kararlaştırılmış, planlanmış ve yürütülmektedir" yönlü açıklaması olanın, yapılanın, düşünülenin ikrarıdır, yoksa bilinmeyen bir şey değildir. Kürdistan dün de, bugün de yürütmenin elinde olan bu "hukuk", bu "özel yetki" gereği yönetiliyor.

Tutuklamalarda da benzer yol ve yöntemler hep izlendi. Zaman oldu Türk hukukunca dahi legal  ve yasal olan kimi konular, başka bir zaman diliminde aynı hukuka göre suç sayıldı.

Örneğin 50 yıl önce de bir keyfi tutuklama dönemi yaşandı. Mustafa Barzani Sovyetlerden 1958'de Mısır üzerinden Irak'a dönüyor ve her iki ülkenin başkentinde de devlet başkanı gibi karşılanıyor. Bağdat yönetimi Barzani ve KDP ile içli dışlı oluyor. Kürt sorununun çözümünde bir eşik aşılıyor ve bu yankısını Kürdistan'ın tümünde buluyor.

TC ne yapıyor? Aradan bir yıl geçmeden Kürtlük nosyonu almış ne kadar insan varsa, öğrenci, akademisyen ve işveren ayrımına gitmeden alel acele tutukluyor. Oysa ortada ne bir örgüt sözkonusu, ne de yapılan bir eylem var.

49'lar olayı, tutuklamaları, Nasreddin Hoca'nın suya gönderdiği çocuğu ola ki testiyi kırar diye dövmesi gibi bir ön almadır, tedbirdir.

KCK tutuklamaları da aynen buna benziyor. Türk devleti 2009 Yerel seçimlerinde Kürdistan'da tüm hile, oyun ve saldırılarına rağmen tam bir hezimet yaşadı ve Kürdistan'da hakimiyeti legal alanda Kürtlere kaptırdı. Ve bunun önünün alınması içinse hemen düğmeye bastı.

Devletin gözetiminde yapılan Öcalan ve Avukat görüşmeleri gün geldi suç sayıldı. Ve her hafta görüşme notlarında ne var diye merak eden, Asrın Hukuk Bürosu önünde sıraya giren ve bu notlar hakkında köşe yazıları döktürerek para kazananların büyük bir kısmı, olan biteni şimdi sessizce izlemeyle meşguller.
Kimse de sormuyor. Şayet bu görüşme notları suç teşkil ediyorsa, o halde bu görüşmeleri denetleyen ve gözetleyen devlet de, hükümetin başı da, adalet bakanı da suç işlemiş, yardım ve yataklık yapmış olmuyorlar mı? Yine bu notları her hafta köşelerine taşıyan, kamuoyuna yansıtan kalem erbabı da aynı suça ortak değil mi?

Ya da seçimler yapılıyor. Adaylar denetimden geçiyor. Denetimden geçen adaylar seçimleri kazanıyor, sonra da hiçbir yasal dayanağı olmadığı halde seçilenlerin yetkileri ellerinden alınarak içerde tutuluyor.
Bu cingözlülüğü, bu hin oğlu hinliği yapsa yapsa Türk devleti yapar. Bunun örneğine başka bir coğrafyada karşılaşmak olası değil.

Belediye Başkanları, legal ve parlamentoda temsil edilen bir partinin her kademeden yöneticisi, insan hakları savunucuları, sendikacılar, din adamları, öğrenci ve gençler günlük operasyonlarla peşpeşe içeri alınıyor ve bugün bu sayı beş binleri aşıyor.

Amaçsa gelişen, kitleselleşen Kürt hareketinin önünü almak, kitlelerle bağlarını koparıp dağa hapsetmek. Ve böylelikle de "dağda olunduğu müddetçe bir hak vermem" anlayışına zemin yaratılmak isteniyor.
Bu devlet, eli Kürt kanına bulaşmış Susurlukçuları, tetikçileri salar, ceplerine pasaportlar koyarak "sıvışın" der. Ama birbuçuk milyonluk bir kentin Belediye başkanına salt Kürt olduğu ve "yanlış Kürtlerle" birlikte olduğu için yurtdışı yasağı koyar. Bu devlet tedavi olması için bile bir Belediye Başkanı'na yurtdışı yasağını kaldırmaz.

Legal siyasetçiler, belediye başkanları, sivil örgüt temsilcleri, avukatlar derken iş geldi gazetecilere dayandı. Devlet terör estirerek yurtsever tüm Kürtleri bir endişe ve korku içine sürükleyip felç etmek, iş yapamaz duruma düşürmek, ve nihayetinde "başının çaresine" bakması için yalnızlaştırmak, "yarın sıra kimde" sorusunun beyinlere kazınmasını istiyor.

KCK operasyonlarının yasal dayanağı TC Anayasası'dır, Kürdistan'da sürdürülen 90 yıllık politika ve TC'nin Kürdistan'daki gayri resmi hukukudur. Kürt Hareketi, Kürdistan Mülküne el koyan Türk Hukuku kapısında "adelet" aramayla zaman ve enerji tüketmemeli, karşılığı olmayan "ortak vatan" politikaları ile kitleleri bekleyiş içine sürüklememelidir. O vatan dün de ortak değildi, bugün de değil. Kardeşlikse hep tek yanlı gözetildi.
Türk Hukuku'nun karşılığı Kürdistan'da adalet değildir. Kürdistan Mülkünün temeline TC hukukun dinamiti konmuştur. Bu dinamit oradan sökülüp atılmadan, böyle bir irade ve eylem pratiğe geçirilmeden hep tekrarı yaşamak zorunda kalmaktan kurtulamayız!

Soykırım Kabadayılığı

erdogan cok_kizgin1993 yılının kışında Paris'e yeni gitmiştim. Evsiz ve parasızdım, henüz Paris metrolarında kaçak çerez satmaya ve kaldırımlarda, Paris polisinin hiç bir meslek dalına sığdıramadığı poşet vakkumlayan mutfak aletiyle kimliklere plastik yapmaya başlamamıştım.  Bir arkadaş, Türkiyelilere ait boş bir evin varlığından söz etmişti. Evi buldum, güzel bir evdi. Kirasının ucuzluğu dikkatimden kaçmadı. İki katlı evin alt katındaki zili çaldım. Evi kiralamak istediğimi söyledim. Kapıyı açan yaşlı amca, iki ortak arasında kan döküldüğünü ve evin kiralanamayacağını söyledi. Boş evin alt katında oturan ortaklar da evi kiraya vermiyorlarmış. Kanlı bir evde oturulamayacağını anlayıp, geri döndüm.

Fransa Parlamentosu, "Ermeni Soykırımı olmamıştır," demeyi cezalandıran yasayı onayladı. Kendi vatandaşlarını soykırıma uğratmış soykırım suçlusu devletin mirasçıları Fransa'ya şimdi kabadayılık yapıyor. Elçiler çekiyor, ticari sözleşmeleri fesh ediyor, selamı ve sabahı kesiyor:

"Daha sana çok şey göstereceğiz," diye de geleceğin tehditlerini gönderiyor.

Garip bir psikoloji. Erkeklerini öldürüp, servetlerini yağmalamak, güzel kız ve gelinlerine el koymakla, insanlık tarihinin en büyük namusuzluğunu yaptığın halkın çocukları kendi davalarının peşini bırakmadıkça devlet olarak çıldırıyorsun.

Hem namusuz, hem soykırımcısın.

Birileri gelse Türkün evini, tarlasını,servetini yağmalasa;  erkeklerini öldürüp kadınlarını da koynuna alsa bu namusuzluk olmaz mı? Eğer bu namusuzluksa; senin, kanlı mirasıyla birlikte devraldığın devletinin yaptığı da namusuzluktur.

Sağa sola saldırmak, gelip geçene meydan okumak ve üç beş ticari sözleşmeyi feshederek tarihi soykırım ve namusuzluk suçundan kurtulamazsın.

Bu durum, herkesin gözü önünde erkeği öldürdükten sonra karısına tecavüz eden katilin psikolojisine benziyor. Atalarınızın devrettiği bu psikoloji yöneticisi ve vatandaşıyla herkesi çıldırttı. Sen işlediğin suçun adını koyan her kişi ve ülkeye böyle rest çekersen, vatandaşın da işlediği bütün suçları inkar eder. Böylece devlet olarak suçlu ve inkarcı nesillerin yetişmesine önayak olursun. Böyle nesiller yetiştirmekle hiç bir sorununu çözemediğin gibi, çözülmesi gereken sorunların altında boğulur kalırsın.

Kürdü, Türkü ve diğer toplumlarıyla Türkiye, iktidar ve servet düşkünü alçakların yüzünden yüzyılların suçları altında böyle kıvranmak zorunda mıdır? Soykırım suçlusu bir devletin suç ve günahlarını ne zamana kadar taşıyacağız?

Başka devletler tarihsel suçları karşısında diz çökerken aptal mıydı?

Dersim'de de soykırım gerçekleştirdiniz. Babalarını ve amcalarını öldürdüğünüz küçük kızların nineleşmiş hallerini basın Anadolu'nun köy ve şehirlerinden topluyor.

Yani sizler, daha çok servet edinmek, daha çok yemek, daha çok maaş almak, çocuklarınıza daha çok servet bırakmak için soykırım suçlarınıza ortak olmak zorunda mıyız?

Hayır, bugün Kürt olarak değil, soykırım savunucuları yüzünden tutar bir yanı kalmışsa Türk tarafımla yazıyorum.

Dediğinize göre Türkler çok mertmiş. Türk ulusunun beynini zehirlemek için bastığınız tarih kitapları öyle yazıyor. Hatta bir Türk dünyaya bedelmiş... Eğer o kadar mertseniz, yetim bıraktığınız milyonlarca Ermeni ve Kürt çocuğun hatırına soykırım suçu karşında bir kez diz çökün.

Ama yalan, hile ve kan üzerine kurulu iktidarınız, korkusundan diz çökemez. Bu korku, soykırım suçlusu iktidarı kaybetme korkusudur. Öyle ya, Kürt sorunun çözüldüğü, Toroslarda ve Kürdistan dağarında hayatın cıvıl cıvıl yeniden yeşerdiği bir zamanda, tarihsel suçlarından arınmış nesiller sizlerin kanlı ve karanlık iktidarlarınıza ihtiyaç duymayacak.

Korkunuz bundandır. Çağ dayattıkça içinize kapanıp, suçlarınızın üzerine abanacaksınız...
Ama kurtulamayacaksınız...
Fransa'yı boşverin şimdi.

Soykırıma uğrattığınız halkların yetimleri ı ve hesap soran yurttaşlık yakanıza yapışmış... Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz, onu söyleyin...

bildiricihasan@hotmail.com