7 Aralık 2011 Çarşamba

Eski Muhalifler İktidar Olunca…

28 Şubat’ın mağdurları artık iktidar. Eski muhalifler şimdi iktidar olunca, eski iktidarların neredeyse tüm baskıcı/sansürcü/tahrifatçı yöntemlerini medya ve siyaset dünyasında tedavüle soktular. Sonucu tahmin edebilir misiniz?

28 Şubat sürecinde egemen medyanın manipülasyonlarından şikayetçi olanlar, bugün sahibi/yöneticisi değişmiş de olsa aynı o egemen medyanın manipülasyon yöntem ve taktiklerini kullanarak rakiplerini alt etmeye çalışıyor. 28 Şubat sürecindeki gazete koleksiyonlarını karıştıralım: O dönemde kullanılan ‘Dinci’, ‘Şeriatçı’, ‘Laik düzen karşıtı’ ibarelerini, ‘Ergenekoncu’, ‘Hükümet karşıtı’ ya da ‘Din düşmanı’ sözcükleriyle değiştirelim, bir kez daha 28 Şubat tipi gazetecilik/habercilikle karşı karşıya kalırız. ‘Ergenekon Gazeteciliği’ başlığıyla iki cilt kitap yayınlamış olan Alper Görmüş’e bu konuda çok malzeme var ama…

Hukukun ve adliyenin siyasi amaçlarla kullanılması, henüz sanık avukatlarının göremediği bazı bilgi ve dosyaların, iddianameye bile girmeden yandaş medyada yayınlanması sayesinde, sanıklar, yargıç karşısına çıkmadan suçlu damgası yiyor. Oda TV ya da Ahmet Şık-Nedim Şener davasında olduğu gibi, sadece sanıkların inkâr ettiği değil, bilimsel kurumların da sonradan üretildiğini saptadığı CD’lerin içeriği ile insanların itham edildiği bir dönem yaşıyoruz.

28 Şubat sürecinin mağdurları, bugün mağduriyet dönemlerinde hedef oldukları suçlama ve suçlama yöntemleriyle, başta askeriye ve her türlü muhalif odak ve kişi olmak üzere geniş kesimleri sindirmeye, karalamaya çalışıyor. Psikolojik savaşın temel alanı olan medya üzerinden yürütülüyor bu mücadele. Anlamsız ve saçma sapan sonuçlar da doğurmuyor değil tabi… Mesela aynı davada yargılanan sanık listelerine baktığınızda, Hanefi Avcı gibi işkenceci geçmişi bilinen bir polis yetkilisi ile Devrimci Karargâh mensubu olmaktan suçlanan kişiler aynı grupta. Ya da Veli Küçük gibi koyu karanlık askerlerle bizim hakiki gazeteci dostlarımız, Ahmet’le Nedim’i kastediyorum, aynı davanın sanığı.

KCK süreci ise, Pennsylvania Mescidi’nin garabeti. Kendileri, toplumla lider arasındaki ilişkide, ikinciyi birinciden üstün tuttukları için, KCK için de aynı yaklaşımın geçerli olduğunu sanıyor. ‘Kürt bölgelerinde ne kadar Belediye Başkanı, Başkan yardımcısı, İl Başkanı, İl Başkan vekili varsa, hepsini toplarsak, Kürt meselesini bitiririz’ anlayışında oldukları için, kitlesel gözaltıları ile bölgede egemenlik kurmaya kalkışıyorlar. Hukuk, yasa hak getire… Bu odağın medya organları da, bilmeden etmeden, sapla samanı karıştırarak, KCK’nin ne kadar tehlikeli bir örgüt olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Piknikte çekilmiş fotoğrafları Kandil’deymiş gibi göstererek. Her kadın gerillayı kara çalınan kadın avukata zorla benzeterek.

Türk egemen medyası, eskiden hâki idi. Galiba son 10 yılda yeşile büründü. Eskiden Ertuğrul Özkök idi bu 28 Şubatçı medyanın simge ismi. Şimdi Ekrem Dumanlı oldu. Renkler ve isimler değişti. Gazetecilik/habercilik anlayışı değişmedi.

Kürt meselesinde, 28 Şubat medyası ne kadar savaşçı ise, bugünkü AKP medyası da o kadar savaşçı . İkisi de aynı söylemi kullanıyor.

NTVzede meslekdaşım/arkadaşım Ruşen Çakır, görevinin başında iken bir gün bana telefon etti ve ‘Senin Apoletli Medya sözünü bu yandaş medya çok kullanıyor. Buna bir çare bulsan iyi olacak’ diye haklı bir öneride bulundu. Benim www.apoletlimedya.blogspot.com adresindeki blogumda, apoletli medyanın kısa bir tanımı vardı. Oturdum Ruşen’in önerisini de göz önünde bulundurarak o tanım metnini güncelleştirdim ve ‘’Hâki ya da yeşil, emir-komuta zinciriyle faaliyet gösteren basın-yayın kuruluşu’’ diye bir cümle yazdım.

Egemen medya, bu haber tahrifatı ve haber gizleme ile, sadece belirli bir süre ve ancak belirli bir kitle nezdinde etkili olabilir. Ama bu yöntemler ilelebet geçerli ve etkili olamaz. Üstelik de hiçbir iktidar daimi ve sürdürülebilir değildir. Değil mi Hüsnü Mübarek?

* Kaynak: apoletlimedya.blogspot.com

AKP-Erdoğan Vurgunu Deniz Feneri'nde Beklenen Son


Deniz Feneri soruşturmasının Almanya ayağında, dolandırıldığı ispat edilen para 102 milyon Euro. AKP’nin müdahalesiyle serbest bırakılan sanıklardan Zekeriya Karaman’ın, 10 yıl içinde edindiği servet 1,2 milyar dolar. Bir dönemler Çiller, Kuşadası’ndaki çiftliğini hizmetçisi üzerine yaptırmıştı. Erdoğan da artık akraba oldukları Karaman ile böyle bir ilişkiye mi sahip? Buna yanıt verecek olan Erdoğan ailesidir: 15 yıl önceye kadar hiçbir mal varlığı olmayan Erdoğan ailesinin bugün dünyanın sayılı zenginleri arasına girmesi nasıl oldu?

AKP’nin, içerisinde doğrudan yer aldığı Deniz Feneri Soygun Düzeni’ne yönelik operasyon tamamlandı. Sanıklar serbest bırakıldı. Amaç AKP’yi temize çıkarmak ve elde tutulan paraları paylaşmak, Erdoğan ailesine ait olduğuna dair ciddi iddialar bulunan gizli malları kurtarmaktı.


Almanya Deniz Feneri Dava Dosyasını başından itibaren takip ediyorum. Zekeriya Karaman ve Zahid Akman, davanın en önemli sanıklarıydı ve haklarında tutuklanma karar vardı. Zekeriya Karaman ve Zahid Akman tarafından organize edilen ve resmi rakamlara göre 41 milyon gizli muhasebe kaydına göre ise 102 milyon Euro’nun zimmetlerine geçirildiği Almanya Deniz Feneri Dosyasında bütün belgeleriyle ortaya çıktı.


5 yıl gecikmeyle, kamuoyu baskısı sonucu dava açılmak zorunda kalındı. Yapılan incelemede davanın en önemli 9 sanığı hakkında tutuklama kararı çıkartıldı.


Zamanlamaya dikkat


Deniz Feneri’ne yönelik operasyon, çok bilinçli olarak Fenerbahçe’ye yönelik ‘Şike Operasyonu’ ile eş zamanlı yapıldı. Böylece dikkatler Deniz Feneri’ne değil, Şike olayına çekildi. Aynı şekilde, Deniz Feneri Sanıklarının serbest bırakılmasının zamanlaması da çok dikkat çekicidir. PKK ile Türk ordusu arasındaki çatışmada 24 askerin yaşamını yitirdiği güne denk getirilmesi çok bilinçli bir plandır. Böylece hem toplumun hem de siyasetin dikkati, asker ölümlerindeyken, Deniz Feneri sanıkları serbest bırakıldılar.

Kamuoyunun da çok yakında takip ettiği Almanya Deniz Feneri dava dosyasındaki belgelerin çok az bir kısmı Türkiye’ye getirildi ve dosyadaki sınırlı belgelere rağmen önemli bazı sanıklar tutuklandı.


İktidar gücü AKP tarafından, dava dosyasında görevli savcılar birçok kez uyarıldı ve hatta dolaylı olarak tehdit edildiler. Savcılar, devletin bütün engellemelerin rağmen soruşturmayı derinleştirmeye çalıştılar.


Erdoğan ailesinin ipliği pazara çıkacaktı

Soruşturmanın derinleştirmesi, özellikle Erdoğan ailesinin ipliğinin pazara çıkmasına yol açacaktı. Bu durumu fark eden Erdoğan’ın, vermiş olduğu talimatla savcılar görevden alındı ve haklarında soruşturma açıldı. Ayrıca kamuoyuna yansıdığı gibi Deniz Feneri Soygun Şirketine ait operasyonları geliştirme kararı olan Savcıların gizli olarak yürüttüğü soruşturma, Beşir Atalay tarafından Zekeriya KARAMAN’a dolaylı olarak aktarıldı. Önce Kırıkkale Belediye Başkanına bilgiler aktarılıyor ve o da dava dosyasının önemli sanıklarından Mustafa ÇELİK’e aktarıyor. Çelik de soygun şirketinin lideri olan KARAMAN’a aktararak sürekli önlemler alınıyordu. Özellikle savcıların dava için çok önemsediği, Deniz Feneri paralarını zimmete geçirmek için kurulan paravan şirketlerin belgelerinin yok edilmesidir. Çünkü ele geçirilecek olan belgeler, dosyanın kapsamını geliştireceği gibi işin ucu çok açık olarak Erdoğan ailesine dayanacaktı.

Türkiye’de uygulanan hukuku, dünyanın en barbar ülkesinde dahi bulmak mümkün değil. Bir bakan, soruşturmayı illegal yöntemlerle bilgi aktararak engellemeye çalışmıştı. Savcıların yürüttüğü gizli soruşturma hakkında sanıklara düzenli bilgi aktarıyor ve ilginç olan ise soruşturmayı yürüten savcılar daha sonra görevlerinden alınıyor. Zekeriya Karaman ve Zahid Akman, Deniz Feneri’nden kendi hesaplarına geçirdikleri paralarla mal-mülk aldıkları savcılar tarafından tespit ediliyor ve bundan dolayı mallarına tedbir kararı konuluyor.


Yeni görevlendirilen savcıların ilk işi söz konusu kararı kaldırmak oldu. Böylece yeni savcılar hukuksuzluk adına görevlendirilmiş oldular. Bu savcılar işlerini tamamladıktan sonra da yakın bir gelecekte ödüllendirilecekler ve başsavcı olarak daha üst bir göreve atanacaklardır.


Ayrıca hükümetin çok sayıda milletvekili ve iki bakanı, Zekeriya Karaman’ı ziyaret etmiş. Bu uygulamaların yüzde biri, bir başka ülkede olsa, hükümet hemen istifa etmişti. Ama burası Türkiye, hukuk sadece soygunculuk yapanlar için geçerli.


Bu kez “savcılar kendi işlerini” yapamadı

Özellikle Başbakan Erdoğan başka davalar gündeme geldiğinde “ben karışmam, savcılar kendi işlerini yapıyor” diyordu. Peki, Deniz Feneri davası söz konusu olunca neden doğrudan müdahale ediyor? Adalet Bakanı’nın da öncelikli olarak takip ettiği dava budur. Dikkatini bu davaya verdi, yakın dostları olan sanıkların serbest bırakılması için bütün hakim ve savcılar üzerinde baskı uyguladı. Eğer başarısız kalsaydı, Erdoğan onu koltuğunda tutmayacaktı

Birkaç yıl önce dolaylı olarak işin içine giren Bakan şimdi bu işi çok açık yaptı. Daha önce vurguladığım gibi Ergenekon davası için HSYK’ya birçok kez başvuru yapıldı. Hiçbir yanıt verilmedi. Şike operasyonunda Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, HSYK’ya başvurdu. Hala bir yanıt verilmiş değil. Öcalan ile görüşmek için yapılan sayısız başvuru var. Hiçbiri işleme dahi konulmadı. Ama iş Deniz Feneri Soygun Şirketi davası olunca devletin işleri öyle hızlı çalışıyor ki, kimse hızına yetişemiyor


Çünkü dava dosyasının merkezinde AKP ve bizzat Başbakan Erdoğan’ın kendisi var. Almanya Deniz Feneri Dosyası incelendiğinde Erdoğan ve AKP’ye ilişkin yürütülen bin soruşturma vardı. Ayrıca Türkiye’de de tutuklanmış olup bugün serbest kalan sanıkların ifadelerinde çok açık olarak belirtildiği gibi Deniz Feneri Soygun Şirketinin AKP ve Erdoğan ile çok yakın ilişkisi bulunuyor


Deniz Feneri’nin yöneticisi Zekeriya Karaman, iki yöneticisi ve organizatörlerinden biri Zahid Akman ve kendi aralarında para taşımacılığı yaptığı için ‘çantacı’ dedikleri İzzet Kurum cezaevinde birlikte kalıyorlardı. Her gün gruplar halinde AKP’nin milletvekilleri, belediye başkanları ve merkez yöneticileri ziyaret ediyor, onlarca ziyaretçi gidiyordu.


Üçlüye çok açık güvenceler verildi. Zekeriya Karaman, artık Başbakan Erdoğan’ın akrabası sayılırdı ve gizli tutulan çok büyük ortak yatırımları vardı. Bu nedenle bu üçlünün hiçbirinde ‘terk edilme duygusunun’ oluşmasına izin vermediler. Bu sanıklardan birinin konuşması, AKP hükümeti ve Erdoğan bakımından ciddi politik sonuçlar doğuracaktı. Bunların serbest bırakılmasına dair önemli faktörlerden bir tanesi budur.


Savcıları görevden aldırtan hamle mallara el konmasıydı

Yine Adalet Bakanı ile Zekeriya KARAMAN arasındaki ilişki de önemliydi. Karaman ile Adalet Bakanı Sadullah Ergin arasında nasıl bir bağ var? Özellikle Almanya Deniz Feneri davası sürecinde Karaman ile Ergin kaç kez görüştüler. Dava dosyasındaki gelişmeleri nasıl değerlendirdiler ve ne gibi önlemler aldılar. Ergin geçmişte Karaman’ın avukatlığını yaptı mı? Bu düzeyde bir ilişkileri söz konusu mu? Yanıt verilmesi gereken sorulardır.

Savcıların görevden alınması, aynı zamanda söz konusu sanıkların serbest bırakılacağının netleşmesiydi. Adalet Bakanı, savcıların görevden alınmasının gerekçesini şöyle açıklamıştı; “Savcıların iki talebi var; bir 19 kişinin mal varlıklarına, araçlarına ortaklık hisselerine el konulmasını istiyorlar. İki, bu kişilerin ortağı olduğu şirketlerin malvarlığına da el konulması isteniyor. 18 kişinin malvarlığına el konuluyor…” Peki, ne oldu? Savcılar görevden alındı, kısa bir süre sonra da, Deniz Feneri parasıyla alınmış malların üzerindeki ‘tedbir kararı’ kaldırıldı.


Sorulması gereken şudur: Bu şirketlerin tutuklu olmayan ortakları kimlerdir? Bunların ne kadarı AKP ile ilişkili? Bu şirketlerin kaç tanesinin ismi Almanya Deniz Feneri Soruşturmasında geçiyor? Bunları açıklayamazlar. Çünkü onlar da biliyor ki, sözü edilen şirketlerin tamamı şaibelidir. Ayrıca şirketler soruşturma kapsamına alınmış olunsaydı, işin ucu kendilerine dokunacaktı. Bu tehlikenin farkına varıldı ve savcılar görevlerinden alındı. Söz konusu şirketlere ait belgelerin kaçırılması da boşuna değildi.


Hesabı verilmeyen milyonlar kimin?

Daha öncede vurguladığım gibi dava dosyasında belirtilen 100 milyon Euro’dan fazla para var. Bu paralar nereye gitti? Zekeriya KARAMAN, Zahid AKMAN, Mustafa ÇELİK, Mehmet GÜRHAN, İzzet KURUM vb. tarafında kurulan birçok paravan şirkete paralar nereden aktarıldı? Ayrıca Erdoğan’ın ‘oğlum gemi değil, gemicik alacaktı’ dediği geminin Almanya Deniz Feneri parasıyla alındığına dair veriler var. Bu paradan ne kadarı AKP’ye aktarıldı ve aktarılması gereken ne kadardı? Örneğin “Çantacı” lakaplı KURUM’un hesabında olduğu söylenen milyon dolarlar kimin için ayrılmıştı?

Savcılar tarafından mal varlıklarının dondurulması kararı kaldırıldı. Erdoğan veya ailesinden birinin söz konusu mallara bir ortaklığı var mıydı? Ya da İzzet Kurum’un hesabında 75 milyon doların olduğu belirtildi ve savcılar bu paralar üzerine de tedbir kararı almışlardı. Söz konusu edilen büyük miktardaki paranın Deniz Feneri adına toplanan paralar olduğu, dosyadaki mevcut belgelerden çok açık olarak ortaya konulmuştu. Savcıların hesapları dondurma kararı almış olmaları, görevden alınmalarının en önemli gerekçelerinden biri değil mi?


Soruşturmaya müdahale edilmeseydi…

Soruşturma sürecine müdahale edilmeseydi, AKP’nin birçok yöneticisi, milletvekili, bürokratı, Erdoğan’ın oğlu, oğlunun bacanağı gibi birçok kişi soruşturma kapsamında gözaltına alınacaklardı. Savcıların görevden alınması ve sanıkların serbest bırakılması, bu sürecin tamamen engellenmesine yönelik, tam bir hukuksuzluk hamlesidir.

Bir kez daha sormak gerekiyor: İzzet KURUM’un hesabında olduğu belirtilen bu paralar nereye gönderilecekti? Kime teslim edilecekti? Nerelere aktarılacaktı? Bu paralar, normal koşullarda AKP’ye mi aktarılacaktı? Fakat harcanmadı ve bekletildi. Bu paraların paylaşımı ciddi bir hesaplaşmayı da ortaya koymuş oldu. Bu paralar üzerinde pazarlık bitti ve sanıklar serbest bırakıldı.


Karaman’ın 1,2 milyar doları sadece Karaman’ın mı?

KARAMAN’ın, 10 yıl içinde edindiği servet 1,2 milyar dolar. Özellikle Deniz Feneri Soygun şirketinin kurulmasından sonra bu düzeyde bir mal varlığına sahip oldu. Ayrıca söz konusu edilen mal varlıklarının bir kısmının Erdoğan ailesine ait olduğu iddialarına neden yanıt verilmez? Bir dönemler Çiller de Kuşadası’ndaki çiftliğini hizmetçisi üzerine yaptırmıştı. Erdoğan da artık akraba oldukları KARAMAN ile böyle bir ilişkiye mi sahip? Buna yanıt verecek olan Erdoğan ailesidir: 15 yıl önceye kadar hiçbir mal varlığı olmayan Erdoğan ailesinin bugün dünyanın sayılı zenginleri arasına girmesi nasıl oldu?

Soruşturmayı sürdüren savcılar, sanıkların mevcut mal varlıklarını Deniz Feneri Soygun Şirketinden kaçırdıkları paralarla elde ettiklerini tespit etmiş durumda. Doğal olarak operasyonun kapsamını geliştirmek istediler. Tam bu kritik noktada Başbakan ERDOĞAN devreye girdi ve doğrudan müdahale etti.


Savcıların görevden alınması bir AKP operasyonudur. Çünkü kendi hesaplarına geçirmek istedikleri 75 milyon dolara ve Zekeriya KARAMAN üzerine kayıtlı olup gerçekte Erdoğan ailesine ait olduğuna dair ciddi iddialara konu olan mal varlıklarına el konulacaktı.


Anlaşma sağlandı ve serbest kaldılar

Bir süre cezaevi denilen yavru sarayda dinlendirildiler ve evlerine gönderildiler. Büyük ölçüde paraların ve mal varlıklarının pazarlığı tamamlandı. Bu konuya ilişkin yazdığım yazıda şunu belirtmiştim: “Bu konuda gerekli anlaşma sağlanıp ve para başka insanlara devredilirse, hiç kimsenin kuşkusu olmasın, bunlar serbest kalır.” Bu anlaşma sağlandı ve hepsi serbest bırakıldılar.

Artık Erdoğan’ın adaleti, AKP’nin hukuku var. Bunlar ikisi var olduğu sürece Türkiye’de adaletten bahsedilmez. Deniz Feneri bunun çok açık ve belirgin bir örneğidir. Davaya çok açık olarak müdahale ettiler. Bu dava fiilen ölmüştür.


Daha önce belirttiğim gibi herkese laf yetiştiren Erdoğan, Deniz Feneri konusunda ‘dut yemiş bülbüle” dönüyor. Deniz Feneri Davası söz konusu olduğunda ‘vurdumduymaza’ oynuyor. Hiçbir şekilde sorulara yanıt vermiyor.


Deniz Feneri Türkiye’nin en büyük soygunlarından biridir. İşin ucu AKP, Erdoğan ve ailesine çıkıyor. Bu nedenle çok açık olarak davaya doğrudan müdahale edildi. Soygun şirketinin ilk 10’u içerisinde yer alanların tamamı serbest bırakıldı.


Bu bir AKP-Erdoğan operasyonu olduğu gibi hukuksuzluğun, adaletsizliğin en belirgin halidir.


Tüm zorluklara rağmen biz yine de Deniz Feneri Soygununu Belgelerle açıklamaya devam edeceğiz. 

Mustafa Peköz

Rantın Olağanüstü Hali: Van Depremi ve Sonrası

Depreme hazırlığın OHAL yasası olarak duyurulan “dönüşüm yasası” ile; ya güzellikle şehirlerin belirli yerlerinde cazibe alanları yaratılarak konut değiştirme teşvik edilecek, binalar belirli bir bedel karşılığında vatandaşın elinden alınacak veya imar hakkı transferi yapılarak vatandaşın sürece gönüllü katılımı sağlanacak ya da vatandaşın güzellikle ikna edilemediği ve mahkemeye gitmeyi seçtiği durumlarda ise sürecin yavaşlamaması için ilgili yasalarda değişiklik yapılacak

17 Ağustos depreminin yarattığı maddi-manevi yıkım henüz tamir edilmemişken, Van’da yaşanan deprem çürük sistemimiz yüzünden yeniden canımızı aldı. Yine sesimiz karanlık boşluklarda çaresizce yankılandı, orada kimse var mı diye! Aradan geçen 12 yıla, tek başına iktidar olma imkânını 9 yıldır kullanan bir hükümete ve bu süre zarfında tüm yurttaşlardan toplanan 44 milyon liralık deprem vergisine rağmen, yine değişen hiçbir şeyin olmadığını gördük.


Hükümet yine organize olamadı. Kızılay yine çuvalladı. Dış yardım önerileri, kaç cana mal olacağı düşünülmeden, “önce kendi gücümüzü sınamak istiyoruz” denilerek hükümet tarafından geri çevrildi. Yurttaşlar ortak acıyı dindirmek üzere bireysel yardımdan yardım kampanyalarına, konserlerden gönüllü kurtarma ve çalışmaya kadar organize olurken, hükümetin valisi belediye başkanı ile ortak çalışmayı reddetti. Bütün bunların sonucunda depremzede Vanlılar iki haftaya yakın bir süreyi çadırsız ya da yazlık çadırlarda geçirdi. Bütün bir kışı nasıl geçirecekleri de ayrı bir muamma!


Bütün bu olağanüstü hali organize olarak olağanlaştırmayı başaramayan hükümet ise, iki haftanın ardından söz konusu rant olunca anında organize oldu. Ve başbakanın ağzından yapılaşmaya ilişkin olarak yeni bir kanun tasarısı hazırlığında olduklarını ilan etti.


Erdoğan’ın kaçak yapılaşma üzerinden tüm yetkiyi Şehircilik Bakanlığı’nda toplayarak gerekirse mülk sahiplerine sormadan bu tür binaların kamulaştırmasını yaparak bunları yıkacaklarını açıklamasının ardından, bir taraftan tasarının ayrıntıları medyaya yansımaya başladı, bir taraftan da hükümetin bu hamlesini sektör açısından bir milat olarak değerlendiren müteahhitlerin kaç milyon konutun yenilenmesi gerektiğine ilişkin gözü dönmüş tahminleri havalarda uçuşmaya başladı.


Depreme hazırlığın OHAL yasası olarak duyurulan “dönüşüm yasası” ile; ya güzellikle şehirlerin belirli yerlerinde cazibe alanları yaratılarak konut değiştirme teşvik edilecek, binalar belirli bir bedel karşılığında vatandaşın elinden alınacak veya imar hakkı transferi yapılarak vatandaşın sürece gönüllü katılımı sağlanacak ya da vatandaşın güzellikle ikna edilemediği ve mahkemeye gitmeyi seçtiği durumlarda ise sürecin yavaşlamaması için ilgili yasalarda değişiklik yapılacak. Yani vatandaş mülkünü değerinin altında güzellikle devretmezse, hükümet hukuk aracılığı ile zora başvurarak liberal düşüncenin mihenk taşı olan özel mülkiyet hakkını gasp edecek. O da yetmeyecek merkezileşmeye karşı yerelleşmenin, bürokratik vesayete karşı yetki dağılımının bayraktarlığını yaparak iktidar olan hükümet yeni düzenleme ile Şehircilik Bakanlığı’nı yerel yönetimlerin tüm denetim ve izin yetkilerini tırpanlayan, süper yetkilerle donatılmış, alabildiğine merkezileşmiş bir bakanlık olarak yeni baştan yaratacak. Kısacası kentsel dönüşüm ile başlangıcı yapılan soylulaştırma adı altında şehirlerin eski yerleşim yerlerinin artan rantını yoksulların elinden alıp zenginlere ve zenginleşmesi istenen müteahhitlere transfer etme süreci, bu kez deprem bahane edilerek çıkarılacak söz konusu yasa ile tüm ülke çapına yaygınlaştırılacak.


O nedenle hükümetin bu önerisine ilk destek, ödediği 44 milyonluk deprem vergisi oy rantı uğruna hükümet tarafından hovardaca duble yollara harcanan halktan değil, bu hovardalıklar sayesinde küpünü dolduran müteahhitlerden geldi. Üstelik müteahhitler sadece plana desteklerini açıklamakla kalmadılar, tam bir müteahhitlik örneği sergileyerek hiçbir ihtiyaç, ölçüm, etüt, maliyet ve olanaklar hesabı yapmadan, planın kapsamını ve yapılması gerekenleri kendi kâr ve çıkar planları doğrultusunda bir çırpıda sıralayıverdiler. Kimine göre İstanbul’daki konutların % 50’sinin, Türkiye genelinde ise % 40-45’inin yenilenmesi gerekiyordu; kimine göre ise Türkiye’deki 18 milyonluk bina stokumuzun % 40’ı dayanıksızdı. Ama en kapsamlı plan son dönemde sektörün vitrinine oynayan Ali Ağaoğlu’ndan geldi. Ona göre de sadece kaçak yapıların değil, eski binaların da yıkılması gerekli. Bu çerçevede de % 70’i güvenli olmayan 18-19 milyon konutun asgari % 50’si yıkılıp yeniden yapılmalı.


2009 yılında “1970’li yıllarda İstanbul’un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi’nden demirleri hurdadan çektik. Deprem olursa İstanbul’a ordu bile giremez, ölen şanslıdır” itirafında bulunan Ali Ağaoğlu gibi müteahhitlerin, beklenen büyük İstanbul depreminde çadır kentlerin kurulması için ayrılan alanları Trump Towers’lara, Ağaoğlu Mycity’lere, TOKİ’lere, Kiptaş’lara, Dap Royal Center’lere, Forum AVM’lere, Zaman Gazetesi’ne peşkeş çeken büyükşehir belediye başkanlarının ve vatandaşların 1999’dan beri ödediği deprem vergilerini duble yollara harcayarak oy avcılığı yapan bir hükümetin, gerçekten depreme hazırlık olsun diye 19 milyon binanın 10 milyonunu yenilemeye yönelebileceğine inanabiliyor musunuz?


Bu koşullar dahilinde hükümetin ilk etapta 10 yılda 5 milyon konut yapılacağına ilişkin açıklamasını, rantın olağanüstü hali olarak tanımlamayıp da ne yapacağız? Zaten son yıllarda toplumca içine itildiğimiz olağanüstü hâl bu olağanüstü rantların elde edilebilmesinin zeminini döşemedi mi?


* Yrd. Doç Dr. Evren Haspolat
Ordu Üniversitesi Ünye İktisadi İdari Bilimler Fakültesi

Hukuki otoriteryanizm: Neoliberal "Demokratik" Zamanlarda İktidar


Sermaye birikim stratejilerinin ve buna uygun yeni toplumsal formasyonun inşasında engel teşkil edebilecek eski hâkim sınıfların ve yeni muhalefet biçimlerinin tasfiyesi için hukuk operasyonelleştirilmektedir




Hukuk mu?

12 Eylül Referandumu veya yargı kurumlarıyla ilgili düzenlemeler esnasında devletin ideolojik aygıtlarından olan hukuk kurumları üzerinde tartışma yürütüldüğü süreçte, kapitalist sistemdeki bilumum adalet mekanizmalarının özü itibariyle emekçi sınıfların karşısında konumlandığı görüşü Sosyalistler arasında dillendiriliyordu. Ki, bu yorumlar tarihsel-toplumsal ölçekte doğrudur: Anayasalar, yasalar, haklar uzun vadede özel mülkiyet ve sömürü ilişkilerinin dönemsel biçimlenmelerini korumak amacıyla tasarlanmış metinlerdir. Sadece birer yazılı doküman olmanın ötesinde hâkim üretim ilişkilerinin sürdürülebilirliğini sağlamak için kendi içinde belirli rıza ve zor varyantlarına da sahiptir. İlk anayasadan bugünün anayasalarına, ilk kanundan bugünün kanunlarına genel olarak hukuk, devlet aygıtlarının ve egemen sınıfların hem türeticisi, hem de sağaltıcısıdır. Ancak hukuk ve egemenler arasındaki ilişki tek satırda basit bir “yansıma ilişkisi” olarak veya basitçe namluya sürülmüş mermi gibi değerlendirilecek içeriğe sahip değildir. Yeri geldiğinde silah ters de tepebilir. Ne var ki, devlet aygıtı içinde siyasi iktidar yapılanmaları olan hükümetler, bürokratlar, teknokratlar ve çıkar ilişkileri aracılığıyla parti-devlet bütünleşmesini sağladığı oranda hukuk da asli özelliklerini yitirmeye, “hukuk-ideolojisi” formuna kavuşmaya başlar.

Hukukun bu süreçte kaybettiği asli özellikler biçimsellik ve sistematikliktir. Normal şartlar altında hukuk sistemi iç tutarlılığa sahip olduğunda sistematiktir. Kısacası, aynı vakaya aynı koşullar altında aynı tepkiyi, hükmü verir. Bu durum hukuk sisteminin iç çelişkilerini minimum seviyeye indirmesine yarar. Bu durumda hukuk sistemi toplumda kabul görür ve kitleler, hukukun istikrarının farkındalığıyla hareket eder. Kitleler açısından hukuka sunulan rızada, hukuk sisteminin tüm bileşenlerinin herkese aynı davranacağı güvenilirliği önemli bir faktördür. Althusser’in tabiriyle: “Hukuk, tüzel kişilik olarak hukuki anlamda tanımlanan ve kabul gören herkes için geçerlidir -ve herkes hukuka başvurabilir”. Kişiler (burjuva) hukuk sistemi içerisinde liberal eşitlik (soyut insan) anlayışına uygun olarak kendilerine “yasalar tarafından tanınan her hakkın haizidir.” Haiziydi!


Hukukun krizi

Unutmamız gereken ilk şey hukuk dediğimiz “mükemmel” iç tutarlılığa veya “kusursuz” biçimselliğe sahip olan bir sistemin, diğer toplumsal ilişki biçimleri gibi sınıf mücadelelerinin bir sonucu olduğudur. Burada önemli ve belirleyici olan, “etken-edilgen”, “güçlü-güçsüz” veya “emreden-buyuran” gibi karşıtlıklardan ziyade “ilişki-süreç” ikiliği içinde hukuk sisteminin işlemesidir. Nitekim bu işleyiş, yukarıda kısaca belirttiğimiz gibi parti-devlet bütünleşmesi gerçekleştiği oranda işlerliğini yitirmektedir. Hukuk tüm içsel çelişkileri ile birlikte hukuk-ideolojisi formunda devlet aygıtının bir tür rıza/zor uzvu haline bürünür. Devletlerin otoriterleşmesine paralel hukuk-ideolojisi, rızanın ve (toplumsal) korkunun, (siyasal) sindirilmişliğin ve (kitlesel) pasifizmin tedarikçisi haline gelir. Dikkat edersek, son birkaç yıldır dava ve duruşma haberlerinden başımız döndü, dönmeye de devam ediyor. Her tür kurumsal muhalefet odağına ya ilgili mevzuatlar aracılığıyla ceza kesilmesi ya da denetlemelerle baskı altına alınmaya çalışılması; muhaliflere mahkeme celpleriyle, gözaltlarıyla ve idari soruşturmalarla siyasetin alanlarından uzaklaştırılmaya çalışılması, hukuk-ideolojisinin güncel güdümlü siyasi biçimlenmesidir.

Kapitalist üretim ilişkilerinin krize girdiği dönemlerde sınıfsal güç ilişkilerinde taraflar arasında çekişme açığa çıkar. Sınıf iktidarı çatlamaya ve kaymaya başladığında ve yeni bir hâkimiyet tarzı belirdiğinde hukuk da dönüşüme uğrar. İlgili kriz dönemlerinde ortaya çıkmakta olan sınıf hâkimiyetinin yeni “düzenleme”leri belirmeye başlar. Hukuki “düzenlemeler” bu “yenilik”in hedeflerinden biri olur. Ama bazen hukuki “düzenlemeler” zorunlu olmamakla birlikte yeni sınıf hâkimiyetinin tesisinde başı çekebilir. Yeni sınıf hâkimiyeti, kendini egemen kılabilmek için eski hâkim sınıfa “hukuk” silahını çevirebilir (Ergenekon vb. davalar), yasalar üzerinden bazı sınıflara tavizler verip yeni hareket alanları açabilir (HES’lerle ilgili yasalar ve yeni iş yasaları), muhalif sesleri bastırabilmek için hukuku (KCK davaları ve sol örgütlere yönelik suçlamalar ve tutuklamalar) araçsallaştırma çabasına yönelebilir. Ancak hukuk kendine özgü olma durumunu yani özerkliğini, sistematikliğini, biçimselliğini ve iç tutarlılığını kaybettiğinde ortada kendisine itaat edilecek bir düzen kalmaz. Elbette yeni hâkim sınıf hukukun sınırlarını zorlayabilir, hukuku diğer ilişkilerden ayırt edici kılan ilkeleri çiğnemeye yönelebilir ama bu kendi hâkimiyetinin dayandığı dallardan birini kesmek olacaktır.


Masum aranıyor!

Hükümetin tüm karşıtlarını hukuk mekanizmaları yoluyla zorlaması, hukuk-ideolojisi dolayımıyla muhalefet zeminini düzlemeye çalışması başka süreçlerle tamamlanmaktadır. Bilindiği üzere gece yarısı çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnameler ile yasama atlanılarak yürütme tarafından topal demokrasiye kontratak uygulamıştır. KHK ismini verdiğimiz belirli çıkarlara hizmet eden yasal teknik, yine hukuk mekanizmaları vasıtasıyla hayata geçirilmektedir. Güncel olandan bahsedersek, 2 Kasım tarihli Resmi Gazete’deki dört KHK, yürütmenin politik manevralarının açık-kolay erişilebilir itiraz kabul etmeyen hukuk mekanizmaları aracılığıyla gerçekleştirildiğinin bir ifadesidir. Bu süreçteki kritik nokta, anaakım siyaset dâhil olmak üzere işyerlerindeki, resmi kurumlardaki, üniversitelerdeki ve sokaktaki halkın sesine tahammülsüz bir şekilde yangından mal kaçırılırcasına düzenlemelerin yürürlüğe konmasıdır. Sermaye lehine olan bu gelişmeleri besleyen en büyük operasyon, emek piyasasının disiplini ve kitlelerdeki kıpırdanmaları engellemek için farklı toplumsal sınıflardan kişi ve kurumları cezalandırmaktır. Bu klasik ceza sisteminin egemen sınıflar için artıları ve eksileri vardır. Kısa vadede artısı, ilk etapta doğrudan caydırıcılık sağlamasıdır. Uzun vadede eksisi, istem-dışı daha fazla tepkisellik doğmasıdır.

Hükümetin yeni dönemindeki “demokratikleşme” söylemlerini destekleyen başat stratejisi ve taktiği ise, devletin ideolojik aygıtlarını özellikle de hukuki araçlar yardımıyla yeni toplumsal normatif değerlerin inşasını -bunların kontrol yöntemlerini de uygulanabilir kılacak biçimde- yine toplumsallığın merkezine oturtmasıdır. Hükümet ve yörüngesindeki organik maymuncuklar, “söylemsel mücadele” formunda bir savaşa girişirler. Fredric Jameson’a ait olan bu kavramda, “mücadele”, tahlillerin özünden çok tahlillerde kullanılan terimlerin meşruiyetinin sorgulanması etrafında döner ve rakip düşünceleri itibarsızlaştırmak için bayağı ve derin zihinsel işlem gerektirmeyen cümleler revaçtadır. Siyasal söylemde itibarsızlaştırılamayan ve marjinalleştirilemeyen karşıt görüşlerse, bu sefer bir tür soyutluk kisvesi altında hukuk-ideoloji vasıtasıyla hedefe yerleştirilir. Hükümetin “demokratik” dış görünümünden ötürü doğrudan muhatap alamadığı muhalefet odaklarını başka bir kurumsallığa ve başka bir özerk-işleyişe sahip havasındaki mekanizmalara havale edilir. Bu da sıklıkla gözaltılar ve tutuklamalar şeklinde cisimleşir.


Acil demokrasi!

Ampirik düzeyde kronolojik ispatını yapalım. 1999 yılında toplam 594 işkence ve kötü muamele vakası yaşandı, 50 bin 318 kişi gözaltına alındı ve bunların 2105’i tutuklandı. Toplatılan yayın sayısı 283 ve düşünce mahkûmlarının sayısı 122’ydi. 2001 krizi sonrası neoliberal restorasyonu gerçekleştirmek üzere -kimileri tarafından Mesiyanik bir aktör olarak- sahneye çıkan AKP’nin ilk yılında 21 bin 612 kişi gözaltına alındı. 200’ü gazeteci olmak üzere 1148 kişi tutuklandı. 900 kişi işkence bildiriminde bulundu. 2002 yılı içinde 169 kitap, dergi ve afiş yasaklandı. 83 kitle örgütü, siyasi kuruluş, yayın organı polis tarafından basıldı. 108 radyo ve televizyonun yayını durduruldu. Toplam da 3220 gün kapatma cezaları verildi. Düşünce suçlusu sayısı ise 105 idi. 2006 yılına geldiğimizde çeşitli raporlara göre 5560 kişi gözaltına alındı, bunların 1545’i tutuklandı. Çarpıcı başka bir rakam, 44 kişi yargısız infaz edildi. Çeşitli miting ve gösterilerde orantısız güç nedeniyle 12 kişi öldü, 869 kişi yaralandı. “Dur ihtarı”na uymama ve silah kullanma yetkisinin ihlali nedeniyle 32 yaşamını yitirdi, 45 kişi yaralandı. 708 kişi işkence ve kötü muameleye maruz kaldığını bildirdi. 2007 yılında 7197 kişi gözaltına alındı, 1440 kişi tutuklandı. 13 internet sitesi engellendi. Düşünce ve ifade özgürlüğüne uydukları için 138 kişi hakkında soruşturma açıldı. Aynı sebepten yargılanan kişi sayısı ise 558 idi. 2009’da 1835 işkence, kötü muamele ve onur kırıcı davranış yaşandı, 7718 kişi gözaltına alındı, 1923 kişi tutuklandı. 2009, medya ve internete karşı yoğun sansürün ve yasaklamanın yaşandığı yıl oldu. Çoğunluğu Kürt orijinli 10 gazete toplam 27 kez, 7 dergi ise toplam 15 kez toplatıldı. 11 gazete bürosu, 3 televizyon kanalı ve 2 radyo binası baskına uğrarken, 2 bin 601 internet sitesi kapatıldı. İHD’nin raporuna göre 2010 yılı içerisinde 23 bin 573 ihlal yaşandı. Aynı bölgede 3 bin 706 kişi gözaltına alındı, 987 kişi tutuklandı, 741 işkence ve kötü muamele vakası tespit edildi, toplumsal olaylara 221 müdahale gerçekleşti, 222 kişi yaralandı. İHD İstanbul Şubesi’nin yıllın raporuna göre İstanbul’da 924 kişi gözaltına alındı, 99 kişi tutuklandı, 560 kişi işkence ve kötü muamele mağduru oldu. ANF, DİHA ve Özgür Gündem’in gözaltı ve tutuklama haberlerinden ulaşılan rakama göre 5 bin dolayında kişi gözaltı yapıldı. 3 Mayıs 2011 tarihli İHD açıklamasında 57 ile 67 arasında gazetecinin tutuklu olduğuna dikkat çekildi.

Son birkaç aydır süren KCK davaları, durumun vahametini daha da göstermektedir. Ekim ayı içinde BDP’den yapılan açıklamada KCK operasyonları başladığı tarihten itibaren 7748 gözaltı, 3895 tutuklama yapıldığı söylenmişti. Bu açıklama İçişleri Bakanı tarafından yalanlanmış, tutuklu sayısının 485 olduğu belirtilmişti. Gözaltı ve tutuklama dalgası sonlanmayarak kümülatif biçimde artmaya devam etti. Zarakolu ve Ersanlı’nın aralarında olduğu çoğu entelektüel KCK’nın kadroları içerisinde sayılarak tutuklanmıştı. Kasım ayı içerisinde 23 kişinin “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçunun niteliği, “mevcut delil durumu ve kuvvetli suç şüphesini gösteren olguların bulunması” gerekçesiyle tutuklanmasına karar verilmişti. Özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliği tarafından yürütülen KCK'ya yönelik operasyon kapsamında 22 Kasım’da, 47 avukatın da aralarında bulunduğu 51 kişiye gözaltı yapıldı. Farklı illerde sosyalistlerin de aralarında olduğu 80’e yakın gözaltı gerçekleştirildi.


Faili meçhul duruşmalar

Bu kadar tutuklamanın kitleler üzerinde yarattığı doğrudan ve dolaylı etkiler de bulunmaktadır. Bunlardan en önce geleni, tutuklamalar ile sürecin merkezinde yer alan tüm kişi ve kurumları topluma “düşman” olarak sunmaktır. Bu arkaik taktiğin hükümetin özgün olarak yarattığı rıza teknikleri ile kazandığı veçhe, toplumun başlı başına bir siyasi kurumun denetleme aracı haline gelmesidir. Zygmunt Bauman, Thomas Mathiesen’den alıntıyla “sinoptikon” kavramına dikkat çeker. Buna göre toplumsal kontrol artık sadece belirli kurumlarla ve yüksek teknolojik teçhizatlarla, yöntemlerle yapılmaz. Doğrudan çoğunluklar seyirci pozisyonunda “azınlıkları” ve hedef olarak önüne konulan kişi/kurumları seyretmeye, denetlemeye başlar. Seyretme süreci kişilerin sınırlarını ve değişik aidiyet bağlarını törpüler. Böylelikle, her kişi diğer kişinin jurnalliğini yapma yoluna dolaylı olarak girmiş olur. Toplumun kendisinin doğrudan bir denetleme aracı haline gelmesi, daha özelinde egemen sınıfların siyasetinin ve ideolojisinin taşıyıcısı haline gelmesidir.

Yeni sınıf hâkimiyeti, ideolojik meşruiyetini ve diğer sınıflarla ilişkilerini hukuk üzerinden tanımlamaktadır. Bu noktada “Neoliberal demokratik zamanlarda iktidarın sözü neden hukuk olmaktadır?” sorusu önem kazanmaktadır. Sermaye birikim stratejilerinin ve buna uygun yeni toplumsal formasyonun inşasında engel teşkil edebilecek eski hâkim sınıfların ve yeni muhalefet biçimlerinin tasfiyesi için hukuk operasyonelleştirilmektedir. Aynı zamanda hukuk, özel ve kamusal alanlara ulaşabilen, rıza kadar zoru da içeren, taraflı olduğu halde “tarafsız” gibi de algılanmaya müsait bir ideolojik pratiktir. Eski hâkim sınıfın piyasa ilişkilerindeki ve devlet bürokrasisi içindeki katılaşmış formlarına karşı yürütülen alan kapma savaşında yeni dönemin politikasının temel bileşeni, bu yüzden hukuktur. Tam da bu nedenle yukarıda güncel olan üzerinden ana hatlarını koymaya çalıştığımız Andreas Kalyvas’ın kavramsallaştırması olan “hukuki otoriteryanizm” açıklayıcılık taşımaktadır. Ancak daha sorulması, cevaplanması ve detaylandırılması gereken pek çok nokta bulunmaktadır.


Sonuç yerine

Pastor Nie Moeller Nazi tutuklamaları sırasında demişti ki,

Önce Yahudiler için geldiler,
Sesimi çıkarmadım, çünkü ben Yahudi değildim
Sonra komünistler için geldiler,
Sesimi çıkarmadım çünkü komünist değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, sendikacı olmadığım için yine sesimi çıkarmadım.

Sonra benim için geldiler
Benim için ses çıkaracak kimse kalmamıştı…
” 

Kansu Yıldırım & Ebubekir Aykut

Fetullah Gülen Cemaati'nin Kürt Sorunuyla İmtihanı

Kürt sorununda mesele biraz da hem bölgenin neoliberal koşullara uyumunun hangi aktörler öncülüğünde gerçekleşeceği hem de devletçi ve milliyetçi yeni bir senteze nasıl entegre olacağına dayandığından AKP ile cemaat arasında işbirliğini ve işbölümünü zorunlu kılıyor

Kürt sorununda taraflar arası mücadele yakıcı sertliği ile devam ederken, sadece ülkede değil Ortadoğu'da da giderek önemli bir egemen aktör haline gelmiş olan
Gülen cemaati de meselede açıkça yer aldığını belli etmeye başladı.

Nicel büyümenin yarattığı nitel değişim,
Gülen cemaatinin gizil ağ sisteminden açık yapıya doğru genişlemesiyle kendini belli etmiş gibi gözüküyor. Artık sivil bir örgütlülükten siyasal bir harekete geçişin en kritik eşiğini yaşıyor diyebiliriz. Sadece Türkiye'de değil, Ortadoğu'da ve dünyada ulusaşırı sivil ve siyasal hareket olarak rol almak isteyen cemaat, öncelikle Kürt meselesiyle sınanmak zorunda olduğunu herkesten çok daha iyi biliyor. Kendi içsel dinamiğinin genişlemesinin yanında, Kürt meselesine eğilmesinde ulusal ve bölgesel bağlamda çok farklı konjonktürel ve tarihsel gerekçeleri de söz konusu.

Bilindiği üzere dünya ekonomik sisteminin neoliberal paradigmasının öncü güçleri, bağımlı ülkelerin gelişmesi için "sosyal sermaye" kaynaklarının genişletilmesi gerektiğini salık veriyor. Sosyal sermayenin bizdeki özgül karşılığının enformel dayanışma ağları, dolayısıyla da cemaatvari yapılanmalar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özelleştirmelerin arttığı, esnek üretim ve taşeronlaşma sistemleri ile emeğin örgütlenme olanaklarının daraltıldığı, yerelleşme ile birlikte etnik ve diğer kimlik politikalarıyla sınıfsallığın parçalandığı ve "sosyal devlet" mekanizmasının temel işlevlerinin sosyal piyasaya, daha doğrusu enformel ilişki ağlarına terk edildiği bir süreçte inancı yorumlama şekliyle, ulusal ve uluslararası güç ilişkilerindeki patronaj pozisyonu ile
Gülen cemaatinin yükseliyor oluşu son derece anlamlı biz zemin bulmaktadır kendine. Sosyal devletin boşluğunu doldurarak büyüyen cemaat, artık sadece sosyal güvenlikte değil diğer tüm güvenlik kanallarında da "sosyal sermaye" gücü olma niyetinde. Uzun yıllar altın nesil yetiştirme gayretinde olan cemaat, artık büyüyen bu kadrolarından icraat bekliyor. Nitekim Kürt sorunundaki pratik adımlarıyla bunu görmeye başlıyoruz yavaş yavaş.

Kürt sorununda AKP-Gülen koalisyonu

Son KCK (Koma Civakên Kurdistan) operasyonunu 30 yıllık mücadelenin en önemli hamlesi olarak kamuoyuna duyurmayan hükümetin bu yöndeki kararlı tutumunu, Başbakan'ın 7 Kasım'daki Rize konuşmasında "ya bizdensinizdir ya onlardan" yorumuna ulaşılabilecek şu belirlemelerde görebilmek mümkün:

Son KCK operasyonları... Kimse bizden bunun da durmasını beklemesin. KCK operasyonlarını destekleyenlere uyarımı ben yine yapıyorum: KCK'yı iyi tanımanız lazım. İyi tanımıyorsanız ehillerinden iyi öğrenmeniz lazım. KCK'nın nereye vardığını bilmeden ve bu işin içerisinde kimlerin ne tür rol üstlendiğini bilmeden yaptığınız açıklamalar, ister medyada olsun, ister şurada, ister burada olsun; nerede olursa olsun teröre destektir, teröre hizmettir. Bu kadar açık konuşuyorum. Çünkü biz devletin içinde devlete paralel bir devlet anlayışına müsaade edemeyiz. Türkiye'de tek devlet vardır, o da Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir. İkinci bir devlet olamaz. Bu ifadelerim sebebiyle beni 'devletçi, milliyetçi' diye ifade edenler varsa, bu ifadeleri kullanmak devletçilikse, milliyetçilikse evet, devletçiyim, milliyetçiyim. Çünkü biz bu gerçekleri ortaya koymaya mecburuz.

Her ne kadar kimi yerlerde hükümetin ve de Gülen cemaatinin liberal eğilimleri söz konusu ediliyor olsa da, gerek başbakanın bu açıklamaları gerekse Gülen cemaatinin Türk milliyetçiliğine dayalı politikası, neoliberal piyasa koşulları ile uyumlu yeni bir devletçilik sentezinin inşa edilmiş olduğunu da bize gösteriyor. Zaten Kürt sorununda mesele biraz da hem bölgenin neoliberal koşullara uyumunun hangi aktörler öncülüğünde gerçekleşeceği hem de devletçi ve milliyetçi yeni bir senteze nasıl entegre olacağına dayandığından AKP ile cemaat arasında işbirliğini ve işbölümünü zorunlu kılıyor.


KCK'yi görüp cemaati görememek

Yine başbakana en yakın isimlerinden biri olan AKP'nin Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan 7 Kasım 2011 tarihli Zaman gazetesindeki röportajında şunları söylüyor:

"
Bugün bölge halkı, PKK'nın baskı ve zulmünden bıkmış, alternatif otorite kurma çabasına karşı devletin güvenlik ve otorite kurmasını istemektedir. Hükümet, terörle mücadele adına yapılması gereken neyse onu yapmaktadır. Bunun içinde sınır ötesi operasyon da vardır, Türkiye kırsalında operasyon yapmak da vardır, şehirde KCK operasyonu yapmak da vardır. Terör örgütüne laf söyleyemeyenler, hükümete 'dur' demektedirler."

Nesnel açıdan bakıldığında acaba hangisi daha fazla alternatif otorite ya da
devletsiz-devlet özelliği gösteriyor? Çapı, etnik kimliğinin etkili olduğu dar alanla sınırlı KCK mi, yoksa kamudaki kadrolarından dershanelerindeki müdürlerine, üniversitedeki kadrolarından en küçük sağlık birimindeki "altın nesline" kadar, tüm mobilizasyonun tek merkezle sağlandığı, devlet gibi atamaların yapıldığı ve tüm toplumsal kurumlarda her kesimi kendine muhtaç hale getirmeye çalışan cemaat sistemi mi?

Hangisinin daha çok "devlet gibi" olduğunu herkes kadar Yalçın Akdoğan da biliyor olmalı. Batının da teveccühünü kazanacak şekilde Ortadoğu'da bölgesel güç olma yolunda önemli bir engelin (Kürt hareketinin) etkisini azaltmayı, hatta kökünün kurutulması gerektiğini AKP hükümetinin diğer koalisyon ortağının lideri açıkça belirttiğine göre bundan şikâyetçi olmaları gayet anlaşılabilir bir şey. Nitekim bu koalisyonun önemli bir göstergesi olması açısından dikkate değer bir gelişme olarak, emniyetteki İstanbul'da Balyoz, Ergenekon ve KCK gibi soruşturmalarının başındaki isim olan İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nden sorumlu
Emniyet Müdür Yardımcısı Tufan Ergüder'in Hakkâri İl Emniyet Müdürlüğüne atanması gösterilebilir.

Bu işin sadece güvenlik boyutu. Ancak bir de sosyal yönü var ki uzun vadede belirleyici etkisi açısından son derece önemli. Bu yönüne de
Fethullah Gülen'in 24 Kasım 2011'de herkul.org sitesinde yayınlanan konuşmasından yola çıkarak bakalım.

Cemaatin çözüm planı: Kültürel hegemonya

Gülen sorunun çözümsüzlüğe sürüklenmesinde askeri gücü sorumlu tutarak mesele giriş yapmaktadır:

"
Çoklarının dediği gibi, mensup olduğumuz Birleşmiş Milletler ve NATO içinde önemli güce, kuvvete ve mekanize birliklere sahip sayılı devletlerden biriyiz. Bir espriye bağlı ifade edersek, o güç, kuvvet ve mekanize birliklerin neler yapabileceğini görmek istiyorsanız, 27 Mayıs ihtilaline bakabilirsiniz. O güç, gelip kendi milletinin başına binmiş ve 25-30 milyon insanı teslim almıştır. Daha sonra da her on senede bir binlerce insanı ezmiş, zindanlara atmış, sürgünlere yollamıştır. Şimdi, sen orada kuvvetini sonuna kadar kullanmışsın, sokağa hükmetmişsin; fakat, ayıptır bu, ârdır, otuz senedir dağdaki bir avuç şakînin hakkından gelemiyorsun."

Tabii bu noktada 12 Eylül'ün İslamileştirme politikasından ve o dönemdeki ABD'nin Yeşil kuşak projesinden en fazla cemaatin yararlandığını da belirtmemiz lazım.


Devam ediyor Gülen. Cemaatinin "aksiyon insanı" yaratma çabasının Kürt bölgesindeki yetersizliğine işaret ediyor:


"
Ümitsizliğe kapılmamalı; ama bugüne kadar ihmal edilmiş tedbirler var: Keşke, o bölgeye gönderilen muallimler, bugün dünyanın dört bir tarafına ciddi fedakârlıklarla hicret eden gönüllüler gibi, dönmemek, orada ölmek ve oraya gömülmek üzere gitselerdi. Keşke o halkın karakterini çok iyi bilen, çok ciddi bir empati mülahazasıyla onları doğru okuyan ve ona göre muamelede bulunan vaizler gönderebilseydik. Keşke her köye olmasa bile birkaç tanesine bir sağlık memuru, pratisyen hekim gönderebilseydik de okullardaki sağlık derslerini onlar verseler; hem mesleklerini icra etme yoluyla hem de okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerin içine girseler ve kendilerini ifade etselerdi. Keşke halkı öyle kucaklayabilecek adliyeden insanlar ve mülkiye memurları gönderebilseydik. Keşke evleri teker teker gezip toplumun dertlerini dinleyen ve güvenin teminatı olan emniyet memurları gönderebilseydik. Böylece başkalarının halkı idlal etmesine fırsat vermeyecek şekilde bütün sızma kanallarını kapatsaydık."

Gülen cemaati kuşkusuz bu "sızma kanalları"nı hepimizden çok daha iyi biliyor. Tam da bu noktada cemaat özelinde dinin ve de kültürün nasıl bir baskı aracı olarak kullanabildiğine dikkati çekmek için
Gramsci'nin "kültürel hegemonya" kavramını anımsamakta fayda var. Gramsci, İtalya özgülünde kapitalizmin hâkimiyetini nasıl halk üzerinde sürdürdüğüne ilişkin "hegemonya" kavramını ortaya atarak, zor, ikna ve rıza kanallarının işleyişi üzerinde durmuştur. Kültürel alanın önemli hegemonik mücadele alanı olduğunu belirtirken, Kilise örneğinde sadece egemen politik ve ekonomik alanda değil ideolojik ve kültürel alanda da bir etkiye sahip olduğunu özellikle vurgulamıştır. Kilise'nin "kültürel hegemonyası"na bizde karşılık gelenin cemaat olduğunu (tabii devletin patrimonyal tarafını ve 'şükür' toplumu özelliğini unutmadan) söylemeye artık gerek bile yok.

Ezilen geniş halk kesimine çeşitli yardımlaşma kanalları ile "sızmak" ve geleneksel kodlar üzerinden bağımlılık ve "karşılıklı minnettarlık" hisleriyle "rıza" hegemonyası yaratmak sadece Gülen cemaati için değil, İslami kesimin diğer unsurları için de geçerli bir stratejidir. Ancak cemaat bu işi sadece yardımlaşma ve dayanışma ağları üzerinden değil, bürokrasi ve ekonomik piyasa, medya gibi çok yönlü toplumsal kanallara yayıp bir "toplum modeli" ideali çerçevesinde yapmaktadır. Karşılıklı minnettarlık stratejisine dayalı rıza kazanma yolu Kürt halkı için de uygulanmaya dönüştürülmüş durumdadır.


Cemaatin Kürt illerine olan ilgisini Van depremi sonrasındaki yardımlaşma kampanyalarında da gördük. Nitekim kayda değer önemli yardımı STV,
Kimse Yok Mu Derneği aracılığıyla cemaat yaptı. Hatta Mehtap Tv aracılığıyla ABD'de bu kampanya sürdürüldü. 6 Kasım 2011 tarihli Aksiyon dergisindeki köşesinde ise Ahmet Turan Alkan kurban bayramı için şu öneriyi aktarıyordu: "Fethullah Gülen Hocaefendi, bu sene mükellef olup da gücü yetenlerin yerine iki, hatta üç kurban kesmesini, birini ailesine ve yakınlarındaki komşu ve fukaraya, ötekini güneydoğuya, sonuncusunu ise Somali'ye tahsis etmesini tavsiye etti."

Gülen, aynı konuşmasında Kürt meselesiyle ilgili şöyle devam ediyor:


"
Her köşesi, rengi, deseni, çeşidi ve şivesiyle ülkemizi ve insanımızı seven herkesin çok dikkatli ve temkinli olması, kışkırtmalara gelmemesi ve hele ‘mukabele-i bilmisil’ kaide-i zalimânesine girmemesi lazımdır. Bağırıp çağırmalarla, ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez’ sloganlarıyla problem çözülmez. O fitne ve fesadın önüne geçilmesini isteyenler, tenkit ve tekliflerini başkalarına yol göstermek üzere, yetkililere verecekleri sağlam metinler halindeki raporlarla ve bildirilerle masumca ifade edebilirler. Meselenin üzerine bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil, akıl, firaset ve şefkatle gidilmelidir. Az önce işaret ettiğim ‘hakkı, kötek olanlar’ istisna edilirse, o toplumun yüzde doksan beşi şefkatle ve re’fetle kucaklanmalı, onlara karşı mülayemetle hareket edilmelidir."

Ancak sorunun giderek kangrenleşme tehlikesine karşı BM'nin müdahale edebileceğine de vurgu yapması ilginçlik taşıyor:


"
Dünden bugüne şer güçler, bir tarafta bazılarını tahrik edip sokaklara salarken beri tarafta da onlara karşı çıkarılabilecek başkalarını kışkırtmış, diğerlerine saldırtmış ve insanları karşı karşıya getirip vuruşturmuş; böylece kendi menfaatlerini elde etmeye çalışmışlardır. Nitekim, 27 Mayıs öncesinden başlayıp 80 darbesi ve hatta sonrasına kadar devam eden benzer provokasyonlarda aynı eller, insanları sağ sol gibi sınıflarla ikiye bölmüş, onların damarlarına basmış ve vatan evladını birbirine kırdırtmış; sonra da akan kanın üzerine kendi saltanatlarını kurmaya çalışmışlardır. İçinde bulunduğumuz şartlarda da aynı senaryoların sahneye konması, bir Kürt-Türk çatışması çıkarılması ve hatta sonunda meselenin Birleşmiş Milletler’in hakemliğine kadar vardırılması muhtemeldir."

Bu analiz, 12 Eylül öncesindeki provokasyonlar sonucunda derinleşen çatışma ortamının darbeyi toplumda bir zorunluluk haline getirip meşrulaştıran psikolojik mekanizmasını akla getirmiyor değil. O halde soralım acaba cemaat Birleşmiş Milletlerin rolüne mi soyunmak istiyor? Daha açık bir ifade ile ölümü gösterip sıtmaya razı etmeyi mi planlıyor?


Bütün bunların cevabını ülkede, bölgede ve dünyadaki güç ilişkilerinin belirleyeceğini söyleyebiliriz. Cemaatin giderek siyasal alanda kendini hissettirip açık bir pozisyona dönüştürmesi ve KCK'nin de son 20 yıldaki büyük şehirlere yaşanan göçlerle birlikte sadece batı illerinde değil Avrupa ve Ortadoğu'da da toplumsal kanalları kontrol etmeye çalışması ve bunu askeri gücü ile bütünleştirmeye yönelmesi, uzun soluklu bir mücadelenin habercisi gibi görünüyor. İran'a askeri müdahalenin tartışıldığı, Suriye'de Arap Baharı sonrasında meydana gelen çalkantıların girerek Kürt meselesini de içine almaya başladığı ve Doğu Akdeniz'deki enerji savaşına doğru evrilen güç ilişkileri sarmalındaki bir süreçte hem cemaatin hem KCK çerçevesinde Kürt Hareketinin, her zamankinden daha fazla mücadele içerisinde olacaklarını belirtmek yanlış olmayacaktır.


* Arş. Gör. Ercan GEÇGİN
Ankara Üniversitesi, Sosyoloji

Zorbalığın Son Biçimi 'KCK Operasyonları' ve AKP

9 Kasım 1926 tarihinde faşist Mussolini, ünlü İtalyan düşünür siyasetçi Antonio Gramsci’yi milletvekili dokunulmazlığına rağmen tutuklatır. Yargılanmasında Antonio Gramsci’nin savcısı o meşhur sözü söyler “Bu beynin çalışmasını yirmi yıl durdurmalıyız.” Söylenildiği gibi Gramsci 5 yılı ıssız bir adada olmak üzere toplam 20 yıl hapse mahkûm olur. Çok kötü hücre ve hapishane koşullarında sağlığı bozulan Gramsci 1934 yılında şartlı olarak bırakılır ama kısa sürede, 46 yaşında ölür. Gramsci’yi fiziki olarak yok eden faşist Mussolini onu beyin olarak da yok ettiğini zanneder. Hâlbuki Gramsci’nin hapishanede kaleme aldığı “notlar” ölümünden 70 yıl sonra halen günümüzde okuyanlara ışık tutuyorsa, o beyin durmamış ve yok edilmemiştir. Mussolini de seçimlerle iktidara geliyor, ilk işi seçim yasasını değiştiriyor, 1924 yılında tekrar seçime gidiyor. Partisi ancak yüzde 30 dolayında oy toplayabildiği halde, yeni seçim yasası sayesinde, milletvekillerinin üçte ikisinden fazlasını kazanıyor. O çoğunluğun kararıyla, 1925 yılında tüm partileri kapatarak yasama yetkisini kendi eline alıyor.

Konu Mussolini’den açılmışken kısa bir hafıza tazelemek, faşizmden bahsetmek isterim. Çünkü faşizmin varlığını, kaynağını, koşullarını anlamadan faşizmle savaşılmaz. Türkiye gibi dışa bağımlı, yeni sömürge ülkelerde faşizm öyle zaman zaman ortaya çıkan değil; sürekli var olan bir olgudur. Durum ve şartlara göre kuzu veya kurt postuna bürünür ama burjuvazi açısından vazgeçilmez bir silahtır. Burjuva devletin devamı sadece baskı rejimiyle mümkündür. Emekçi sınıfın hak hukuk, özgürlük insanca yaşam talepleri her zaman egemen sınıf tarafından faşizan yöntemlerle bastırılır. Yani faşizm sınıfsal bir olgudur, ezen ve ezilen sınıfların olduğu her toplumda faşizm sürekli vardır. Faşizmde insan değeri, sevgi vicdan yoktur. Dünya Savaşlarında olduğu gibi gözünü kırpmadan yüz milyona yakın insanı ölüme göndermiştir. Aradan geçen yıllar ne çehresini ne de içeriğini değiştirmiş, günümüzde 4 milyon nüfuslu Bosna’da sınırların değişimi 300 bin insanın yaşamına, Irak’ta ABD’nin petrol aşkı bir milyon insanın hayatına mal olmuştur.


Bu kadar giriş ve tanımlamanın ardından yüzümüzü ülkemize elimizdeki ampulü de AKP’nin üstüne tutalım ve AKP’nin gerçek yüzünü görelim. İstesek de istemesek de AKP son seçimlerde aldığı oy oranı, yasama, yürütme ve yargı dâhil, devletin üst bürokrasisinden orduya, emniyetinden, üniversitelerine kadar her alanda amaçladığı değişimi gerçekleştirdi. Yani şimdiye kadar hükümet olup da iktidar olamayanların tersine AKP bugün hem hükümet hem devlet oldu. Davul da tokmak da elinde. Bu kadar gücü elinde toplayan bir hükümet, ileri demokrasi, açılım, özgürlük gibi kelimeleri en çok kullanarak geldiği iktidarda adeta bir infaz ekibi gibi çalışmaya başladı.


AKP ekip olarak ve gücün verdiği cesaretle ilk iş olarak bir ben kaynaklı sert üslup yaratırken kendilerine yönelik her türlü haklı eleştiriye büyük bir hazımsızlık göstermeye başladılar. İçerde dışarda, mecliste sokakta her türlü hak arayışını, düşünce beyanını, muhalif sesleri diktatöryal yöntemlerle bastırmaya başladılar. Bu cüret tehlikeli boyutlara ulaştı. Bırakın kırık dökük demokrasileri faşist cuntalarda bile dile getirilen insani talepler, AKP iktidarı ile konuşulmaz bir hale geldi. Sokakta dayağa alışmıştık, kitap yazanın düşüncesini söyleyenin bölücü, provokatör veya örgüt üyesi olduğunu öğrenmiştik. Şimdi dayak meclise sıçrarken, “provokatör” unvanı da ekmek isteyen, çadır isteyen, karda kışta durumundan hoşnut olmayan depremzedeye yakıştırıldı.


Kapitalist sömürüyü gizlemek, sınıf çelişkilerinin üstünü örtmek için cemaat eksenli bir yapılaşmaya önem verildi. Eğitimde şükür kültürü pompalanırken, din tarikat ulvi değerler öne sürülerek bu dünyayı değil öte dünyayı düşünen, öte dünyanın sorunlarını çözmeye çalışan bir gençlik, bir toplum yaratılmaya başlandı. Nasıl bir hipodromda koşan atlara koşu esnasında gözlerini iki yandan kapatarak sadece önünü görmesini için
“at gözlüğü” takılırsa, AKP bugün Türkiye’nin gözüne at gözlüğü takmaya çalışıyor. Yazan, çizen, düşünen, eleştiren itiraz eden etrafını gören bir toplum değil, doğadaki bütün renkleri “haki” olarak gören bir cemaat istiyor.

Bunun için de ferman yazıyor. İsterseniz bu konuda Gramsci’nin teorisine başvuralım.
“Egemen sınıflar her zaman ve durmaksızın zor kullanarak egemenliklerini sürdürmeyip bunun yanında ve ağırlıklı olarak sivil toplum üzerinde elde ettikleri entelektüel ve moral yönetimle egemenliklerini sürdürmektedirler” der. AKP ve Başbakanı, sivil toplum örgütlerini, cemaatleri, gazetecileri, yazarları, sanatçıları toplantıya çağırıyor. Nasıl düşünmeleri, neleri yazmaları gerektiğini, nelerin sakıncalı olduğunu dikte ediyor. Uymayanları boy hedefi gösteriyor, bedelleri açıklıyor. Ertesi günü polis insan avına çıkıyor, işaret edilenler toplanıyor. Darbe dönemi ve bugünün farkı, darbe döneminde kurban listeleri infaz ediliyordu. Bugün bu listeler öldürülmüyor sürünmeye bırakılıyor.

Yeni hukuk ve yargı sistemiyle “Terörle Mücadele” adı altında insanlar sorgusuz sualsiz toplanıyor. Bunun için bir suç işlemeniz veya saldırıda bulunmanız gerekmiyor. Bu iş her an evde, okulda, işte veya üniversite kürsüsünde sizi bulabilir. Düşünüyor olmanız tehdit potansiyel olmanız için yeterlidir. Neden nasıl diye sormayın çünkü AKP’nin yeni sistemi tepeden tırnağa böyle donanmıştır. Telefon dinlemeleri, gizli tanıklar, aslı astarı olmayan suçlamalar bu iş için yeter de artar bile. Hiç haberiniz olmadan adını bile ilk defa duyduğunuz bir örgüt üyesi olabilirsiniz. Hadi bakalım ispat et, olmayan bir örgütün üyesi olmadığını…


Açılım muamması, Hopa’da yaşananlar, KCK operasyonu adı altında yapılan baskın, gözaltı ve tutuklama dalgası, Hopa sonrası Ankara tutuklamaları, halen içerde olup da suçunu bilmeyen yazarların durumu AKP’nin içini okumak için somut örneklerdir. Açılım dediler, ortaya bir şey koymazken ağızlarındaki baklayı düşürdüler. Açılımın hedefi bütün Kürtlerin kayıtsız şartsız gelip teslim olmaları idi. Onlar teslim olmayınca AKP ileri demokrasi adına sorgusuz sualsiz toplamaya başladı.


Dahası var, Marx şöyle diyor:
“Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi aynı anda olur.” Aynen öyle oluyor. AKP halkına kömür dağıttı, iftar sofraları açtı, aynı bağın gülleriyiz türküsünü söyledi, şükretmesini öğretti. Halkın düşünmesine müsaade etmedi, halkı aptallaştırdı, en önemlisi halkın elini eteğini bu dünyadan çekip öteki dünyaya güdüledi. Bu dünyanın nimetleri de kendilerine kaldı. İktidar olduğu süre boyunca toplumsal bencillik, toplumsal çürüme ve köşe dönmecilik yeşerdi. Popüler ve yoz kültür moda haline gelirken kişisel kurtuluş her türlü değerin önüne geçti.

Tarihe asrın soygunu olarak geçen Deniz Feneri hırsızlığı aydınlatılmadı. Aydınlatılamazdı, çünkü başta Başbakan ve AKP’nin birçok milletvekili, bürokratı çok iyi biliyorlar ki, Deniz Feneri Davası hakkıyla soruşturulursa Türk Siyaset Tarihinde büyük bir deprem olacak, kimse koltuğunda kalamayacaktı. Aydınlatılamaz, hırsızlık paralarının nerelere akıtıldığı gün ışığı gibi ortada ve Alman makamlarınca açıklanmıştı. Bu dava aydınlatılmadığı gibi tutuklular askeri harekât ve deprem kargaşasında serbest bırakıldı. Çünkü uzun tutukluluk süresinde çıkabilecek çatlak sesler hepsini fazlasıyla korkuttu. Bu vesileyle bütün Türkiye AKP’nin adaletini ve yargısını daha net görmüş oldu. Parasız eğitim isteyen öğrencileri 19 ay hapis yatıran, kitabı yayımlanmamış yazarı tutan, seçilmiş milletvekillerinin 2 yıldır iddianamesini bitiremeyen yargı, 6 bin sayfalık delilleri olan hırsızlık davasını 4 ay içinde inceledi.


Mussolini’nin nasıl öldürüldüğünü Roma meydanında ayaklarından iple asılarak halk önünde nasıl teşhir edildiğini dünya biliyor. Çok uzağa gitmeyelim, halen hayatta olan darbecilerimiz, darbeleri birebir yaşayan halkımız var. Cuntanın paşası yüzde 92 oyla Cumhurbaşkanı oldu ve bugün düştüğü durumu kendi gözleri ile görüyor. Ne diyelim, Gün Gelir Devran Dönermiş AKP ve yargısının da halka bir hesap vereceği günler mutlaka gelecektir.

Mustafa Tokdede

Küresel Güçlerin Ortadoğu Stratejisinde Suriye Denklemi



Ortadoğu denkleminde oluşan yeni dengelerin merkezinde Suriye ve İran olduğu günlük gazetelerin başlıklarına bakan herkesin anlayacağı bir durum. Küresel dünya kapitalist sisteminin stratejisi aşamalı olarak uygulanıyor. Pentagon’un askeri stratejistlerinden biri olan Tomas Barnett, “Ortadoğu’nun enerji kaynaklı merkez bölgesi küresel sisteme dâhil edilmeden, küresel zaferin mümkün olmadığını” belirtmişti. Bu bölgedeki rejimlerin de “tek bir stratejiye bağlı olarak değiştirilmesinin mümkün olmadığını” ve bunun için çok kapsamlı politikaların geliştirilmesinin “kaçınılmaz” olduğunu sık sık vurgular.

Küresel kapitalist sistem bakımından son derece önemli olan ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ kesintisizce uygulanıyor. İsim değişiklikleri olsa da belirlenen plan devam ediyor. Bölgenin kendi iç politik dengelerine bağlı olarak oluşturulan ‘yeni’ stratejide, hedeflenen ülkelerdeki değişikliklerin çevre ülkeler veya bloklar aracılığıyla yürütülmesi benimsenmiş görünüyor. Barnett’in ‘çevresel kuşatma’ dediği ‘iki yönlü’ yöntem Libya’da uygulandı. Bir yandan küresel kapitalist sistemin barbar askeri gücü NATO ile saldırılar yapıldı, diğer yandan çevre ülkelerle kuşatılması sağlandı. Böylece içte örgütlenen savaşla bu süreç bir bakıma tamamlandı.


Suriye üzerinde uygulanan politika bu tarzı da aşabilecek bir şekilde çok farklı bir biçimde geliştiriliyor. Küresel güçlerin Ortadoğu denkleminde Suriye stratejik öneme sahip. Bu halkanın kırılması veya tasfiye edilmesi, sadece bölge bakımından değil, uluslararası ilişkiler açısından da önemli bir rol oynayacaktır.


Ortadoğu’nun denge ülkesi Suriye

Suriye, 1965’ten beri Ortadoğu’nun denge ülkesidir. Özellikle İsrail ile olan ilişkilerde kilit ülke konumundaydı. Hafız Esad, İsrail ile olan ilişkileri hem Suriye’nin ulusal meselesi olarak kullandı, hem de diğer Arap ülkelerine karşı bir baskı unsuru olarak değerlerdi. Petrol zengini ülkeler, yıllarca, zorunlu olarak Suriye’yi ekonomik olarak finanse ettiler. Bugünkü bölgesel ilişkilerin geldiği politik evre bakımından bir kısım ilişkilerin değişmesi artık kaçınılmaz görünüyor.

Bu bakımdan Suriye’ye yönelik izlenecek politika, Libya politikası ile kıyaslanamayacak düzeyde ciddidir. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un, Libya’daki gibi Suriye’ye de bir BM kararıyla ABD ya da NATO ittifakı içerisinde bir askeri müdahale yapılması yönünde “bir niyet bulunmadığını”, “Libya ile Suriye’nin durumunun birbirinden farklı olduğunu” belirtmesi ve “bu süreç, Arap Birliği ve Türkiye’nin öncülüğüyle yürütülmeli” biçimindeki değerlendirmesi ABD ve AB’nin Suriye politikası konusunda bize somut bir fikir vermektedir. Suriye’de rejimin değiştirilmesi için Arap dünyası görevlendirilmiş bulunuyor.


Ayrıca dikkate alınması gereken bir başka nokta da, Suriye’nin, uluslararası güçler arası ilişkiler bakımından da önemli bir rol oynadığıdır. Bölgesel güç dengelerinde Rusya ve Çin ikna edilmediği sürece, uluslararası bir müdahale gündeme gelemez. Öyle ki Suriye üzerinde uluslararası diplomatik-politik-ekonomik baskının sonuç vermesi için de veto yetkisine sahip iki ülkenin dahi ikna edilmesi gerekir.


Suriye’ye askeri müdahalenin zorlukları

Suriye politikası Ortadoğu rekabetinin en somut halkasını oluşturuyor. Örneğin Rusya’nın deniz filosunun Akdeniz’e geçip Suriye limanlarına demir atması, küresel güçlerin bölgesel politikaları konusunda bize bir fikir vermektedir. Bu bakımdan ABD ve AB’nin, NATO askeri gücünü Suriye’ye karşı kullanması son derece zordur. Rusya’nın Suriye kıyılarındaki deniz gücü dikkate alınmaksızın NATO’nun bir adım atması söz konusu olamaz.

Bu bakımdan özellikle ABD, Fransa ve İngiltere’nin, Suriye’ye doğrudan müdahale etmek istemedikleri anlaşılıyor. Bunun başka birçok nedeni daha bulunuyor. Söz konusu ülkeler çok ciddi bir finans kriziyle karşı karşıya bulunuyorlar. ABD’nin yaklaşık olarak 14 trilyon dolar, Fransa’nın 2,5 trilyon dolar ve İngiltere’nin ise 2,7 trilyon dolar borcu buluyor. Bu ülkelerin mevcut borçlanın Gayri Safi Milli Hâsılalarını (GSMH) aşmış olması, küresel sistem için önemli bir risk oluşturmaktadır. Böylesi bir dönemde Çin’in Ortadoğu politikası önem kazanıyor. ABD ve AB’nin kendi finans krizlerini aşmak için Çin’e büyük bir ihtiyaçları var. Çin elinde bulundurduğu 5 trilyon doları bir bakıma bu ülkelerin krizden çıkması için kullanmaktadır. Bu bakımdan Çin’in Suriye politikasını görmezlikten gelmek pek mümkün değil.


Bir başka önemli nokta da şu ki; küresel güçlerin, özellikle İslam dünyasında gelişen toplumsal hareketleri, ideolojik-politik aygıtları kanalıyla kendi lehlerine çevrilmek için çok ciddi bir çaba içerisinde olduklarını görüyoruz. Bu konuda önemli bir başarı elde ettikleri de söylenebilir. Bu süreç, Arap dünyasında, ABD’nin yeniden prestij kazanmasının önemli bir halkası olarak değerlendirildi. Suriye’ye askeri müdahale yani askeri işgal bunu yeniden tersine çevirebilir. Suriye’nin bölgenin politik denkleminde kritik bir yerde olması nedeniyle doğrudan işgali göze almaları en azından şimdiki koşularda zor görünüyor.


Görev Arap Birliği’nde

Bu nedenle Suriye’yi bölgesel ülkelerle kuşatma politikası temel bir perspektif olarak benimsenmiş görünüyor. Bunu birkaç noktada somutlaştırmak mümkün. 

Birincisi, Suriye’nin Arap dünyası tarafından yalnızlaştırılmasıdır. Bu görev de Arap Birliği’ne verilmiş. Arap Birliği’nin, Suriye’ye bir kısım kararlar veya yaptırımlar dayatması ve buna paralel olarak diplomatik ilişkilerin kesilmesi sürecine girilmesi, ABD-İngiltere’nin belirlediği bir politikadır. Böylelikle yıllarca Esad-Baas rejimine destek vermiş olan Arap devletleri, bu kez rejimin değiştirilmesi için politik baskı oluşturmaya başladılar.

İkinci bir nokta ise Suriye’ye ekonomik yaptırımlar uygulanarak, halen rejimi içte destekleyen özellikle orta sınıfın kopuşunu sağlamaktır. Özellikle Halep ve Şam’da önemli bir güç olan orta sınıf / burjuvazinin Esad rejimine verdiği desteğin devam etmesi, sistem bakımından önemli bir avantaj olarak görülüyor.


Üçüncüsü, başta Suriye’ye komşu olan ülkelerin Suriye’nin askeri-politik ve ekonomik kuşatmanın ana unsuru olarak rol üstlenmeleridir. Türkiye bu sürecin başrol oyunculuğuna soyunurken, Suudi Arabistan gibi bölge ülkelerinin de Suriye rejiminin değişmesinde aktif görevler üstlendikleri anlaşılıyor.


Suriye ordusunu parçalamak

Dördüncü belki de en önemli nokta, Suriye’de iç politik dengeleri bakımından çok önemli bir role sahip olan Suriye ordusunun içten parçalanmasını ve Sünni kökenli güçlerin Esad rejimine karşı ayaklanmasını sağlamaktır. Böylelikle iç savaş sürecinin yoğunlaştırılarak dengelerin değiştirilmesi hesaplanmaktadır. Suriye ordusunun da, bugüne kadar bütünlüklü yapısını esasta koruduğu anlaşılıyor. Bu denge değiştirilmeden gerekli başarıların sağlanmasının mümkün olmayacağı da biliniyor. Bu nedenle askeri ilişkilerdeki dengenin bozulmasına yönelik ciddi yönelimler içerisine girildiğine dair somut veriler bulunuyor. Suriye ordusu içinde mezhepsel çatışmalar oluşturmak ve istikrarsızlığı derinleştirmek için ‘Özgür Suriye Ordusu’ adı altında, Sünni kökenli bir silahlı gücün oluşturulmasına başlandı. Örneğin hava kuvvetleri istihbarat merkezine düzenlenen saldırının bu güçler tarafından yapılması önümüzdeki sürece ilişkin önemli bir veri sunuyor.

Savaş naraları atan Türkiye, başrole soyunmuş bulunuyor. Ancak Türkiye’nin izlediği dönemsel Suriye politikası son derece dikkat çekici olup esasen ABD-İngiltere politikasıdır. Türkiye’nin kendisine has bölgesel politikası olmadığı, küresel sermayenin ihtiyaçlarına göre politikalarını belirlediğine dair çok önemli veriler bulunuyor. Son birkaç yılda Suriye’ye yönelik birbirine tamamen zıt politikalar izlemiş olması bunu somut bir örneğidir.


Nerden nereye

Dün vizelerin kaldırıldığı, ortak bakanlar kurulu toplantılarının yapıldığı Türkiye-Suriye ilişkileri, bugün yüzde yüz tersine döndü. ABD’nin bölgesel jandarmalığına soyunan Türkiye, Suriye’ye yönelik çok kapsamlı politikalar uygulamaya koyuyor. Örneğin ‘Özgür Suriye Ordusu’ liderliğini yaptığını iddia eden Albay Riyad El-Asaad’ın, askeri güçlerinin Türkiye tarafından eğitildiğini belirtmesi, Suriye muhaliflerinin İstanbul’da toplanması ile verilen açık politik destek ve bunu örgütlü bir güce dönüştürmek için Türkiye’nin aktif rol alması, enerji gibi stratejik ilişkileri askıya alma girişimi, söz konusu politik yönelim konusunda bir fikir vermektedir.

ABD, eğer Suriye’ye bir askeri harekât zorunlu hale gelirse, Arap Birliği kararıyla Türkiye’nin askeri gücünün kullanılması hesaplanmaktadır. Türkiye de bu olasılığı göz önünde tutarak işgale yönelik hazırlıklar yapıyor. Suriye’nin iç politikasına doğrudan müdahale ederek iç çelişkilerin derinleştirilmesi, hatta tampon bölge hazırlıklarına başlanılması, politik ve askeri krizin boyutlarını ortaya koymaktadır.


Türkiye’nin Suriye politikasının birkaç önemli arka planı bulunuyor. Suriye’de oluşan iç dengeler Kürt sorunu bakımından önemlidir. Kürtler bir biçimiyle otonom bir statüye kavuşacaklardır. Türkiye’nin askeri müdahalede aktif görev almasının en önemli nedeni Kürtlerin özgürleşmesine yol açacak bir toplumsal gelişmeyi engellemektir. Hatta tartışılan ‘tampon bölge’ askeri projesinin arka planında Kürtlerin olası bir ‘otonom’ yapılarını engelleme amacı yatmaktadır.


AKP-İsrail stratejik ittifakı sürüyor

Ayrıca Cemaatin devleti ve AKP iktidarı, Suriye ve İran politikasıyla aslında İsrail’in bölgesel korumacılığını yapmaktadırlar. Bu iki ülkenin devre dışı kalması, Lübnan Hizbullah’ının etkisizleştirilmesi anlamına geleceği biliniyor. Türkiye bu görevi çok net bir şekilde üstlenmiş olduğu gibi İsrail’in stratejik çıkarlarına hizmet eden en büyük unsurlardan biridir. Bu bakımdan AKP iktidarı ile İsrail arasındaki stratejik çıkar devam ediyor. ABD gibi İsrail de genel çıkarları bakımından, Suriye’de Kürtlerin en azında otonom bir yapıya kavuşmalarını istemeyeceklerdir. Pazarlıklar yapılırken, bütün bu faktörler masaya konularak anlaşmaların yapıldığı asla unutulmamalıdır.

Türkiye bölgesel bir güç olma isteğini sürekli dillendirmektedir. Bunu tek başına yapma şansı bulunmuyor. Ayrıca Arap dünyasında da pek sevilmediği bilinir. Bölgesel bir güç olmanın yolu ABD’nin stratejik çıkarlarını korumaktan geçtiğinin de farkında. Özellikle ‘Ilımlı İslam’ ekseninde model ülke olarak seçilen Türkiye’de rejimsel değişiklik, Arap dünyasına empoze ediliyor. Böylelikle hem Ortadoğu coğrafyasının küresel sisteme dâhil edilmesi sağlanacak hem de Türkiye’nin etki gücü arttırılacak. Eğer Esad rejimi devrilirse, Türkiye’ye uygulanan modelin Suriye’ye de uygulanması sağlanacak.


ABD’nin bölgesel stratejileri çok yönlü olup, ülkelerin özgün durumlarına göre taktik politikaları devreye sokmaktadır. Suriye’ye yönelik belirlenen politikaların uygulanması için Arap Birliği ve Türkiye kullanılmaktadır.


Esad kolay teslim olmayacak

Ancak Suriye rejimi tarafından olaya bakıldığında, gelişmenin çok boyutlu olacağını görmemiz mümkün. Uluslararası dengeleri de hesaplayan Esad, öyle kolay teslim olmayacağını sık sık vurguluyor. Esad, Sunday Times gazetesinde yer alan demecinde, "Suriye'yi kontrol altına almak için baskı devam edecek, ancak Suriye buna boyun eğmeyecek" açıklamasında bulundu. Ayrıca Suriye ülkesine yönelik olası bir müdahalede savaşarak ölmeyi göze alıp almadığı sorusuna, "Kesinlikle, bunu söylemeye bile gerek yok" yanıtı, Suriye’nin sanıldığı gibi kolay lokma olmayacağını gösteriyor. Suriye, mevcut politik istikrarsızlığı aşarsa, özellikle Türkiye ile olan ilişkiler çok farklı boyutlarda gelişeceği kesin.

Bilinmesi gereken bir başka önemli nokta, kapitalist küresel politikaların başarılı olup olmaması, bölge halklarının duruşuna bağlıdır. Halkların ortak mücadelesi geliştiğinde, Arap dünyasındaki anti-kapitalist potansiyel örgütlü bir mücadeleye dönüştürülürse, kapitalistlerin değil, ezilenlerin politikaları zafer kazanacaktır.

Mustafa Peköz

Gokyuzu9@aol.com

Erdoğan'ın Oğlu Kimi Öldürdü, Nasıl Aklandı? (VİDEO - Haber)


Yarım Saat Kuran, Gün Boyu Fetullah Gülen!

İzmir Emniyet Müdürlüğü'ndeki sivil polislerin Ege Üniversitesi'nde okuyan yoksul öğrencilerin cemaate katılmaları için çalışma yaptığını söyleyen Ş.A....

İzmir Emniyet Müdürlüğü'ndeki sivil polislerin Ege Üniversitesi'nde okuyan yoksul öğrencilerin cemaate katılmaları için çalışma yaptığını söyleyen Ş.A, anlattıkları şöyle: ‘’Gülen dershanelerinde okuyan öğrencilerin hangi üniversiteye yerleştiği bilgisi dershane tarafından o ildeki yetkililere aktarılır. Sonra bu öğrenciler otogardan karşılanıp evler yerleştirilir. Harçlıkları verilir. İlk günler yakın ilgi gösterilir.

Ben üniversite sınavı için bir yıl Van'da Fem dershanesine gittim. Okulu kazandıktan sonra dershanenin müdürü bana İzmir'de tanıdıklarının olduğunu ve bana yardım edeceğini söyledi. Kabul ettim. İzmir’de otogara indiğimde iki tane tesettürlü bayan yanıma geldi ve ismi söyleyerek, beni bir eve götürdüler. Evde 3 bayan daha vardı. Kayıtlarda bana yardımcı oldular ve evde istediğim kadar kalabileceğimi söylediler.

İlk hafta her şey normaldi daha sonra sabah namazına kaldırmaya başladılar. Ardından beni ‘kampa’ davet ettiler. Kampa gittiğimizde İzmir'de bulunan cemaat evlerinde yaşayan kadınların toplandığı büyük villa tarzı bir evdi. Evdeki üç bayan sabah bizi uyandırdı. Önce Kuran-ı Kerim okumamızı istedi, bilmeyen varsa onlara öğretileceğini söyledi. Ben de bilmediğimi söyledim. Filiz diye biri ben ve 6 kıza Kuran öğretmeye başladı. Yarım saat öğrettikten sonra bize kitap getirdi. Gülen Hoca’nın kitaplarını verdiler ve kamp bitene kadar bu kitapları bitirmemizi istediler. Biz de okumaya başladık. Kampta 4 gün kaldık. Kamp boyunca yarım saat Kuran eğitimi, diğer geri kalan saatler ise Gülen kitaplarını okuduk. İslam alimlerinin kitapları pek bulunmazdı.’’

AİLELER FİŞLENİYOR

Ş.A’nın anlattıklarına göre, cemaatin evlerine ve yurtlarına yerleştirilen öğrencilerin ailelerinin telefon numaraları kayıt altına alınıyor. Bu şekilde aileler sıkça aranarak, çocukları hakkında bilgi veriliyor ve öğrenciler evlerden veya yurtlardan ayrılmak istediklerinde ise ailelerin bu duruma engel olması amaçlanıyor.

Ş.A şunları söylüyor: “Adamlar o kadar ilginç bir şekilde çalışıyorlar ki, ben bu sistemi çözdüğümde baktım ki, ailemi bu sisteme razı bile etmişler. Cemaatin evine yerleştiğimde o kadınlar benden ailemden birinin numarasını istediler. Ara tatilde eve gittiğimde ailem ha bire o kızları övüp duruyor ve kesinlikle o evden ayrılmamı söylüyorlardı. Aslında zamanla sizinle ilgili her konuda bilgi sahibi oluyorlar. Tam istihbarat faaliyeti gibi, hepimiz farkında olmadan fişleniyordu aslında.

Daha sonra kamplar giderek yoğunlaştı. Okul sınavlarının ardından bizi habire kamplara alıyorlardı. Sosyal aktivite diye bir şey yoktu, ayrılanları ise ailelerine ihbar ediyorlardı. Aile karşı gelmese o öğrenciyi düzeni bozmakla suçlayıp cemaatten çıkartıyorlardı. Özelikler Kürt öğrencilere daha çok önem veriyorlardı. Alevi öğrenciler yakından izleniyordu.

‘PKK’Yİ SAVUNANLARA DÜŞMAN GÖZÜYLE BAKIYORLAR’

Her ay düzenli olarak İstanbul'dan bazı kişiler gelip bize konferans adı altında Fetullah Gülen'in durumu ve yaptıkları hakkında bilgi ve ona ait cd'ler veriyorlardı. Cd'lerde Gülen'in vaazleri vardı.”

Ş.A’nın ifadelerine göre, Gülen cemaatinin kendi kadrolarına aşıladığı en temel görüş PKK ve PKK'yi savunanların düşman olduğu vurgusu. Bir süre sonra kendisini evin sorumlusu yaptıklarını belirten Ş.A, cemaatin içyüzünü asıl o zaman gördüğünü dile getirerek, şunları aktardı:

“Cemaat evlerinde sürekli PKK karşıtı propaganda yapılırdı. Kürtçe konuşanlar dışlanırdı. Evde kalmanın temel şartları da çok ağırdı. Düzenli olarak namaz kılınacak, evin dışında ev düzenini bozan ve cemaate karşı kişilerin eve gelmesi yasaklanacak, cemaate yakın kişiler sıklıkla eve yemeğe davet edilecek, erkeklerle duygusal ilişkiler tamamen yasak. Evlere gönderilen kitaplar ev sorumluları tarafından okunup, evde kalanlara okutulacak.

‘KÜRT ÖĞRENCİLER CEMAATİ TERK EDİYOR’

Bir yıl sonra Edebiyat Fakültesi önünde bir arkadaşımla oturmuştum. O da Vanlıydı. Biri bizi görmüş, akşam eve gittiğimde bana Kuran öğreten Filiz denilen kadın eve geldi ve benimle konuştu. Bana o kişilerle ne kadar görüştüğümü sordu. Ben de o kişinin benim hemşerim olduğunu ve sıkça görüştüğümü söyledim. Daha sonra başladı, PKK ve okulda bulunan Kürt arkadaşlarımı kötülemeye. Ben de onlara Kürt olduğumu söyledim. İkinci gün ev sorumluluğunu elimden aldılar. Ben de evden ayrıldım. Daha sonra o çevredeki arkadaşlarımın benimle görüşmeleri yasaklanmış. Hiç pişman değilim. Pişman olduğum tek şey onları geç tanımak oldu. Zaten Kürt öğrenciler son dönemlerde giderek cemaatten uzaklaşıyorlar. Çünkü Kürtlerin hiçbir şekilde siyaset konuşmasına izin verilmiyor ve Kürtlere yönelik olumsuz yaklaşımlar var. İzmir’de çok tanıdığım arkadaş onlardan ayrıldı.”