15 Temmuz 2011 Cuma

Devlet Medyası









1992’de Özgür Gündem gazetesinin hazırlık döneminde, gazete binasında gazetecilik mesleği ile ilgili seminerler veriliyordu. Daha önce kapatılmış Güneş gazetesinin yayın yönetmeni Metin Münir de, araştırmacı gazetecilik üzerine böyle Özgür Gündem’in hazırlık kadrosunda yer alanların çoğu kapatılan Güneş gazetesinin eski çalışanları olduğundan, Metin Münir, araştırmacı gazeteciliğin inceliklerini anlatmaktan çok, Güneş gazetesi ile ilgili soruları cevaplamak durumunda kaldı.Bir seminer verdi.

Bazı sorular, nezaket sınırlarını aşıyordu.
Kimi soruların altında yatan kuyruk acısı, fena sırıtıyordu…

Metin Münir her soruyu aynı nezaketle cevaplıyordu. Bir soruya verdiği cevap, bugün bile güncelliğini, geçerliliğini koruyor, Türk medyasının halini gözler önüne seriyor. 1990 yılının Mart ayı ortasında,
Newroz’dan hemen önce bir çatışmada 12 gerilla öldürüldü. Öldürülen gerillalardan Kamuran Dündar’ın Nusaybin’de gerçekleşen cenaze töreni ilk kitlesel gösteri, ilk serîhildan oldu.
İşte tam bu günlerde ve bu gelişmelere bağlı olarak gazete patronları ve genel yayın yönetmenleri MGK’ya mı çağrılmışlardı, yoksa başbakanlık veya Çankaya köşkünde MGK ayarında, generallerin de
katıldığı bir toplantıya mı katılmışlardı, iyi hatırlamıyorum. Orada bir general manşeti ‘Nusaybin’de İntifada’ olan Güneş gazetesini, masanın üzerine fırlatarak ‘Bu ne rezalet!’ diye fırça çekmiş…
Bu fırçadan sonra, pek tabii ki, bir daha hakikatlerin hakikatlı takipçisi Türk basınında bu tür manşetler, başlıklar görülmedi…
Türk medyasının Kürtlere dönük dilini, iktidar odakları belirliyor.
Başta Sabah ve Star olmak üzere, yükselen yeni medya, Hürriyet’in çiğneyip çürüttüğü, kokuşmuş sakızı çiğnemeye devam ediyor…


Bu noktada bunların kokuşmuş ‘terör, terörist’ sakızını çiğnemesi mesele değil, asıl mesele, onları buna yönlendiren iktidar gücünün yaklaşımıdır. Medyasına savaş dilini empoze eden Türk devleti, bunu değiştirmeden, barış dilini hakim kılmadan, barış olmaz, hiçbir mesele çözülmez…
Bağımsız medya filan…
Bunlar hikaye…
Yok böyle bir şey…
Türk devletinin her derde deva brifingleri vardır. Her alanda ve her şey için bol bol da kullanıyorlar. Bu iş için de pekala kullanabilirler. İplerini kısa bağlayabilirler… Ama yok, bunu yapmıyorlar, işlerine gelmiyor.

Yeni Şafak’ta yazan ve Başbakana yakın bir siyasetçi olan Yasin Doğan, bakın BDP ile ilgili ne yazıyor:
‘’Çözüm istediğini söyleyen BDP, çözümün değil, sorunun parçası olma konumunu değiştiremedi. BDP, toplumsal kabul edilebilirliği düşük olan kendi (örgütsel) çözüm projesini kabul ettirmek için dayatmacı tavrını sürdürdü, ‘terör’, şantaj aracı olarak hep gündemde tutuldu. Öcalan’ın kurtarılması ve PKK’nın meşrulaştırılması BDP’nin çözüm projesinin ana eksenini oluşturdu.“

Başbakan’a bu kadar yakın bir siyasetçi böyle yazarsa, pek tabii ki diğerleri de buna bakarak, hizaya gelir.
Hala PKK’nin meşruiyetini bir kabus olarak görüyor, ya da buna inanmamızı istiyorlar. PKK’nin meşruiyetini kabul etmeden, Kürtler ile neyi konuşacaksınız? İşin özünü hiç konuşmayalım, hep tali meselelerle oyalanalım, istiyorlar. Kürtçe eğitim konusunda bile naz yapıyorlar. Halbuki Kürtler açısından Kürtçe eğitim pazarlık konusu olamaz. Bu kadar haksız bir uygulamaya son vermeleri, insan olmanın olmazsa olmaz hakkını teslim etmeleri, neden pazarlık konusu olsun ki? Pazarlık bir yana, bu hakkı teslim etmenin ötesinde, bir de özür dilemeleri gerekmez mi?

Medyanın dilini değiştirmiyorlar, çünkü değiştirmek istemiyorlar. Böylece atmaları gereken her adım için ‘Ama kamuoyumuzun tepkisini de dikkate almak zorundayız.’ Diyerek, yan çizmenin yolunu açık tutmak istiyorlar.
Türkiye’deki kamuoyunun hiçbir hükmü yoktur, yapay bir kamuoyu vardır.

Yapay medyanın oluşturduğu, yapay kamuoyuna bakarak, hizaya gelmemizi bekliyorlar. Türk kamuoyunu onlarca yıl Kürt halkının var olmadığına, Kürtçenin olmadığına inandırdılar. Sonra bir gün, hop, Kürtçe televizyon kurdular. Kimse de çıkıp ‘Bizim çocuklarımız niye öldüler o zaman’ diye sormadı. Gerçek bir kamuoyu olsa, böyle mi olurdu?

rahmibatur@gmail.com

24 Yıllık Yalan...


Dünkü gazete haberlerinden birinin başlığı TC’nin bitmeyen ve asla doymayan yalan ile dolan dolambacının ironik (gülünesi) bir halini de sergiliyordu.

Vatan gazetesi, devlet adına sürdürülen bir yalanı, „24 yıl sonra JİTEM itirafı” başlığıyla vermişti. Haberin ilk cümlesi şöyleydi:

„İçişleri Bakanlığı adı faili meçhul cinayetlerle anılan JİTEM’in 1987 yılında kurulduğunu resmen açıkladı.”

JİTEM çeteleri, 1987 yılında, Türk devletinin „adalet” ve „vicdanı”nın ruhu olarak Kürdistan’a salındı. Türk subaylarının komutasında JİTEM personeli, „din maskeli” kiralık Kürtler (Hizbullah), ücreti mukabilinde Kürtlükten pişmanlaşmış, insan oğlunun en düşmüş hali olan itirafçı kesilmiş Kürtler, sabıkalı katil Türkler, soyguncular, Mafia çetelerinin tetikçileriydi. Personel devletten maaşlı, ödenekli, yerine göre üniformalıydı. Kürdistan ulusal mücadelesine yakın durduğu ya da katkıda bulunduğuna hükmedilen Kürtler kaçırılıp, işkenceden sonra bir daha bulunmamak üzere kaybediliyor, kimileri asitli kuyulara atılıyor, sokakta yürürken ardından yanaşıp enselerine tek kurşun sıkılıyor, satırla doğranıyor, Türk adaleti gerçekleştirilmiş oluyordu.
Türk devletinin dehşet terörü adalet, kurbanları, „terörist”ti.
JİTEM, tesbit edilebileniyle, ardında „faili meçhul” dedikleri 17 bin 500 tane cinayet bıraktı. Kürtlerin feryatları, hep cevapsız kaldı. Sokak cinayetlerinden sonra kovaladıkları katiller kışlalar, karakollarda kayıplara karıştılar.

Çünkü baş sorumluları Jandarma Genel komutanı General Teoman Koman „JİTEM yoktur” buyuruyor, yüksek emri TC’nin resmi yalanı olarak tepemizde hükümranlık sürdü. 24 yıl boyunca, Türk Genelkurmayı ve hükümetleri bu yalanı çiğnediler.

Ta ki, Arif Doğan adındaki bir emekli Albay, tepesi atıp mahkemede, „JİTEM vardır, ben eski şeflerinden biriydim” diye bağırana, sonra kitabını yazana kadar...
Cin şişeden çıkmış, mızrak çuvalı delmişti. Yalanı daha fazla sürdüremediler. 24 yıl sonra yaladılar. Tıpkı, „Kürt yoktur” gibi, yerdeki bu yalanı da yalatan da, Kürdistan direnişiydi. Mahkemelerinde katilleri parmaklarıyla işaret ederek, Avrupa İnsan Haklar Mahkemesine siluetlerini taşıyarak.

Kürtler yere tükürdüklerini yalattılar da, ne oldu? Katil çete kurulduysa eğer, „devlet” olan Milli Güvenlik Kurulu kararıyla idi. Cellatlara ilk „apart” emri veren, daha sonra emri kesintisiz sürdüren Cumhurbaşkanları, Başbakan ve Generalle, „sen ne yaptın?” diye soran mı oldu? Olmayacak da... Daha geçenlerde, devletin istihdam ettiği katillerin listesini ve işledikleri cinayetleri tek tek açıklayan polis Ayhan Çarkın’ı, tutukladılar. Ama, resmen „sen devlet sırrını ifşa ettin” demeden...

Öbür yanıyla, sivilleri öldüre öldüre Kürdistan Rönesansı’nın milliyetçi dalgasını setleyip, bitiremeyeceklerini anladıkları için devlet suçunu gizleme ısrarından vazgeçtiler. Başka bir deyişle, „hukuka uyma” görüntüsü altında, yöntemi değiştirdiler.

Yeni strateji ile bir imkansız olan „öldüre öldüre bitirme”den vazgeçtiler. Gezici katil taburlarına ihtiyaç kalmayınca, „bir zamanlar vardı” dediler.
Yerine, polis devletinin yıldırma ve korkutarak teslim alma aracı olan özel yetkili mahkemeleri ve toplama kamplarını oturttular.
Tatvanlı, 102 yaşındaki Lalixan Akbay davası, Türk devleti adaletinin ironiyi hangi boyutlara taşıdığının bir başka kanıtıydı. Lalixan nine, çatışmada kaybeden oğlu için verilen mevlide katılarak, „terör örgütü propagandası” yapmaktan sanık.
Dini ve dindarlığı da yüksek vicdanında hapsetmiş devlete bakın, devlete!..
102 yaşındaki nine, devletten izinsiz, oğlu için dua etmiş...
Diyarbakır Baro Başkanı, değerli hukuk adamı Emin Aktar, geçenlerde „mahkemelerde şahit, ispat aramaya gerek duyulmadan, polis raporuna dayanılarak sayısız mahkumiyet kararı verildi” diyordu.

Milletvekilliği elinden alınan, oyları çalınıp AKP’li bir kadının boynuna asılan Hatip Dicle’nin mahkumiyetinin delili, „ordunun taarruzları sürerse, PKK de cevap verir ve savaş yayılır” sözüydü. Türk adaletinin keskin vicdanına bakın ki, yüksek mahkeme de bu kararı onaylıyor, ama aynı sözler, Türk televizyonlarında her gün sayısız ağızla tekrarlanıyordu.
Üç bin kadar Kürt siyaset insanı, bu tür raporlara dayalı olarak üç yıldan beri toplama kamplarında tutuluyor. Milletvekili seçilmiş beş kişi dahil, bir çokları neden tutulduğunu da bilmiyordu. Sebep gizliydi...

Kısacası TC’de değişen bir şey yok. Türk adaleti işliyor. Hatta, Kürtlerin oyunu AKP’ye aktararak, Recep Erdoğan’a „benim 70 milletvekilim var” dedirtip, sevindirerek…
JİTEM şimdi, „ileri demokrasi” kılıfı içinde faaliyet yürütüyor. Adına, „imamın özel teşkilatı” diyorlar.

akahraman61@hotmail.com

Görgü Tanığı: Yangın Helikopterlerden Atılan Bombalardan Çıktı

 
Silvan Kırsalında çıkan çatışmanın ardından olayla ile ilgili yeni bir ayrıntı ortaya çıktı. Bir görgü tanığı “Helikopterler bir yandan asker indirirken bir yandan da kırmızı, sarı ve mavi renkli duman çıkaran bombalar atıyordu. Bunların düştüğü yerde yangın çıkıyordu” dedi.

Dünkü çatışmaya 1 kilometre mesafeden tanık olan adının açıklanmasını istemeyen bir kişi olay anını ANF'ye anlattı.

Görgü tanığı iki saat kadar süren çatışmanın Şelima (Dolapdere) köyünün doğusunda bulunan Gome mevkiinde çıktığını ifade ederek “Silah sesleri geldi. Çatışma başladıktan yarım saat sonra 2 skorsky helikopteri ve 4 panzer ile asker sevkıyatı başladı. 4 helikopter gelip gidiyordu, her biri her seferde 12-13’şer asker bırakıyordu hakim yerlere.2 skorsky helikopterleri sürekli asker getirip indiriyordu. 2 kopra helikopterleri bunların güvenliğini sağlıyordu, bir yandan da çatışma bölgesine ve sağa sola ateş açıyorlardı” dedi.

Helikopterlerin köyün 50 metre yakınına asker indirdiğini söyleyen görgü tanığı helikopterlerin askerleri indirirken bir yanda da sarı, kırmızı ve mavi renkte duman çıkaran sis bombasına benzer bombalar attığını ifade etti. Çatışma bölgesine yoğun olarak atılan bombaların düştüğü yerin tutuştuğunu ve bir anda birçok noktada yangın başladığını söyleyen görgü tanığı “Askerler köylülerin çıkan yangınları sündürmesine izin vermiyorlardı. Her taraf yanıyordu. Bu sabah kadar dün çıkan yangınlar devam ediyor. Bu sabah köylüler bir kısmını söndürdü” dedi.

Öte yandan çatışmanın üzerinden bir gün geçmesine rağmen bölgede halen sıkı bir askeri abuka uygulanıyor. Yetkililer dışında çatışma alanına kimsenin girmesine izin verilmiyor.

Tayyip Demokrasisi !

Yeni_Özgür_PolitikaSeçimden sonra Türkiye’de siyasi kriz ortaya çıktı. Bu krizi yaratan ise AKP’nin zihniyetidir. AKP ne demokrasiyi anlamış ne de içine sindiren bir partidir. Ben en fazla oyu almışım, o zaman herkes benim dediğime uymalıdır, anlayışına sahiptir.    


Bütçe konuşması bu konuda ibret vericiydi. “Azınlığın diktatörlüğünü kabul etmeyiz” derken aslında ifade ettiği çoğunluğun diktatörlüğüydü.

AKP’nin bu siyasi anlayışı anayasa yapmanın gündemde olduğu bir dönemde gerçek anlamıyla ürkütücüdür. Anayasayı tüm toplumun ihtiyacına cevap verecek bir toplumsal sözleşme olarak görmüyor. Halbuki anayasa her şeyden önce azınlıkta olanların haklarını güvenceye almalıdır. Örneğin Türkiye söz konusu olduğunda Kürtlerin varlığını ve özgürlüğünü güvenceye alabilmelidir. Türk etnistesi hakim kimliktir ve haklarının gasp edilmesi gibi bir sorunu yoktur. Kürtlerin haklarını, çoğunluk bunu istemiyor diyerek reddetmek demokratik anayasa anlayışını anlamamaktır.

Başbakan’ın CHP yemin içtikten sonraki söylemleri de, Türkiye siyasetinin ne kadar gayrı ciddi olduğunu ortaya koymuştur. Hem CHP meclise girsin denilecek, girmemesi eleştirilecek hem de diklendi ama dik durmadı denilecek. Daha da ileri gidip aslında sizi Meclis’ten atabilirdik diyecek. Buna dünyanın neresinde olursa olsun seviyesizlik, densizlik ve kendini bilmezlik denir.

Şimdi bu Başbakan BDP’ye de ‘gel yemin et’ diyor. Kuşkusuz BDP ile CHP’nin durumu farklıdır. Başbakan BDP’nin çok ciddi olduğunu biliyor. CHP’ye söyleyeceği lafları BDP’ye söyleyemeyeceğini de çok iyi bilmektedir. Ancak BDP, Başbakan’ın söylediklerini bundan sonra ciddiye almazsa çok haklıdır. CHP’nin yemin içmesinden sonra Başbakan’ın konuşmaları ne kadar ikiyüzlü ve fırsatçı olduğunu göstermektedir. BDP, dedikleri kabul edilmediği ve yazılı bir taahhüt almadığı taktirde yemin içmez. Ama dedikleri kabul edildiğinde bile bunun yerine getirilip getirilmeyeceği konusunda kuşku duyacaktır.

Başbakan’a bağlı milletvekili çoğunluğunun Kürtler için bir anlamı yoktur. Şimdiye kadar da mecliste benzer partiler çoğunluktaydı. Askeri ve siyasi alanda Kürtlere her türlü baskı uygulandı. Ama hiçbir siyasi güç Kürtlerin taleplerini karşılamayan bir politikayı BDP geleneğinden gelen partilere kabul ettiremedi. Bundan sonra da istenildiği kadar karar alınsın, Kürtlerin demokrasi ve özgürlük taleplerini karşılamıyorsa, alınan her karar daha baştan ölü doğmuş olur.

Kürt sorunu gibi konularda AKP’nin 400 milletvekili de olsa, eğer Kürtleri tatmin edecek bir yasa ve uygulama değilse pratik değeri olmaz. 400 milletvekiliyle şu kararları aldık, Kürtler de kabul etsin denilemez. Başbakanın da, tüm siyasi partilerin de AKP yandaşı kalemşorların da bu gerçeği bilmesi gerekir. 400 milletvekili ile alınan bir yasayı reddetmek demokratik bir tutum olur, ama çoğunlukla da alınsa çıkan yasa antidemokratik olur. Kaldı ki Kürtlerden daha az bir nüfusa ve güce sahip olan toplulukların da kendi çıkarlarını gözetmeyen anayasa ve yasaları meşru görmeme ve reddetme hakkı vardır. Günümüzde anayasa ve yasalar esas olarak da azınlıkların haklarını tanıyorsa demokratik olabilir.

1924 yılından bugüne Türkiye’nin demokratik olmamasının nedeni Kürtlerin haklarını tanımamasıdır. Hatta Kürtler yararlanmasın diye anayasa ve yasalar antidemokratik karakterde hazırlanmıştır.

Yeni anayasanın gündemde olduğu bir süreçte Kürt sorunu ile ilgili konularda gelin pazarlık yapalım demek bile antidemokratik yaklaşımdır. Nasıl ki işkencenin yapılıp yapılmayacağı kararı pazarlık konusu yapılmazsa, Kürtlerin kendi kendini yönetme, anadilinde eğitimi ve iki dilli yaşamı da pazarlık konusu edilemez. Bu gibi konularda esas olan demokratik yaklaşım gösterilecek mi, gösterilmeyecek mi sorusuna verilecek cevaptır. Kürt sorunu ile ilgili temel haklar konusunda böyle yaklaşmadan demokratik bir anayasa yapılamaz.

AKP Hükümeti Kürt sorununun çözümü konusunda bir irade sahibi midir, değil midir? Kürt sorununu çözme iradesine kavuşmamış ama gel tartışalım, sorunu çözelim demek bile Kürtlerle alay etmektir.

Kuşkusuz çözüm iradesi olursa nasıl formüle edileceği ve nasıl pratikleşeceği konuları tartışılabilir. Örneğin, biz anayasayı kimliklere nötr yapacağız ama bu anayasa da bütün toplumun ve bölgelerin kendi öz yönetimleri olan demokratik özerkliğe sahiptir, her etnik kimlik anadilde eğitim yapar ve yaşam her alanda çok dilli olur biçiminde öneriler olur. Kimliklerin isimlerini belirtmeyelim, ama temel demokratik hakların nasıl kullanılacağını anayasada net belirtelim denilebilir. Başka bir öneri de hem kimlikleri net belirtelim hem de haklarını anayasa da nasıl kullanacakları yazılsın diyebilir. Her iki durumda da bir çözüm iradesi vardır. Ama farklı formülasyonla aynı amacın hasıl olması önerilmektedir.

Yoksa anayasa kimliklere nötr olsun ama toplum ve farklı kimliklerin haklarını nasıl kullanılacağı yazılmasın demek, eski zihniyeti farklı bir biçimde sürdürmek olur. Bu durumda tartışmanın fazla anlamı olmaz.

AKP bu sorunu mecliste çözelim derken, bunu demokratik bir zihniyetle söylemiyor. 1980’li yıllarda Demirel’in “bul 276’yı, ol hükümet ve istediğini yaptır” biçimindeki zihniyetinin bugün Tayyip versiyonu dayatılıyor.

AKP üçüncü defa hükümet olunca Tayyip Erdoğan kendini kaybetmiştir. Halkın yarısına yakını benimsiyorsa, o zaman benim her yaptığım kabul edilmelidir anlayışındadır. Erdoğan’ın anlayışı burun sürtme anlayışıdır. Burun sürtmekten büyük zevk almaktadır. Bu kendini bilmezliği ve kibirli davranışı nereye kadar sürer bilemeyiz. Ancak gittiği yol, yol değil. Bu yol ve hesap hiçbir yerden dönmese de Amed’den mutlaka döner. Tayyip Kürtlere de bu kibrini dayatacağını sanıyorsa şimdiden söyleyelim eşekten düşmüşe döner.

Başbakan’ın son zamanlarda demagoji konusunda ustalık dönemine girmesi, bu demagojinin şifresinin çözülmesini de beraberinde getirmiştir. Çünkü demagoji ve demagojik kişiler zaman geçtikçe gerçekliklerini gizleyemez olur. Tayyip Erdoğan da şimdi bunu yaşıyor. Erdoğan kendini gizlemek için kendisinde bulunan tüm özelliklerini rakiplerine mal ediyor. Kendisinin yaptığı ne kadar olumsuzluk varsa, bunu kendisi için rakip olanların üzerine yıkıyor. Böylece hem kendini gizlemiş oluyor, hem de toplum Tayyip Erdoğan’da bulunan olumsuz özellikleri rakiplerinde aramaya çalışıyor.

Bu demagoji yöntemi Başbakan’ın kendisine mi ait, yoksa toplumu aldatma konusunda ustalaşmış kapitalist modernist ülke merkezlerinden mi almış bilemiyoruz. Ama şimdiye kadar iş gördüğü anlaşılıyor. Ancak iktidarda kalması uzadıkça ve çok konuştukça demagojik kimliği de açığa çıkıyor. Tayip Erdoğan’ın demagojik kişiliği deşifre olursa elinde başka bir silahı kalmayacaktır. Ya da hikayedeki kral gibi çıplaklığı görülecektir.

Bundan sonra herkes Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarını iyi dinlesin! Kendisinde var olan hangi olumsuzlukları başkalarına yıkıyor onu görebilirler.

Tayyip Erdoğan için belirtilecek bir husus da hiçbir nezaket ahlakı taşımadığıdır. Öyle ki rakiplerine karşı anlık psikolojik savaş yürütüyor. Tam bir çakal gibi darbe vuracağı anı kolluyor. The Economist yazarının belirttiği gibi karşısında bükemeyeceği bilek gördüğünde çark ediyor. Amiyane deyimle iyi taklacılık yapıyor. Bükemediği eli öpüyor. Özellikle ABD’yle ters düşmemek için gerektiğinde tükürdüğünü yalıyor.

Başbakan, “tükürdüklerini yalarlar” lafını çok sevmiş. Dikkat etsin Başbakan’a da tükürdüğünü yalatabilirler. Zaten sıkıştığında her tükürdüğünü yalamaya hazır bir kişilik olduğunu çok iyi biliyoruz. AKP yandaşlarının dediği gibi karşısında güç görünce daha fazla diklenen bir Başbakan yoktur. Zayıf gördüklerini ezmede tereddüt etmez. Ama karşısında güç gördüğünde de taklacılığının en büyük hünerlerini gösterir.

AKP yandaşları yanlış hesap yapanların nereden döndüğünü geçen on yıllara bakarlarsa iyi görürler.

Ve Beklenen Büyük Provokasyon Gerçekleşti…

Rodi BAZ

12 Haziran Seçimlerde Kürtlerin kendi kaderlerini oylaması, bir büyük provokasyonun geleceği endişesini de beraberinde getirdi. Malum güçler, sorunun çözülmemesi için ellerinden geleni yapacakları biliniyordu. Sadece nerede, ne zaman ve nasıl olacağını kimse bilinmiyordu.

Ve nihayet beklenen oldu!
Masum 13 asker diri diri ormanda yakıldı…
Kim yaktı?
Yakanlar ortada!
Onların, tankları, topları, tüfekleri, uçakları,, helikopterleri, zırhlı araçları, füzeleri, radarları, gece görüşlü dürbünleri, Heronları, lav silahları var…
Bunun faturası da PKK’ye çıkarıldı.
Şimdi sormak lazım:
Hangi örgüt içinde barındığı ormanı yakarak, kendisini de içinde diri diri yakar?
Bunun sosyolojide, siyaset biliminde, politikada bir karşılığı var mı?
Ne diyor “basın”?: Teröristler askerlerin içinde olduğu ormanı yakarak 13 askerimizi şehit etti”…
peki kendileri de ölmüş mü?
Evet,
peki neden kendilerini diri diri yaksınlar?

Her şey o kadar açık ki, resmi açıklamaları ve “basın”ı okuduktan sonra hiçbir kuşku kalmıyor.
Evet, orman ateşe verilerek içindekilerle diri diri yakılmıştır.

Bu Öcalan’ı köşeye sıkıştırarak, “ne koparırsak kardır” hesabıyla yapılmış, canice bir operasyondur.

Bir yandan Öcalan’ın devletle müzakereleri devam ederken, öte yandan ısrarla operasyonların artarak devam etmesinin bir tek açıklaması var: devleti ele geçiren “yeni Gladyo” Kürt sorununu bırakın çözmeyi, taktik manevralarla tasfiye etmeyi amaçlıyor.

Bunun iki ayağı var: Birincisi, sorun kangrenleşmeden, Kürtlerle sorunu olan ,İran, ve Suriye ile ittifak yaparak, ortak askeri operasyonlarla bitirme gayreti…

İkincisi: Öcalan’la örgütün arasını açmak, Kürt hareketini, kaotik bir yapılanmanın içine çekerek, Kürt hareketini dağıtmak, demoralize etmek, bölmek parçalamak…

Bu gün her ne kadar ABD’nin bastırmasıyla Türkiye, Suriye, İran ittifakı dağılmışsa da, Türkiye hala İran’la gizli pazarlıklar yaparak ortak operasyonlar yapmaktan geri durmuyor. Amaç: Öcalan’ın pazarlık gücünü kırmak, taleplerini en alt düzeye çekmesinin zeminini yaratmak veya eğer mümkünse tasfiye etmek…

”Denemekten zarar gelmez “ mantığıyla Kürt hareketini tasfiye etme senaryoları devam ediyor…

Ne diştik bir önceki yazımızda: Kürt sorunu çözülmese neler olur?
Kürt sorunu çözülmese işte bunlar olur: Günahsız yoksul, Türk ve Kürt gençleri ölmeye devam eder. Yine analar, babalar ağlar, yine kan ve göz yaşları sel olur…

Bütün bunların sorumlusu ne yazık ki bu günkü AKP iktidarıdır.
Olayın üzerinden saatler geçmeden Cemil Çiçek’in ifadesi aslında her şeyi açıklıyor: “saflarınızı netleştirin, ya bendensiniz, ya onlardan”…

Kim onlar?
Bu sorunun ne yazık ki bir tek cevabı var: Kürtler!

Türkiye ne yazık ki, hala bütün enerjisini Kürtleri tasfiye etme planları üzerinde harcıyor ve yine ne yazık ki kimse buna dur demiyor.

Demokratik Özerkliğin 8 Boyutu

Demokratik Toplum Kongresi'nin (DTK) dün ilan ettiği Demokratik Özerklik gündemin ilk sırasına oturdu. İlanla yetinmeyecek olan DTK, Demokratik Özerkliğin hayatın her alanında kurumsallaşması için yoğun bir çalışma başlatacak. Demokratik Özerkliğin, siyasi, hukuki, öz savunma, sosyal, ekonomik, kültürel, ekolojik ve diplomasi boyutunu adım adım örecek olan DTK, özerklik modelinin Kürtlerin statüsü olarak görülmesi için ulusal ve uluslararası arenada diplomatik faaliyetler yürütecek.

Yıllardır çözümsüz bırakılan Kürt sorununun çözümü konusunda inisiyatif alan DTK, çözüm modeli olarak gördükleri Demokratik Özerkliği ilan etti. Modelin inşa sürecinde köylerden mahallelere, ilçelerden illere kadar meclis tarzı örgütlenme modelinin hayata geçirilmesi için önemli bir adım atan DTK, "demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü" paradigmayla demokratik ulusu inşa etmekte kararlı olduğunu gösterdi. Gözler şimdi, DTK'nin 30-31 Temmuz tarihleri arasında gerçekleştireceği Genel Kurul'a çevrildi. 24 Temmuz'da köy, mahalle, ilçe ve kentlerde delege seçimi yapacak olan DTK'nin Genel Kurul'da Demokratik Özerklik modelinin kurumsallaşması için önemli kararlara gitmesi bekleniyor. DTK'nin "Demokratik Özerk Kürdistan'ın" hazırlanacak yeni anayasada da yer alması ve modelin Kürtlerin statüsü olarak tanınması için de uluslararası düzeyde diplomatik faaliyetler yürüteceği belirtildi.

DTK'nin daha önce yayınladığı Demokratik Özerklik ile ilgili taslakta, 8 boyut şöyle izah edilmişti:

SİYASİ BOYUT

"Demokratik Özerklik'te siyasi yönetim, tabandan başlayarak köy komünleri, kasaba, ilçe, mahalle meclisleri, kent meclisleri biçiminde demokratik konfederal temelde örgütlenmesini yaparak üstte toplum kongresinde temsiliyetini bulur. Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi, demokratik Türkiye cumhuriyeti parlamentosuna kendi temsilcilerini göndererek ortak vatan politikalarına dahil olur. Demokratik özerklik, Kürt halkının Demokratik Türkiye içinde yaşama iradesidir. Yani Kürt halkının siyasi statüsünü ifade eder. Demokratik özerklik ile asıl karar yetkisi köy, mahalle, şehir meclisi ve delegelerinindir. Her topluluk söz, tartışma ve karar yetkisini halk meclisleri ile yerine getirir. Katılımcı, çoğulcu, doğrudan halk meclisini esas alır. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm kesimlerin tabanda meclisler oluşturarak politikaya katılımları demokratik sistemin demokratik işleyişi, ahlaki politik toplumun gereğidir. Köylerdeki muhtarlık ve ihtiyar heyet devletin aracı olmaktan çıkıp demokratik araçlar olarak örgütlenmesi gerekir. Şehirlerarası belediyeler birlikleri bölgesel çaplı olarak anlamlıdır."

HUKUKİ BOYUT

"Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde barışçıl temelde özgür demokratik birliğin sağlanması için gerekli anayasal, yasal düzenlemeler Demokratik Özerklik statüsü ön görülerek yapılmalıdır. Demokratik Özerklik hukuku yeni Türkiye Cumhuriyeti anayasası ve AB hukukunca tanınarak karşılıklı referanslarla hukukilik ve yasallığı sağlanmalıdır. Kürt halkı, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde halk olarak temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alınmasını demokratik özerklik statüsü ile sağlayabilir. Bu statü Kürt halkının rızasına dayalı özgür eşit gönüllü birlikteliğin ifadesi olup Türkiye Cumhuriyeti anayasası ve yasalarınca güvence altına alınmalıdır. Demokratik Özerk Kürdistan hukuku, ya ahlak ya hukuk ikilemine düşmeden yalnızca hukukla toplumun yönetilmesini doğru ve olanaklı bulmadığından dolayı ahlakın ve politikanın bir aradalığıyla toplumsallığın korunmasını yönetilmesini benimser. Vicdanını yitirmiş bir toplumun bitmiş bir toplum olduğuna inanarak hukukun yanında ahlakı, toplumun kendini yürütüş vicdanı, yüreği olarak görür. Toplumsal adalet sistemi, cinsiyet özgürlükçü demokratik ekolojik toplum paradigmasını esas alınarak oluşturulabilinir."

ÖZ SAVUNMA BOYUTU

"Öz savunma, ahlaki ve politik toplumun güvenlik politikasıdır. Öz savunma boyutu toplumlar için sadece bir askeri savunma olgusu değildir. Kimliklerini koruma, politikleşmelerini sağlama ve demokratikleşmelerini gerçekleştirme olgusuyla iç içedir. Öz savunma örgütlü topluma dayanır. Örgütlü toplum öz savunmasını en iyi yapan toplumdur. Tüm toplumlarda öz savunma varlığını korumanın olmazsa olmazıdır. Kürtler ilk işgalci ve istilacı güçlerin saldırısından günümüze kadar her türlü işgal ve saldırılara karı varlığını korumak için öz savunma içinde olmuştur. Demokratik özerklik statüsünün kabul edildiği koşullarda öz savunma askeri tekel olarak değil, toplumu iç ve dış güvenlik ihtiyaçlarına göre demokratik organların denetimi altında oluşturulabilinir. Şehir, kasaba, mahalle ve köyde yaşayan tüm halklar faşist, gerici ve soykırımcı saldırılara karşı bilinçli ve duyarlı olur, öz savunma esasında bu yönelimler karşısında toplumsal direnişi ifade eder. Öz savunma uluslar arası sözleşmeler ve BM tarafından da tanımlanan bir haktır."

KÜLTÜREL BOYUT

"Kürt toplumunun ruhsal, düşünsel olarak özgürleşip sağlıklı bir bireye kavuşması için dil kültür alanında köklü çalışmalar gerektirir. En küçük yerleşim yerlerini kapsayan tabana dayalı bir kültür sanat hareketini geliştirmek esastır. Kültür ve sanatın basit bir meta derecesine düşülerek alım satım konusu yapılmaması için önlem alınmalıdır. Kürtçenin kamusal alanda kullanımı önündeki engellerin kaldırılarak anaokulundan üniversiteye kadar eğitim dili haline getirilmesi sağlanmalıdır. Demokratik özerk Kürdistan'da resmi dil Kürtçe ve Türkçe olmasının yanı sıra coğrafyamızda konuşulan tüm diller (Asuri, Süryani, Arapça, Ermenice vb" ve lehçelerin kullanımı eğitimi, geliştirilmesi de anayasa ve yasalarca teminat altına alınmalıdır. Hizmet dili Kürtçe olmalı, yerleşim yerlerinin orijinal isimleri iade edilmelidir."

SOSYAL BOYUT

"Sosyal politikamız gereği, mevcut toplumsal realitede aile aşılacak bir toplumsal kurum değildir, ancak dönüştürülmesi mümkündür. Bunun için hiyerarşiden kaynaklı kadın ve çocuklar üzerindeki mülkiyet anlayışı ve bunu koruyan yasaların değiştirilmesi gereklidir. Bu yönüyle kadının bilinçlenme, örgütlenme düzeyi ailenin ve toplumun eşit özgür ve demokratik birliklerinin alanı haline dönüştürülmesinde kilit role sahiptir. Demokratik toplum kadın özgürlükçü zihniyeti ve özgür iradeyi gerektiren toplum olarak Demokratik Özerk Özgür Kürdistan'da yaşam bulacaktır. Tüm aşındırılma, çürütme ve yok dilme çabalarına rağmen tarihsel toplumun ana eksenini ve toplumun esas çoğunluğunu ezilen, sömürülen tüm uluslar, halklar, etnisiteler, kadınlar, gençler, köy tarım toplumları, işsizler, göçebeler, birçok dini cemaat, mezhepler, küçük gruplar ile emeği ile geçinen topluluklar oluşturmaktadır. Tüm örgütlenme alanlarında toplumsal yaşamda kadın öncülüğü esastır. Çocuk emeğin sömürülmesi ve cinsel istismarı suç saymak ve evrensel çocuk hakları çerçevesinde buna karşı mücadele etmek gerekir."

EKONOMİK BOYUT

"Ekonomik toplum yaratmak ahlaki toplum olmada en önemli boyut olduğundan Demokratik Özerklik inşasının ilk canlandırılacağı alan da topluluklar ekonomisinin yaratılması temelinde işsizliğin ve yoksulluğun ortadan kaldırılacağı ekonomik alan olacaktır. Demokratik Özerklik de kendi ekonomik modelini yaratarak Kürt halkının özgür ve demokratik yaşam sistemini kalıcı bir biçimde kurumsallaştırmalıdır. Demokratik özerklik demokratik ulusun bedeni olacaksa, ilk önce de ekonomik sistemini yaratmak durumundadır. İnsanın ekonomiden kopartılması bütün yabancılaştırılmaların temeldir. Bunun önlenmesi şart olduğu gibi yegane yolu da ekonomiyi tüm topluluklara mal etmekten geçer. Herkesin kendi işinin ve iş yerinin emekçisi olduğu kadın istihdamına öncelik veren azami karı hedeflemeyen kullanım değerini esas alan anti tekelci eşitlikçi dayanışmacı bir ekonomik sistemi oluşturmak gerekmektedir. Ekonomik kaynakların kullanım ve tüketim hakkı demokratik özerk Kürdistan'a ait olmalıdır."

EKOLOJİK BOYUT

"Doğayla bütünleşmeyen hiçbir toplum, sisteminin ahlakiliği ve demokratlığı savunulamaz. Özellikle Kürdistan coğrafyası üzerinde askeri, siyasi ve ekonomik nedenlerle yürütülen ekolojik yıkım Kürdistan coğrafyasına ve toplumsal yapısına çok ciddi zararlar vermiştir. Kürdistan coğrafyasının karşı karşıya kaldığı bu saldırılara ancak ekolojik bir devrimle cevap verilebilir. Yakılan, çölleştirilen zehirlenen Kürdistan coğrafyası, yakılan çölleştirilen zehirlenen dünya olmaktadır. Eko dengeyi bozan kentleşmelere karşı çıkmak, bitki örtüsünü değiştiren ve tarihi yerleri sular altında bırakarak Kürt toplumunu belleksizleştiren baraj inşaatlarına karşı çıkmak gerektirmektedir."

DİPLOMASİ BOYUTU

"Kürdistan sorununun tarihsel ve toplumsal özellikleriyle dört parçaya bölünmüşlüğü göz önünde bulundurulduğunda, geliştirilecek olan diplomasinin komşu ülkeler topluluklar ve diğer parçalar üzerindeki etkisinin ne kadar önemli sonuçlara yol açacağı görülecektir. Demokratik Özerk Kürdistan diplomasisi bölgemiz için barış ve kardeşliğin gelişmesi ekonomik kalkınmanın sağlanması ve refah düzeyinin yükseltilmesini amaçlamalı ve bu yönlü rolünü oynamalıdır. Diplomasi devletsiz halklar, demokrasi ve özgürlük mücadelesi veren halklar, gruplar ve topluluklarla karşılıklı dayanışma ve güven esaslarına göre yürütülür. Diplomasi Kürt halkının ulusal çıkarlarını diaspora ve metropollerde yaşayan halkımızın haklarını gözetmelidir."

KCK: Saldıran Gerilla Değil, Askerdir!

KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde çıkan çatışmaya ilişkin yaptığı açıklamada, “Görüldüğü gibi çift taraflı ateşkes olmadan çatışmaların ve kayıpların önüne geçilememektedir. Burada saldıran gerilla değil, askerdir” dedi. KCK Başbakan’a çağrıda bulunarak polisiye ve askeri operasyonların durdurulmasını istedi.

KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı yaptığı açıklamada, eylemsizlik pozisyonunda olmalarına rağmen Türk ordusunun son üç aydaki operasyonları sonucu 43 gerillanın hayatını kaybettiğini hatırlatarak, gerilla ölümleri karşısındaki sessizliğe tepki gösterdi. Silvan’daki çatışmaya ilişkin KCK’nin açıklaması şöyle:

SON ÜÇ AYDA 43 GERİLLA HAYATINI KAYBETTİ

“Son dönemde operasyonların yaygınlaşması üzerine çatışmalarda da artış yaşanmaktadır. HPG’nin son üç ay içerisindeki kayıpları toplam 43’tür. Bu kayıplar, eylemsizlik kararımız olmasına rağmen Türk ordu güçlerinin geliştirdiği saldırı ve operasyonlar sonucunda olmuştur.

Hareketimiz, birçok kere uyarıda bulunmasına rağmen operasyonlar hızından bir şey yitirmeden genişleyerek devam etmektedir. 14 Temmuz 2011 tarihinde Türk ordu güçlerinin verdiği kayıplar da tamamen yapılan operasyonların bir sonucudur. Zaten HPG bu çatışmadan bir gün önce bölgedeki operasyonların durdurulması çağrısı yapmıştır.

Buna rağmen operasyonu sürdüren ordu güçleriyle gerillalar arasında çıkan çatışmada 13 askerin öldüğü, 7’sinin de yaralandığı belirtilmektedir. Son 3 ay içerisinde nasıl ki HPG güçleri hareketimizin eylemsizlik kararına uymasına rağmen Türk ordusunun geliştirdiği saldırı operasyonları sonucunda kayıplar verdiyse, 14 Temmuz 2011 tarihinde operasyona çıkan ordu güçleriyle HPG güçleri arasında çıkan çatışmada da Türk ordu güçleri kayıp vermiştir. Kaldı ki aynı çatışmada 7 gerillanın da şehit düştüğü iddia edilmektedir. Bu konuda daha doğru bilgileri HPG yakında açıklayacaktır.

Görüldüğü gibi çift taraflı ateşkes olmadan çatışmaların ve kayıpların önüne geçilememektedir. Burada saldıran gerilla değil, askerdir. Gerçek böyle olmasına rağmen, çeşitli çevrelerin ve Türk basınının gerçekleri çarpıtarak, sanki gerilla saldırmış gibi göstermesi doğru değildir ve bu tür çarpıtmalar olumlu hiçbir şeye hizmet etmeyecektir.

ASKER SALDIRISINDA GERİLLA KAYIP VERİNCE HİÇ SES ÇIKARAN OLMADI

Kürt halkının evlatları olan gerilla güçleri, Hatay’da, Dersim’de, Pazarcık’ta, Uludere ve Sivas’ta asker saldırısı sonucu grup grup şehit düştüğünde hiç ses çıkarmayan, hatta alkışlayanların şimdi göz yaşı dökme görüntüleri sahtekarlıktan başka bir şey değildir. Oysa Önderliğimiz ve Hareketimiz ölümlerin nasıl sona erdirilebileceğini açıkça ortaya koymuştur. Bunun tek yolu vardır: Askerleri saldırı pozisyonundan çıkarmak ve imha operasyonlarına son vermek. İmha operasyonlarına son verilmediği müddetçe ava gidenlerin avlanabilecekleri de bir gerçektir. Bu açıdan Türkiye toplumunu yanlış bilgilendirerek gerçekleri çarpıtma yerine, operasyonları ve çatışmaları tümüyle durdurmanın doğru ve tutarlı tutumunu geliştirmek gerekmektedir. Bu tutum, karşılıklı ölümlere son verebileceği gibi, çatışmasız, barışçıl bir sürecin gelişmesinin ön adımı da olabilecektir.

ASKER VE POLİS OPERASYONU OLMAZSA, ÖLÜM DE OLMAZ

Eğer TC Devleti ve Hükümeti gerçekten ölümleri durdurmak ve barış sürecini geliştirmek istiyorsa, Başbakan veya dengi bir devlet sorumlusu çıkıp kamuoyuna ‘Biz Kürt sorununun çözümünü öldürme ve tasfiye ile değil, diyalog ve barışçıl yöntemlerle geliştireceğiz. Bu nedenle asker ve polis operasyonlarına son veriyoruz’ diyebilmelidir. Eğer bunu söyler ve gerçekten operasyonlar durursa, ölümlerin de olmayacağı kesindir. Bu açıdan tüm ilgili çevreleri doğru tutum geliştirmeye ve gerçek anlamda barışın yolunun açılması için sorumlu davranmaya çağırıyoruz.

Hareketimizin şimdiye kadar belirttiği gibi saldırılar karşısında Meşru Savunmasını yapma dışında farklı bir kararı söz konusu değildir. Ancak operasyonlar şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da devam ederse bunun anlamı çatışmaların artarak gelişeceği ve kayıpların da artacağıdır. Türk Devleti’nin ordu ve polis güçleri, saldırı operasyonlarını derhal durdurmalı ve çift taraflı ateşkese gelmelidir.”

KCK'den Demokratik Özerkliğe Açık Destek

KCK Yürütme Konseyi, Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) 14 Temmuz günü ilan ettiği “Demokratik Özerklik” kararı için “tarihi bir adım” diyerek, ''bu kararın arkasında olacağımızı açıkça vurguluyoruz” dedi.

KCK Yürütme Konseyi açıklamada, “Demokratik Toplum Kongresi’nin 14 Temmuz 2011 tarihinde gerçekleştirdiği Olağanüstü Genel Kurul oturumunda aldığı bir kararla Demokratik Özerkliği açıkça ilan etmiş olmasının önemli ve tarihi bir karar” olduğunu kaydetti.

KOMPLO VE SALDIRILAR ÖZGÜRLÜK HAREKETİNİ YÜKSELİŞİNİ DURDURAMADI

KCK’nin açıklaması şöyle:

“Kürdistan Özgürlük Mücadelesi tarihinin en önemli bir sürecine girmiş bulunmaktadır. Bu süreç, Kürt sorununda demokratik çözüm sürecidir. Kürt halkı, kendisine dayatılan yok etme sürecine karşı yürüttüğü mücadeleyle Türk devletinin inkar ve imha siyasetini sonuçsuz bırakmıştır. Bugün Türk devletinin Kürdistan üzerinde uyguladığı sömürgeci siyasetin iflas ettiği açıkça ortadadır.

Bin yıllık Kürt-Türk beraberliği ve özellikle Osmanlı döneminin ilişki sistemi bir tür özerklik biçiminde geliştirilen bir ilişki sistemidir. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde iki halkın ortaklığı gelişmiş, cumhuriyetin kurucuları tarafından Kürt özerkliğinden defalarca söz edilmiş ve bu temelde siyasete ve ilişkilere yön verilmiştir. Ancak 1924 Anayasası’ndan sonra gelişen inkar ve imha siyasetiyle bu ilişki sistemi bozulmuş, o tarihten bugüne kadar çatışmalı bir sürecin yaşandığı bilinmektedir. Cumhuriyetin inkara dayalı ulus-devlet anlayışı Kürt halkını tümüyle asimile etmeyi ve ortadan kaldırmayı hedefleyen bir siyasettir. Buna karşı başlangıçta gelişen direnişler bastırılsa da ağır asimilasyon altındaki Kürt toplumunda 1970’lerde Önder Apo’nun öncülüğünde gelişen PKK direnişinin yarattığı diriliş devrimi yeniden bir var olma sürecini başlatmıştır. Bu mücadeleye karşı geliştirilen çeşitli katliam, özel savaş yöntemleri, imha seferleri, uluslararası komplo ve saldırı konseptleri Özgürlük Hareketi'nin yükselişini durduramamıştır.

KÜRT HALKI ÇÖZÜMÜ DAYATAN BİR DÜZEY YAKALADI

Kürdistan halkı, derin bir fedakarlıkla kahramanlık destanları temelinde yükselen direniş mücadelesi içerisinde yaşadığı düşünsel ve sosyal devrimlerle yepyeni bir toplum haline gelmiştir. Kürt halkının bu mücadelesi aynı zamanda Türkiye emekçi sınıfların bir mücadelesi haline de gelerek özgürlük ve demokrasinin dayatılmasında önemli bir güç düzeyine ulaşmıştır. Ulusal-demokratik gerçekleşmeyi yaşayan Kürt halkı, mücadelesini toplumsal bir mücadele haline dönüştürerek bugün bütün boyutlarıyla çözümü dayatan bir düzey yakalamıştır.

Önder Apo’nun geliştirdiği Yol Haritası temelinde Demokratik Ulus, Ortak Vatan’a dayalı Demokratik Özerklik Çözüm anlayışı, Kürt sorununun çözümü için en doğru ve gerçekçi model olduğu gibi, Ortadoğu’da bu tür sorunların çözümüne de örnek teşkil edecek bir karakterdedir. Tarih boyunca farklı dil ve kültürlerin bir arada yaşamasının doğal bir formatı biçiminde yaşamsallaşan özerklik modeli, çağımızda da farklı kültürlerin bir arada yaşamasının en temel formülü durumundadır. Farklı dil ve kültürlerin özerklik hakkı uluslararası yasalarda kabul görmüş temel bir haktır. Bu konuda, insanlığın zengin tecrübeleri bize birçok veriyi sunmaktadır.

40 MİLYON CİVARINDA KÜRT STATÜSÜZ BIRAKILDI

Ortadoğu’da nüfusu 40 milyon civarında bulunan Kürt halkının statüsüz bırakılmış olması Kürtleri yok etmeyi içeren bir siyaset anlayışının ürünüdür. Bu nedenle Kürt halkı artık statüsüz yaşamayı asla kabul etmeyecek bir düzeye gelmiş bulunmaktadır. Kürdistan halkı bu düzeyi büyük emek vererek, yüksek bir fedakarlığı sergileyerek, kararlı bir direniş içinde bedeller ödeyerek ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan özgür ve özerk yaşamayı hak eden bir halk olarak mücadele sahnesinde bulunan Kürt halkı, kendi demokratik özyönetim sistemini hakkıyla yaratarak özgürlüğünü yaşayacaktır.

Önder Apo’nun geliştirdiği ve bugün Kürdistan halkının ve demokratik kurumlarının da esas aldığı Demokratik Özerklik, demokratik siyasi yaklaşımla tüm halkların ve toplumların sorununu çözme temelinde Cumhuriyet’in demokratikleşmesini ifade etmektedir. Demokratik Özerklik, Demokratik Cumhuriyetin tüm bölgelerindeki izdüşümü olarak da tanımlanabilir. Demokratik Özerklikle demokratik zihniyet ve demokratik siyaset ilkeleri uygulanarak Kürdistan dahil Türkiye'nin tüm sorunlarını çözüme kavuşturmak mümkündür.

DEMOKRATİK ÖZERKLİK TÜRKİYE’NİN SİYASAL BİRLİĞİNİ PEKİŞTİRECEK

Demokratikleşmiş bir ülkede halkların ve toplulukların Demokratik Ulus ve Ortak Vatan’a dayalı olarak bulundukları yerde kendi kendilerini yönetmeleriyle Demokratik Özerlik yaşama geçmiş olacaktır. Toplumun kendi kendini yönetmesi ve sorunlarını çözmesi, toplumla devlet ilişkilerini daha sağlıklı hale getirerek Türkiye'nin siyasal birliğini pekiştirecektir.

Bu çözüm, Kürtlerin ve diğer toplulukların Türkiye'nin hukuki ve siyasi sisteminden kopmayı değil, bugünkü zoraki birliği, duygusal ve siyasi kopukluğu giderip Türkiye'nin birliğini demokratik temelde daha da güçlendirecek ve kalıcı hale getirecektir.

Açık ki Kürt sorununun çözümsüzlüğü başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinin enerjilerini boşa akıtmakta, sorunların çıkmazında güç tüketmesine yol açmaktadır. Bu sorunun çözümü ise tam tersi sonuçlar ortaya çıkaracak, başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerine tarihlerinin hiçbir döneminde görülmediği kadar demokrasi, özgürlük, kardeşlik ve refah getirecektir.

Böyle tarihsel sonuçlara yol açacak demokratik çözüm için halkımız büyük fedakarlıklar sergilemiş, kararlı ve ısrarlı olduğunu ortaya koymuştur. Kardeş Türkiye halkının da Cumhuriyet’in demokratikleşmesini sağlayacak olan Kürt halkının bu çözüm projesine katkı sunması ve halklarımızın özgür geleceğini yaratmada görevlerine sahip çıkması oldukça önemlidir. Demokratik Özerklik olmadan Cumhuriyet’in demokratikleşmeyeceği, Demokratik Cumhuriyet olmadan Demokratik Ulus ve Demokratik Özerkliğin de hayat bulmayacağı gerçeği göz önüne alındığında ortak mücadele platformunda buluşma ve mücadelede ortaklaşmanın temel bir demokrasi görevi olduğu görülecektir.

TARİHİ BİR KARAR

Kürdistan halkı 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde ve 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde ortaya koyduğu gibi demokratik ilkeler temelinde kendi kendini yönetmenin ifadesi olan Demokratik Özerkliği referandum düzeyinde onaylamıştır. Hiçbir demagoji, çarpıtma, yanıltma Kürt halkının büyük çoğunluğunun Demokratik Özerklikten yana olduğunu örtbas edemez. Bu gerçekliği görmezlikten gelmek, halklarımıza büyük acılar yaşatan eski zihniyet ve bunun getirdiği çözümsüzlükte ısrar etmektir.

Türkiye'de Kürt halkının yasal demokratik mücadele zemininde örgütlenen demokratik kurumların büyük çoğunluğunu temsil eden Demokratik Toplum Kongresi’nin 14 Temmuz 2011 tarihinde gerçekleştirdiği Olağanüstü Genel Kurul oturumunda aldığı bir kararla Demokratik Özerkliği açıkça ilan etmiş olması önemli ve tarihi bir karardır. Bu kararın tüm Kürdistan halkına hayırlı olmasını diliyoruz.

Demokratik Toplum Kongresi’nin; son seçimlerde Kürdistan halkının Demokratik Özerklik projesini onaylaması, Türkiye devletinin ve meclise giren partilerin Kürt halkının bu iradesini görmemesi, saygı göstermemesi ve Kürt sorununun çözümü konusunda Kürt halkının iradesini dikkate alacağını açıkça ortaya koymaması ve bu konuda adımlar atacağını deklere etmemesi sonucu Demokratik Özerkliği ilan etmiştir. Bu ilan aynı zamanda çözümsüzlükte ısrar edenlerin oyunlarını boşa çıkararak halklarımızın büyük özlemi olan barışın da daha kısa sürede gerçekleşmesini sağlayacaktır.

BU ADIMI DOĞRU VE YERİNDE GÖRÜYORUZ

DTK, Demokratik Özerklik çözümüyle Türkiye halkıyla birlikte Demokratik Cumhuriyet içinde birlikte yaşama iradesini bir kez daha ortaya koymuştur. Demokratik Özerklik, bir halkın ve toplumun demokrasi içinde reddedilemeyecek temel ve vazgeçilmez haklarını ifade etmektedir. Demokratik Özerkliği böyle anlamamak çözümsüzlükte ısrar eden zihniyetin bu yalın gerçeği bilinçli biçimde çarpıtması olarak görülmelidir.

Tarih ve halklarımız karşısında sorumluluk duyan, ahlak, vicdan, akıl ve izana sahip herkes Demokratik Özerkliği halklarımızın Demokratik Ulus ve Ortak Vatanda Demokratik Cumhuriyet içinde birlikte yaşama arzusu ve iradesi olarak görecektir.

KCK olarak biz de halklarımızın Demokratik Cumhuriyet içinde birlikte yaşama iradesi ve istemi gereği atılan bu anlamlı ve tarihi adımı doğru ve yerinde görüyor, bu kararın arkasında olacağımızı açıkça vurguluyoruz. Bu adımı Kürt sorununun çözümü ve Türkiye'nin demokratikleşmesi açısından gerekli ve doğru gördüğümüz için tüm gücümüzle kurumlaşması ve savunulması konusunda üzerimize düşen görevleri kararlılıkla yerine getireceğimizi halkımıza, Türkiye halklarına ve dünya kamuoyuna duyuruyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti devleti ve hükümetini, halklarımıza büyük acılar yaşatan asimilasyon ve inkar politikalarından vazgeçmeye, halkımızın ve demokratik kurumlarının ortaya koymuş olduğu iradeye doğru yaklaşmaya, en makul çözüm formülü olan Demokratik Özerkliği kalıcı birlik ve barış için en temel yol olduğunu görerek kabul etmeye çağırıyoruz.

DESTEK ÇAĞRISI

Uluslararası güçleri ve bölge güçlerini Kürt sorununda demokratik çözümün gelişmesiyle bölgede demokrasi ve istikrarın güçleneceğini görerek bu sürecin başarıyla sonuçlanması için katkı sunmaya, Kürt sorununda bastırma ve şiddet politikalarına destek vermemeye çağırıyoruz.

Tüm Kürdistan halkını da on yıllardır verilen mücadelenin kazanımları üzerinden atılmış bu adımı sahiplenmeye, inşası, işlevsel kılma ve korunması için üzerine düşeni bugüne kadar olduğu gibi büyük tutku ve özgürlüğü yaşama heyecanıyla bundan sonra da yerine getirmeye çağırıyoruz.

Türkiye halkı ve tüm demokrasi güçlerinin, halkımızın Türkiye sınırları içindeki bu demokratik irade ve özgür yaşam kararlaşmasını kendilerinin de demokratik irade ve özgür yaşamları olarak görüp sahiplenmelerini bekliyoruz.

Tüm Kürdistan parçalarındaki ve yurt dışındaki halkımızı, tüm yurtsever Kürdistani siyasi güçleri ve bölge demokrasi güçlerini, Kürt halkının Demokratik Özerklik temelinde Türkiye'nin demokratikleşmesini sağlamasını; tüm parçalardaki Kürt sorununun çözümü ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin önünü açacağı bilinciyle desteklemelerini ve bunun için üzerlerine düşen tüm sorumlulukları yerine getirmeye çağırıyoruz."

BDP 13 Askere İlişkin Soruşturma İstedi

BDP TBMM Grup Başkanı Selahattin Demirtaş, Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde 13 askerin ölümüyle sonuçlanan çatışmaya ilişkin Başbakan’a çağrıda bulunarak soruşturma başlatılmasını istedi.

Selahattin Demirtaş yaptığı açıklamada, çatışmada ölen askerler için “derin üzüntü” duyduklarını belirtirken, çatışma ardından partilerinin hedef gösterilmesine tepki gösterdi. Çatışma ardından çıkan soru işaretlerine de dikkat çeken Demirtaş, soruşturma başlatılmasını istedi.

BDP TBMM Grup Başkanı Selahattin Demirtaş’ın açıklaması şöyle: “Dün Diyarbakır’ın Silvan İlçesinde yaşanan çatışmada 13 askerin yaşamını yitirdiği, 7 askerin de yaralandığı acı olaydan derin üzüntü duyduğumuzu bir kez daha belirtiyor, bu olayda yaşamını yitirenlere Allahtan rahmet yakınlarına başsağlığı, yaralılara acil şifalar diliyoruz. Savaşın, çatışmanın, ölmenin ve öldürmenin bir sorun çözme yöntemi olmaktan çıkmamış olması, bizlere bu acıları yaşatan en temel nedendir. Ülkenin en önemli sorununun bu gençlerin omuzlarına yüklenmesi haksızlığı da, hükümet başta olmak üzere siyasetin ve bütün siyasetçilerin sorumluluğundadır. Bu acıları unutmadan, ancak acılarımızı “düşmanlık” dili oluşturmak için de kullanmadan barışı sağlamak her birimizin bütün ülkeye karşı boynunun borcudur.

Ancak maalesef ki olayın duyulmasından bu yana yapılan açıklamalar ve gösterilen tepkiler Partimizi doğrudan hedef almakta, yaşanan olayın yarattığı acı ve hüzün ortamından yararlanılarak asıl sebeplerin üstü örtülmekte, neredeyse çatışmaya BDP girmiş gibi bir hava estirilmektedir. Bu haksız hedef gösterme furyasına TBMM Başkanından, hükümet temsilcilerine kadar sorumluluk mevkiinde olup da hesap vermesi gereken herkes dahil olmuştur. Bu süre içerisinde Ankara, Mersin, Bursa ve Elazığ il-İlçe binalarımızın da aralarında bulunduğu bazı parti teşkilatlarımız saldırıya uğramış, yakılmıştır.

Hiç şüphesiz ki bu olayın en büyük ve onarılmaz kaybı yaşamını yitiren gençlerimizdir. Siyasi polemikler, nutuklar ve karşılıklı suçlamalar ne olursa olsun, bu gün yüreği yangın yerine dönmüş ana babaların acılarına derman olmayacaktır. Ancak yüreği evlat acısıyla yanan anaların bile “akan kan dursun” şeklindeki kutsal sözlerine karşılık aynı sağduyunun binde birini siyasetçilerde göremiyoruz. Bu vesileyle öncelikle herkesin ve herkesimin, bu süreçte kullandığı, kullanacağı dilin çatışmayı, gerilimi tırmandırmaya değil, riske giren barış arayışlarına cesaret verici olmasını diliyoruz. Bütün barış süreçleri tehlike ve tehditlerle örülü olmuştur. Ancak barış, sadece ve sadece o’na yürekten inanan ve bütün engellere rağmen o’na doğru yürümekte ısrar eden toplumlara daha erken gelmiştir. Biz de er veya geç kendi barışımızı inşa edeceğiz, ama bunun geç olmaması için biz dahil herkese sorumluluklar düşmektedir.

Yaşanan bu olayın insani yönünü ve bizlerde yarattığı acı etkisini değiştirmese bile, en azından bundan sonraki muhtemel riskleri önleme açısından söz konusu çatışmanın bütün yönleriyle soruşturulup açığa çıkarılması önemlidir.

Yaşanan olayın bir pusu olmadığı, operasyona çıkan askeri birliğin bir noktada PKK ile çatışırken başka bir noktada askerlerin bulunduğu bir mevkie savaş uçaklarından (veya helikopterlerden) atılan bombaların yarattığı büyük yangınla askerlerin yaşamını yitirdiği, bu iddialara dair konuşmaların askeri telsizlerde komutanlar arasında geçtiği ve bu konuşmaları korucuların da duyduğu şeklinde vahim iddialar kamuoyuna yansımıştır.

Bu vesileyle sayın Başbakan’a çağrımızdır;

Bu olayın başka siyasi gerilimlere ve çatışmalara yol açmaması, bütün boyutlarıyla açığa çıkarılması için soruşturma başlatılmalıdır. Otopsi raporları, telsiz konuşma kayıtları kamuoyu ile paylaşmalıdır, gerçekler ortaya çıkarılmalıdır. Eğer iddialar doğruysa; sorumluluğu, ya da ihmali olan varsa hesap sorulması sağlanmalıdır. Adil bir soruşturma neticesinde ortaya çıkacak gerçek her neyse, her birimiz bunun sonuçlarından dersler çıkararak önümüzdeki süreçte daha etkili bir barış siyaseti üretebiliriz. Ancak gerçeklerin üstü örtülürse bu durum herkeste güvensizliğe ve karamsarlığa yol açacaktır. Kamuoyundaki bu kaygıların giderilmesi için hükümet üzerine düşen sorumluluğun gereğini yerine getirmelidir.

Barışa olan içten özlemimizle kamuoyuna saygıyla sunulur.”

Restorasyoncu AKP

Polis Kürt halkına kan kusturuyor, ama polise küçük bir müdahale olunca şovenist “Türklük” ayranları kabarıyor. Polis Türkiye'nin en faşist dönemlerinde bile bu kadar savunulmamıştır.

Hüseyin Ali
Önümüzdeki on yıllarda Türkiye'nin nasıl şekilleneceğine yön verecek bir seçim yaşanacak. Türkiye bu seçimden sonra bir anayasa yapmak zorunda kalacak. Daha doğrusu Türkiye'nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var. Anayasa değişikliği referandumu sırasında hayırcılar da evetciler de “bu anayasa Türkiye'nin ihtiyacını karşılamıyor, tümden değişmelidir” dediler. Kürtler zaten boykot ederek anayasanın kendileri için bir meşruiyeti olmadığını ve bu anayasa altında yaşamak istemediklerini gösterdiler. 

Demokratik bir anayasaya ihtiyaç var. Ancak demokratik anayasa yapacak bir zihniyet var mı sorusuna iyimser cevap veremiyoruz. Çünkü yüzde 10 barajı meclise herkesin siyasi iradesinin yansımasını engellediği gibi en fazla milletvekili çıkartacağını söyleyen AKP'nin zihniyeti demokratik bir anayasa yapımına uygun değil.
AKP demokratik bir anayasa yapımını düşünmüyor. Anayasayı kendi zihniyetine uygun hale getirmek istiyor. Çünkü her yere gidip Türkiye'de ileri demokrasi olduğunu iddia ediyor. Sadece uygulamada bazı eksikliklerin var olduğundan söz ediyor. İleri demokrasi olduğunu söyleyen bir zihniyet, demokratik anayasa yapımına engeldir. Ancak kendine göre eksik gördüğü bazı yerleri yamalar. Halbuki Türkiye'de ileri demokrasi değil, çok köklü çözülmesi gereken demokrasi sorunları ortaya çıkaran neo-faşist ve otoriter bir rejim bulunmaktadır. 

Hatırlanırsa AKP hükümeti 12 Eylül referandumu yapıldığında vesayet ortadan kalkacak diyordu. Propagandasını buna dayandırıyordu. Başbakan seçim beyannamesini açıklarken yine vesayetin ortadan kalktığı bir anayasa istiyoruz dedi. Anlaşılıyor ki bu vesayet kavramı AKP'nin ağzında sadece kendine Müslüman kendine demokrat bir propaganda sözcüğüne dönüşmüş.
Vesayet kalksın derken Kürtler üzerindeki siyasi egemenlik ve kültürel soykırım kalksın denmiyor. Demokrasi güçleri üzerindeki baskı kalksın denmiyor. Zaten biraz demokrasi anlayışı olsaydı herkesi bir örgüt içine sokuşturan binlerce insanı cezaevine atan terörle mücadele yasasını değiştirirdi. Çünkü bu yasanın değişmesi için 350 değil 250 milletvekili yeterdi. Ne var ki terörle mücadele yasasını bu hale getiren bizzat AKP hükümetidir. 

AKP seçim beyannamesinde nasıl bir anayasa yapacağını söylemiyor. Genel geçer sözlerle geçiştiriyor. Her zaman olduğu gibi demagoji yapıyor. Sadece zaman zaman nelerin olmayacağını söyleyerek daha baştan yasakçı ve baskıcı bir anayasa düşündüğünün ipuçlarını veriyor. Halbuki anayasa yapacak bir meclisin oluşumu gündemdeyken nasıl anayasa yapılacağının açıkça söylenmemesi anayasa yapımının özüne aykırıdır. Anayasa, bir toplumun geleceğini ve kaderini belirleyecekse her kesimin kendi anayasa önerilerini hiçbir muğlaklık bırakmayacak biçimde açıkça ortaya koyması gerekir. 

AKP bunu yapmıyor. Çünkü nasıl bir anayasa yapacağını ortaya koyarsa tüm cilaları dökülür. Ancak yine de konuşmalarıyla nasıl bir anayasa yapacağını gösteriyor. Tek millet nakaratı devam ediyor. Daha ileri giderek “Kürt sorunu kalmamıştır; Kürt vatandaşlarının sorunu kalmıştır” diyerek sorunu eski hükümetler gibi eğitim ve ekonomi sorunu olarak gördüğünü ortaya koymuştur.
Bu vatan hepimizindir diyor, ama tek milletten vurgulu biçimde söz ederek Türkiye içinde yaşayan diğer halkların haklarını reddediyor. Kürtlerin ve diğer toplulukların varlığı açıkça tanınmayacaksa, Kürtlerin ve diğer toplulukların siyasi iradesi ve öz yönetimleri tanınmayacaksa, anadilde eğitim olmayacaksa o zaman Türkiye herkesin ortak vatanı olamaz. Kürdistan Kürtlerin vatanı, ama kendi vatanlarında bile haklarıyla yaşayamıyorlar. Şu anda Kürdistan polislerin zindanı haline getirilmiştir. Türkiye bu haliyle nasıl herkesin vatanı olabilir? 

Kürt halkının en ufak bir talebini ve demokratik eylemini şiddetle ezmek isteyen bir hükümetin demokratik bir anayasa yapması mümkün değildir. Zaten anayasada bölgesel milliyetçilik yer almayacaktır diyerek Kürtlerin haklarının tanınmayacağı ilan edilmiştir. Herkesin serbestçe Kürtçe konuşmasını sağladık, tutuklular aileleriyle Kürtçe konuşabiliyor, istenildiği gibi kurslar açılabiliyor gibi nakaratı tekrar ederek Kürt sorununu çözme niyeti olmadığını açıkça göstermiştir. Hatta ana okullarını her yere yayarak nasıl bir asimilasyon politikasını izleyeceğini de ifade etmiştir.
Başbakan, Kürt sorununun istismar edilmesini sadece biz ortadan kaldırırız iddiasında bulunarak Kürt halkının örgütlü mücadelesini sadece biz ezeriz demektedir. Çünkü on yıllardır Demirel’den Çiller’e ve Erdoğan’a kadar tüm başbakanlar Kürtlerin mücadelesini ve özgürlük istemlerini sorunları istismar etmek olarak değerlendirmişlerdir. Kürt sorununu çözme politikası değil de istismar etkenlerini ortadan kaldırma politikası izlemişlerdir. Bu tür söylemler AKP'nin demokratik bir anayasa yapma niyetinin olmadığının kanıtıdır. 

Sadece ileri demokrasi olarak tanımladığı sistemi restore etmek istiyor. Böylece Kürtler üzerinde siyasi egemenlik ve kültürel soykırım politikasını yeni koşullarda sürdürmeyi hedefliyor.
Bu hükümetin elinde mendille her yerde ağlayıp duyguları sömüren önemli bir bakanı Kürt ve kadını karşısında gördüğünde aklına ilk gelen küfretmek oluyor. Daha önce Emine Ayna’ya hakaret eden Bülent Arınç şimdi de Sabahat Tuncel’e küfürler ediyor. Bu söylemde hem Kürt’ü hem de kadını küçümseme vardır. Zaten suratına bakıldığında Kürt’ü ve kadını nasıl küçümsediğini herkes görebiliyor. Bu zihniyette olanların demokrat olması ve demokratik bir anayasa düşünmesi mümkün müdür? 

Polis Kürt halkına kan kusturuyor, ama polise küçük bir müdahale olunca şovenist “Türklük” ayranları kabarıyor.  Polis Türkiye'nin en faşist dönemlerinde bile bu kadar savunulmamıştır. Artık toplum hak arayamaz! Polis toplumun demokratik tepkilerine azgınca saldırırsa haktır, ama toplum buna tepki gösterirse onlar mutlaka ezilmelidir. AKP'nin Türkiye'yi getirdiği nokta budur. Tam bir polis devleti!
Demokratik ulus bloğunun seçimdeki başarısı bu nedenle çok önemlidir. Ancak demokratik ulus bloğu bu seçimden güçlü çıkarsa AKP'nin bu kendini kaybetmiş ve kendini bilmez zihniyetine dur diyebilir. Türkiye halklarının sesi ancak böyle bir blokla meclise yansıyabilir. Yapılacak bir anayasanın içeriği ancak demokratik ulus bloğunun seçimden güçlü çıkmasıyla demokratik hale getirilebilir. Yoksa önümüzdeki yıllar da Türkiye için kabuslu yıllar olmaya devam eder.

Demagog Başbakan

Kim ne derse desin, AKP denilen çağdaş nemrutluk akımı ne denli rahatsız olursa olsun, Kürt Özgürlük Hareketi İbrahimî geleneğin izi üzerinde vücut bulmuştur ve kapitalist modernitenin eskisinden katbekat güçlü nemrutlarıyla mücadelesini sürdürmektedir.

Ali H. Yerkan
 
Türkiye’de devam eden seçim sürecindeki propaganda yarışı deyim yerindeyse bir tür demagoji pazarını andırı-yor. Demagojiyi amiyane tabirle laf salatası olarak tanımlamak mümkündür. Demagog, sözü bir tür uyuşturucu araca dönüştürüp halkı kandırmakta kullanan siyasetçinin unvanı oluyor. Yani demagoji aslında üst toplum siyasetçisinin onsuz edemeyeceği bir yalan söyleme ustalığıdır. Yalan söylemeyi sanat tarzında icra eden kişi, politika yapmaktan uzaklaştırılmış bir toplumda, hemen her zaman en fazla rağbet gören siyasetçi tipi oluyor. Kaldı ki devletçi sistem yalana dayalı toplum sistemidir. Devletçi ve iktidarcı sistemin temsilcileri yalansız, dolayısıyla demagojisiz yapamazlar. Çünkü baskı ve sömürü sistemi sadece zora dayanarak sürdürülemez. Bir hayvan bile sadece zor kullanmak suretiyle uzun süre bir ağılda tutulamaz. Toplumu yönetmek için yalan zorbalığa eşlik etmek durumundadır.

Geçmişte demagog denildiğinde akla Süleyman Demirel gelirdi. Demirel saf kırsal toplum insanını fazla zorlan-madan aldatmayı iyi becerirdi. Son derece basit bir dille konuşurdu. Yerel ağzı çok iyi kullanır ve halkı bununla etkilerdi. Üstelik işini yaparken bir hayli sempatik görünmeyi de başarırdı. Solcular için Demirel’i dinlemek bir bakıma bir mizah dergisini okumak gibi bir şeydi. Kemal Sunal’ın değil Necati Karakaya’nın filmlerini tercih edenlerin Demirel’in konuşmalarını zevkle dinlediklerini kestirebiliyorum. Öyle kendini yırtarcasına bağırıp çağırması da yoktu. Genellikle sakin sayılabilirdi. Konuşmasını pekiştirme cümlesi “Vaa mı bunun başka bi izah taazı?” sorusu olurdu.

Günümüzün en yetkin demagogunun Başbakan Erdoğan olduğundan kesinlikle kuşku duyulamaz. Ancak Demirel ile karşılaştırıldığında, özellikle solcular için Erdoğan’ı mizahi ve sempatik bulmanın söz konusu olabileceğini sanmıyorum. Mizahi Demirel’e gizli bir sempati duyan solcunun Erdoğan’ı dinlerken hissettiği şey ancak tuhaf bir ürperti olabilir. Demirel hazır bir sistemi yürütmek üzere halktan icazet isterken, Erdoğan’ın eski sistemi değiştirmek ve yerine ‘Ilımlı İslam’ sistemini ikame etmek için çaba harcaması ikisi arasındaki en önemli farklılığı oluşturur. Buna İslamcı Türkçülük sistemi de denilebilir. ABD’nin de onayladığı bir sistem oluyor bu. Yani Erdoğan’ın gırtlağına kadar işbirlikçi olduğunu söylemek gerekir. Demirel’in nasıl bir işbirlikçi olduğunu ortaya koymak üzere geçmişte kullanılan ‘Morisson’ lakabı belki de Erdoğan için daha geçerli bir tanımlama olabilir. Libya’ya bomba yağdıran NATO güçlerine katılması ve eski dostu Suriye yönetimini alaşağı etmek için fırsat araması tek başına ABD’ye uşaklığın en çarpıcı kanıtıdır. Gerçek Erdoğan şimdi her zasankinden daha fazla kendi gerçeğine yakındır.

Demirel bir bakıma modernizmle buluşan Türkiye’nin bu yeni döneme uygun siyasetçisiydi. Başbakan Erdoğan ise postmodernizm döneminin Türkiye’ye özgü siyasetçi tipini ifade ediyor. Erdoğan Demirel’e göre daha fazla toplum düşmanıdır, daha doğrusu sürü toplum yaratmakta daha çok uzmanlaşmıştır. Demirel’e göre ‘Führer’ tipine daha yakındır. Kendisi faşist lider tipinin yeni koşullardaki gerçekleşmesidir. Demirel tip olarak belki Musollini’ye oldukça benzer, ama kişilik olarak Musollini’ye daha yakın duran gerçekte Erdoğan’dır. İmam Hatip mezunu olması ve vaiz eğitiminde derinleşmesi, daha usta bir demagog olarak eylemde bulunmasına olanak sunmaktadır. 

Erdoğan’ın Kürt sorununa yaklaşımı da faşist karakterini dışa vuran özelliklere sahiptir. Onun Türkiye’nin gelmiş geçmiş tüm siyasetçilerinden çok daha fazla homojenleşmeyi dillendirmesi, diğer bir deyişle ‘tek vatan’, ‘tek devlet’ ve ‘tek millet’ olgularına aşırı vurgu yapması faşizm dışında bir ideolojik ve siyasal duruşla izah edilemez. Erdoğan’ın Demirel’den devraldığı bir şey de “Dün dündür, bugün bugündür” sözüdür. Nitekim dün “Kürt sorunu benim sorunumdur, bu sorunu çözmek boynumun borcudur” diyen Erdoğan, bugün “Kürt sorunu yoktur” biçiminde fetva verebiliyor. Öyle ki, bu sorunun çözümü doğrultusunda en küçük bir adım bile atmadığı halde, dün var dediği Türkiye’nin en can alıcı sorununu “Ne sihirdir ne keramet, el çabukluğu marifet” yöntemiyle hasıraltı edebiliyor.

Siyasal İslam özünde ABD çıkarlarına uydurulmuş İslam’dır ve bölgedeki temsilcisi ise işbirlikçi AKP’dir. Tıpkı ABD gibi AKP’nin de İslam’la ilişkisi bayağı çıkar ilişkisidir. Dolayısıyla bu partinin özü itibariyle kapitalizme karşı olan İslam diniyle ciddi bir ilgisi yoktur. Muhammedî olmaktan ziyade Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye’ye has bir İslam anlayışına sahiptir AKP. Bu öylesine bir sahte İslam’dır ki, İslam Peygamberinin Ehlibeyt’nin kökünü kurutmuştur. Ehlibeyt şahsında kökleri kurutulan hiç kuşkusuz İslam’ın radikal demokratik özüdür. AKP özü emilip geride posası bırakılmış bir sahte İslam geleneğini sürdürmeye çalışmaktadır. Bu partinin kimliği ve özgürlüğü için mücadele eden Kürt halkı ve onun öncü güçleri karşısındaki duruşu ise Zalim Haccac’ın duruşudur.

Erdoğan BDP’yi kastederek, “APO’yu peygamber ilan edenlerle bizim işimiz olamaz” dedi. Bu ithamın da diğerleri gibi tam bir kuyruklu yalan olduğunu belirtmek gerekir. Kimse Abdullah Öcalan’ı peygamber ilan etmemiştir. AKP’yi ve liderini böylesi bir yalana sarılmaya yönelten şey kendi nemrutluğu ve firavunluğunun deşifre edilmiş olmasıdır. Sayın Öcalan’ı peygamber ilan eden olmasa da, AKP liderinin firavunlaştığı rahatlıkla söylenebilir. Hazreti İbrahim’in en çarpıcı temsili simalarından birini oluşturduğu peygamberlik geleneği Kürt coğrafyasında köklü etkilere sahiptir. Bu geleneğin sayın Öcalan’ın pratiğini derinden etkilediği ve kendisi çağdaş bir putkırıcı haline getirdiği kesindir. Bu gerçeği dillendirmek, Önder Öcalan’ı peygamber ilan etmek anlamına gelmez. Ancak İbrahimî geleneğin diriltilmesi ihtiyacının derinden hissedildiği bir yerde nemrutlar ve firavunlardan kaynaklanan bir zulüm ve zorbalık hükmünü icra ediyor demektir. Yaşanan gerçeklik budur.

Kim ne derse desin, AKP denilen çağdaş nemrutluk akımı ne denli rahatsız olursa olsun, Kürt Özgürlük Hareketi İbrahimî geleneğin izi üzerinde vücut bulmuştur ve kapitalist modernitenin eskisinden katbekat güçlü nemrutlarıyla mücadelesini sürdürmektedir. Nemrutluk kaybedecek, çağdaş İbrahimî Hareket zafere ulaşacaktır.

AKP'nin Polis JİTEM'i

Jandarma merkezli JİTEM geçmişte PKK ile yürütülen savaşta başarısız olduğundan artık AKP’nin yeni JİTEM merkezi Türkiye’deki Polis akademisi olarak belirlendi

Mazlum Yılmaz
 
 
AKP başından beri Ergenekon adı altında yürüttüğü operasyonları gerçekleştirirken sarıldığı temel argüman, “Türkiye’yi JİTEM gibi karanlık Gladio örgütlenmelerinden kurtarıp, demokratikleştiriyorum” idi. AKP Türk toplumunun hatta Türk aydın ve yazarlarının önemli bir kesimini bu yalana inandırdı. Ama zaman geçtikçe ortaya çıktı ki AKP’nin gerçekte JİTEM vb. karanlık ve kirli örgütlenmeleri tasfiye etme ve Türkiye’yi demokratikleştirme gibi bir niyeti yok. Bu durumu anlamadaki temel ölçü JİTEM gibi karanlık bir örgüt en aktif bir biçimde Kürdistan’da Kürt halkına karşı kullanılmasına rağmen, AKP’nin işin bu boyutuyla hiç ilgilenmemesiydi. AKP sadece işin kendisi için köstek olarak gördüğü yönüyle ilgileniyordu.  

AKP’nin JİTEM’in deşifre olmuş ve kendi Yeşil Hegemonyasını gerçekleştirme önündeki bir takım unsurları tasfiye etme ve kendi JİTEM’ini inşa etmek istediği çok geçmeden ortaya çıktı. Bu yeni uluslar arası ve bölgesel konjüktüre uygun olarak geçmiş Gladio-JİTEM örgütlenmesindeki yol ve yöntemlerde yaptığı farklılıklardan anlaşılıyordu. Tabi AKP bunu yaparken geçmiş JİTEM deneyiminin analizi ve bu özel savaş kurumunun pratiğinden çıkardığı ders ve sonuçlar üzerinden bunu yapmak istiyordu. Çünkü jandarma eksenli JİTEM, Kürt Özgürlük hareketi karşısında başarısız olmuştu. Bu nedenle biçim, yol ve yöntemlerde değişikliğe gitme ihtiyacı hissediyordu.

AKP için bu konuda önemli olan PKK’yi tasfiye ve Kürt soykırım planını daha ince ve deşifre olmamış yöntemlerle yürütecek kurum ve kuruluşlardı. KGM (Kamu Güvenliği Müsteşarlığı) gibi yeni dönemin Kontrgerilla müsteşarlığı kurularak daha önce 90’lı yıllarda Kürt halkı üzerinde yürütülen katliamların başaktörlerinden Tansu Çiller ve ekibinin cesaret edemediğine girişildi. Çünkü bu müsteşarlık ilk olarak Çiller hükümeti döneminde gündeme gelmiş ama böyle bir kurumlaşmaya cesaret edilememişti. Bunun yanında AKP döneminde terörle mücadele yasası adı altında çıkarılan Kürt soykırım yasaları da bu eksendedir. Tabi AKP sadece bununla da yetinmeyerek yeni dönemin PKK’yi tasfiye konsepti çerçevesinde siyasal, sosyal, kültüreli, ekonomik ve hatta istihbarat alanlarında çok yönlü bir kurumlaşmaya gitti.

Yukarıda da değerlendirildiği gibi Jandarma merkezli JİTEM geçmişte PKK ile yürütülen savaşta başarısız olduğundan artık AKP’nin yeni JİTEM merkezi Türkiye’deki Polis akademisi olarak belirlendi. Yeni dönemde Kürt halkına karşı yürütülecek bir topyekûn (siyasi, sosyal, askeri, kültürel, ekonomik) soykırımda asker ya da jandarma yerine artık polis kullanılacaktı. Daha önceki dönemlerde Kürt halkına karşı yapılan tüm komplo, provokasyon gibi kontrgerilla yöntemlerinin karargahı Türk genelkurmayından polis akademisine taşınmış oldu. Önceki dönemde Kürtlere karşı yürütülen özel ve psikolojik savaşta asker ya da jandarma unsuru ön plana çıkarken yeni dönemde AKP tarafından ön plana çıkarılan temel unsur polis olacaktı. 

Yeni dönem AKP eliyle yürütülecek kirli savaş dönemi ya da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın da belirttiği gibi polis JİTEM’i dönemi olarak da nitelendirilebilir. Bu dönemi 2002 AKP iktidarıyla başlatmak mümkündür. Bu dönemde AKP’nin ABD, İngiltere gibi uluslar arası güçlerin aktif desteğini alması da 2007 5 Kasım’ındaki Erdoğan-Bush görüşmesi ve PKK’nin ortak düşman olarak ilan edilmesiyle gerçekleşti. Polis JİTEM’i Erdoğan hükümetinin ‘Demokratik Açılım’ adındaki Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye projesi çerçevesinde çok aktif bir biçimde kullanılmaktadır.  AKP hükümetinin açılım adı altındaki politikalarının ilk defa bu polis akademisinde açıklanması da bu nedenle tesadüf ve sıradan bir olay değildir. 

Polis JİTEM’inin faaliyetlerine baktığımızda da kapsamının geniş ve çok yönlü olduğu görülecektir. TRT 6’in kurulmasından tutalım, siyasi soykırım operasyonları ile binlerce Kürt siyasetçi ve seçilmişin tutuklanmasına, Dörtyol’daki katliam provasından tutalım Hakkâri Peyanis’teki referandum sonrası mayınlı katliama, son Newroz öncesi AKP medyasının yalan kurgularla PKK’yi Kürt aydın ve sanatçı düşmanı olarak lanse etmesinden tutalım İbrahim Tatlıses suikastına hatta Newroz günü ve sonrasında Kürtler üzerinde uygulan polis terörü ile AKP–Suriye işbirliği sonucu Hatay Hassa’daki 7 HPG gerillasının komplo ile katledilmesine kadar bir çok komplo ve provokasyon bu JİTEM’in kapsamında değerlendirilebilir.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu özel savaş komplosunu çok erken fark ederek deşifre etti.  AKP hükümetinin yapmak istediği ortada olmasına rağmen birçok liberal, demokrat geçinen aydın-yazar aksini iddia etti. Nasıl ki işin ucu kendilerine dokundu ve daha baskısı yapılmamış kitaba kadar toplatıldı o zaman bazıları yerinden fırladı. Artık birçok yönüyle anlaşılmıştı ama geçti. Son günlerde, daha önce AKP ve Türk Başbakanı Erdoğan’ın kalemşorluğunu yapan bazı liberal yazarlarla Türk başbakanı Erdoğan arasında çelişkilerin çıkması da bundan kaynaklanmaktadır.
2011 Newroz’unda ortaya konan milyonların iradesi geçmişte nasıl Jandarma eksenli JİTEM’i boşa çıkardıysa, AKP’nin Polis JİTEM’inin de Kürt soykırım komplosunu boşa çıkaracağını ispatlamıştır. Bu durumu, Kürt halkının 2011 Newroz’unu AKP’nin tüm Newroz öncesi ve sonrasındaki komplo, provokasyon ve sabote girişimine rağmen tarihinin en büyük Newroz’u olarak kutlayıp serhıldanlarla karşılamasında görülebilir. Öte yandan 2011 Newroz’unda startını verilen yeni topyekûn serhıldan döneminde de bu gerçeği görmek mümkündür.   Kürtlerin,  son Newroz ve sonrasında ortaya koyduğu bu özgürlük iradesi AKP’nin Polis JİTEM’inin tüm özel savaş saldırılarını boşa çıkarma imkânının her zamankinden daha fazla olduğunu ortaya koymuştur.