25 Şubat 2010 Perşembe

Fetullah Gülen ve Derin Misyonu




Bu yazıda söz konusu olan devşirmeliktir. Özelde ise Türk devşirme sistemi ve kişiliğidir. Söz konusu edilen, ne bir halk ne de bir inanç grubudur. İnsan Yahudi ise Yahudiliğini özgürce yaşamalı, özgürce “Yahudi’yim” diyebilmeli. Aynı şekilde Ermeni ise Ermeniliğini özgürce yaşamalı, haykırarak “Ermeni’yim” diyebilmelidir. Ama TC ırk rejiminin oluşturduğu virüs kişiliği olan hastalıklı devşirme kişiliğine bürünerek iktidara yerleşmek insan olmaya aykırıdır! 

 
Böyle devşirme bir sistem üzerine kurulan Türk ırkçı rejiminin varlığı insanlık için en büyük tehlikedir. Devşirme olan insan, insan olma vasfını yitirdiği için herkesin kendisi gibi canavarlaşmasını ister. Devşirme kendine düşman olup Boşnak, Arnavut, Laz, Rum, Yahudi, Süryani, Arap ve Kürt iken Türk olmayı kabul ederek hasta bir kişiliğe dönüştüğü için herkesin kendisi gibi hastalıklı, bulaşıcı ve canavarlaşmış Türk devşirmesi olmasını ister. Kürdistan, Anadolu ile Trakya halklarının özgürleşmesi Fetullah Gülen gibi ‘süper’ devşirmelerin deşifre edilmesiyle gerçekleşebilir. Zaten Ermeni, Rum, Süryani ve Kürt katliamı ile Yahudi toplumu üzerindeki baskının altında bu devşirme kişilik yatmaktadır. Dikkat edilirse bu katliamları yapanların hemen hemen hepsi devşirmedir. Hiçbiri Türk değildir. Dr. Bahattin Şakir, Dr. Nazım, Talat paşa, Enver paşa, Cemal paşa ile şimdiki katliamcı genelkurmay başkanları Doğan Güreş, Yaşar Büyükanıt, İlker Başbuğ ile katliamcı cumhurbaşkanları ve başbakanlardan Süleyman Demirel, Abdullah Gül, Tansu Çiller ve Tayip Erdoğanlardan hiçbiri Türk değildir. Hepsi devşirmedir. Bu devşirmelerin en tehlikelisi süper devşirme Fetullah Gülen olduğu için onun üzerinde duruyoruz. Bugün Kürtleri öldüren, annesinin koynunda süt emen 18 aylık Mehmet Uytun gibi kundaktaki bebekleri katleden polisler Fetullahçıdırlar. Kürt siyasetçileri ile belediye başkanlarını zindana atan savcılar Fetullahçıdırlar. Kürt çocuklarını kültürel soykırımdan geçiren öğretmenler Fetullahçıdırlar. Kürdistan’ın yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömüren şirketler Fetullahçı şirketlerdir. Elindeki medya aracılığıyla Türk ırkçılığını yaparak, Kürtlere düşmanlık yapan yine Fetullahçı medyadır. Kürtlerin değerlerine saldıran yine aynı medyadır. Tüm bu nedenlerden dolayıdır ki Fetullah’ın kim olduğunu bilmenin birincil görevlerimizden olduğunu düşünüyorum. Şimdi bakalım bu Fetullah Gülen kimdir, neyin nesidir, kimin fesidir?

Fetullah Gülen’in babasının ismi Ramiz’dir. Babası Erzurum’un Pasinler ilçesinin Ermenilerindedir. Yani babası Ermeni ve Hıristiyan’dır. Gülen, baba tarafından bir Hıristiyan dönmesi, anne tarafından ise Yahudi dönmesidir. Baba tarafından Hıristiyan olduğu için, bir kardeşinin ismi de Mesih’tir. Dinler diyalogunu ön plana çıkarmaya çalışırken, hem Papa hem de Yahudi hahamları tarafından korunması, Hıristiyan dönmesi bir baba ve Yahudi dönmesi bir anneden geldiği içindir. Gülen’in annesinin ismi Refia’dır. Annesi Refia’nın annesinin ismi Hatice’dir. Yani Yahudi olan anne tarafından nenesinin ismi Hatice’dir. Hatice’nin aslen Edirneli ve Şükrüpaşazade ailesindendir. Şükrüpaşazade ailesi, İspanya’dan Edirne’ye göç eden Safarad Yahudilerindendir. Yahudilerde annesi Yahudi olan biri, Yahudi olarak kabul edilir. Aradan bin yıl da geçse anne tarafından Yahudi olanlar, Yahudiler tarafından korunur ve Siyonizmin hedefleri doğrultusunda kendisine sahip çıkılır. Bundan dolayıdır ki Fetullah Gülen, ilkin 1957 yılında Erzurum’da medrese eğitimi görürken, Türk Özel Harp dairesi (ÖHD) elemanı ve Türk ordusuna mensup üsteğmen olan Yahudi asıllı Esat Keşafoğlu ile aynı dairenin elemanları Osman Demirci ve Mehmet Kırkıncı tarafından, ÖHD ajanı olarak Said-i Kurdi’nin Nur cemaati içerisine sokulmuştur. Türk kontrgerillası Fetullah Gülen vasıtasıyla, Said-i Kurdi’nin Nur cemaati mensupları ile Kürtleri Türk-İslam sentezi doğrultusunda Türk ırkçılığının hizmetine sokmayı amaçlamıştır. Yani Kürtleri Türkleştirmek amacıyla Fetullahçılık örgütlendirilmiştir. Hiçbir şey tesadüf olmadığı gibi, Fetullah Gülen’in de anne tarafından Yahudi olan dedelerinin yaşadığı Edirne’ye gidişi ve orada imam olarak görev yapması da planlı ve uzun süreli bir görevlendirme sonucudur. Bu görevlendirmeyi yapan CIA ile MİT teşkilatlarıdır. Edirne’de iken hem İttihat Terakki kökeninden gelen hem de ÖHD elemanı olan ve İspanya’dan gelen Safarad Yahudilerinden asker kökenli vali Sabri Sarp tarafından korunup kollanır. Yine Safarad Yahudilerinden emniyet müdürü Resul bey tarafından aynı biçimde himaye edilir. 1961 yılında askerliğini de istihbarat elemanı olarak ilkin Ankara Mamak’taki acemi birliğinde istihbarat muhaberecisi olarak yapar. Üstelik yine bir Yahudi olan Albay Reşat Taylan’ın yanında görev yapar.

Gülen, 1962-1963 yıllarında usta olarak askerliğini İskenderun’da 2. Ordu komutanı orgeneral Cemal Tural’ın yanında ÖHD adına büyük telsizci olarak yapar. Cemal Tural ise hem Safarad Yahudilerindendir hem de Kürt isyanlarından Şeyh Said, Sason, Agiri ve Dersim serhildanlarında katliam yapan bir generaldir. Sadece bu durum bile her şeyi açıkça ifade etmektedir. Fetullah Gülen “Küçük Dünyam” adlı kitabında niçin Cemal Tural’ı sevdiğini şu sözlerle dile getiriyor: “Cemal Tural o sıralarda 2. Ordu komutanıydı. Ve hakikaten milliyetçi görünüyordu. Barzani hareketini adım adım takip ediyordu. O günlerde Güneydoğu’daki bazı evlerde Barzani’nin resimleri asılıydı. Barzani her an halkı ayaklandırabilir şeklinde bir düşünce vardı. Cemal Tural’a karşı duyduğumuz alaka biraz da Barzani’yi yakın takibe almasından dolayıydı. Dünkü şaki bugün eller üstünde. Tural paşamıza milliyetçi diyorlar. Türk askeri milliyetçi olmayacak da ne olacak. Allah milliyetçilere uzun ömürler versin”. Bunları söyleyen Gülen, ÖHD adına Cemal Tural’ın yanında görev yaparken aynı zamanda camilerde de vaaz veriyordu! O zaman şunu sormak gerekir: Askerlik yapan biri kontrgerilla elemanı değilse nasıl vaaz verebilir?

Askerde imam olarak bir camide vaaz vermek yasak iken Gülen’in vaaz vermesi onun Gladio elemanı olduğunun kanıtıdır. Yine 1963 yılında askerde iken ‘özel bir izin’le Erzurum’a gönderilmesi ve ABD CIA’sının kurmak istediği ‘Komünizmle Mücadele Derneği’ni Erzurum’da kurması ayrı bir kontrgerilla faaliyetidir. 1965 yılında İzmir Kestanepazarı’ndaki dernekte, dernek başkanı olarak Safarad Yahudilerinden olan Ali Rıza Güven tarafından görevlendirilmesi de Yahudi Siyonistleri tarafından nasıl peyderpey görevlendirildiğinin ayrı bir kanıtıdır. Bunun dışında İzmir’in, İspanya’dan gelen Safarad Yahudilerinin merkez seçtiği bir şehir olması, onbinlerce Yahudi’nin bu şehirde yaşaması ve aynı zamanda Sabetaycılık öğretisini yayan Sabetay Sevi’nin bu şehirden olması, Fetullah Gülen’in hangi zincirin halkalarına bağlı olduğunu göstermektedir. Yine ABD’den oturum alması için Yahudi olan CIA ajanı Graham Fuller, ABD’nin eski Ankara büyükelçileri Yahudi Morton Abromovitz ile Yahudi Mark Parris’in, Fetullah Gülen’e kefil olmaları onun Yahudi olmasından kaynaklanmaktadır. ABD’deki Pensilvanya eyaletindeki karargahında FBI tarafından korunması, süper devşirme Fetullah’ın kimin adına Kürtlere düşmanlık yaptığını anlamak açısından yeter de artar bile. Eğer Fetullah Gülen dese ki, ‘benim babam Hırıstiyandır’, kabulümüzdür. Yine dese ki, ‘aslında benim annem de Yahudidir’, kabulümüzdür. Ama ve lakin aslını inkar edip, Müslümanlığı da araç olarak kullanarak Kürtleri Türkleştirmeye çalışmasını hiç bir şekilde kabul etmeyiz. Hele devşirmeci Türk ırkçılığını hiç mi hiç bir şekilde kabul etmeyiz. En önemlisi de CIA ile MİT’in Kürdistan’daki son ‘Türk misyoneri’ olarak, Kürtleri soykırımdan geçirmesini hiç mi hiç bir şekilde kabul etmeyiz.

Sonuçta diyoruz ki, 21.yüzyılın son ‘devşirme misyoneri’! Kürt’ten size yar, Kürdistan’dan size diyar olmaz! Vazgeçin bu sevdadan!

Özgür Bilge

Laiklik ve Siyasal İslam – 1

Laiklik Yunancada, ‘kendilerini tanrıya adamış rahipler (ruhban sınıfı) dışında kalan geniş halk yığınlarını ifade için kullanılan ‘laikos’ tabirinden gelmiştir. Bu kavram Latinceye


Laiklik Yunancada, ‘kendilerini tanrıya adamış rahipler (ruhban sınıfı) dışında kalan geniş halk yığınlarını ifade için kullanılan ‘laikos’ tabirinden gelmiştir. Bu kavram Latinceye ‘laicus’ şeklinde geçmiştir. Türkçede kullanılan ‘laik’ kelimesi, Latince ‘laicus’ kelimesinin Fransızcaya intikal etmiş biçimi olan ‘laique’ kelimesinden alınmıştır. ‘Kendilerini tanrıya adamış rahipler’i ifade için ise Yunancada ‘kleros’ tabiri kullanılmıştır.
Eski Yunan toplumunda sıradan halk kesimini ifade eden laik kavramı, Hıristiyan Batı dünyasının toplum yapısında kilise örgütünde görevli olmayan halk kesimi için kullanılmıştır. Ortaçağ Avrupası’nda Katolik toplumlar, laiklerden ve ruhban sınıfından oluşuyordu.
Katolik kilisesinin siyasal otorite ve kamusal alan üzerindeki egemenliğinin kırılması yönündeki çabalar XIV. yüzyıla kadar gitmekle birlikte din ve devlet işlerinin, yani din ile siyasal otoritenin birbirinden ayrılması ve karşılıklı olarak özerk duruma gelmesini ifade eden laiklik asıl yükselişini Fransız Devrimi ile gerçekleştirmiştir. Laiklik Fransız ihtilalinden sonra devlet yapılanmasında kendini göstermiş ve çağdaş toplumların siyasal ve yönetsel örgütlenmelerinde bir amaç şeklini almıştır.
En genel anlamı ile ‘din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ olarak ifade edilen laiklik, çeşitli açılardan farklı şekillerde tanımlanmaktadır. Felsefi anlamı, iman ve inancın yerine aklın egemenliğini kabul etmektir. Hukuki anlamı, somut olarak devlet ile dinin birbirine karışmaması olarak ifade edilebilir. Siyasi anlamı, siyasal iktidarın dinsel kudret ve otoriteden arındırılarak bağımsız hale getirilmesidir. Ya da dinin siyasal erk ve yaptırım gücüne sahip olmamasıdır.
Kimi yazarlar, büyük ölçüde pozitivist bir yaklaşımla meseleyi din-akıl ve din-bilim karşıtlığı çerçevesinde görerek tanımlamışlardır. Din ve siyaset ilişkisinin anayasalarda düzenleniş biçimi Batılı ülkeler arasında farklılık göstermektedir. Batı’da bazı ülkelerin anayasalarında bir din ‘devlet dini’ haline getirilirken bazılarında devlet, dinler karşısında tarafsız kalmıştır. Milli din veya devlet dini olgusu esas itibariyle laik sistemin ruhuna aykırıdır. Bu sebeple mesela Fransa, Almanya, Belçika  ve Hollanda milli dine sahip olmayan ülkelerdir. Fakat İsveç, Danimarka, Norveç, İngiltere, Portekiz ve İtalya gibi ülkelerde ise milli dinler bulunmaktadır. Ancak bir dini milli din olarak benimsemeleri bu ülkelerin teokratik olduğu veya teokrasi ile yönetildiği anlamına gelmemektedir.
Teokrasi, ‘Bizantinizm’ ve laiklik şeklinde ifade edilen bu üç ilişki biçimi dışında kimi yazarlar tarafından ‘konkordato’ tabiriyle ifade edilen dördüncü bir din-devlet ilişki biçimi daha bulunmaktadır. Başlangıçta aynı dinsel makama gelmek isteyen birçok aday arasında veya bir manastırın başkanıyla manastırdaki din adamları arasında varılan uzlaşmalar için kullanılan konkordato tabiri, XI. yüzyıldan itibaren kilise ve devletin karşılıklı ilişkilerini düzenleyen anlaşmalar için kullanılmıştır. Napolyon Bonapart’ın ülkede dinsel barışı sağlamak için Paris ve Roma arasında başlattığı görüşmeler, 15 Temmuz 1801 tarihinde ‘Concordat’ adı verilen bir anlaşmayla sonuçlanmış ve bu 1801 Konkordatosu ile Katoliklik ‘Fransızların büyük çoğunluğunun’ dini olduğunu kabul etmiş ve piskoposların atama hakkını devlet başkanına vermiştir. XIX ve XX. yüzyıllarda birçok Avrupalı devlet, Papalıkla az ya da çok Fransız Konkordatosu’nu taklit eden anlaşmalar imzalamışlardır.
Yakınçağ ile birlikte, siyasal iktidarın kaynağı ve dinsel-siyasal iktidar ilişkileri çok tartışılan bir konu haline gelmiştir. Bu tartışmalar içinde ‘laiklik’ bir siyasal iktidar yapısının adı olarak ortaya çıkmıştır. Laiklik, siyasal iktidarın dinsel kurallara göre sistemleştirilmemesi ve dinsel emirlere bağlı bulunmaması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, laik siyasal sistemlerde, ‘siyasal yaşam’ ve ‘siyasal iktidarın’ da laik olması söz konusudur.

Laik Siyasal Düzenin Nitelikleri
1-            Laik düzenlerde ‘devlet dini’ söz konusu olamaz. Kişilerin din açısından eşitliği kuralı.
2-            Laik bir siyasal sistemde, devletin yasal, toplumsal ve siyasal yapısının dinsel kurallara uygun olması zorunluluğu söz konusu değildir.
3-            Laik devlet sistemlerinde ‘din’ kamu hizmeti olarak kabul edilemez. Devlet bir cemaatin dinsel gereksinmelerine yönelik çalışamaz, kişilerin dinsel inançlarına uygun davranabilmek haklarını güvence altına almakla yükümlüdür.
4-            Kişilere dinsel inanç özgürlüğünün tanınması, laik sistemin zorunlu bir sonucudur. Devlet kişilere, dinsel inançları ne olursa olsun, inançlarını açıklayıp yaymak, eğitim yapmak, dinsel inançlarına uygun ibadeti uygulamak, örgütlenmek haklarını tanımak ve bu hakların kullanımı ile ilgili yasal düzenlemelerde dinsel inancın türüne göre ayrım yapmamak zorundadır. Örneğin İtalyan anayasası ‘din özgürlüğünü’ kabul etmekte ancak anayasada ‘Katolikliği’ resmi din olarak tanımakta ve Papa’ya belirli ayrıcalıklar sağlamaktadır. Katolik dinsel inanç ayrıcalıklı bir durumdadır. Bu sebeple İtalyan siyasal sistemi ‘yarı laik’ bir siyasal sistem olarak kabul edilmektedir.
5-            Laik bir siyasal yapının varlığı, devletin din özgürlüğü tanıması ile de gerçekleşmiş olmaz. Din özgürlüğü soyut bir kavramdır. Bu sebeple devlet bunun somut geçerliliğini sağlamakla yükümlüdür. Farklı dinlerin kendilerini ifadesini engellemeden ancak birbirlerine kurabilecekleri baskıyı engelleyici düzenlemelere gidilmelidir. Böylelikle özgürlüklerden doğan hakların kullanılabilme olanakları sağlanmalıdır. Devlet özgürlüklerle ilgili olarak, etkin ve dinamik davranmak; özgürlüklerden doğan hakları sınırlayıcı olmamak ve hukuka aykırı eylemleri engellemek zorundadır.
Laik siyasal yapıya karşı ve hukuka aykırı eylem, mevcut anayasal sistemin, anayasal değişim usulleri dışındaki usullerle ’teokratik’ bir yapıya dönüştürülmesine yönelik eylemlerdir. Bu durumda laiklik devletin, hukuka aykırı bir biçimde dinsel temellere dayanan bir düzene dönüştürülmesine yönelik eylemlerin engellenmesini de zorunlu kılar.

Laikliğin Tarihsel Gelişimi
Laik siyasal sistem uzun bir tarihsel sürecin ürünü olarak belirmiştir. Din bütün toplumlarda yaygın bir olgudur. İlk(el) toplumlarda, toplum yaşayışı ve örgütlenmenin başlamasıyla din olayı da ortaya çıkmış ve toplumların gelişme aşamaları sonucunda bugünkü biçimine ulaşmıştır.
İlk(el) toplumların giderek ‘devlete’ dönüşmesi ve yaygınlaşması, sulak toprak gereksinimini yaratmış ve bu bir örgütlenmeyi gerektirmiştir. Bu gereksinim ‘kumanda’ etmek yetkisini ve bunların ayrıcalıklarını yaratmıştır. Din adamları dışında ‘yönetici’ kadrolar oluşmuş ve bunlar giderek süreklilik kazanmıştır. Böylece toplum yaşantısı ‘kutsal’ olan ve olmayan biçiminde ikiye ayrılmıştır. Kutsal olan ‘devlet yönetimini’ kapsayacak, halkın gündelik üretim çabaları ise, kutsal olmayan alan olarak belirlenecektir. Siyasal iktidar, toplumda yaygın olma niteliğini yitirip belirli soyların tekeline sokulurken, bu toplumsal ayrıcalığın nedeni de dine dayandırılacaktır. Yöneticiler- din adamları ayrımının belirmesi, bir çatışma yaratmayacak, doğa üstü kaynaklara dayanmak açısından bir uzlaşma görülecektir. Savaşlarda ün kazanıp ayrıcalık sağlayanlar, yöneticilik tekelini soyları hesabına geçirirken, bunun yasallığını doğaüstü ve kutsal kaynaklara dayandırmakla sağlayacaklardır. Yöneticiler ayrıcalıklarını, belirli uzmanlaşmaların ve kutsallıkların doğal sonucu olarak belirlerken, yığınları bu uzmanlık ve kutsallık dışında tutmaya çalışarak toplumsal farklılaşmaları gerçekleştireceklerdir. Böylece farklılaşmış toplumlarda tüm düzeni kuran kurallar, din ve dinsel nitelikte ‘hukuk kuralları’ olacaktır. Devlet yönetimi, yığınlar için anlaşılmasına gerek olmayan ve toplumun imanıyla ayakta tutulan kutsal bir bilgi olarak çıkınca, ya yöneticilik-rahiplik birliği oluşacak, ya da rahipler-yöneticiler uzlaşması belirecektir. Kesin olan doğaüstü kavramlara dayanan kutsal bir nitelik kazanmasıdır.
Yerleşik tarım toplumlarının oluşması, değişik toplumlararası ilişkilere ve çatışmalara yol açtıkça, daha geniş siyasal örgütlenmeler gerekecek ve bu örgütlenmeye bağlılık bilinci, ‘tek-tanrılı’ dinlerin oluşmasına neden olacaktır.

Hıristiyanlıkta Devlet Ve Laiklik
Hıristiyanlık gerçekte Yahudi düşünce biçimine dayanan bir nitelikte ortaya çıkmıştır. Hz. İsa ve Hz. Musa  tanrının değişik dönemlerde yolladığı peygamberler olarak kabul edilmektedir. Buna karşılık Hıristiyanlık doğu-batı çatışması içinde, Roma imparatorluğuna başkaldıranların dini olarak belirdiği için evrensel niteliği söz konusudur. Bir kavmin değil tüm başkaldıranların ortak dini olarak yansıtılmaktadır. Hıristiyanlığın, evrensel antik düzene tümden karşı, imparatorun gücünü hiçe sayan dinsel yapısının, toplumun tüm katmanlarını etkilemesi doğal bir sonuç olmuştur. Azatlılar (köleler) ve zenginler üzerinde ezici bir güce sahip imparatorun iktidarına karşı, halk Hıristiyanlıkta güvence aramış, değişen koşullara ve yapı içinde toplumsal rollerini yitirenler geçmişin güzel günlerinin Hıristiyanlıkla geri geleceğine inanmışlardır. Hıristiyanlığın, Roma imparatorluğunda kazandığı zafer ve egemenlik, Germenlerin Romalıları yenerek Avrupa’da tekelleşmiş siyasal iktidarı çökertişi, feodal ilişkilerin belirmesiyle tümden pekiştirilmiştir. Bu yapı içinde Germen toplumların -yaygın siyasal iktidar- ve -tekelleşmiş güçlü siyasal iktidar- biçiminde çözülmesi sonucunu yaratmıştır. Bu olgu, Hıristiyanlığın temel kuramlarının siyasal iktidar kurallarını içermekle birlikte, kilisenin siyasal iktidara egemen olması, tanrı adına iktidarı kilisenin verdiği ve geri alma hakkının bulunduğu savına dayanan düşüncenin belirmesine yol açmıştır. Böylece kuramında bulunmasa bile, Hıristiyanlık siyasal iktidara kendisi sahip olduğu gibi, siyasal güçlerin yasallık kaynağının kendisinden geldiğini kabul ettirebilmiş, etkin bir Hıristiyan iktidar teorisi oluşturabilmiştir. İslam kurallarından değişik nitelikte olsa bile, kaynağı dinsel olan siyasal güçler, doğal olarak siyasal yapıyı oluşturmuşlar, siyasal-dinsel iktidarı bütünleştirmişlerdir. Ortaçağ’da krallarla-kilisenin savaşımı iktidarın laik ya da teokratik olması sorununa dayanmamaktadır. Siyasal iktidarın dinsel, teokratik yapısı tartışılmazdır. Sorun, bu dinselliğin oluşturulmasında kilisenin rolü konusunda belirmiştir. Bu savaşım çerçevesinde, kilisenin efendiliğine baş kaldıran krallara karşı, kilise feodal yapı içinde senyörleri desteklemiş ve tekelleşmiş, güçlü siyasal iktidarın oluşmasına engel olmuştur. Bu gücüyle kilise kendi ahlak, inanç ve kültürünü zorla kabul ettirme yollarını aramış, engizisyon dönemi en bağnaz türünden teokrasiyi dünya tarihine yazdırmıştır.
Avrupa’da yaygınlaşan ve egemen olan Hıristiyanlık, evrenselliğini tüm dünyaya yaymak ve zenginleşen kilise yeni zenginliklere kavuşmak amacıyla Haçlı seferlerine giriştiğinde, Avrupa’nın gelecekteki yazgısının ve kendi egemenliğinin sonunun tohumlarını da ekmeye başlamıştır. Özellikle Haçlı seferleri süresince Batı’nın tanıştığı Doğu, yeni zenginliklerin ve ticaret ilişkilerinin de parlak kaynağı olarak gözükmüştür. Doğuyla olan ekonomik ilişkiler, öteki etkenlerle birlikte, Batı servet birikimine yol açarak, burjuvazinin gelişmesinde rol oynarken, Doğu’da egemen olan dinsel inanç ‘İslam’ın bozulmasına, bağnazlaşmasına ve temel kurallarından sapmasına da yol açmıştır. Gelişen burjuvazi, serveti sermayeye çevirmeye yönelip, kapitalistleşme süreci başladığında, doğal olarak emek gereksinimi de belirecektir. Emek ise feodal düzen içinde toprağa tutsaktı. Burjuvazinin amacına ulaşması, emeği özgür kılmasına ve bu nedenle feodal düzeni çökertmesine bağlıydı. Feodalite kilisenin koruyucu kanatları altında yaşama savaşı verirken, burjuvazi doğal olarak kilise ile çatışacaktı. Feodal beylere karşı, meşruti monarşiden yana çıkan burjuvazi, monarşik yapıyı güçlendirmek ve kendi öz yapısına kavuşturmak açısından, siyasal iktidarın kaynağını ‘ulus’ kavramına dayandırmak böylece siyasal iktidarı ‘laik’leştirmek zorundaydı. Feodal düzenin yıkımıyla özgür kalan emeği ‘özgürce kiralama’ olanağına ulaşmak amacı ise, burjuvazinin siyasal iktidarı sınırlamak gereksinimini yaratıyordu. Bu nedenledir ki ulusu egemenliğin sahibi olarak kabullenmek, anayasalcılık hareketine ve monarşilerin meşruti yapıda kabul edilmesine neden oluyordu. Böylece burjuvazinin gelişimiyle, siyasal yapıda ‘laiklik’ ilkesine dayanılarak, monarşiler kilisenin acımasız kudretinden kurtarılırken, ulus sözde ‘egemenliğin kaynağı ve sahibi’ olarak yaratılıyordu. Tarihsel süreç içinde burjuva söyleminde ‘uluslaşmak-demokratikleşmek-laikleşmek’ olguları birlikte, birbirini tümleyen bir biçimde belirli bir gelişimin sonuçları olarak ele alındı.
Tarihsel süreçte egemen olan Katolik kilisesi ‘reform’ hareketi denilen Hıristiyanlık inancında çözülme ve bölünme olayı ile de karşılaşmıştır. Bu bölünmede beliren Lutherci ve Calvenci din akımları, gerçekte siyasal iktidarı bağımlı kılmakta ve Hıristiyan teokrasisini savunmakta, Katolik kilisesi denli bağnaz ve ısrarlı olmayan niteliktedir. Ancak Lutherciliğin imandan gelen köleliği yıkıp, kesin inançtan gelen köleliği yarattığı; otoriteye inancı yıkıp, inancın otoritesini yarattığı ve insanı dışarıdan saran dinselliği silip, insanın özünü dinselleştirdiği kabul edilir.
Yine siyasal biçime ve laik yapıya kilisenin tepkisi, önce bu değişmelere karşı direnmek biçiminde olmuştur. Direniş, dinsizliğe varan akımların tepkisiyle sindirildiğinde ise, kilise tüm yaşamla ilişkisini kesmek, suskunlaşmak ve kabuğuna çekilmek yolunu yeğlemiştir. Bu süreç sonucunda Papalık, siyasal yaşamda Katolikliğin etkinliğini yasaklasa da bu tavrını uzunca bir süre koruyamamış ve bir Katolik hareketinin yaratılmasını öngörmüştür. Bu görüş, Hıristiyan demokrat partilerin Hıristiyan hareketi olarak siyasal yaşamda etkin olma yollarına ve genellikle de bulmalarına yol açmıştır.
Özellikle Latin faşizmi dinsel öğeleri, kendi dinselliğini sağlamak açısından önemli bir etken olarak kullanmıştır. Katolik İspanya ve İtalya’da Faşizm, Kilisenin desteğini bulmuş ve onunla uzlaşmış, böylece Katolik yığınların güvenini sağlamaya yönelmiştir. Faşizm, mitleştirdiği amaçları olan mistik otoriter ve belirli bir öndere kesin baş eğmeyi öngören devlet anlayışı içinde, kendi dinselliğini yaratmıştır. Bu yapı içinde kilise ve dinsel inançlar faşist devletin oluşmasında ve yasallığını sağlamada yararlı olacağı için, onunla uzlaşılmış ama kaynaşılmamıştır. Mussollini’nin Papalığa eski haklarını tanıyan ‘Latran Anlaşması’nı kabullenmesi buna örnektir.
Esas itibariyle de Pozitivist anlayış ve ideolojiye dayanan burjuva sınıfı tüm aleyhteki retoriğine rağmen kendisini hiçbir zaman dinden soyutlamamıştır. Putları ve dogmaları yıktığını iddia etmesine rağmen yeni putlar ve mitler oluşturmuştur. Yeni tanrıları maddiyatçılık ve olguculuk olmuştur. Hesabına geldiğinde de çekinmeden dincilik yapmıştır. Bu yönüyle laiklik iddiası sadece söylemde kalmıştır. En önemli nokta ise din ile devlet işlerinin ayrışması anlamındaki ‘laiklik’, şimdiye kadar ki bilinen hiçbir modern Batılı iktidar ve devlet mekanizmasında yaşama geçmemiştir!

Ali Rızgar