25 Eylül 2011 Pazar

İran'dan Türkiye'ye Sert Tepki

İran Meclisi Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu üyesi Mohammad Kowsari, Türkiye'nin NATO radarı kararını "büyük bir stratejik hata", Türkiye'nin "çifte standardının net bir örneği" olarak niteledi ve "Türkiye'nin İslami hükümeti için ciddi etkileri olacak" iddiasında bulundu.
 
Türkiye'nin topraklarına NATO'nun erken uyarı radarının konuşlandırılmasına onay vermesine İran'dan sert tepkiler sürüyor. İran Meclisi Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu üyesi Mohammad Kovsari, kararı "büyük bir stratejik hata" ve "çifte standart" olarak niteledi.

 
Mohammad Kovsari, Tehran Times gazetesince yayımlanan değerlendirmelerinde Türkiye'nin kararının "NATO ve ABD'nin adına yapılan bir çaba" olduğunu öne sürerek karar için "büyük bir stratejik hata" dedi.

 
"TÜRKİYE'NİN İSLAMİ HÜKÜMETİ İÇİN CİDDİ ETKİLER OLACAK"

 
Türk-İsrail krizini kastederek, Türk yetkililerinin defalarca "Siyonist rejimine karşı olduklarını ve Gazze filosuna saldıranlar için en büyük cezayı talep ettikleri"ni söyleyen Kovsari, buna karşın Türk yetkililerin, İsrail'i "korumayı amaçlayan" radar sistemine izin verdiklerini belirterek, "Türkiye'nin hassas dış politika konularındaki çifte standardının net bir örneğidir" ifadesini kullandı.

 
Mohammad Kovsari, "Bölgedeki başka ülkeler de adımı sert biçimde eleştirdiler ve bu adım, Türkiye'nin İslami hükümeti için ciddi etkileri olacak" iddiasında bulundu.

 
"İRAN SESSİZ KALAMAZ"

 
Kovsari, Türk yetkililer, sert eleştirilerinin karşısında kararın İran veya başka komşu ülkeler için bir etkisinin olmayacağını söylese de "İran, o kadar belirleyici bir kararın karşısında sessiz kalamaz çünkü bu adım, İran'ın füze kabiliyetini azaltmaya yöneliktir" dedi.

 
Türkiye'nin bu yeni tutumunun, Türk hükümetinin, İran'ın dış politika konularındaki pozisyonunu tamamen göz ardı ettiğini savunan Kowsari, şöyle devam etti:

 
"İKİLİ İLİŞKİLERE BÜYÜK ZARAR VERECEK"

 
"Eğer bu karar uygulanırsa, Türkiye'nin, bölgesel bir güç olan komşusu İran ile ilişkilerine büyük bir zarar verecek ve Tahran, bunun olumsuz sonuçlarına ilişkin Ankara'yı bilgilendirmek üzere her türlü çaba gösterecek.
Umuyoruz ki bu çabalar, Türkiye'yi süreci durdurmaya ve bölgesel güç olarak eski pozisyonunu yeniden almaya ikna edecek.

Ertuğrul Kürkçü: 'Salı Günü Karar Vereceğiz'

İstanbul''da düzenlenen Kongre Hareketi toplantısında konuşan BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, toplumsal muhalefeti birleştirilmeye dönük olarak çalışmaları süren Kongre Hareketi'nin bir ayağının Meclis'te olması gerektiğini belirtti.

İstanbul''da düzenlenen Kongre Hareketi toplantısında konuşan BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, toplumsal muhalefeti birleştirilmeye dönük olarak çalışmaları süren Kongre Hareketi'nin bir ayağının Meclis'te olması gerektiğini belirterek, Meclis'e gidip gitmeyeceklerini 27 Eylül'de yapacakları grup toplantısında karara bağlayacaklarını söyledi.

Egemen sistem ve sahip olduğu anlayış karşısında mağduriyet yaşayan tüm toplumsal grupları ortak bir mücadele hattı altında birleştirmeye dönük bir proje olarak ortaya çıkan Kongre Hareketi, Ekim ayı içerisinde yapmayı planladığı kongre öncesi çalışmalarını son hızla sürdürüyor.

Çalışmalar kapsamında 20 bölge üzerinden Türkiye genelinde yapılan hazırlık toplantılarından biri de İstanbul Kadıköy'de gerçekleştirildi. Piraye Restaurant'ta yapılan toplantıya Kongre Hareketi İstanbul Milletvekili Levent Tüzel, BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, Kongre Hazırlık Komisyonu Üyesi İbrahim Çiçek, Yazar Demir Küçükaydın ve Yalçın Yusufoğlu'nun yanı sıra hareket bileşenleri arasında yer alan parti ve oluşum temsilcileri katıldı.

Kürkçü: Mücadele mecliste yükseltilmesi gerekiyor

Toplantıda söz alan Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, Kongre Hareketi'nin birçok bölgede olduğu gibi Karadeniz Bölgesi'nde de yoğunlaştığını ve sonuca ulaşmasının artık farz hale geldiğini kaydetti. Kongre Hareketi'nin zamana yayılmadan çalışmalarını yükseltmesi gerektiğini ifade eden Kürkçü, bu çalışmanın bir ayağının da mutlaka Meclis'te olması gerektiğini belirtti. 27 Eylül'de Diyarbakır'da düzenleyeceklerin grup toplantılarında Meclis'e gidip gitmeyeceklerini karara bağlayacaklarını ifade eden Kürkçü, "Meclise gitmek, kongrenin yanı sıra tutuklu milletvekillerinin durumu için oldukça önemli. Dışarıda verdiğimiz mücadeleyi Meclis'te de yükseltmek gerekir" diye konuştu.

'Görüşmeleri kabul etmeyerek AKP savaş başlatmıştır'


Kürkçü'nün ardından söz alan Milletvekili Tüzel ise, bölgede süren savaşı durdurmak, iktidarın hak düşmanı yüzünü topluma göstermek, eşitlik ve özgürlük adına Kongre Hareketi'nin çok hızlı bir şekilde yapılandırılmasına ihtiyaç olduğunu söyledi. Gelinen noktada çatışmaların yeniden yükselmesi nedeniyle medyanın, PKK'yi savaşı başlatan taraf olarak gösterdiğini belirterek, buna tepki gösteren Tüzel, "AKP, İmralı'da yapılan görüşmeleri kabul etmeyerek, savaşı yeniden başlattı" diye konuştu. Kongre Hareketi'nin de anlatılmasına ihtiyaç olduğunu, bunun için de delegeler seçildikten sonra yerel meclislerdeki çalışmalarla bunu aşacaklarını dile getiren Tüzel, adil bir barış için Kongre Hareketi olarak hep birlikte mücadele verilmesi gerektiğini söyledi.

Yusufoğlu: Savaş Silvan'da başlamadı hep vardı


Kongre çalışmalarında kadın hareketi içinde yer alan Yıldız İmrek ise, kongrede kadınların eşit haklara sahip olacaklarını söyleyerek kadınlara mücadele çağrısında bulundu. Toplantıya katılanlar arasında bulunan Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP) Sözcüsü adına Necati Abay, "Kongre hareketinin düşünce ve basın özgürlüğü için mücadele yürüttüğünü belirterek, gazetecilerin yargı Kürt illerinde KCK adı altında on binlerce Kürdün, Batıda ise devrimcilerin Terörle Mücadele Yasasının TMK kıskacında olduğu için bu çalışmada yer aldıklarını vurguladı.

Kongre çalışması için Türkiye'de 20 bölge seçtiklerini, ana merkez olarak ise Ankara, İstanbul ve İzmir'de çalışmalara devam ettiklerini paylaşan İbrahim Çiçek de, konuşmasında kongre içinde kadın, çevre ve gençlik örgütlerin bulunduğunu ve hep birlikte mücadele verileceğini ifade etti.

DİHA

'İyi Niyet' Bilançosu: 2316 Gözaltı

Recep Tayyip Erdoğan’ın, ‘BDP bizden iyi niyet beklemesin’ sözünden sonra polisin yaptığı operasyonlarda Kürdistan’da bin 589 kişi gözaltına alınırken, 500 kişi tutuklandı. Türkiye’de ise 727 kişi gözaltına alındı ve 350 kişi tutuklandı. Diyarbakır, İstanbul, Hakkari ve Şırnak gözaltı furyasında önde gidiyor.

İHD ve Emniyet kaynaklarından edindiğimiz verilere göre son 3 ayda 2 bin 316 kişi gözaltına alındı, 850 kişi de tutuklandı. Van, Hakkâri, Muş, Mardin, Şırnak, Siirt başta olmak üzere, Kürdistan’ın diğer illerinde de Kürt siyasetçilere yönelik gerçekleştirilen siyasi operasyonlarda, aralarında Eğitim Sen ve BDP’li yöneticilerin de bulunduğu bin 589 kişi gözaltına alındı, 500 kişi de tutuklandı. Son olarak Şırnak ve ilçelerinde evlere ve BDP binalarına yapılan baskınlarda aralarında 3 belediye başkanın da bulunduğu 82 kişi gözaltına alındı. Kürdistan illerindeki gözaltı furyasının dağılımı şöyle:

''Diyarbakır: 350, Şırnak: 300, Siirt: 80, Van: 120, Kars: 7, Ardahan: 5, Hakkâri: 250, Batman: 200, Dersim: 60, Elazığ: 12, Erzincan: 8, Bitlis: 17, Erzurum: 25, Bingöl: 22, Urfa: 110.''

Türkiye’de ise gözaltı ve tutuklamalarda ilk sıralarda İstanbul, İzmir Mersin ve Adana yer alıyor. İllerin gözaltı dağılımı şöyle:

''Antep: 40, Osmaniye: 6, Adana: 80, Mersin: 90, Antalya: 7, Konya: 4, Hatay: 20, Ankara: 35, İstanbul: 450, İzmir: 80, Aydın: 13, Manisa: 8, Denizli: 4, Bursa: 14, Uşak: 2, Trabzon: 1.''

GÖZALTI GEREKÇESİ YASAL EYLEMLER


Gözaltı ve tutuklamalarla ilgili ANF’ye konuşan İHD Diyarbakır Şube Sekreteri Raci Bilici, başta Diyarbakır olmak üzere, bölgede gözaltı ve tutuklama furyasının hız kesmediğini söyledi. Gözaltı ve tutuklamaların git gide arttığının altını çizen Bilici, insanların çoğunun sivil, demokratik yasal eylemlere katıldığı için gözaltına alındıklarını belirtti. Bilici, son 2 aydır yaşanan çatışmalı ortamla birlikte gözaltı sayılarında artış olduğunu kaydetti.

Gözaltında kötü muamele konusunda kendilerine başvuruların da olduğunu belirten Bilici, “Gözaltılar bizi kaygılandırıyor. Bölgede insanlarda ciddi bir kaygı oluşmuş, herkes her an gözaltına alınacağı endişesini taşıyor. İnsanlar artık polis ve asker baskınlarına alışmış hale gelmiş. Bölgede her sabah mahallelerde gözaltı operasyonları yapılıyor, bu da bölge insanını çok rahatsız ediyor” dedi. Bilici, gözaltı ve tutuklamalarının çoğunun çatışmalı ortamdan kaynaklandığını ifade ederek, ateşkes dönemlerinde gözaltı ve tutuklamaların bu kadar olmadığını sözlerine ekledi.

Bir Alman'ın 12 Eylül Günlüğü

PERWER YAŞ -ANF

Onunki aslında Türkiyeli bir Almanın hikayesi. Ya da sayıları milyonları bulan ‘misafir işçiler’ ile siyasi mültecilerin bir Alman’ın hayatını nasıl değiştirebileceğinin en çarpıcı örneği. Onları fabrikada tanıdı. Doktor sırası beklerken ve mahkemelerde ‘Tarzanca’ başladığı Türkçe tercümanlık, onu Af Örgütü’nün Türkiye temsilciliğine kadar götürdü. Fakat belki o sabah, o telefon gelmeseydi, Helmut Oberdiek’in hayatı çok farklı olacaktı.

“Asıl sorun, gece saat 10'da karanlıkta, son derece yorgun bir vaziyette eve nasıl yürüyeceğim idi. Kafamda çok güzel tasarlamıştım ve onun için evden bisikletle çıkmamıştım: Sıska boylu, başının ortasından saçları hafif dökülmüş, yuvarlak yüzlü ve bıyıklı bir Türk arkadaşa soracaktım. Daha önceden belirli bir yakınlık göstermişti. Almanya'ya yeni gelmişti. Külüstür bir arabası vardı ve bildiğim kadar ile o hafta akşam vardiyasında çalışıyordu.

Ne var ki, arkadaşı görünce hiç cesaretim kalmamıştı. Pek tanımadığım, salt işyerimde gördüğüm, dil bakımdan doğru dürüst anlaşamadığım birinden böyle bir iyiliği nasıl isteyebilirdim? Sonuçta eve yaya dönmeye, ertesi gün ise bisikletle işe gelmeye hazırlanıyordum ki Türk arkadaş durumumu fark etti ve kendiliğinden yanıma gelerek Tarzanca ile "sen iş arkadaş ne yapmak?" diye sordu. Ben "arkadaşın nerede?" diye anladım ve "eve gitti" dedim.

Fakat külüstür araba sahibinin sohbeti henüz bitmemişti. Devamla "sen ne yapmak?" diye sordu. İçimden acaba beni eve götürme teklifi yapar mı diye geçirdiysem de kendisine yanıt vermekte epey zorlandım. "Ben yaya gideceğim" diyorum, fakat adam Almanca "zu Fuss" sözcüğünü duymamış olacak ki bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Kolum üzerine parmaklarımla yürüme işaretini yapıp "ben yaya gideceğim" diye tekrar ediyorum, ama adam gene anlamıyordu. Çaresiz olarak ayağımı göstererek, parmaklarımla gezme işaretini tekrar edip "zu Fuss" deyince artık adam anladı.

Bu kez açıktan önerisini yaptı: ‘Sen arabam eve gitmek’ gibi bir şey söyledi. Şaşırmıştım. Adam sıkılıp da soramadığımı kendisi teklif ediyordu. Ama ben iyice utanarak ‘olmaz’ dedim, ‘çok uzak; 6-7 kilometre’. Fakat o ısrarla "egal" (fark etmez) diye üstelemeye devam etti. Gizli bir sevinç içinde sonunda ‘tamam’ dedim. Ondan sonra bir hafta boyunca arkadaş beni her akşam evime kadar götürdü.

Salt o değil, onu birahaneye ya da diskoteğe davet ettiğim zaman da bana hiç masraf yaptırmıyordu. Ben ne kadar ‘benzin senden, içki benden’ dediysem de bir türlü ikna edemiyordum. Böyle bir davranış çok garibime gidiyordu. Çünkü Almanya'da buna benzer bir insana ve davranışa rastlamak çok zordur. Söz dağarcığımda o zamana dek "konukseverlik" diye bir sözcük yoktu diyebilirim.”

‘12 METREKARE ALMANYA’

62 yaşında olan Helmut Oberdiek’in “Acı vatan-Almanya’daki”daki Türkiyeliler tanışması işte böyle başlamıştı. Avrupa’yı sarsan 68 kuşağına yetişmediği için üzülmüştü, fakat Almanya’dan bir türlü gitmek istemeyen ‘misafirlerle' macerası 68 kuşağının yaşadıklarını aratmayan cinstendi. 3 dönümlük tarlası verim vermeyince fabrikada çalışmaya başlayan bir babanın çocuğuydu. Hem köylü hem işçi bir aileden, yani ‘alttan’ geliyordu ve bu yüzden de “alttakilerle” dostluk kurmakta hiç zorlanmadı.

Herford doğumlu Oberdiek, Tübingen Üniveristesi’nde okurken okul tatillerinde çalıştığı fabrikalarda misafir işçilerin sorunlarını hal ediyor, danışmanlık yapıyor, doktorda sıra beklerken ‘Tarzanca’ tercüman oluyor, ailesini getirmek isteyenlere ve öğrencilerin ev ödevlerinde yardımcı oluyordu. Hatta o dönem Türkiye hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan mahkemeler bilirkişi olması için onun peşinden koşuyordu.

Artık zamanla bu yardım severliği onun deyimiyle bir hak arama mücadelesine dönüştü. Bir grup arkadaşıyla Yunan Albaylar Cuntasına karşı eylemler yaparken, yabancı işçilerin sorunlarına da sahip çıkmaya başladı. Bildirilerde bir Alman çoban köpeğine yasa gereğince 16 metre karelik yer zorunlu gösterilirken dışarıdan getirtilen işçi başına 12 metre karelik bir yerin yeterli gösterilmesi gibi konulara yer veriyorlardı.

1970 yazında ise arabasına binerek tanıştığı ilk ‘misafir işçi’ Hulisi’ye bu kez o misafir oldu. Suların musluklardan akmayıp kuyudan çekildiği, elektrik olmadığı için akşamları gaz lambalarının ışığı altında topraktan yapılmış bir evde bulmuş kendisini. 1001 gece masallarından farksızdı. Bu dünyaya ise Alaaddin'in lambası yerine Hulusi'nin arabası ile ulaşmıştı:

“Köyden çıkıp İstanbul, İzmir, Antalya, Denizli, Afyon ve Akşehir gibi kentlere gittiğimde her gün benden Almanya'da iş isteyen, "istek" yapmamı bekleyen insanlara, Almanya'nın yabancılar için iyi bir yer olmadığını da anlatamıyordum. Hulusi gibi, bir yıl Almanya'da çalışmakla araba sahibi olmuş kişiler varken, Almanya iyi değil demem ne anlam taşırdı ki? Gene de kendimi zorunlu hissediyordum.

Türklerin Almanya'da ikinci sınıf vatandaş sayıldıklarını, hiç mi hiç sevilmediklerini anlatmaya kalktım. Halbuki anlatacaklarımı hemen çürütecek olan araç içinde seyahat ediyorduk. Köylüler haftanın yedi günü 12şer saat çalışmış olsalardı bile, ömür boyu böyle bir "eşek" satın alamazlardı. Arabanın külüstür olması, daha yıllarca her ay maaşın yarısının borç olarak ödenecek olmasının da o an için zerre kadar önemi yoktu. Hulusi hemencik ‘adam’ oluvermişti, üstelik Almanlar kötü olmuş olsalardı her halde benim gibi birisi ile de arkadaşlık kurmuş olmazdı.”

12 EYLÜL 1980, SAAT: 06.00

Helmut Oberdiek’in Türkiyelilerle dostluğunu farklı bir bulvara sokan olaylar dizisi ise 1980 yılının 12 Eylül sabahı, saat 06.00’da çalan telefon ile başladı. Arayan Hamburg’tan Memet’ti. Heyecanla “Duydun mu, Türkiye'de darbe olmuş. İlk haberi Bavyera Radyosu vermiş, NATO'nun onayı ile olmuş" diyordu. Darbenin yumruk sesi birçok kişi gibi, 3 bin kilometre uzaktaki Oberdiek’i de yatakta yakalamıştı.

Türkçe çevirmenlik sınavında 100 üzerinden 91,5 puan alan, 1977 yılından itibaren Cumhuriyet gazetesine abone olan Oberdiek, generallerin “Bayrak Planı”ndan habersizdi. İnsan avı başlatılmış, sokağa çıkma ve yurt dışına çıkma yasağı getirilmiş, Türkiye cezaevine dönüşmüştü.

Oberdiek, o sabah hiçbir şey olmamış gibi geçişi öğretmenlik yaptığı okula gitti. 1977 yılında üniversiteden mezun olduktan sonra hem babasının hastalığı hem de iyi bir dost çevresi yüzünden memleketi Herford'da yerleşmiş, lisede İngilizce ve spor dersleri veriyor, kalan zamanını ise Türkiye'lilerin Buluşma Merkezi'nde çalışarak değerlendiriyordu. O sabah öğrencilerine verdiği derslerde politikaya yer olmadığı için darbeden hiç bahsetmedi.

Ancak yine de “bana özel bir görev düşer mi?” diye kendi kendine sormaktan alıkoymamıştı. O gün için ise “Bundan sonra yaşamımın değişeceğine ilişkin bir his içime doğdu” diyor. Zaten Oberdiek, 1979 yılın sonunda bir grup sosyal demokrat milletvekili, gazeteci ve yazar ile Batı’nın Türkiye'ye askeri yardım yaptığı bir dönemde halkın yardımlardan doğrudan faydalanabileceği Türkiye'ye Alternatif Yardım Örgütü kurmuştu:

“Avrupa’da ilk etapta Vietnam Savaşı'na karşı gelişen enternasyonalizm anlayışı, daha sonra Şili, Nicaragua, El Salvador ve Yunan Albaylar Cuntası'na karşı dayanışma hareketlerinde de görüldü. Bu ülkelerin çoğu Türkiye'den daha uzakta idi. Tageszeitung gazetesi 1980'li yılların başında kısa bir sürede "El Salvador'a Silah" sloganı ile 2 milyon mark toplayabildi; biz "Alternative Türkeihilfe" ile aynı dönemde "Türkiye'de işkence kurbanlarına" 2 bin markı zor toplayabildik.”

‘DİYARBAKIR AJAN KAYNIYOR’


12 Eylül’den sonra Türkiye'ye Alternatif Yardım Örgütü darbe sonrası insan hakları ihlallerine yoğunlaşırken, Helmut Oberdiek’in işi ise gittikçe zorlaşıyordu. Bir yandan ağırlaşan dernekçilik çalışmaları, bir yandan da mahkemelerin mumla aradığı tercümanlık işleri. Oberdiek çareyi sorumlu olduğu sekizinci sınıfta okuyan öğrencilerine sormakta buldu. Onlara doğrudan "görevimden ayrılmak istiyorum, ne diyorsunuz?" diye soramadığı için "öğretmenliğimi nasıl buluyorsunuz?" şeklinde bir soru yöneltti.

Sınıfın en zeki ve aynı zamanda onun kadar boyu olan bir öğrenci "siz kötü bir eğitmensiniz, ama iyi bir arkadaşsınız" sözü aradığı doğru cevaptı. Şubat 1981’de 4 aylık kadrolu öğretmenken istifasını veren ‘kötü öğretmen’ Oberdiek’in böylelikle Türkiye’nin insan hakları müfettişliğine gidecek macerası da başladı. Sırada ise darbe sonrası kapılarını açan “apoletli Türkiye’ye” not vermek vardı. Avrupa’dan giden heyetlere tercümanlık yapan Oberdiek’in en ilginç macerası ise postal sesisin en iyi hissedildiği Diyarbakır’da olmuştu.

Uluslararası Genç Avukatlar Birliği'nin Fahri Başkanı Dr. Konrad Meingast ile 13 Temmuz 1982’de Diyarbakır'a giden Oberdiek o gönü şöyle anlatacaktı: “Uçakla Diyarbakır'a gidip daha önce yer ayırttığımız Demir oteline yerleştik. Gitmeden önce Almanya'da konuştuğum avukat Şerafettin Kaya'ya göre bu otel ‘ajan’ kaynıyordu. Fakat Diyarbakır'ın neresinde ajan yoktu ki? Resepsiyonda dışarıdaki ekibine telsizle emir veren biri ile karşılaştım. Her sokak köşesinde en az iki kişi, açıkça görülen tabanca ve telsizlerle, nöbet tutuyordu.”

‘KÖKLÜ BİR HESAPLAŞMA YOK’


12 Eylül’den sonra onun deyimiyle artık Türkiye “onun ikinci vatanı” oldu. 4 yıllık Af Örgütü’nün Türkiye temsilciliğinden sonra 1990’da Türkiye İnsan Hakları Vakfı için çalışmaya başlayan Oberdiek görevini ise şu sözlerle özetliyor: “Duygusallığa pek yer bırakmadan evrensel ilkeler temelinde ‘içeride’kilere insani yaşam koşulları aradım, işkence, kötü muamele ve idama son verilmesi için çaba harcadım.”

O yıllara ilişkin anılarını Belge Yayınları’ndan çıkan “Dışarıdakiler” adlı bir kitapta toplayan Helmut Oberdiek, 12 Eylül’ün 31. yılında ise sorularımıza şu yanıtları verdi:

* Yıllar sonra 12 Eylül nasıl görülüyor?

- 31 yıl sonra darbenin etkileri hala hissediliyor. Üç yıl kadar kısa bir zamanda (Kasım 1983'e kadar) kabul edilen 800'den fazla yasadan Anayasa’da dahil olmak üzere birçoğu değiştirildi gerçi, gene de yasal düzeyde, başta gene Anayasa olmak üzere, tam demokratik bir temel kurulduğu söylenemez. 12 Eylül döneminde insan hakları ihlaline doğrudan ya da dolaylı olarak maruz kalanların birçoğu hala sağ ve acıları bitmedi. Bunun için de köklü bir hesaplaşma yapılmalı.

* Darbecilerin ve işkencecilerin yargılanması için neler yapılmalı? Bu konuda son dönem yapılan çalışmalar sizce yeterli mi?

- Bazı suç duyurularla Türkiye'deki hukukçular gereğini yapma gayretini gösterdiklerini sanıyorum. Fakat darbeciler "işkence yasalarda yasak" ve "işkence emrini vermedik" demekle sorumluluktan kurtulabilecekler mi? Bence hayır. 12 Eylül müdahalesi ile sadece Süleyman Demirel'in Başbakan'ı olduğu hükümet görevden alınmadı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedilmedi, partiler ve sendikalar kapatılmadı. 13 ilde geçerli olan sıkıyönetim tüm 67 ile genişletildi. Darbeden 5 gün sonra 17.09.1980 tarihinde sıkıyönetim ve olağanüstü halde azami olan 15 günlük gözaltı süresi 30 güne uzatıldı.

İki ay geçmeden 07.11.1980 tarihinde 30 günlük gözaltı süresi 90 güne uzatıldı. Ancak 10 ay sonra 05.09.1981 tarihinde 90 günlük gözaltı süresi 45 güne indirildi. 6 Kasım 1983 tarihinde yapılan genel seçiminden sonra bu durum Mayıs (Haziran) 1985'e kadar devam etti. Ondan sonra gözaltı süresi olağan olarak idare edilen bölgelerde 15 güne indirildi. OHAL'de ise 30 gün olarak devam etti. O tarihlerde gözaltı dış dünya ile tüm bağlantıların koparıldığı (Latince'de incommunicado) bir süreçti. 90 gün dünyadan kopuk olan insanlara akla hayala gelmeyen işkence yöntemlere uygulamak kolaydı.

‘İŞKENCEDE ÖLDÜRÜLEN 428 KİŞİNİN İSMİ BENDE’
* Sizin bu konuda özel bir çalışmanız var mı?

- Dünyadan kopuk gözaltı süreleri 90 güne çıkarmakla darbeciler işkencenin artmasından sorumlu oldukları gibi işkence altında ölümlerin çoğalmasından da sorumlu. 12 Eylül sonrası işkence sonucu ölenlerin kesin sayısını kimse bilmiyor. Muhtemelen İHD kaynaklı 171 kişi işkence ile öldürüldü rakamı epey yaygın. Fakat ben değişik kaynaklar kullanarak çok farklı bir rakama ulaştım.

İşkence sonucu gözaltında ölüm konusunda TİHV tarafından sunulan, 15 yıllık bir dönemi kapsayan ve Mart 1996'da yayınlanan "İşkence Dosyası"nda bulunan bir listeyi temel aldım. Bu listeye göre 419 kişi gözaltında yaşamını yitirmişti. İlk işim "kayıp" olanları bu listeden çıkarmak oldu. TİHV çalışmasında bazı alt kategoriler de oluşturmuştu (örneğin tıbbi ihmal ya da açlık grevi sonucunda ölenler). Ben bunları dahil etmedim. Resmi iddiaya göre "intihar" etmiş kişiler için ölüm gözaltında gerçekleştiğinde dahil ettim, cezaevinde olduğunda dahil etmedim.

Hastalanarak ölenlerde hastalığının işkence sonucu oluşup oluşmadığına karar vermek gerekirdi. Bir de gözaltından sonra ölü bulunanlar için soru "vurularak mı öldüler" yoksa "işkence ile mi"? Dahil edilenler için işkence ile öldürülme ihtimalini gördüğüm olaylardır. 15 yılı kapsayan rapordan sonraki 5 yıl için TİHV'in yıllık raporlarını kullandım. Yukarıda izah ettiğim kıstaslara göre 75 kadar olay listeden çıkardım. Fakat özel olarak tuttuğum arşiv ve başka kaynaklardan (örneğin İHD listesi) 50 kadar "yeni" olay buldum. Bu şekilde 12 Eylül'ü takip eden 20 yıl içinde muhtemelen işkence sonucu ölen 428 kişinin ismini buldum.

‘TÜRKİYE GERİYE GİDİYOR’
* Mağdurların rehabilitasyonu ve Diyarbakır cezaevinin müze haline gelmesi için neler yapılmalı?

- Mağdurların rehabilitasyonu devletin maddi katkısı ile konuda Türkiye İnsan Hakları Vakfı gibi uzman kuruluşların denetiminde yapılabilir. Diyarbakır cezaevinin müze olması için yanılmıyorsam Ekim 2010'da dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay söz vermiş, ancak son gelişmeleri takip edemedim.

* Sizce Türkiye şimdi nereye gidiyor?

- Ben iyi bir politikacı değilim. İnsan hakları alanında 2005'ten sonra bazı konularda geriye doğru bir eğilim var. Örneğin Terörle Mücadele Yasası'nda yapılan değişiklik. 3'üncü dönem iktidarda olan AKP Genelkurmay'ın siyaset üzerinde olan etkisini büyük ölçüde azaltmış görünüyor, ancak eski derin devletin bazı unsurları deşifre olmasıyla beraber dini cemaat ve cemiyetler temelinde farklı bir arka perde yönetimi oluşma tehlikesine yönelik işaretler de mevcut.

SON SÖZ:

Kimi ‘Alamancı’, kimi mülteci, kimisi de Almanya’ya göçün 50. yılında ‘artık burası memleketim’ diyor. 1970’den bu yana 40 yılı aşkındır Almanya’daki Türkiyelilerle oturup-kalkan Helmut Oberdiek ise “Göçmenlerin Türkiye'den kopuk yaşamaları, siyasi ortamın yokluğu derin bunalımlara girmelerine yol açtı” diyor. Ona göre buradakiler, Avrupa'nın rahat yaşamında kişisel bataklıklarda kaybolup gitti. Yani 12 Eylül sabahı, dışarıda olmak içerde olmak kadar zordu.

ANF NEWS AGENCY

Derin Strateji Çöktü

Cahit Mervan


Türk başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Ocak 2009'da, Davos'ta katıldığı Dünya Ekonomi Forumu'nda, İsrail devlet başkanı Şimon Peres’e ‘posta koyup’ terk etmesi Türkiye’de, Filistin’de ve Arap dünyasında sempatiyle karşılanmıştı. Erdoğan bir kahraman gibi Davos’tan Türkiye’ye dönmüş, fotoğrafları Arap ülkelerinde bazı gösterilerde taşınmaya başlanmıştı.

Hem Filistin davasını kendi iktidarlarının sürekliği için kullanan ve hem de İsrail'e ‘kafa tutmayı’ beceremeyen rejimlerden bunalan halk, nihayet kendisi için yeni ‘kurtarıcı’ bulmuştu. Veya öyle olmasını istiyordu.

Şimon Peres’e ‘posta koyup’ Davos zirvesini terk ederek ‘müthiş bir çıkış’ yapan Erdoğan, o günlerde ‘serin olun Sultanım, bu çıkışın, birde inişi var’ diyenlere kulaklarını tıkadı. Sağduyu yerine gazı tercih etti. Arap sokağında üç-beş gösteride taşınan Türk bayrağı ve fotoğraflarına bakarak kendisini yeni kurtarıcı sandı. Yeni Osmanlıcılık hayalleri kurmaya başladı.

İSRAİL’İN DAVOS MİSİLLEMESİ


İsrail’in cevabı gecikmedi. İsrail, Akdeniz’de hem de uluslararası kara sularında, Filistin’e yardım götürdüğü iddia edilen Mavi Marmara gemisine kanlı bir operasyon düzenleyerek, 9 TC vatandaşını öldürerek bir nevi misillemede bulundu.

Hükümet katledilen vatandaşlarının hesabını soracağına, onların kanı üzerinden ‘mağduriyet edebiyatı’ yapmaya başladı. Her konuda kendisini büyük bir ustalıkla mağdur göstermeyi başaran AKP, bu işi nakite çevirmeyi de iyi beceriyordu. Nasıl olsa AKP’nin kurulduğu günden beri içte izlediği mağduriyet politikası işe yaramıştı.

Ancak söz konusu İsrail ve uluslararası ilişkiler olunca bu ‘mağduriyet edebiyatının’ çok geçmeden işe yaramayacağı anlaşıldı. Çünkü devletler arası ilişkilerde geçmiş de olduğu gibi esas olan çıkarlardı. Bugün de öyledir.

SIFIR SORUN ÇÖKTÜ


Türkiye kurulduğu günden bu yana hep iki ana eksen üzerinden işleri yoluna koymaya çalıştı. İçteki demokratikleşme taleplerini, değişimi, dönüşümü, sınır komşularıyla olan sorunları ‘iç ve dış düşman’ tehdit algılaması yaratarak bastırmaya, ertelemeye, hatta zaman içinde eritmeye çalıştı.

Ancak başarılı olamadı. Her görmediği, ret ve inkar ettiği sorun katlanarak, daha yakıcı ve daha sarsıcı şekilde kendisini hissettirmeye başladı. İşte tamda burada AKP ve kurmayları içte ve dışta yeni bir oyuna, yeni bir hileye başvurdular. Bu hilekarlığın adına da ‘açılım’ dediler.

AKP hükümeti ve onun propaganda elamanları çözüm bekleyen Kürt ve Kürdistan sorunundan, Kıbrıs meselesine, Ermeni soykırımı sorunundan, Ege kıta sahanı anlaşmazlığına, İran’ın nükleer silah edinme çabalarından, AB müzakere meselesine, ABD ile olan ilişkilerden Federal Kürdistan ilişkilerine, İsrail-Filistin krizinden, Somali’deki açlığa kadar her konuda bir reçete sunmaya kalkıştılar. Tüccar kafalı oldukları için çözüm yerine çözüm fikrini satmaya, pazarlamaya başladılar. Bunu da ‘Kürt açılımı’, ‘Ermeni açılımı’, ‘Dış politika açılımı’ gibi söylemlerle allamaya-pullamaya başladılar.

Yalan büyüktü. İlk önce kendileri bu yalana inanmaya başladı. Daha sonra halk kitlelerini ve dünyayı inandırmak istediler. Ama olmadı.

AKP’nin ağır toplarından Ahmet Davutoğlu tarafından teorisi oluşturulan ve ‘komşularla sıfır sorun’ olarak ta adlandırılan ‘stratejik derinlik’ politikasını da böyle bir anlayışla pazara sundular. Önüne, arkasına bakılmaksızın bu politika göklere çıkarıldı. Sorunlar sihirli bir değnekle çözülecek sanıldı.

Türk liberallerinin de hayli umut bağladığı bu ‘sıfır sorun’ politikası çöktü. Çöküşün ilanı ise Birleşmiş Milletler salonunda yapıldı.

ABBAS ERDOĞAN’I NEDEN DİNLEMDİ

Garip bir şekilde, açıktan Filistin’in hamisi olmaya aday Erdoğan BM kürsüsünde konuşurken salonda ne Filistin devlet başkanı Mahmud Abbas vardı, ne de hatırı sayılır diğer Arap devletlerinin liderleri. Bu elbette ki bir tesadüf değildi.

Bu resim Türkiye’ye, Türklere duyulan güvensizliğin bir başka biçimde tezahürüydü. Geçmişte Osmanlının kılıcından çok çekmiş Arapların, bugün hem ABD’nin bölgedeki çıkarları için taşeron olan, hem de yeni yayılmacı politikalar için fırsat kollayan bir Türkiye'ye güvenmeleri beklenemezdi.

Erdoğan’ın ne Somali’de açlıktan ölenler için döktüğü ‘gözyaşı’ ne Filistin davası için birden bire gösterdiği ‘duyarlılık’ ne de daha düne kadar can-ciğer olduğu zaten ömrünü doldurmuş, çökmesi kaçınılmaz olan rejimler için söyledikleri ve Arap Baharı için sarf ettiği ‘devrimci’ nutuklar işe yaramadı. Yarayamazdı.

Çünkü geçmişiyle doğru dürüst hesaplaşmamış, az veya çok faturasını ödememiş bir Türkiye’nin komşularıyla eşitlik ve karşılıklı güven üzerine bir ilişki kurması mümkün değil. Sanıldığının aksine Türkiye değil, komşuları ve Türklerle birlikte aynı coğrafyayı paylaşan halklarda derin bir güvensizlik var.

Şimdi Türkiye’de üfürülen, AKP gibi Türk Turancı damar ve kodlamalara sahip bir partinin iştahını kabartan ‘Yeni Osmanlıcılık’ ne Balkanlar’da ne Arap Dünyasında, ne de Akdeniz’de bir heyecan yaratmıyor. Kimsenin ne eskisini, nede yenisini istediği yok.

OSMANLI DEYİNCE AKLA GELEN

Kaldı ki Balkanlar’dan Kürdistan’a, Kürdistan’dan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya kadar ‘Osmanlı ve Türk’ denildiği zaman akla ‘savaş, işgal ve yıkım ’ geliyor. ‘Taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmayan’, köylerin, şehirlerin yerle bir edildiği, kılıç zoruyla insanların Türkleştirildiği, bunları kabul etmeyenlerin ise soykırıma tabi tutulduğu bir yönetim geliyor. Bütün bir coğrafyanın halklar mezarlığına dönüşmesi geliyor.

İşte şimdi komşularıyla sözüm ona işleri ‘sıfır sorunla’ halletmek isteyen Cumhuriyet Türkiye’si bu gelenek üzerinde şekillendi. Onun üzerinde oturuyor. Yeni Türkiye’de Osmanlının acı yaşattığı hiçbir halktan, etnik ve inanç grubundan özrü dilemediği gibi, kısmen Osmanlı döneminde inkar edilmeyen kimlikleri de inkar ederek yeni tekçi, Türklerin dışında ‘diğerlerinin sadece köle olma haklının’ tanındığı bir rejim kuruldu.

Ermeniler, Asuri-Süryani halkı, Rumlar, Pontoslar Anadolu ve Mezopotamya’dan kelimenin gerçek anlamıyla temizlendiler. Kürdistan tekrar tekrar işgal edildi. Hatay bir oldu bitiyle Türkiye sınırlarına dahil edildi. Kürt halkına karşı acımasız bir soykırım politikası uygulandı. Halen de bu soykırımcı, ret ve inkar politika devam ediyor. Kürdistan’ın sadece insanı değil, doğası, tarihi birikimi yok ediliyor.

Şimdi böylesine kirli ve zorba bir tarihi miras üzerinde şekillenen ve bu mirastan övünen, Kürt ve Kürdistan gibi devasa bir sorunu çözmemiş, Kürtlerle savaş içinde olan bir Türkiye ne yükselen bir yıldız, ne model ülke ne Filistin’in hamisi, ne de ‘Arap Baharı’nın destekleyicisi olabilir.

Bu palavralara elbette inanlar vardır. Türk medyasının gerçeği perdeleyerek yaratığı havaya kapılanlar Türkiye’de bir hayli var. AKP son seçimlerde bunu da bir artı olarak hanesine yazdırdı. Ancak dünya Türkiye’nin bu kibirli, posta koyan, şımarık tavrından hayli rahatsızdır.

‘İsrail ile gerekirse savaşırız’ diyecek kadar havaya giren, işin ucunu kaçıran bir Erdoğan’ın real-politik parametreler açısından devri kapanmıştır. Çünkü İsrail sadece İsrail değildir. BM tarafından Filistin’in tam üye olarak tanıması için yaptığı başvurunun kabulü, bizzat ABD başkanı Barack Obama tarafından veto edilmesi, Türk başbakanının havadan elde etmek istediği ‘Filistin zaferini’ suya düşürmüştür.

Şimdi Türkiye ‘sıfır sorundan’ çok sorunlu, yeni krizlere ve gerginlikler gebe ‘stratejik derinliği’ olan sorunlarla karşı karşıyadır. İsrail-Türkiye ilişkileri başta olmak üzere, bölgede işlerin iyiye gittiği, karşılıklı güven ve eşitlik esaslarına dayalı tek bir devlet ve ülke yoktur. Çünkü bu devlet el koyduğu Kürdistan’ın suyunu dahi komşularına karşı şantaj olarak kullanabilmektedir. Gelinen aşamada AKP’nin dış politikası da çökmüştür. Derin bir kriz içindedir.

Bu kriz yapısaldır. Sadece konjonktürel gelişmelere bağlı olarak zaman zaman dinmekte, ya da ateşlenmektedir. Eğer ülkeyi yönetenler Türkiye’nin bir model ve bölgesel bir güç olmasını istiyorlarsa yapmaları gereken birden fazla iş vardır.

YAPISAL KRİZİ AŞMANIN YOLLARI

Bir kez Osmanlıdan devraldıkları ve Cumhuriyet boyunca da sürdürdükleri işgalci, yayılmacı politikadan vazgeçmeliler. Osmanlının ve Cumhuriyetin kanlı tarihiyle yüzleşmeliler. Somali’ye gösteriş olsun diye uçak dolusu artist taşıyacaklarına halen neden Eritre’de, Somali’de, Arap ülkelerinde ‘etrak’ kelimesinin, yani ‘Türk’ kelimesinin en kötü kelime olduğunu, hakaret kabul edildiği, neden hala bir kişiye hitaben söylendiği zaman küfür anlamına geldiğini sorgulamalılar.

İkincisi Ermeni, Süryani halkı başta olmak üzere Anadolu ve Mezopotamya’da yok ettikleri halklardan özür dilemeliler. Soykırımı resmen kabul etmeliler ve bu halkların haklarını eksiksiz iade etmeliler.

Üçüncüsü Kıbrıs işgaline son vermeliler. Ada da her iki toplumun eşit ve özgür birlikteliğine giden tüm yolları açmalılar. Ege’yi, Akdeniz’in zenginliklerini komşu halklarla paylaşmayı içlerine sindirmeliler. Savaş kışkırtıcılığından vazgeçmeliler.

Dördüncüsü yeterince devletlerarası ilişkilerde sömürülen, hatta bir araç haline getirilen Filistin sorununa çözüm için samimi davranmalılar. Bunu yaparken Yahudi düşmanlığından uzak durmalılar.

Beşincisi ve belki de en önemlisi Kürtlerin kendi geleceklerini özgürce belirleme hakkına saygı duymalılar. Bağdat, Şam, Tahran başta olmak üzere Kürtleri ortadan kaldırmak ve tasfiye etmek için içine girdikleri tüm kirli ilişkilere son vermeliler. Kürde ve Kürdistan’a, onun siyasi tercihine diline, kültürüne, doğasına, taşına, toprağına saygı duymalılar. "PKK’yi ve Kürdistan Özgürlük Hareketi'ni tasfiye edeceğim" hayali kurarak Türkiye’nin enerjisini boşuna harcamamalı, gücünü, insanını, kaynaklarını peşkeş çekmemelidir. Örneğin ROJ TV’yi kapatmak için düştüğü komik durumdan kendisini kurtarmalıdır.

Bu adımları atmış bir Türkiye yükselen bir yıldız olur mu, model bir ülke olur mu? Onu bilemeyiz. Ama mutlu olacağı, barış içinde olacağı kesin.