23 Mart 2012 Cuma

2012 Newroz'u Tarihsel Kopuştur

Bahar, genelde güzellikleri müjdeler, doğa canlanır, yüzlerce canlının yaşamı yeniden aktifleşir. Kuşların ötüşü bir başka olur baharda, çiçekler doğayı tanımlanamayan renklerle süsler. İnsan, baharda bir başka duygu taşır, duygu dünyası canlanır, umutlar coşkuya dönüşür.

Kürtler için bir başkadır bahar. Newroz olarak tanımladıkları yeni günde, baharın ateşi yükselir gökyüzüne. 2012’nin Newroz’unda da ateşi yeniden harmanlamak istediler, “Kürt ateşi sarmalasın gökyüzünü” dediler. Kürtler için Newroz, özgürlüğüne sahip çıkma anıdır. Bu zamanda tarihe tanıklık edenler bedenlerini ateşe verdiler. Bu kez harmanladıkları ateşe umutlarını vermek istediler. Ama insanlığını bitirenler bunu izin vermek istemediler. Ateşi harmanlamaktan korktukları için yasaklamak istediler Newroz’u. Aslında yasaklamak istedikleri Kürtlerin iradesi, kararlığı, toplumsal bilinciydi. Bunu başarırlarsa, galip geleceklerde ve zaferini ilan edeceklerdi. Büyük bir kararlılıkla ‘kutlayamazsınız’ dediler. Bunun bir başka anlamı, irade çatışmasıydı. Kimin iradesi kazanırsa o aslında tarihe tanıklık edecekti. 18 Mart 2012 sabahı, Amed yeniden tarihe tanıklık etti. Devlet, binlerce polisi ve askeriyle kuşattı Kürtlerin başkentini. 12 Eylül 1980’deki gibi panzerlerle sarmışlardı sokakları. Ama bir o kadar da telaş sarmıştı, ellerinde silahları yüreklerinde korkularıyla beklediler Ahmed halkını.


Kürtler ise büyük bir heyecan ve coşkuyla, sokakları işgal eden askerlere, polislere ve panzerlere aldırmadan çıktılar evlerinden. Önceden belirledikleri buluşma yerlerinde binler, on binler, yüz binler bir araya geldi. Kol kola tutuştular ve Newroz ateşini yakmaya koyuldular. Yürekleri korku dolu olan canavarlaşmış silahlı güçler önlerini kestiler. Halk iradesini sınamak istediklerinde, tarihin yeniden yazılacağı anı belki birkaç dakikada gösterdiler. Kendilerini temsil eden milletvekilleriyle, belediye başkanlarıyla, parti yöneticileriyle, sivil toplum kurum temsilcileriyle birlikte omuz omuza silahların barikatını aşıp newroz ateşini yaktılar. Amed’den yanan ateş İstanbul’u sarmaladı ve devlet kin kustu orada. Amed’de alınan yenilginin karşılığını İstanbul’da çıkarmak istedi. Canavarca silahlarla saldırdı ve Kürt politikacısı Hacı Zengin’i katlettiler.


2012 yılının Newroz’un politik sonuçları tahmin edilenden çok daha kapsamlı olacağı açık. Bu bakımdan hem devlet, hem de Kürtler bakımından ortaya çıkan politik sonuçları doğru okumak gerekir.


Sistemin bilinen klasik Kürt politikası sanırım hiçbir şekilde değişmeyecek. İslamcı devletin bütün stratejisini Kürtlerin tasfiyesi üzerine kurduğu, artık herkesin gördüğü bir realitedir. Türk devletinin varlık nedeni olan ‘tek devlet, tek bayrak, tek millet ve tek vatan’ gibi ırkçılığın ve faşizmin ana ilkelerini oluşturan noktalarda; hem Kemalist rejim artıklarıyla hem de bugün devlete egemen olan İslamcı güçler arasında tam bir ittifak var. Ayrıca iç iktidar rekabetinde birbirine dalaşan Gülen cemaati ile AKP de Kürtlerin tasfiyesi konusunda gözü kapalı bir blok olarak hareket ediyorlar. Sistemin bütün kuvvetleri arasında küçücük farklılıklar olması, stratejik buluşma noktalarını ortadan kaldırmıyor.


Cumhurbaşkanı, hükümeti, muhalefeti, ordusu, polisi, yargısı bir bütün olarak Kürtlerin tasfiyesinde anlaşmış durumdalar. Devletin yeni stratejik konseptine paralel olarak düzenlenen Milli Güvenlik Siyaseti belgesinin merkezinde Kürtler bulunuyor. Milli Güvenlik Kurulu kararlarına bağlı olarak görevlendirilen ordu-polis-yargı-medya dörtlü sistemi de tek bir hedefe kilitlenmiş bulunuyor: Kürtleri, toplumsal, politik, kültürel ve kişilik olarak sıfırlamak. Bunun için de şuursuzca saldırıyorlar. Psikolojik savaş, askeri kuşatma ve yargı saldırısı paralel yürüyor. Özellikle politik alandaki saldırıları tanımlayacak hiçbir kavram bulunmuyor. Sınırsız ve şuursuzca, her şehirde hemen her gün yüzlerce insan gözaltına alınıyor, tutuklanıyor.


Erdoğan, Şili’de darbe yaparak yıllarca iktidarda kalan Pinochet’in izinde yürüyor, ikisi arasında müthiş bir benzerlik var. Darbeci Pinochet binlerce insanı tutuklandığı için cezaevlerinde yer kalmamıştı ve futbol stadyumlarını açık cezaevi haline getirmişti. Şu an Türkiye’de Erdoğan’ın inisiyatifinde, her gün onlarca insan tutuklanıyor ve yakında Kürt illerindeki statlar açık cezaevine getirilirse şaşmamak gerek. Bu süreç fiilen başladı.


Devletin bugünkü Newroz politikası, saldırıların en üst sınıra çıkartılmasıdır. Böylece tasfiye politikasındaki kararlılıklarını göstermek istediler. Yani Kürtlere yaşam hakkı yok. İstanbul’da olduğu gibi ‘gerekirse öldürürüz’ mesajını verdiler. Bir başka ifadeyle devletin askeri çözümden ısrar ettiği anlaşılıyor. Cemaat ve AKP, bu politikanın başarılı olması için bütün olanakları kullanıyor. Genelkurmaya her türlü politik ve askeri desteği veriyor. Artık devletin çözümden ne anladığı hiçbir yoruma yer vermeyecek bir şekilde ortaya çıktı. Newroz, bunun somutlaşmış ifadesidir.


Sorunun esas muhatabı olan Kürtlerin Newroz’da ortaya koymuş oldukları politik tablo çok nettir. Peki, bu politik iradeyi nasıl okumak gerek. Newroz gününde devlet, Amed’i bir günlüğüne de olsa teslim almak istedi. Kürtler ise tersine çok daha üst boyutta bir özgürleşme eylemi gerçekleştirdiler. Devletin bütün barikatlarını kırıp geçtiler. Devlet, Amed’i kuşatmak istedi, tersine Kürtler devleti kuşattı. Devletin 2011 Haziran seçimlerinden sonra Kürtlerin politik temsilcilerine yönelik tutuklama eksenli tasfiye politikası boşa çıktı. Amed’de devleti işlevsizleştiren Kürtlerin her koşulda kendi iradelerine sahip çıkacaklarını bir kez daha gösterdiler.


Birkaç noktada somutlaştırdığımızda: Birincisi, Kürlerin sistemden ruhsal kopuşu gerçekleşmiş bulunuyor. Özellikle mücadele içinde yetişen yeni kuşak bakımından bu çok daha nettir. Bunun bir başka anlamı, herkesin kalacağı, yaşamak istediği yer belirginleşmiş, saflar netleşmiş bulunuyor. İkincisi, 2012 Newroz’u devletin artık Kürt coğrafyasında fiilen bittiğini ortaya koydu. Kürtler tarihsel sınırları içerisinde yani jeo-grafik olarak, yabancı işgalci bir gücü istemiyorlar. Kendi topraklarında, özgürce yaşamak istiyorlar. Üçüncüsü, ‘Özerk Demokratik Kürdistan’ için bütün toplumsal koşulların oluştuğunun ortaya konması. Kürtler, kendi kendilerine yönetecek toplumsal bilince ve mekanizmalarını kuracak potansiyele sahip olduklarını gösterdiler. Dördüncüsü, halk politik, örgütlenme ve ruhsal olarak devrimci halk savaşı için nesnel koşulların oluştuğunu gösterdi. Toplumsal ayaklanma ve direnişin kısa, pratik bir örneğini ortaya koydular. Beşincisi, Kürtler kendi politik iradelerini, devletin askeri saldırısı altında bir kez daha ilan ettiler. Yüz binler liderlerine ve partisine sahip çıktı. Altıncısı, farklı devletlerin işgali altında yaşayan Kürtler arasında oluşan ortak irade birliğini tescil etti. Her Kürdün gözü ve kulağı Diyarbakır’daydı. Bunun bir başka anlamı; Kürtleri temsil eden kurumsal örgütlerinin birleşmesine ve ortak ulusal birliklerin oluşturulmasına yönelik bir çağrıdır. Artık hiçbir Kürt politik kurumu bu çağrıya kulağını tıkayamaz. Yani herkes birleşik Kürdistan gerçeğine gözünü açmalıdır.


‘Nisan’da iyi şeyler olacak’ diye beklenti içinde olanlara hem devletin hem de Kürtlerin yanıtı çok net oldu. Kürtlerin Newroz direnişi, kimsenin hayal dünyasında yaşamaması, yaşamın gerçekliğine uymayan politikaların peşine gitmemesi gerektiğini ortaya koydu.


Önümüzdeki süreç, bugünkü çatışmalı ortamın çok daha üst boyutta çıkacağını gösteriyor. Devletin Kürt sorununu demokratik esaslar üzerinde çözeceğine dair hiçbir veri bulunmuyor. Kürtlerin de asla böylesi bir beklenti içinde olmamaları gerekir.


Kürt baharının politik anlamını Newroz’da gördük; kitlesel direniş, mücadele, kararlılık ve kazanma iradesi. Bu bakımdan Mezopotamya, Anadolu ve Ortadoğu halklarını ‘Arap Baharı’ değil ‘Kürt Baharı’ özgürleştirecektir.


Kürtler Ortadoğu’da stratejik bir güçtür. Bu gerçeği unutmadan politik stratejileri yeniden tanımlamak ve ona uygun politikalar geliştirmek gerekiyor.


Kürtlerin başarına kurşun sıkıldı ve kan bulaştırıldı. Bütün bunlara rağmen Kürtler politik diyaloga açıktırlar. Ancak bunu geçmişten farklı olarak, kapalı kapılar arkasında değil kamuoyu önünde açık-aleni olarak yürütmelidirler.


Demokratik çözüm topu devlettedir. Eğer sorunu çözmek istiyorlarsa, Kürtlerin gerçeğini kabul ederler, politik temsilcileriyle masaya otururlar. Kürtlerin belirlediği plan çerçevesinde somut adım atmaya başlarlar. Yanlış yolda ilerlediklerini artık anlamaktan başka şansları kalmamıştır. Newroz bunu gösterdi, tabii anlayacak kapasiteleri varsa.


Kürtlerin alternatifleri var. Hem de tahmin ettiklerinden çok daha geniştir.


Kendileri bilir. 

Mustafa Peköz
Gokyuzu9@aol.com

Kışanak: Türkiye'nin Yeni Bir Modele İhtiyacı Var

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Eşbaşkanı Gültan Kışanak ile Mustafa Sönmez’in yaptığı bu söyleşi Eylül 2011’de İstanbul’da yapıldı. Bu söyleşinin eksiksiz, tam versiyonu Mustafa Sönmez tarafından hazırlanan ve NotaBene Yayınları tarafından yayınlanan “Kürt Sorunu Ve Demokratik Özerklik” kitabında mevcuttur.

Mustafa Sönmez: Kürt sorununun, barış, demokrasi çerçevesi içerisinde hedeflerine ulaşmasında demokratik özerklik başlığını taşıyan bir yapılanma çok ön plana çıktı. Ama gördüğümüz kadarıyla bu yaklaşımın ne olduğu ve ne olmadığı konusunda epey kafa karışıklığı var. Siz nasıl anlıyorsunuz bu demokratik özerklik konseptini?


Gültan Kışanak:
Öncelikle biz parti olarak bunu yeterince anlatabildiğimizi düşünmüyoruz. Sonuçta, aslında evveliyatı olan bir tartışma, yeni bir tartışma da değil. Partimiz tarafından resmi olarak gündeme getirilmesi de 4 yıl kadar oldu. Bu da az bir zaman değil. Buna rağmen 2007’deki kongrede karar altına aldığımız bir tutum belgesiydi. Yine de yeterince anlatamadık. Doğrusu biz demokratik özerklik belgesinin birkaç boyutunun iyice anlaşılmasının önemli olduğunu düşünüyoruz. Bunlardan birincisi, bu bir kere bir demokratik yönetim modelidir. Bizim bir Kürt sorunumuz olsa da olmasa da, Türkiye etnik olarak farklı kimliklere sahip olsa da olmasa da, böyle bir yönetim modeline ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Demokratik özerkliğin kendisi, uzunca bir zamandır ulus devlet merkezli, katı merkezi idari yapılanmaya sahip olan ulus devlet modellerine karşı dünya genelinde yürütülen, yönetimi yerelleştirme, yerinden yönetme ve merkezi idarenin yetkilerini dağıtma tartışmasının konusu. Bu çok anlamlı bir tartışma. 21. yüzyılda yerel yönetim modelinin, demokrasinin artık vazgeçilmez kriterleri arasına girmesi gerektiğini düşünüyorum. Ademi merkeziyetçilik, merkezi yetkileri dağıtmak, yerelleşmek ve yerinden yönetim… Ben hep örnek olarak şunu veriyorum. Bizim, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığımız var. Bütün engellilerle ilgili, bakıma korumaya muhtaç çocuklarla ilgili, şiddet gören kadınlarla ilgili bütün işleri o bakanlık Ankara’dan yönetiyor. Ama biz ne görüyoruz? Malatya’da Çocuk Esirgeme Kurumu’nda temizlikçi kadınların çocuklara baktığını ve dövdüğünü. Biz bunu ne zaman görüyoruz? Kazara bir gün bir haber konusu olursa, bir yerden sızarsa görüyoruz. Bunun üzerine oradaki vicdanlı yurttaşlarla, çocukları korumakla kendini sosyal sorumlu hissedip kurulmuş bir derneğin bir bağı, bir iletişimi yok. Gidip bakanlıktan bunun hesabını soramaz; ama o kurum, oradaki yerel yönetime bağlı olsa o yereldeki dernekler, kurumlar, inisiyatifler, o sosyal gruplar denetim görevini üstlenir, devreye sokabilirler ve çocuklara orada temizlikçi tarafından dayak atılmaz. Şimdi, merkezi idarenin, Türkiye genelinde “Kürtçe anadilde eğitim verilir” diye bir karar alması mümkün gözükmüyor, gerekli de değil. Ama bu konuda karar verme yetkisini bölge meclislerine verdiğin zaman, kendi üyelerinden gelen talebe göre o bölge meclisi, kendi bölgesinde kaç tane Kürtçe eğitim verecek okul kurulması gerektiğine, kaç tane Türkçe eğitim verecek okul kurulması gerektiğine, kaç tane karma okul olması gerektiğine karar verebilecek bir yapıda olursa, durumu gelen toplumsal talebi, ihtiyacı karşılayacak şekilde bir planlamaya dönüştürme ve yerinde çözme şansına sahip olacak. Türkiye genelinde de Kürtlere niye anadilde eğitim veriliyor diye, kimse bunun üzerinden siyaset yapmayacak. Bu anlamda, demokratik özerklik, bu saydığımız ayaklarıyla birlikte oturursa, Kürt sorununu çözmeyi kolaylaştıran bir idari ve ekonomik modeldir. Çünkü Kürt sorunun önemli bir ayağı da bölgeler arası gelişmişlik farkıdır.

MS: Yine de bu kavramın böyle kullanılmış olması, demokratik özerklik kavramını biraz yıprattı. Benim kişisel algım öyle. Başka bir şekilde ifade edilebilirdi ama demokratik özerklik gibi bütün Türkiye’ye şamil düşünülen bir idari reform, bir demokratikleşme projesinin doğru anlaşılmasına yardımcı olmadı, tersine kafa karışıklığı yarattı…


GK:
Bazı odaklar… Bayrak, mesela hiç olmayacak bir tartışma. Bin kere söylüyorsun yine bin birinci kez bu modeli onun üstünden provoke etmeye çalışıyor. Almanya eyalet sistemidir, her eyaletin bayrağı vardır. Kimse bilmez hangi eyaletin bayrağı nedir. Almanya’nın bir tane bayrağı vardır, herkes onu bilir. Bırak bölge yönetimini, özerkliği, eyalet sisteminde olanlardan bile eyalet bayraklarını kimse bilmez, tanımaz. Bütün ülkeyi temsil eden bayrak neyse herkes onu bilir. Türkiye’de de böyle olacaktır. Sen bu yerel yönetim modelini nasıl kuracaksan kur. Kanton mu kurarsın, özerk bölge mi kurarsın, ne kurarsan kur, ülkenin bir tane bayrağı vardır. Ama onun dışında yerel yönetimlerin de kendi sembolleri olacaktır. Doğaldır.

MS: Siz biraz bu modeli detaylandırdınız mı? Mesela yeni bölge derken bölgelerin hangi illerden oluşması gerektiğini tarif edebiliyor musunuz?


GK:
Bir teknik çalışma boyutuna gelemedik. Hangi iller hangi nedenle bir araya gelip bir bölge olacak, bu, üzerinde ciddi olarak tartışılması gereken bir konu. Çünkü biz bu modeli anlatırken net olarak söylediğimiz bir şey vardı. Bu etnik ya da coğrafi temelli bir tartışma olmayacak. Bölge tasnifi ekonomik, demokratik, coğrafi her şey birlikte gözetilerek, havzalar şeklinde hangi il hangi illerle bir yönetim olursa, burası daha demokratik yönetilebilir ve ortak ihtiyaçları, ortak gelecek beklentilerini karşılar…

MS: Mesela Antep ve Diyarbakır’ı gerektiğinde aynı bölge içerisine sokabilmelisiniz…

GK: Gerekirse sokacağız. Gerekirse sokmayacağız.

MS: Her bölgede bir tane gelişme kutbu olsun diye…

GK: Tabiî, tabiî. Zaten şu anda aslında Türkiye bizim bilmediğimiz nedenlerle, AB uyum süreci içerisinde, 26 bölgeye bölünmüş durumda.

MS: Kalkınma Ajansları üstünden Düzey 2 diye adlandırılan bir yapılanmaya gidildi. Ama hangi derde derman, tartışılmalı…


GK:
Devlet Planlama Teşkilatı, bizimle tartışmadığı için, toplumla “biz şu illeri şu nedenle bir araya getiriyoruz” diye tartışmadıkları için kiminle nerede tartıştılar, nasıl tasnif ettiler bilmiyoruz. Ama biz bu modelimizde, önerdiğimiz modelde, bunun şeffaf bir şekilde tartışılıp konuşulup o bölgenin şartlarını da hesaba katarak, biraz önce dediğiniz gibi, her bölgede bir tane gelişme kutbu... Belki de şunu esas alabiliriz: Her bölgede bir tane ekonomik çekim merkezi olacak, bir merkez il olsun, diğerlerinin kalkınmasını da planlasın diyebiliriz. Bunun yanı sıra başka ihtiyaçlar var, coğrafi iletişim günümüzde önemli bir şey.

MS: Bir tane limanı olsun mesela.

GK: Böyle şeyleri konuşarak, tartışarak, hangi illerin hangi nedenlerle bir araya gelmesi gerektiğini belirleyerek, bölgeler tasnif edilebilir. Bizim tasnif edilmiş bir bölge planımız yok.

MS: Peki her bölgeye bir parlamento mu, yerel parlamento mu?

GK: Yetkilerin devrine imkan sağlayacak bir bölge parlamentosunun olması gerekiyor. Çünkü şu anda halihazırda bizim yerel yönetimlerdeki meclislerimizin hiçbir yetkisi yok. Belediye meclislerinin de il genel meclislerinin de. Türkiye’deki hukuk sistemi içerisinde en alt metin kabahatler kanunudur herhalde. Meclisimiz, kabahatler kanununun içindeki öngörülen cezanın miktarını değiştirme yetkisine bile sahip değildir. Örneğin yere tükürme cezasının kaç lira olacağına, merkezi hükümet, merkezi parlamento çıkarttığı kabahatler kanununda yer veriyor, yerel meclis sadece onu uyguluyor. Şimdi yasama yetkilerinin bir kısmının devredilmesi zorunludur. Hem bölgeler arası eşitlik farklarının giderildiği, hem kültürel, siyasal sorunlarımızı çözecek, hem halkın yönetime katılmasını sağlayabilecek güçte bir bölge tarif ediyorsak, yasama yetkilerinin de bir kısmının bu bölge parlamentolarına devredilmesi gerekiyor. Fakat bu bölge parlamentosu, tartışılarak şöyle yapılabilir. Diyelim ki, yereldeki il genel meclisleri ile belediye meclisleri daha koordineli çalışabilir, bölge parlamentosu için de ayrı seçim yapılabilir. “Biz il genel meclislerinin yetkilerini artırdık” diyor hükümet. Bütçe yapma yetkisini vermiş. Fakat vali onaylamazsa o bütçe kullanılamıyor. Şu anda BDP’nin güçlü olduğu, yani yönetimde sayısal olarak çoğunlukta olduğu bütün il genel meclislerinde yapılan bütçeler valilik tarafından onaylanmadığı için hayata geçirilemiyor. Diyarbakır İl Genel Meclisi’nin bütçesini vali sekiz kez geri çevirdi. Geri çevirme yetkisine sahip. O zaman ben ne anladım bu yetkiden. Şimdi tüm bunları ortadan kaldıracak, bunları gerçekten açıklıkla tartışabileceğimiz, bunun adının demokrasi olmadığını rahatlıkla ortaya koyan bir demokratik arayışımız var. Bunun üzerinden tartışırsak, hem kimlik sorunları hem de kültürel sorunlar demokrasi içerisinde çözülebilir, demokratik bir yönetim kurmadan bu sorunları çözme şansımız yoktur. Şunu söyleyeyim, şu andaki yönetim biçimi anlayışını olduğu gibi koruyup Kürdistan diye bir bölge kurup verseler, ben almıyorum. Almıyorum, yeterince bununla başım dertte bir de onunla uğraşmayacağım. Bizim asıl arayışımız, demokratik bir yönetim modelidir. Kimlik ve kültürel sorunlar da ancak demokratik yönetim modelleri içerisinde çözülürse anlamlıdır.

MS: Tabiî, Alevilerin yoğun olduğu bir yerde de Alevilerin taleplerini yerel yönetimler karşılamalı…


GK:
Yerel yönetimler rahatlıkla karşılayabilmeli yani. Bunu sağlayacak bir demokratik mekanizma kurmadığın sürece, yukardan merkezi hükümet, bazen sana inayet olsun diye, bazı demokratik kırıntılar veriyor. Canı isteyince de geri çekiyor.

MS: Türkiye, neredeyse dünyanın en berbat bölgesel eşitsizliğinin yaşandığı bir coğrafya, illeri kümeleseniz de yine ortada bu kez iller arasındaki eşitsizlik 20 bölge arasındaki eşitsizliğe tekabül edecek. Buna da bir müdahale gerekir. O zaman kaynak dağılımı nasıl olacak? Vergi, toplanan vergiler ve bunun kullanımı nasıl olacak?


GK:
Bir röportaj vesilesiyle bu konuda çok kıyametler kopartıldı. “Vergi vermek istemiyorlar, vay efendim hem vermeyecekler hem alacaklar”. Türkiye’nin altına imza koyduğu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın bir maddesi de bölgeler arası ekonomik gelişmişlik farkını kapatmak üzere planlama yapmayı öngörür. Türkiye bunu taahhüt etmiş zaten. Çekince koymuş hayata geçirmiyor… Biz diyoruz ki, demokratik olması için bu çekincelerin kalkması ve bunun da bölgeler arası gelişmişlik farkını ortadan kaldıracak bir şekilde planlanarak yapması gerekiyor.

MS: Kürt siyasetinin farklı coğrafyalardaki çevre hareketleriyle, sendikal hareketlerle, diğer sınıf hareketleriyle ilişkilerinin şimdiye kadarki zayıflığını gidermede bu model nasıl etkili olur?

GK: Bu durum, bizim için her zaman hem bir özeleştiri hem bir handikap. 20 yıllık demokratik Kürt siyasetini takip edenler, şunu bilirler ki, bu kurulan, kapatılan, başına bir sürü işler gelen partiler, tamamında bir Türkiye profili, Türkiye’ye kendini anlatamama, bu konuda yeterince bir vizyon oluşturamama konusunda bir özeleştirisi var hepimizin. Bu bir handikap, bunu aşamıyoruz ve bunun birçok nedeni var. Bu nedenlerden birisi Kürt sorununun bir çatışma zemininde olması. Oradaki hayatın çok sert geçmesi ve çatışmanın yarattığı toplumsal travmalar… Mesela şu anda anlattıklarımı Batı’daki bir insan dinlediğinde bunun yüzde 80’ini blokaj koyarak dinliyor. Çünkü kafasında bana dair başka bir imaj var. Bu söylediğimin bir etki yaratma şansı olmuyor. İkincisi, Doğu’da, bu işler bu kadar kıran kırana giderken her gün cenaze kaldırırken, her gün gözaltı, her gün operasyon, her gün tutuklama olurken iş; “Ya Batı’daki fındık fiyatıyla uğraşmak da bize mi düştü? Burada biz ölüyoruz” a dönüyor. Bizimle uğraşmayacaksın da fındık üreticilerinin sorunuyla mı uğraşacaksın. O taraf, gereksizmiş gibi görünmeye başlıyor. Çünkü işin içinde gerçekten yaşam hakkını da ortadan kaldıran, en demokratik hakları da ortadan kaldıran sert bir çatışma zemini var. Bu tarafta da bu çatışma zeminin yarattığı travmalardan dolayı bir blokaj var. Bu gerçekten bir handikap. Yoksa şu sloganlaşmış cümle bile aslında bu konudaki arayışı ifade ediyor: “Demokratik cumhuriyet, özerk Kürdistan!” Türkiye demokratikleşmeden Kürt sorunu çözülemez.

Cudi’de Ölen Polis Sayısı 7’ye Yaralı Sayısı 13'e Çıktı

Şırnak'ın Cudi Dağı'nda düzenlenen operasyon sonucu geçtiğimiz gün başlayan çatışmalar devam ederken öldürülen özel harekat polislerinin sayısı 7'ye, yaralı sayısı da 13'e çıktı.
Şırnak'ın Cudi Dağı'ndaki Gıre Çolya, Hesana ve Derye Kere bölgelerinde geçtiğimiz gün sabah saat 04.00'da başlatılan geniş kapsamlı hava destekli operasyonda çıkan çatışmalar şiddetlenerek devam ediyor. İlk gün çıkan çatışmada 6 özel harekat timi ölürken, 2'si asker 10 özel harekatçı da yaralanmıştı. Bugün de süren çatışmalarda bölgeye çok sayıda helikopter ve özel harekat polislerinin de bulunduğu yüzlerce asker sevk edilirken, çıkan çatışmalarda 1 özel harekatçının daha öldüğü, 3'ünün de yaralandığı öğrenildi. Yaralanan 3 özel harekatçı Silopi Devlet Hastanesi'ne buradan da Şırnak Devlet Hastanesi'ne sevk edilirken, bölgede süren çatışmaların şiddetlenerek sürdüğü öğrenildi

ANF NEWS AGENCY

Taner Akçam Röportajı Üzerine-İsmail Beşikçi


Taraf Gazetesi’nde, 12-14 Mart 2012 tarihleri arasında, Neşe Düzel’in Taner Akçam’la yaptığı bir röportaj yayımlandı. Bu röportajı şaşırarak okudum. Hrant Dink’in katledilmesinde, Hrant Dink Davası’nda, Ergenekon’u eleştiren, İttihat ve Terakki’den bu yana, Ergenekon politikalarına şiddetle kaşı çıkan Taner Akçam, konu Kürdler olduğunda Ergenekon politikalarını ve uygulamaların aynen benimseyerek Kürdleri korkutmaya çalışıyordu. “Bireysel haklarla yetinin, daha fazlasını istemeyin, yoksa ortalık kan gölüne döner” diyordu. Bu tam anlamıyla Ergenekon söylemidir.

“Özerklik, etnik temelde çözüm arayışıdır. Bu, ulus devletin çekirdeğidir. Light devlettir bu. Böyle bir çözümle bölgede kan gövdeyi götürür.”

“Otonomi çevresinde bir çözüm, hem Türklerle Kürtler, hem de Türk devletiyle Kürtler arasında kitlesel katliamlara zemin hazırlar. Kısaca, özerk bölge kurulması çatışma getirir.”

“Etnik temelde bölünme, ülkede katliamlara yol açar.”

“Dünya, ulus devletlerin kurulmasına artık izin vermiyor.”


Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan, Kürd ulusu olmaktan doğan haklarını talep etmeleri neden ortalığı kan gölüne çeviriyor. Aslında, Kürdlerin, doğal haklarını gasp eden devletin eleştirilmesini gerektirmez mi? Bu tutumun ırkçı sömürgeci bir tutum olduğu da çok açıktır. Taner Akçam’ın, bu konuda, devlete, resmi ideolojiye hiçbir eleştiri yönetmemesi, doğal haklarını talep eden Kürdleri korkutmaya çalışarak, bu taleplerinden vazgeçmelerini istemesi dikkate değer bir tutumdur.

Taner Akçam röportajda “dünya ulus devletlerin kurulmasına artık izin vermiyor” diyor.

Bu da sağlıklı bir değerlendirme değildir. Bu, Kürdlerin aklını çelmek, Kürdlerin zihnini bulandırmak için imal edilmiş bir Türk aydın görüşüdür. Bu konuda, Türk aydınlarının çok önemli bir kısmi, ırkçı, sömürgeci devletin yanında yer tutmaktadır.

Henüz geçen yıl 2011 de, Güney Sudan, Sudan’dan ayrılıp kendi bağımsız devletini kurdu. Kosova ve Karadağ, birkaç yıl önce, Sırbistan’dan ayrılıp kendi ulus devletlerini kurdular. Filistinli Arapların İsrail egemenliğinden kurtarılıp kendi bağımsız devletlerini kurmaları için uluslararası camia yoğun bir çaba içinde. Bunu, Arap devletleri de, Avrupa devletleri de destekliyor. Eritre’nin Etiyopya’dan ayrılıp kendi bağımsız devletin kurması 20 yılı bile bulmadı.

2004 Atina Olimpiyatları’na 204 devlet katılmıştı. 2008 Pekin Olimpiyatları’na 206 devlet karıldı. 2012 Londra Olimpiyatları’na daha çok devletin katılacağı biliniyor. Bu neyi gösteriyor? Ulus devletlerin zamanla çoğaldığını gösteriyor. Uluslararası ilişkilerde, “kardeşlik” denen süreç de ancak, böyle bir ortamda gerçekleşir. Uluslar, eşit egemenlik haklarına sahip olmadan, “birlik-bütünlük” gerçekleşmiyor.

Dünyada bugün 2008 devlet var, Bunlardan 192 si Birleşmiş Milletler üyesi. Bu devletlerden, belki 40’ının nüfusu bir milyonun altındadır. Dünyada, nüfusu bin, on bin, 30 bin rakamlarıyla ifade edilen devletler bile vardır. 47 üyeli Avrupa Konseyi’nde, Andora, San Marino, Monaco, Liechtenstein nüfusları 30 bin, 40 bin civarında olan devletlerdir. Bu devletler Birleşmiş Milletler’in de üyesidir. 27 üyeli Avrupa Birliği’nde, Luxemburg, Malta, Kıbrıs gibi devletlerin nüfusu bir milyonun altındadır. Luxemburg’un ve Malta’nın yarım milyon civarında nüfusları vardır. Kıbrıs’ta, Rumlar artı Türkler bir milyon etmemektedir. AB’de, Slovenya, Slovakya, Estonya, Letonya, Litvanya, gibi devletler, 2-3 milyon nüfusa sahip olan devletlerdir. Kürdlerse, Ortadoğu’da 40 milyondan fazla nüfusuyla, uluslararası ilişkilerde geçerli olan bir statüye sahip değildir. Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin durumunu ayrıca değerlendirmek gerekir.

AB’de, sadece, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere ve İspanya’nın nüfusu, Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam nüfuslarında fazladır. Belki, Polonya’nın Kürdlerin nüfusuna eşit bir nüfusu vardır. AB’de, geriye kalan 13 devletin, Belçika, Hollanda, Danimarka, Yunanistan, Portekiz, İrlanda, Bulgaristan, Romanya, Avusturya, Macaristan, İsveç, Finlandiya, Çek gibi devlerin nüfusları Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam nüfusunun yarısı, bazı yerlerde, üçte biri bile değildir.

Bütün bunlara rağmen, bu kadar büyük nüfusuna rağmen, Kürdlerin bir statüsünün olmaması, Kürdlerin, hala, hak, hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik talepleriyle değil, “terör” kavramlarıyla, değerlendirilmesi dikkatlerden uzak bir konu değildir. Öte yandan, bu ülkelerden bazılarının sahip olduğu toprak genişliği, Kürdistan’ın bir beldesi kadar bile değildir.

O zaman bu anti-Kürd politikaların nasıl oluştuğu, Kürdlerin başına neden lanetli bir çorap geçirildiği elbette önemli bir konu olmaktadır.

Kürdler ve Kürdistan, 1920’lerde, Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) döneminde bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Dönemin iki emperyal devleti, Büyük Britanya ve Fransa, bu projeyi oluşturan ve yaşama geçiren iki önemli güçtür. Bu projeyi oluşturan ve yaşama geçiren Büyük Britanya ve Fransa, Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle işbirliği içinde olmuştur. Dünyada önde gelen iki emperyal devlet Büyük Britanya ve Fransa ve Ortadoğu’nun iki köklü devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti, İran İmparatorluğu’nun devamı olarak Yeni İran Şahlığı, birlikte ve organize bir şekilde Kürdlerin, Kürdistan’ın üzerine çullanmışlardır.

1920’lerde, Milletler Cemiyeti, uluslararasında barışın kurulması, anlaşmazlıkların barışçıl yollara çözülmesi gibi amaçlarla kurulmuştur. Kürdistan ve Kürdler, böyle bir ortamda, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Kürdler ve Kürdistan, Sovyetler Birliği liderleri tarafından, ABD başkanı, Woodrow Wilson tarafından, ulusların kendi geleceklerini tayin hakkının en çok konuşulduğu bir dönemde, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır.

Milletler Cemiyeti, uluslararası barışın kurulması konusunda kendisinden beklenenleri gerçekleştirememiş, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine engel olamamıştır. Uluslararası camia, savaştan sonra, uluslararası barışı kurmak için yine çaba harcamış, Birleşmiş Milletler böyle kurulmuştur.

Birleşmiş Milletler kurulduktan ve çalışmaya başladıktan sonra, dünyanın siyasal çehresinde çok büyük değişiklikler olmuştur. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, Afrika’da, sadece iki bağımsız devler vardı. 1950’lerin sonlarında, 1960’larda bu sayı arttı. Bugün Afrika’da 57 bağımsız devlet var. Ama, Kürdistan’da hiçbir şey değişmedi. Kürdlerin, Kürdistan’ın statüsüzlüğü aynen devam etti. Halbuki Kürdler, 1920’lerde de, 1940’larda da ayaktaydı. 1920’lerde, Şeyh Mahmud Berzenci, Güney Kürdistan’da, 1940’larda Kadı Muhammed, Doğu Kürdistan’da, Kürd milli hareketi yaratmışlardı. Ama, ne 1920’lerde, ne 1940’larda, Kürdler seslerini uluslararası camiaya duyuramadılar. Kürdlerin, Kürdistan’ın devletlerarası sömürge durumu, statüsüzlüğü, sömürge bile olmayan yapısı aynen korundu. Uluslar arası camia bu durumu korumak için yoğun bir çaba içinde oldu.

Neşe Düzel, Prof. Dr. Taner Akçam’a soruyor: “Neden Kürdler, demokratik bir hareket yaratamadı?” “Aradan uzun yıllar geçti. Neden Kürdler hala demokratik bir hareket yaratamadı?” Bu sorular kanımca yanlıştır. Temel soru şu olmalıdır: “Neden Türkiye demokratik bir siyasal sistem oluşturamıyor? “Türkiye, aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen neden demokratik bir siyasal rejim oluşturamadı”

Prof. Taner Akçam, Kürdlere zulmeden devlete, zulümkar devlet politikalarına, resmi ideolojiye küçücük bir eleştiri bile getirmemiş. Kürd toplumu olmaktan doğan, Kürd ulusu olmaktan doğan haklarını talep eden Kürdler eleştiriliyor. Kürdler, devlet adına korkutularak, bireysel hakların ötesinde hak talebinde bulunmamaları konusunda uyarılıyor.

Yukarıda temel sorunun, Kürdlerin/Kürdistan’ın, 1920’lerde bölünmesiyle, parçalanmasıyla, paylaşılmasıyla ilgili olduğu vurgulanmıştı. Uluslar arası nizamın, bu konulardaki anlayışıyla ilgili bir sorgulama yapmaması, Prof. Taner Akçam’ın dikkate değer bir tutumudur. Hak, hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik istemleri karşısında, “ortalık kan deryasına döner”, “kan gövdeyi götürür” vurgusu yapmak, devletin dilini, Ergenekon’un dilini kullanmak şaşırtıcı bir durumdur. Sorun tam da bu noktada düğümlenmektedir. Doğal istemlerin, hak-hukuk istemlerinin, adalet, özgürlük istemlerinin ortalığı “kan gölü”ne çevireceği vurgulanıyor. O zaman, devletteki, resmi ideolojideki bu anti-demokratik tutumun eleştirisi gerekmez mi? Doğal hak istemleri neden, “kan gölü” “kan deryası” ortaya çıkarıyor? Bunlar aynı zamanda Neşe Düzel’e de sorulması gereken sorular olmalıdır.

Kürdlerin geleceklerini belirleme haklarını tanımayıp, “Kürdü ille de ben yöneteceğim” demek, Recep Maraşlı’nın dediği gibi, Kürd’ü, Türk’e zimmetli sayan bir anlayıştır. Önemli olan Kürdlerin geleceklerin özgürce belirleyecekleri toplumsal ve siyasal ortamın hazırlanmasıdır. Kürdlerin nasıl bir siyasal sistem oluşturacakları Kürdlerin bileceği bir iştir.
Bu konularda Kürdlere müdahale etmek, ağabeylik yapmaya çalışmak yanlıştır.

Kürdlerin/Kürdistan’ın 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması bize şunu gösteriyor. Bir toplum, bir ulus, tarihin belirli bir döneminde bölünmeye, paylaşılmaya uğradığı zaman, bu, artık kendini sürekli olarak üreten, çoğaltan bir süreç. yaratmaktadır. Şüreç, ülke topraklarının bölünmesi yanında, giderek, aşiretlerin, ailelerin bölünmesini, hatta, aynı aile içinde kardeşlerin bölünmesini de getirmektedir. Temmuz 1943 de, Van’ın Özalp İlçesi’nde meydana gelen, “33 Kurşun, Org. Mustafa Muğlalı Olayı”, Aralık 2011 sonlarında, Qılaban’da Robeske’de gerçekleşen 34 Kürdün uçaklarla bombalanarak katledilmesi olayı bu durumun çarpıcı örnekleridir.

Kürdler/Kürdistan ilk olarak 16, yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında fiilen bölünmüş ve paylaşılmıştır. Bu durum 17. yüzyılın ilk yarısında, 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla resmileşmiştir. İran kesimindeki Kürdistan ise 1812-1813 ve 1826-1828 Rus-İran savaşları sürecinde bölünmüştür. Doğu Kürdistan’ın kuzey kesimleri Rus İmparatorluğu’nun denetimi altına bırakılmıştır.

1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde bölünme, parçalanma ve paylaşılma Kürdlerin, Kürdistan’ın üçüncü bölünmesidir, paylaşılmasıdır. Bu durum, Kürdlerde, bir insanın iskeletinin parçalanması gibi, beyninin dağılması gibi bir etki yaratmıştır. bülünme, parçalanma ve paylaşılma sadece Kürdlerin değil, örneğin Ermenilerin de sorunudur. Ermenilerin, Ermenistan’ın, Osmanlı İmparatorluğu, Rus İmparatorluğu, İran İmparatorluğu arasında bölünmesi ve paylaşılması dikkatlerden uzak tutulmaması gereken bir süreçtir.

1923-1928 yılları arasında, yaşayan, Karabağ ile Ermenistan arasında yer alan Kızıl Kürdistan yine dikkate değer bir örnektir. Laçin, Qelbecer, Kubatlı, Cebrail, Zengilan toprakları üzerinde kurulan Kızıl Kürdistan’ın nasıl yıkıldığı, neden yıkıldığı, Kürdlerin neden, Orta Asya’daki Türki Cumhuriyetlerin alanlarına sürgün edildikleri, elbette üzerinde durulması gereken, önemli konulardır. Bu da, bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanı, farklı bir boyutudur.

Kürd/Kürdistan sorunu ile Ermeni/Ermenistan, Süryani, Rum-Pontus sorunu arasında çok yoğun ilişkiler de vardır. Bu, ayrı bir yazının konusu olmalıdır.

Burada, önemli bir konuya daha dikkat çekmekte yayar vardır. O da şu. Türk aydını Taner Akçam, Prof. Dr. Taner Akçam Kürdler karşısında, Kürd/Kürdistan sorunları karşısında neden bu kadar fütursuzdur? Neden, Hrant Dink’in katledilmesinde, Hrant Dink Davası’nda, Ermeni, Ermenistan sorunlarında, Ergenekon eleştirilirken, Kürdler gündeme geldiği zaman, Ergenekon söylemi benimsenmekte, içselleştirilmektedir.

Bunun temel nedeni, Kürdlerin, özellikle Kürd aydınlarının kendi özleri konusunda, Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan, Kürd ulusu olmaktan doğan hakları karşısında duyarlı davranmamaları, “kardeşlik” söylemine kanmalarıdır. Ama, gelecek Kürd nesilleri böyle olmayacaktır. Onlar, Kürdlerin hak-hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik istemleri karşısında daha duyarlı, daha ısrarlı olacaklardır. Bu çok açıktır.

Kaynak: Kurdistan Post

‘PKK Düşmanlığı’: Irkçılığın Maskesi

Ömer AĞIN
Türkiye’de ırkçılık, kendisini PKK düşmanlığı ile örtüyor.

Bütün saldırılar, bütün katliamlar “PKK’ye karşı”ymış gibi gösteriliyor. Bütün hakaretler, tüm aşağılamalar, sanki “PKK’ye karşı”ymış gibi yapılıyor. Siyasi soykırım ve Kürt halkına karşı yapılan kitlesel yok edilişleri gizlemek için bu demagoji yapılıyor.


Gerçekte ırkçılar, bu yolla Kürt olan her şeye karşı düşmanlık ediyor. PKK düşmanlığı işte bu ırkçılığı örtmek içindir.


Türk aydınlarının büyük bir çoğunluğuna “barbar Kürtler” yerine “barbar PKK” görüşü benimsetilmiştir. Bunlar “PKK’ye karşı” her türlü aşağılayıcı lafları ederken, aslında Kürt halkına karşı ırkçılık yaptıklarının farkında bile değillerdir.


Herhangi bir “sol örgütü” ele alın. Bu örgüte hakaret edin. Ne yapmış olursunuz? O “örgütün” üyelerine hakaret etmiş olursunuz. Ama o örgütün “temsil ettiğini söylediği”, örneğin “işçi sınıfına”, “köylülüğe” hakaret ettiğinizi kimse size söyleyemez. Çünkü “o örgüte” yaptığınız hakaretten dolayı, o örgütün üyesi değilse hiçbir “işçi” ya da “köylü” kendisine karşı hakaret edildiğini düşünmez bile.


Ama iş PKK’ye gelince değişiyor. PKK’ye yönelttiğiniz hakaretlerin altında affedilmez ve kabul edilmez bir Kürt düşmanı ırkçılığın yattığını en sıradan Kürt insanı o anda anlıyor.


PKK düşmanlığı yaparak Kürt halkına karşı ırkçı nefret söylemi içinde olanlar, geçtiğimiz Newroz kutlamaları sırasında suratlarındaki maskeyi çıkardılar. Düşmanlıklarının Kürt halkına düşmanlık olduğunu gösterdiler. Hepimiz tanığız. AKP hükümetinin örgütlediği ve Cemaat’in kontrol ettiği polis Newroz günü akıl almaz bir nefretle bizlere saldırtıldı. Babası yaşındaki Ahmet Türk’e yumruk atan polis, Kürt halkına azgınca bir düşmanlıkla doldurulmuştur. Kürt’ten nefret etmektedir.


Polisin düşman bir halk diye tanıtılan Kürt’ten nefret etmesi şaşırtıcı değildir. O böyle bir nefretle eğitilmese, Newroz’da gördüğümüz gibi canavarlaşamaz. Şimdi bu polis, özel olarak eğitilerek HPG ile savaş alanına da sürülmekte. Böylece, kentlerimiz, dağlarda Kürt kanı içmek için yemin etmiş bu adamlarla dolup taşmakta. Kürt düşmanlığının boyutları artık çok tehlikelidir.


Ama daha tehlikelisi, PKK’ye karşı kimi zaman “elitist” bir aşağılamayla örtülü olan Türk aydın ırkçılığıdır. Onlar PKK’yi “geri, kültürsüz, cahil ve barbar” Kürt halkının yarattığı bir örgüt olarak görüyorlar. Kendilerine anlatılan “şehir efsanelerinin” kurbanı olmuşlardır. Sömürgeci beyazların “Tom Amca’lara” “acıdığı”, ama direnen siyahları katlettiği bilinir. Bu sömürgeci “vicdan” kimi Türk aydınında da geçerlidir.


Polisin “ırkçılığı” teknik bir sorundur. Demokratik bir Cumhuriyet bu polisi “dağıtır.” Ama toplumun ruhsal yapısını etkileyen aydının ırkçılığı bir idari kararla ortadan kaldırılamaz. Toplumun ırkçılaşması uzun vadede tedavi edilen bir hastalıktır.


Newroz ve yapılan kamuoyu yoklamaları, Türk ırkçılığının artık “toplumsal” bir karakter almakta olduğunu, toplumun kültürel genlerinde büyük bir deformasyona sebebiyet verdiğini göstermektedir.


30 yıllık savaş boyunca Türk ırkçılığı AKP döneminde olduğu kadar hiçbir zaman böylesine açık seçik bir hal almamıştı. Sivil ırkçı-faşist unsurların “polisle dayanışma” için ellerinde bıçaklarla bize saldırdığı zaman, bunun “münferit” ya da sıradan bir düşmanlık olmadığını gözlerimizle gördük.


Kürt halkı devletin zorbalığına karşı koyuyor. Ama sivil Türklere saldırmayı aklının ucundan geçirmiyor. Bizim ana topraklarımızda yaşayan Türk azınlığı büyük bir güvenlik ve barış içinde yaşamaktadır. Hiçbir Türk’ün evine çarpı işaretleri konmuyor. Türk esnaflar işlerinde güçlerindedir. Bizde Türk halkına karşı ırkçı bir nefret söz konusu değildir.


Çünkü Kürt Özgürlük Hareketi Kürt halkını Türklere karşı asla kışkırtmıyor. Tam tersine Türklerle kardeşleşmek için, onların örgütlerinin çapına, gücüne, yeteneğine bakmaksızın, örneğin Halkların Demokratik Kongresi içinde onlarla bütünleşiyor. Kürt halkı Ertuğrul Kürkçülerin, Levent Tüzellerin, Sırrı Süreyya Önderlerin mücadelesine büyük bir değer biçiyor. Onlar Türk-Kürt kardeşliğinin, kökleri geçmişe dayanan köprü ayaklarıdır.


Ama artık şunu söylemek de istiyoruz; Kürtler bugünkü sisteme sahip devlete mahkum değiller. Hiçbir güç, Kürt halkını “zorla” devlete bağlayamaz. Biz eşit ve  gönüllü birlikten yanayız. Ama bizimle birliğe gönülsüz olanlara, bizi köle yapmak isteyenlere de boyun eğmeyiz.


Çok açık konuşalım; biz devletin bütün saldırılarına rağmen, gün gelip bu saldırılar gerileyince, müzakere süreci başlayınca Türk halkıyla eşit haklı birlik içinde yaşamayı kabul edeceğiz.


Ama siz her geçen gün kendi toplumunuzu zehirliyorsunuz. Irkçılık marjinal çevrelerin eğilimi olmaktan çıkıyor, “bizimle komşuluk yapmak istemeyen” büyük bir çoğunluğun eğilimine dönüşüyor. Devleti değiştirmek birkaç yılın işidir. Ama ırkçılaşan Türk toplumunu sağaltmak zordur. Ve bu, asıl bu, yani toplumsal bir karakter kazanan Türk ırkçılığı, en başta da toplumun ruhsal yapısında rol oynayan Türk aydınlarının “PKK düşmanlığı” ile gizlenen ırkçılığı birlikte yaşamayı imkansız kılacaktır.


Türk ırkçılığı, böyle giderse Türkiye’yi bölecektir.


Newroz’un en büyük dersi budur.

Newrozla İflas Eden AKP ve Fethullah Faşizmi

2012 Newrozu Kürdistan’da AKP ve Fethullah Gülen’in Yeni Türk Sömürgeciliğinin iflasını göstermiştir. Bu Newroz’daki görkemli başkaldırı, İmralı’da yıllardır tecritte tutulan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü için hayata geçmiş durumdadır. Fethullah Gülen tayfası ve AKP iktidarı bu gerçeği iyi görmek durumundadır. 2012 Newrozu ile AKP ve cemaatin Kürdistan’da yeniden inşaa etmek istediği Türk-İslam sentezli Yeşil Ergenekon sömürgeciliği iflas etmiştir. Yol yakınken bu gerçeği görmek ve Kürt gerçeğini tanımak durumundadır. Çünkü Türk sömürgeciliği Cumhuriyetin kuruluşu ile Kürdistan’da kendisini inşaa etmeye başlarken ret ve inkar politikalarını geliştirerek kendisini kurumsallaştırmak istedi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu öğesi olan Kürtleri inkar etmek için elini çabuk tuttu. 1925’te, 1938’de ve daha birçok değişik tarihte başgösteren Kürt isyanını askeri yöntemle ezmeye çalıştı. Siyasal alanda Kürtleri dışladı. Eğitimde asimilasyoncu ve ırkçı yöntemler ve tezler öne sürdü. Kürdistan’ı siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak sömürge ülkelerden daha beter bir hale soktu. Zaten “devletlerarası sömürge olan Kürdistan”ın Kuzey parçasını TC rejimi tamamen eritip bitirmek istedi. Ancak Apocu hareketin başlaması, 27 Kasım 1978’de PKK’nin kurulması, 15 Ağustos 1984’de PKK öncülüklü gerilla savaşının başlatılması ile Türk sömürgeciliğinin 70 yıllık politikaları alt-üst oldu. 

PKK, Kürt toplumsallaşmasını siyasal, kültürel, ekonomik alanda kurumsallaştırdı. Kürtler, askeri olarak savunmayı, diplomatik alanda ise kendisini güç haline getirmeyi başardı. Türk sömürgeciliği ise Kürtlere karşı, temel politikalarında küresel alanda ABD-NATO bloku ile, bölgesel alanda ise İran-Irak-Suriye merkezli bir anti-Kürt bloku kurdu. Dolayısıyla PKK öncülüklü Kürt siyasal hareketinin karşısında hem küresel egemen güçler hem de bölgesel alanda Arap-Türk-Fars egemenliği ile mücadele etmesi gerekiyordu.

Zordu. Ancak o zorluk büyük bir direnişle aşıldı. Bölgedeki statüko PKK öncülüklü Kürt direnişi karşısında çözülmek zorunda kaldı. Baas rejimleri temsilcileri ile birlikte çözülürken Kürdistan’ın statüsü de kendisini göstermeye başladı. Ortaya çıkan Kürt statüsüne egemen siyaset kendi rengini vermeye çalışsa da demokratik Kürt siyasal hareketi kesintisiz mücadelesini sürdürdü. Ve ortaya halkın desteklediği demokratik Kürt siyasetinin temel temsiliyeti ortaya çıktı. Bu temsiliyet gayet net ve açık bir şekilde PKK ve Öcalan ile isimlendirildi.

Ancak 3 Kasım 2002’de Kürdistan’da tasfiye olmuş Türk sömürgeciliğinin enkazı üzerinden iktidara gelen AKP; Fethullah Gülen ile yeni bir politika inşaa etmeye başladı. Hem klasik Kemalist-Türk egemenliği ile olan tarihsel intikamını almak hem de Kürtler üzerinde yeni Türk sömürgeciliği için yoğun bir çabaya girişti. AKP ve Fethullah Gülen bloku ABD’den de destek alarak inşaa ettiği “Yeni Türkiye”nin ilanını 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra ilan etti. Ancak Kürt demokratik siyaseti tarihsel olarak Türk-Kürt ilişkilerinin artık sömürge hukuku içinde olmayacağını Demokratik Özerklik’in ilanı ile gösterdi.

AKP ve Fethullah Gülen aynen 1925, 1938’deki gibi katliam, inkar ve askeri politikaları devreye soktu. Kürt siyasal hareketi ise bütün alanlarda topyekün direnişe geçti. Çünkü sömürgecilik hukuku ile yaşamak istemiyordu. AKP ve cemaat gaza gelerek kendince Kürtleri ezip bitirecekti. Ama öyle olmadı. Kürtler büyük bedeller ödese de kesintisiz direniş tutumu ile 2012 Newrozuna kadar geldi. Ve ortaya çok büyük bir halk hareketi çıktı. Ortaya çıkan Kürt halk hareketi, sadece Kuzey Kürdistan’da sömürgecilik hukukunu bitirmiyor; aynı zamanda Suriye’de Baas rejiminin Kürt politikasını da tarihin çöp sepetine atıyor.

Bu Halk Hareketi, Güney Kürdistan’da da küresel sistemin kendi Kürdünü yaratma politikalarını işlevsiz hale getiriyor. Yani Kürt Baharlaşması, ya da tatlı su liberallerinin anlayamadığı o devrimci halk savaşı meselesi varya işte böylesi bir dönemi karakterize ediyor. Türk, Arap, Fars sömürgeciliği, özel savaş politikaları ve medyası, eğitim sistemi, mali sistemi artık Kürdistan’da istediği gibi at koşturamayacaktır. Bu böyle bilinmelidir. Bu direnişin karakterini analiz ederken Apocu PKK’nin iyi analiz edilmesi, Abdullah Öcalan’ın tarihi kişiliği ve direniş özelliklerinin iyi okunması şarttır. Öcalan, PKK ve onun ortaya çıkardığı halk gerçekliğini anlamadan afra tafra yapmak, Kürtleri oyalamak artık nafiledir... 

BAKİ GÜL

Irkçı Ahlaksızlığın Yenilgisi

Lafı eğip, bükmenin anlamı yok, bu bir etnik savaştır. Kürdistan, yüz yıldan beri her türlü ahlaki değer yargısı ve vicdandan mahrum ırkçı ahlaksızlığa karşı direniyor.

Irkçı rejim, her defasında bastırdık, insaniyeti öldürdük diye sevinirken, son Newroz’da olduğu gibi, direniş karşısında şaşkına dönüyor.

Son Newroz’da, bir kere daha ekonomik sınıf, sosyal katman, dini inanç yok, her türlü zulüm belasını göze almış, topyekün Kürdistan’a adanmış ruh hali vardı, alanlarda…

Kürdistan tek bir sınıfın, katman, ya da inancın sorunu değildir. Soyu orada köklenmiş, herkesin ortak rüyasıdır.

Çünkü, mayınlı dağlar, yakılıp yıkılmış köyler, iş yerleri, ticarethane enkazları gösteriyordu ki, işgal altındaki Kürdistan’da, kendini inkarla onurunu yerlerde süründürse, çocuğuna Türk-İslam sentezine uygun ilim de verse, kimseye hayat hakkı yoktur. Türkler 1925’den beri, her bahar geliyor, çalıp, talan edemediklerini ateşe veriyor, yuvaları darmadağın ediyor, gümrah bir hayat kurduğunu sananlar, bir anda ekmek davasına düşen aça dönüşüyordu. Şehirlerin varoşları, barbarın darbesiyle yoksullukta eşitlenmiş çobanlar, emekçiler, dün mal, mülk sahibi yaralılarla doluydu.

Onun için, özgür Kürdistan, bütün kesim ve katmanların büyülü rüyasıydı. Çünkü ırkçı yıkım ve kırıma çıkarken yoksul, varlıklı, din, inanç farkı gözetmiyordu. „Ben Kürdüm“ diyen, onun kılıcını çekmeyen, yalanıp, yaltaklanmayan herkes darbenin hedefiydi. Kürdistan’da yara almamış, ırkçı canavara can, mal kaptırmamış ve yüreği kayıplarının matemiyle burulup, kinle dolmamış Kürt birey, aile, aşiret yoktu.

Türk İslamcılarının toplama kampları inşa etmesi, Uludere katliamı, esir alınmış çocuklara tecavüz, insanlık dışı rejimin son sindirme hamlesiydi. Newroz ise „ben emredince pısarlar“ kibirlenmesiydi.

Ama hesapları tutmadı. Kürtler emir kulu olmadıklarını ve boyun eğmeyeceklerini „ben varım ve burayayım“ diye haykırarak meydanlara, sokaklara çıktılar. Varlıklısı, ekmek bulmayan yoksuluyla, Alevisi, Sünnisi, Êzîdî, Musevisiyle işgalci zorbanın karşısına dikildiler.

Çünkü, hepsi yaralı, dert ortaktı.

Özgürlüğün ılımanlığı ancak, topyekün birlik ve dayanışmayla mümkündü. Irkçı rejimin aşılamaz sandığı polis ve askeri barikatlarını yerle bir ettiler. Bu, bir halkın kendi acılarından yeşerip, zafere koşmasıydı.

 Emredince oluyormuş ve kadim halk baş eğecekmiş gibi „sen de Türk oğlu Türk oldun” diye buyuran, Kürdistan’ın ismini, cismini, Kürt halkının varlığını, dili, kültürünü yasaklayan, karşı çıkanları ipe çekip, soykırım yapan, Kürt yurdunu esir kampına çeviren, talandan sonra yakıp, yıkan, İslam dinini, „Türk-İslam sentezi” adıyla ırkçılığın hizmetine sokan ırkçı rejim, yenilginin şaşkınlığından, gülünçtü. Can çekişmenin acısıyla, Kürt şehirlerine yerden ve havadan zehir serpiyor, başı kesik tavuk gibi çırpınırken çocuklara oyuncak oluyor, o hırsla sağa, sola, rast gele kurşun sıkıyor, Kürdistani simgelere saldırıyorlardı.

Kürtler, vatandaş değil, insandan da sayılmıyor. Kürt sözkonusu olunca, Ahmet Türk’ü linç etmeye kalkışma olayı gösteriyor ki polis, ırkçı militandır. Türk seçilmişler bir yana, eşleri, kızları da dokunulmazdır. Başbakanın eşi Uludere’ye giderken polis ve askerler vücutlarıyla barikat kuruyor, aynı devletin polisi, yenilginin hırsıyla Kürt seçilmişleri zehirli gaza tutuyor, Ahmet Türk’ü linç etmek üzere yumrukluyordu.

Kürtler, Ahmet Türk’ün yumruklanmasının hüznünü yaşarken, gazeteleri yeni Türk zaferini haber veren keyifle, „yumruklandı, hastanelik oldu“ başlığıyla çıkıyordu. Bir milletvekilinin ayağı burkulduğu zaman geçmiş olsun demede kuyruğa giren Cumhurbaşkanı, parlamento başkanı, başbakan Kürt temsilcilerinin uğradığı polis saldırısı karşısında dilsiz, sağır ve kördü.

Demek ki, artık iki kesim var. Birbirine hasım, kan davalı, iki düşman. Düşmanlardan birinin acısı, ötekinin sevinci…

Bu nedenle, etnik ayrışma zemini her gün biraz daha derinleşiyor.

Nitekim Kürt temsilcilerden Şerafettin Elçi, dün bir Türk televizyonunda bu gerçeği anlatırken, „ortak yaşama imkanı kalmadı“ diyor, Kürtlerin ana yurda dönüşlerinin hızlandığını  söylüyordu. 

Türklerin sivil giyimlisi, polis, asker üniformalısıyla giriştikleri linç taarruzları, sivil hayattaki ırkçı ayırım, mal, mülk edinme özgürlüğünün güvensizliği yüzünden, vatandaş, hatta canlıdan sayılmadıklarını yaşayarak gören sürgün Kürtler, ana yurt Kürdistan’a çekiliyorlar. Türklerle içli dışlı olanlar da batıya…

Bakmayın siz kimilerinin, karanlıkta mezarlıktan geçerken, ıslık çalan korkak adam misali, „birlik ve berberlik“ demelerine. Birlik dün yoktu. Olan kırıntısı da kalmadı. Kürdistan’daki görüntüleri dün, işgal gücü polis ve askerdi. Onlar bu gün, son işgalciler olarak barikatların gerisinde gizleniyor, göründüklerinde, çocuklara oyuncak oluyorlar.

AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com

KCK Sistemi ve Demokratik Çözüm

Koma Civakên Kurdistan (KCK), Kürt sorununda ulusların kendi kaderini tayin hakkının devletçi olmayan demokratik yorumunu ifade etmektedir. Ulusal sorunun çözümünde köklü bir dönüşüm olarak değerlendirilmelidir. Kapitalist modernitenin yol açtığı ulusal sorunlar hep ulus-devletçi ve milliyetçi zihniyet ve paradigmalarla çözümlenmeye çalışılmıştır. Ulus-devletin kendisi çözümün temel aktörü olarak sunulmuştur. Ulusal sorun denildiğinde hemen akla „Bizim de bir ulus-devletimiz olsun” düşüncesi gelmektedir. Neredeyse her etnisite ve milliyet için bir devlet öngörülmüştür. Bu yaklaşımı özellikle dünya çapında hegemonyacılık peşinde koşan, karşısındaki imparatorluk gibi büyük devletlerle şehir devletleri gibi küçük devletleri engel olmaktan çıkarmak ve ‘böl-yönet’ politikasını yürütmek isteyen İngiltere geliştirmiştir.

Ulus-devlet kapitalist sisteme dayalı hegemonyacılığın iktidar düzenlemesidir; azami kar ve endüstriyalizmin gerçekleştirildiği en uygun devlet düzenlemesidir. Ulus-devletleri doğru kavramak için hegemonik sistemdeki yerlerini, kapitalizm ve sanayicilikle bağlarını doğru çözümlemek gerekir. Her etnisiteye veya mezhebe ve kavme bir devlet demek, kapitalizmin küreselleşmesine, dolayısıyla sömürünün ve sanayiciliğin (ekolojik yıkımın) azamileşmesine katkıda bulunmak demektir. Reel sosyalizmi çözülmeye götürenin de esasta bu katkıda bulunma eylemi olduğunu ısrarla vurguladık.

Yola çıkışta reel sosyalist sistemi esas alan PKK’nin ulusal sorunda tıkanmasının da özünde bu yaklaşımdan kaynaklandığını çözümlemeye çalıştık. PKK’nin özeleştiriyle bu konuda dönüşüm geçirdiğini belirttik. Ulusal sorunda dönüşümün ana çizgisi ulus-devletçi çözümden vazgeçmek, alternatif olarak demokratik çözümü esas almaktır. Demokratik çözüm ulus-devlet dışında toplumun demokratikleşmesindeki arayışları ifade eder. Kavram olarak ulus-devleti kapitalizmle birlikte toplumsal sorunlarda çözümün değil, daha da artan sorunların kaynağı olarak değerlendirmektedir.

Kapitalizmin bunalımları sürekli ve yapısaldır

Ulusal ve toplumsal sorunların ulus-devlete bağlanması modernitenin en zorbaca yönünü teşkil eder. Bizzat sorunların kaynağı olan bir araçtan çözüm beklemek, sorunların çığ gibi büyümesine ve toplumsal kaosa yol açar. Kapitalizmin kendisi uygarlık sisteminin en krizli aşamasıdır. Ulus-devlet, bu krizli aşamada gündeme getirilen, toplum tarihi boyunca en çok geliştirilmiş şiddet örgütüdür. İktidar şiddetinin tüm toplumu kuşatmasıdır; kapitalizmin azami kar ve endüstriyalizmle çözülmeye uğrattığı toplumu ve çevreyi zorla bir arada tutma aracıdır. Aşırı ölçüde şiddetle yüklenmesi, kapitalist sistemin azami kar ve kesintisiz birikim eğiliminden ileri gelmektedir. Ulus-devlet tipi bir şiddet örgütlenmesi olmadan kapitalist birikim yasaları işleyemez, endüstriyalizm sürdürülemez.

Gelinen son aşama olan küresel finans kapitalizmi çağında toplum ve çevre tam bir dağılmayla karşı karşıyadır. Başlangıçta devrevi olan bunalımlar, sürekli ve yapısal bir karakter kazanmıştır. Bu durumda ulus-devletin kendisi de sistemi tamamen kilitleyen bir engele dönüşmüştür. Kendisi krizli bir yapı olan kapitalizm bile ulus-devlet engelinden kurtulmayı gündeminin başına taşımıştır. Ulus-devlet egemenliği sadece toplumsal sorunların kaynağı değil, çözümün de önündeki temel engel konumundadır. Egemen kapitalist sınıf açısından böyle olan bir sistemi toplum için, halklar ve emekçiler için bir çözüm aracı olarak düşünmek toplumun doğasına terstir, bu doğanın inkarı anlamına gelir. Toplumsal sorunların en önemli parçası olan ulusal sorunların çözümünde hem toplumun, halkların ve emekçilerin doğası gereği, hem de hegemonik sistemin ulus-devlet engeli nedeniyle demokratik model esas alınmak durumundadır.

Demokratik çözüm modeli sadece bir çözüm seçeneği değil, başlıca çözüm yöntemidir. Sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketleri başarılı olmak istiyorlarsa, demokrasi dışında çözüm aracı aramamalıdırlar. Sağ, sol ve merkez her türlü diktatörlük eğilimi ancak çözümsüzlüğü derinleştirir; kapitalizmi daha talancı, çapulcu ve sanal kılar. Demokratik çözüm modelini üniter ulus-devletin federe veya konfedere biçimlere dönüşmüş hali olarak düşünmemek gerekir. Ulus-devletin federe ve konfedere hali demokratik çözüm değildir. Bunlar farklı devlet biçimli çözümlerdir ki, yine sorunları ağırlaştırmaktan öteye rol oynayamazlar. Belki kapitalist sistem mantığı içinde katı merkeziyetçi ulus-devletin federe ve konfedere biçimlere dönüştürülmesi sorunları yumuşatıp kısmi çözümler getirebilir, ama köklü çözümlere yol açamaz. Demokratik çözüm güçleriyle ulus-devletçi güçler arasındaki çözüm araçlarında federe ve konfedere biçimler denenebilir. Ama bu araçlar kullanıldı diye köklü çözümler beklemek, kendini bir kez daha yanıltmak olur. Birinci yanıltmanın ulusal kurtuluş devleti veya reel sosyalist devlet dediğimiz ulus-devletin sol maskelisi olduğunu biliyoruz. Bunların daha diktatörce ve faşizme yatkın sistemler olduğu açığa çıkmıştır.

‘Mutlak’lık çözümün ruhuna aykırıdır

Demokratik çözüm modelinin ulus-devletten tümüyle bağımsız olmadığını önemle belirtmek gerekir. İki otorite olarak demokrasi ve ulus-devlet aynı siyasi çatı altında rol oynayabilirler. İkisinin etkinlik alanını demokratik anayasa belirler. AB bu doğrultuda bazı adımlar atmakla birlikte, bunlardaki hakim yan ulus-devlet egemenliğidir. Ama dünya genelinde kayma ulus-devletin aşılması doğrultusundadır. Dünyada yaşanan en temel siyasi dönüşüm ulus-devletin teorik ve pratik olarak aşılmasına dayanmaktadır. Demokratik çözüm kendini ne denli özerk kılar ve sistematize ederse, siyasi dönüşüme o denli katkıda bulunabilir. Ulus-devletin olumlu yönde dönüşümü demokratikleşmenin, demokratik özerk yönetimin, demokratik ulus inşasının, yerel demokrasinin ve demokrasi kültürünün tüm toplumsal alanlarda geliştirilmesiyle yakından bağlantılıdır.

KCK Kürt sorununda demokratik çözümün somut ifadesidir. Geleneksel yaklaşımlardan farklıdır. Çözümü devletten pay almada görmez. Hatta Kürtler için özerklik anlamında bile devlet peşinde değildir. Federe veya konfedere devleti hedeflemediği gibi, kendi çözümü olarak da görmez. 

Devletten temel talebi, Kürtlerin özgür iradeleriyle kendi kendilerini yönetme hakkını tanıması, demokratik ulusal toplum olmaya engel koymamasıdır. Eğer hakim ulus-devletler demokratik ilkeye sözde değil de özde bağlılarsa, demokratik toplumu desteklemeseler bile engellememeleri ve yasaklama koymamaları gerekir. Demokratik çözümü devletler veya hükümetler geliştirmez. 

Çözümden toplumsal güçlerin kendileri sorumludur. Toplumsal güçler devlet veya hükümetlerle demokratik anayasa bağlamında uzlaşı ararlar. Demokratik toplumsal güçlerle devlet veya hükümet güçleri arasında yönetim paylaşımı anayasalarla belirlenir. Ne mutlak devlet yönetimi ne de mutlak demokrasi talep etmek gerçekçi olmadığı gibi, çözümün ruhuna da aykırıdır.

Bir baskı ve sömürü tuzağı olarak ulus devlet

Demokratik çözüm özünde demokratik ulus olma ve toplumun kendini demokratik ulusal toplum olarak inşa etmesi olgusudur. Devlet eliyle ne ulus olma ne de ulus olmaktan çıkmadır; toplumun kendini demokratik ulus olarak inşa etme hakkını bizzat kullanmasıdır. Bu durumda ulus tanımını yeniden yapmak gerekir. Öncelikle ulusun tek bir tanımının olmadığını belirtmek gerekir. Ulus-devlet eliyle inşa edildiğinde, ulusun en genel tanımı devlet-ulustur. Birleştirici unsur ekonomiyse, buna pazar-ulus demek de mümkündür. Hukukun egemen olduğu ulus hukuk-ulustur. Politik ve kültürel ulus tanımları da mümkündür. Dinin birleştirdiği topluma zaten millet denir. Ümmet tüm milletleri birleştiren aynı dinden milletler topluluğudur. Demokratik ulus ise, özgür birey ve toplulukların kendi öz iradeleriyle oluşturdukları ortak toplumdur. Demokratik ulusta birleştirici güç, aynı ulustan olmaya karar veren toplumun birey ve gruplarının özgür iradesidir.

Ulusu ortak dil, kültür, pazar ve tarihe bağlayan anlayış devlet-ulusunu tarif eder ki genelleştirilemez, yani tek bir ulus anlayışı olarak mutlaklaştırılamaz. Reel sosyalizmin de benimsediği bu ulus anlayışı demokratik ulusun zıddıdır. Özellikle Stalin’in Sovyet Rusya için geliştirdiği bu tanım, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin temel nedenlerinden biridir. Kapitalist modernitenin mutlaklaştırdığı bu ulus tanımı aşılmadıkça, ulusal sorunların çözümü tam bir çıkmaza girer. Üç yüzyılı aşkın bir zaman boyunca ulusal sorunların halen olanca ağırlığıyla devam etmesi bu eksik ve mutlak tanımla yakından bağlantılıdır.

Katı ulus-devlet sınırlarına mahkûm edilmiş ve iktidarın en küçük hücrelerine kadar sızmış olduğu bu tip ulusal toplumlar milliyetçi, dinci, cinsiyetçi ve pozitivist ideolojilerle adeta serseme çevrilmişlerdir. Toplumlar için ulus-devlet modeli tam bir baskı ve sömürü tuzağıdır, şebekesidir. 

Demokratik ulus kavramı bu tanımı tersine çevirir. Katı siyasi sınırlara, tek dile, kültüre, dine ve tarih yorumuna bağlanmamış demokratik ulus tanımı çoğulcu, özgür ve eşit yurttaşlarla toplulukların bir arada dayanışma içinde yaşam ortaklığını ifade eder. Demokratik toplum ancak bu tür bir ulus modeliyle gerçekleştirilebilir. Ulus-devlet toplumu doğası gereği demokrasiye kapalıdır. Ulus-devlet ne evrensel ne de yerel bir gerçekliği ifade eder; tersine evrenselin ve yerelin inkarı anlamına gelir. Tek tipleştirilmiş toplum vatandaşlığı insanın ölümüdür. Buna mukabil demokratik ulus yerel ve evrenselin yeniden inşasını mümkün kılar. Toplumsal gerçekliğin kendini ifade etmesini sağlar. Diğer bütün ulus tanımları bu iki ana model arasında bir yerde dururlar.

Ortak zihniyet dünyası ve Kürtler

Ulus inşa modellerinin geniş yelpazeli tanımları olsa da, hepsini birleştiren genel bir tanımı da mümkündür; o da ulusun zihniyet, bilinç ve inançla ilgili tanımıdır. Bu durumda ulus, ortak zihniyet dünyasını paylaşan insanlar topluluğudur. Bu ulus tanımında dil, din, kültür, pazar, tarih ve siyasi sınırlar belirleyici değil, bedensel rol oynarlar. Ulusu esasta bir zihniyet durumu olarak tanımlamak dinamik bir karakter taşır. Devlet ulusunda ortak zihniyete damgasını vuran milliyetçilik iken, demokratik ulusta özgürlük ve dayanışma bilincidir. Fakat uluslar sadece zihniyet durumlarıyla tanımlanırsa, bu eksik bir tanım olur. Nasıl zihniyetler bedensiz olmazsa, uluslar da bedensiz olamaz. Milliyetçi zihniyetli ulusların bedeni devlet kurumudur. Zaten bu beden nedeniyle bu tür uluslara devlet-ulus denir. Hukuk ve ekonomi kurumları ağır bastığında, bu tür ulusları ayırt etmek için pazar veya hukuk-ulus demek mümkündür. Özgürlük ve dayanışma zihniyetli ulusların bedeni Demokratik Özerkliktir. Demokratik Özerklik esas olarak benzer zihniyeti paylaşan bireyler ve toplulukların kendilerini öz iradeleriyle yönetmeleri anlamına gelir. Buna demokratik yönetim veya otorite demek de mümkündür ve evrenselliğe açık bir tanımdır.

Ulusa ilişkin bu genel tanımların ışığında KCK, Kürt ulusal sorununun çözümünde devlet-ulusçu yaklaşımları reddederek demokratik ulusçu modeli, Kürtlerin ulus olma hakkını veya ulusal toplum olgusuna dönüşümünü Demokratik Özerklikle gerçekleştirmeyi esas alır. Burada diğer uluslarla, örneğin Türk ulusuyla üst bir ulus tanımına açık tek bedenli ulus tanımı söz konusudur. Üst ulus tanımını birçok ulusu kapsayacak tarzda genişletmek mümkündür. İslam ümmetini bu tanımın prototipi olarak düşünebiliriz. Ortadoğu toplumsal kültürlerini er veya geç ortak bir millet-ulus (yenilenmiş ümmet) içinde bütünleştirmek yüksek bir olasılıktır.

Kürtlerin uluslaşmasını bu temel kavramlar bağlamında öncelikle iki boyutlu düşünmek mümkündür. Birincisi, zihinsel boyuttur. Kendi dil, kültür, tarih, ekonomi ve nüfus yoğunlaşmalarını ihmal etmeden, bu temel alanlara ilişkin bilinçli hallerini ortak dayanışma duygusuyla birleştiren zihinsel dünyayı (ORTAK ZİHNİYET DÜNYASI) paylaşanların varlık boyutlarından bahsediyoruz. Bu boyutta temel kıstas, farklılıklara dayanan eşit ve özgür bir dünya hayalini, projesini zihinsel olarak paylaşmaktır. Bu zihniyet dünyasına özgür bireylerin komünal dünyası veya ütopyası da diyebiliriz. Mühim olan farklılıkları reddetmeyen bir eşitlik ve özgürlük zihniyetini kamusal alanda, toplumun ahlaki ve politik dünyasında SÜREKLİ yaşatmaktır. YİRMİ DÖRT SAAT DEMOKRATİK ZİHNİYETLE YAŞAMAKTIR. İkinci boyut, zihniyet dünyasının dayanacağı bedendir. Bedenle kastedilen, toplumsal varoluşun zihniyet dünyasına göre yeniden düzenlenmesidir. Ortaklaşa paylaşılan ulus zihniyeti dünyasına göre toplum nasıl yeniden düzenlenecektir? Bedensel varoluşuna hangi mimariyi uygulayacaktır? Kısacası geçmişten, gelenekten geriye kalan ve kapitalist modernitenin kendi amaçlarına göre son derece hastalıklı, krizli, baskılı ve sömürülü olarak düzenlediği veya düzensizleştirdiği toplumsal doğanın ve çevresinin yeniden düzenlenmesi bedensel boyutu tanımlar.

Bedensel boyut ve Demokratik Özerklik

Zihinsel boyut, ulus olmak isteyen birey ve toplulukların düşünce ve hayal dünyasını ve dayanışma duygusunu ilgilendirdiğinden, sınırlı bir düzenlenmeyi gerektirir. Bunun için bilim, felsefe ve sanat (din de dahil) eğitimini geliştirmek ve bu amaçla okullar açmak başta gelen pratik çalışmalardır; ulus olmaya ilişkin zihniyet ve duygu eğitimi bu okulların görevleridir. Tarihsel-toplumsal varlığa ilişkin olduğu kadar şimdiyi, çağla ilişkili toplumsal kültürü bilince çıkarmak, doğru, iyi ve güzel olan yönlerini ortak düşünce ve duygular halinde paylaşmak esastır. Özcesi, KCK somutunda temel zihniyet görevi, Kürtleri kendi varoluşlarına ilişkin ortaklaşa paylaşılan İYİ, DOĞRU VE GÜZEL düşünce ve duygu dünyasında bir ulus olarak tasarlamaktır. Diğer bir deyişle bilimsel, felsefi ve sanatsal devrimle Kürtlerin uluslaşmasını, bu uluslaşmanın temel zihniyet ve duygu dünyasını yaratmaktır; Kürt gerçeğinin bilimsel, felsefi (ideolojik) ve sanatsal hakikatinin açıklanmasını özgürce paylaşmaktır. Bunun yolu öz düşünmek ve öz eğitilmektir, iyiyi paylaşmak ve güzel yaşamaktır.

Zihinsel boyutta egemen ulus-devletlerden yerine getirilmesi talep edilebilecek temel husus, düşünce ve ifade özgürlüğüne tam bağlılıktır. Ulus-devletler Kürtlerle ortak normlar altında yaşamak istiyorlarsa, Kürtlerin kendi zihniyet ve duygu dünyalarını oluşturmaları ve kendilerini farklılıkları temelinde ulusal bir toplum haline getirmeleri için gerekli olan düşünce ve ifade özgürlüğünü anayasal güvenceye kavuşturarak tam bağlılık göstermeyi bilmelidirler. Ortak ulus teşkil etmenin yolu düşünce ve ifade özgürlüğüne tam bağlılıktan geçer.

Demokratik ulus olmanın ikinci boyutu, bedensel varoluşun yeniden düzenlenmesidir. Bedensel boyutun temelinde Demokratik Özerklik yatar. Demokratik Özerklik’i geniş ve dar anlamda tanımlamak mümkündür. Geniş anlamda Demokratik Özerklik demokratik ulusu ifade eder. Demokratik ulusun daha geniş yelpazeye ayrılmış boyutları vardır. Kültürel, ekonomik, sosyal, hukuki, diplomatik ve diğer boyutlarıyla genişçe tanımlanabilir. Dar anlamda demokratik özerklik siyasi boyutu ifade eder, diğer bir deyişle demokratik otorite veya yönetim anlamına gelir.

Demokratik ulus olmanın Demokratik Özerklik boyutu egemen ulus-devletlerle çok daha problemlidir. Egemen ulus-devletler genel olarak Demokratik Özerklik’i yadsırlar. Zorunlu olmadıkça hak olarak tanımak istemezler. Kürtler açısından ulus-devletlerle uzlaşmanın temelinde Demokratik Özerklik’in kabulü yatar. Demokratik Özerklik, hakim etnisiteli ulus-devletlerle ortak bir siyasi çatı altında yaşamanın asgari koşuludur. Bunun altında bir tercih sorunun çözümü değil, çözümsüzlüğün derinleşmesi ve çatışmanın artmasıdır. Özellikle son dönemde geliştirilen ve İngiliz kapitalizminin işçi sınıfını ve sömürgelerini daha kolay yönetmek için geliştirdiği ‘liberal bireysel ve kültürel haklar’ projesi, TC’de de AKP eliyle uygulanmak istenmektedir. Ortadoğu kültürüne yabancı olan bu proje sadece çatışmayı büyütmeye hizmet eder. Demokratik Özerklik ulus-devlet lehine olabilecek en elverişli çözüm projesidir. Bunun altındaki her düşünce ve deneyim, büyüyen çatışma ortamına ve savaşa hizmettir.

Kürtlerin demokratik ulus olma hakkı

Demokratik Özerklik çözümü iki yolla uygulanabilir: Birinci yol, ulus-devletlerle uzlaşmayı esas alır. Somut ifadesini demokratik anayasal çözümde bulur. Halklar ve kültürlerin tarihsel-toplumsal mirasına saygı gösterir. Bu mirasların kendilerini ifade etme ve örgütlenme özgürlüklerini vazgeçilmez temel anayasal haklardan sayar. Demokratik Özerklik bu hakların temel ilkesidir. Bu ilkenin başlıca koşulları egemen ulus-devletin her türlü inkar ve imha politikasından vazgeçmesi, ezilen ulusun da kendi öz ulus-devletçiğini kurma fikrini terk etmesidir. Her iki ulus bu yönlü devletçi eğilimlerden vazgeçmedikçe, Demokratik Özerklik projesinin hayata geçirilmesi zordur.

AB ülkelerinin üç yüz yılı aşan ulus-devlet deneyimlerinin sonunda vardığı aşama, ulus devletlerin bölgesel, ulusal ve azınlıksal sorunların çözümünde Demokratik Özerklik’i en iyi çözüm modeli olarak kabul etmeleridir. Kürt sorununun çözümünde de ayrılıkçılığa ve şiddete dayanmayan, tutarlı ve anlamlı olan esas yol Demokratik Özerklik’in kabul edilmesinden geçmektedir. Bu yolun dışındaki tüm yollar ya sorunları ertelemeye ve böylece çıkmazı derinleştirmeye, ya da sert çatışmalara ve ayrışmaya götürür. Ulusal sorunların tarihi bu yönlü örneklerle doludur.

Ulusal çatışmaların yurdu olan AB ülkelerinin son altmış yıllarını barış içinde zenginlik ve refahla geçirmeleri, demokratik özerkliğin kabulü, onun bölgesel, ulusal ve azınlıksal sorunlarına esnek ve yaratıcı yaklaşım ve uygulamalar geliştirmeleriyle mümkün olmuştur. TC’de ise tersi geçerli olmuştur. Kürtleri inkar ve imha politikasıyla tamamlanmak istenen ulus-devletçilik, Cumhuriyet’i çözülüşün, devasa problemlerin, sürekli krizlerin, her on yılda bir başvurulan askeri darbelerin ve Gladio ile yürütülen bir özel savaş rejiminin içine çekmiştir. Türk ulus-devleti ancak tüm bu yönlü iç ve dış politikalardan ve rejim uygulamalarından vazgeçtikçe, genelde tüm kültürlerin (Türk, Türkmen kültürü de dahil) özelde Kürt kültürel varlığının Demokratik Özerklik’i kabul ettikçe, normal (hukuki) laik ve demokratik bir cumhuriyet halinde kalıcı barış, zenginlik ve refaha erişebilir.

Demokratik Özerklik’in ikinci çözüm yolu, ulus-devletlerle uzlaşmaya dayalı olmayan, kendi projesini tek taraflı pratikleştirme yoludur. Geniş anlamda Demokratik Özerklik’in boyutlarını hayata geçirerek, Kürtlerin demokratik ulus olma hakkını gerçekleştirir. Şüphesiz bu durumda bu tek taraflı demokratik ulus olma yolunu kabul etmeyecek olan egemen ulus-devletlerle çatışmalar yoğunlaşacaktır. Kürtler bu durumda ulus-devletlerin ister tek tek ister ortaklaşa (İran-Suriye-Türkiye örneği) saldırıları karşısında ‘varlıklarını korumak ve özgür yaşamak için topyekün seferberlik ve savaş pozisyonuna geçmek’ten başka çare bulamayacaktır. Savaş içinde olası bir uzlaşma veya bağımsızlık sağlanıncaya kadar, öz savunmaları temelinde demokratik ulus olmayı tüm boyutlarıyla ve öz güçleriyle geliştirmek ve gerçekleştirmekten geri durmayacaklardır.

ALİ FIRAT

Onbinler 'Sivil Cuma'da Saf Tuttu

Batman, Siirt, Cizre, Silopi, Diyarbakır, Bismil, Silvan, Nusaybin, Van, Malazgirt, Hakkari ve Turgutlu'da kılınan Sivil Cuma Namazları'nda Newroz kutlamalarına yönelik yasaklama, polis şiddeti ve DTK Eşbaşkanı ve Mardin Milletvekili Ahmet Türk'e yapılan polis saldırısı protesto edildi. Namazlarda Kürtçe verilen vaazlarda, halkların haklarının tanınması gerektiği belirtilerek, zulme karşı çıkılması istendi.

Batman Belediyesi Çay Bahçesi'nde her hafta kılınan Sivil Cuma Namazı'nda yüzlerce yurttaş saf tuttu. Batman Din Âlimleri Derneği (DAD) üyesi imamların kıldırdığı namazda, 20 Mart'ta Newroz kutlaması için Batman'da bulunan DTK Eşbaşkanı Başkanı Ahmet Türk'e yapılan saldırı kınanırken, Newroz kutlamalarına katılan yurttaşlara yapılan polis müdahalelerine tepki gösterildi. İstanbul'daki Newroz kutlamaları esnasında çıkan olaylarda yaşamını yitiren Hacı Zengin içinde dualar okundu. Namaz sırasında çok sayıda polisin görüntü alması dikkat çekti.

Siirt'te Sivil Cuma Namazı Belediye Garajı'nda kılındı. Namaza BDP İl Eşbaşkanı Seraceddin Kayran, Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak, il ve ilçe yöneticilerinin yanı sıra, il genel ve belediye meclis üyelerinin de aralarında bulunduğu yüzlerce kişi katıldı.

Şırnak'ın Cizre (Cizir) İlçesi'nde kılınan Sivil Cuma Namazı'nda Newroz kutlamalarında sergilenen polis şiddetine tepki gösterildi. BDP Cizre İlçe binası önünde namaz için toplanan bini aşkın kişiye seslenen Mele Sait Özdemir, Newroz kutlamalarında yaşanan polis şiddetine tepki göstererek, zulmün hiçbir dinde yeri olmadığını söyledi.

Şırnak'ın Silopi İlçesi'nde BDP Silopi İlçe binası önünde kılınan Sivil Cuma Namazı'na BDP İlçe Başkanı Mütalip Sakman, Belediye Meclis üyeleri, BDP yöneticileri ve belediye meclis üyelerinin de aralarında bulunduğu yüzlerce yurttaş katıldı. Yurttaşlar evlerden getirdikleri seccade, battaniye, halı ve kartonları yerlere sererek, namaz için saf tuttular. Kürtçe hutbe okuyan Mele Hesene Sipindarok, İslam dininde halkların özgürlüğüne verilen öneme işaret etti.

Diyarbakır'ın Bismil İlçesi'nde Sivil Cuma Namazı, her zaman olduğu yerde Belediye Halı Sahası'nın yanında bulunan boş alanda kılındı. Mele Feyzi Yavuzkılıç öncülüğünde kılınan namazda, yüzlerce kişi katıldı. Burada okunan Kürtçe hutbe ve vaazlarda Müslüman olan inanç ve vicdan sahibi olan hiç kimsenin zulme karşı sessiz kalmaması gerektiği belirtilirken, zalimin yanında yer alanın zalimin işlediği tüm suçlara ve günahlara ortak olduğu kaydedildi.

SAİD-İ KURDİ İÇİN MEVLİT

Diyarbakır'da Sivil Cuma Namazı bu haftada devam etti. Dağkapı Meydanı Selahattin Eyyubi Yer Altı Çarşısı üzerinde kılınan namaza bini aşkın yurttaş katıldı. Mele Hadi Koç tarafından okunan Kürtçe hutbede, Said-i Nursi'nin ölüm yıldönümü vesilesiyle Nursi'nin hayatı anlatıldı. Mele Hadi, Nursi'nin hayatta iken doğruluğu ve mücadelesi ile bilinen bir kişi olduğunu ifade etti. Koç'un hutbesinin ardından yurttaşlar DİAYDER Başkanı Mele Zahit Çiftkuran'ın arkasında saf tuttu. Kılınan namazının ardından Said-i Kurdi için mevlit okutuldu.

Diyarbakır'ın Silvan İlçesi'nde Sivil Cuma Namazı İmam Hüsnü Çalışıcı öncülüğünde Merkez Taziye Evi'nde çok sayıda yurttaşın katılımı ile kılındı. Namazın kılındığı Merkez Taziye Evi'nde yer kalmayınca yurttaşlar taziye evinin önünde ve karşısındaki inşaatın altına serdikleri halılarda namaz kıldı. Namazda konuşan İmam Hüsnü Çalışıcı, düşmana karşı birlik, beraberlik içinde ve güçlü olunması gerektiğini belirterek, zulüm edenlerin Allah katında bağışlanmayacağını vurguladı. Yapılan konuşmanın ardından Kürtçe dua eden kitle namaz kıldı.

Mardin'in Nusaybin İlçesi'nde Sivil Cuma Namazı bu hafta 100. Yıl Parkı'nda kılındı. Yüzlerce yurttaşın katıldığı namazda konuşan Mele Huseynê Botî, halkın kendi değerlerini korumak, kendi kültürünü, bayramını kutlamak için vereceği mücadelenin meşru olduğunu belirtti. DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk'e yapılan saldırıyı da kınayan Botî, "Yaşamlarını barışa adayan insanlara el kaldırmak günahların en büyüğüdür. Her halkın kendi bayramlarını özgürce kutlaması gerekiyor. Bunları yasaklamak onları inkar etmek demektir" dedi.

Van'da Sivil Cuma Namazı yüzlerce kişinin katılımı ile Belediye Otoparkı'nın inşaatında brandalarla çevrilen alanda kılındı. Kürtçe vaaz veren emekli İmam Cemal Demir, İslamiyet bir araç olarak kullanan diktatörler er ya da geç sonlarının cehennem olduğunu belirtti. Demir, son dönemde yaşananlara dikkat çekerek, insanların haklarını bastıran zihniyetler Allah karşısında bunu hesabını vereceklerini kaydetti. Verilen Kürtçe vaazdan sonra yüzlerce kişi namaz için saf tutu.

Muş'un Malazgirt İlçesi'nde Sivil Cuma Namazı, BDP İlçe binasında kılındı. Namaza, BDP İlçe yöneticileri ve belediye meclis üyelerinin de aralarında bulunduğu çok sayıda kişi katıldı. Kürtçe vaazdan sonra cemaat namaz için saf tuttu.

Hakkari'deki Sivil Cuma Namazı ise, BDP Hakkari İl binasında kılındı. Emekli İmam Zeki Çiftçi'nin kıldırdığı Cuma Namazı'na, BDP Hakkari İl Başkanı M. Sıdık Yıldırım, BDP'li yöneticiler, Hakkari Belediye Başkanı Fadıl Bedirhanoğlu, belediye meclis üyeleri ve çok sayıda yurttaş katıldı. Kürtçe verilen vaazdan sonra yurttaşlar Cuma Namazı için saf tutu.

Manisa'nın Turgutlu İlçesi'nde de BDP Turgutlu İlçe binasında Sivil Cuma Namazı kılındı. BDP Turgutlu İlçe Başkanı Mehmet Gülmez'in de saf tuttuğu namazda, Newroz kutlamalarına yönelik baskılar ve polis şiddeti protesto edildi.
ANF NEWS AGENCY

Polis Muhbiri: Türk’e ve Baydemir’e Suikast Yapılacak!



“Halk için hack” diyerek, özellikle Emniyet Müdürlüklerinin bilgisayarlarına saldırılar düzenleyen Red Hack’in ele geçirdiği yeni belgelere göre, DTK Eş Genel Başkanı Ahmet Türk’e ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’e suikast planları yapılıyor.

Emniyet müdürlüklerinin bilgisayarlarına siber saldırılar düzenleyerek gizli belgeleri ve muhbir maillerini ele geçiren Red Hack (Kızıl Hack), emniyet müdürlüğünün bilgisayarından ele geçirdiği polis muhbiri maillerini yayınladı. Bu maillerde DTK Eşgenel Başkanı Ahmet Türk’e ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’e suikast düzenleneceğini bildiren muhbirler önlem alınmasını istiyor.

Red Hack’in ele geçirdiği ve ‘Final 1’ başlığıyla yayınladığı, polis muhbiri mailleri şöyle:

İsim: DEMİRKAN AKSU

Konu: vatan

Mesaj: Sizler yerinizde otururken onlar bir şey yapmaya çalışıyorlar. Gölge kod adlı bir Alperen ocakları üyesi, Osman Baydemir'e suikast düzenleyecektir. Adı Emin Kaan Şahin’dir. MİT muhbiridir. Ankara MİT lojmanları yanında SSK bloklarında oturmaktadır.

IP: 85.106.244.250

|122713|155@ankara.pol.tr

İsim: SAMSUNLU MUHBİR F14-7

Konu: Ahmet Türk'e suikast

Tarih: 050210

IP: 88.234.54.35

Mesaj: Size daha evvel de birçok defa bildirdiğim gibi çok yakın bir zamanda DTP'li Ahmet Türk'e bilgilerini defalarca ilettiğim ülkücü İsmail Çelik tarafından kaos yaratmak maksadıyla suikast düzenlenecektir. Gerekli önlemlerin alınması hususunu saygılarımla arz ederim.

İsim: HAKAN MELEK

Konu: İHBAR

Email: glku2047@hotmail.com

IP: 78.169.182.255

Mesaj: Size yakın zamanda Türkiye’yi karıştıracak önemli bir suikastı ihbar ediyorum. Bu ihbarı ciddiye alın ve ismini vereceğim şahısları araştırın. Araştırdığınızda anlattıklarımın doğru olduğunu siz de göreceksiniz. Mamak Kayaş’ta takılan Fahri isimli şahıs DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ü 8 Kasım ile 10 Kasım arasında öldürmeyi planlıyor. Fahri, Kürt açılımı nedeniyle Tayyip Erdoğan’a çok kızıyor ve Ahmet Türk’ü öldürmeye yemin etmiş. Gözü kara 32 yaşlarında ülkücü bıyık bırakmış birisi. Gerçekte İşçi Partili. Doğu Perinçek hayranı. Bu suikastı mutlaka yapacağım diyor. Ben kendim bunu Fahri’nin ağzından bizzat duydum. Fahri mahallede Fırat olarakta bilinir. Fahriye bu konuda Muhittin isimli şahıs yardımcı olacak. Muhittin 5378500244 numaralı telefonu kullanıyor. Bu adamlara çok dikkat edin. Sizi uyarıyorum. Türkiye'nin karıştırılmasını ve huzurun bozulmasını istemiyorum.

Attığı ikinci mail: neden beni dikkate almıyorsunuz ?? neyse ben söyledim vatandaşlık görevimi yaptım

“SAVCININ PEŞİNDEYİZ”

Red Hack, yayınladığı muhbir mailleriyle birlikte bir de açıklama yaptı. Özel Yetkili Savcılığın kendileriyle ilgili soruşturma başlatmasını, “Onlar bir hayaletle savaşmak istiyorlarsa buyursunlar… Arkamızda hiç kimse yok, ne örgüt ne başka bir şey” diyerek karşılayan Red Hack, şunları ifade etti:

“Onlara son söz olarak diyoruz ki, bizler "salya sümük" ağlayacak, "ağabey pişmanız” diyecek tipler değiliz. Bu defa sağlam kayaya çarptınız, biz özel yetkiliden korkmuyoruz. Bizce onlar bizden korkmalı. Geri çekilmeyeceğiz, aksine savcının peşindeyiz.
ANF NEWS AGENCY