23 Mart 2012 Cuma

Gerger: ‘Ateşleşmiş Halkla Oynayan Yanar’

Araştırmacı yazar Haluk Gerger, sistematik kışkırtmanın, gelişmelerin planlı bir biçimde çığırından çıkartılmasının Newroz kutlamalarında ipuçlarının ortaya çıktığını belirterek, “iç savaş provası”na dikkat çekti.
Gidişatı tehlikeli olarak gören Gerger, ‘’Kürdün doğrudan ‘sivil alan’ının tümünü kapsayan bir ‘iç çatışma’ sürecinin hedeflendiği görülüyor. Newroz kutlamalarına alınan tavır önceden planlandığı anlaşılan bir ‘zemin oluşturma’, ‘temel atma’ operasyonuydu. İç savaşlarla oyun oynanmaz. Ateşle, ateşleşmiş halkla oynayan da yanar’’ dedi.

Araştırmacı yazar Haluk Gerger, Türkiye'nin olası bir Suriye müdahalesinin içinde aktif olarak yer alma amacında olduğunu belirterek, "Emperyalizme çok yönlü bağımlılıkları düşünüldüğünde, buna eli de mahkum. Türkiye bakımından mesele, durumdan vazife çıkartmak, nemalanmak" dedi. Gerger, Türkiye için kilit noktanın Kürt faktörü olduğunu belirterek, bu konuda iki senaryoya dikkat çekti.

Kürt halkının, devletin her türlü engeline rağmen kutladığı 2012 Newroz'u neyi gösteriyor? AKP'nin Suriye politikası çöktü mü? AKP, Somali'de ne arıyor? Ortadoğu üzerine araştırmaları ve yazılarıyla tanınan Haluk Gerger, Kürt sorunu, Suriye ve AKP'nin dış politikasına ilişkin sorularımıza yanıt verdi.

* AKP hükümeti bu yıl Newroz'u neden yasakladı? Newroz alanlarında yaşananlar hem Kürt özgürlük mücadelesi hem de AKP hükümeti açısından ne tür mesajları verdi?

- Yıllardır belirli aralıklarla ama dalga dalga gelen iç bastırma operasyonları uzun süredir doruk noktasına ulaşmış, yaygınlaşmış, kurumsallaşmış, kalıcılaşmıştı. Merak edilen bunun ötesinin ne olabileceğiydi. Newroz’da bunun yanıtını almış olduk. Sistematik kışkırtmanın, gelişmelerin planlı bir biçimde çığırından çıkartılmasının çok bariz bir yönü ve hedefi var. Bu gidişle, sivil kırımlarla, linçlerle, toplu kıyım provalarıyla, devlet zoruyla “sivil” zorbalığın içiçe geçtiği ve Kürdün doğrudan “sivil alan”ının tümünü kapsayan bir “iç çatışma” sürecinin hedeflendiği görülüyor. Salt askeri ya da polisiye değil, bunları aşan, sosyal boyutun tüm unsurlarını imhaya yönelmiş bir saldırının yeni ipuçlarını verdi Newroz kutlamalarına alınan tavır. Bu kadar kapsamlı, bu kadar soğukkanlı, cüretkar ve apaçık kışkırtmanın, insanların bayram kutlamasını yasaklarla kuşatmanın, şiddetle karşılayıp “iç savaş provası”na dönüştürmenin başka izahı olamaz. Şu son bir iki günde önceden planladığı anlaşılan bir “zemin oluşturma”, “temel atma” operasyonu gerçekleştirildi.

ATEŞLENMİŞ HALKLA OYNAYAN YANAR* İç-sivil çatışmaların devlet desteğinde ve devlet zorunun eşliğinde dayatılacağı bir yeni döneme mi giriyoruz? Kürtlere kesin bir seçim, yani, tüm kurumlarının, kazanımlarının, giderek, kimliğinin tasfiyesi anlamına gelecek ölçüde kapsamlı bir boyun eğiş ile “iç savaş” türü toplu kıyım arasında bir tercih mi dayatılıyor?

- Kürt halkının sesi “kırk katır, kırk satır” ikilemi ile boğulmak isteniyor. Anlaşılan o ki, artık Kürt kimliğinin en masum, en basit tezahürleri dahi kan ve ateşle karşılanacak. Onurlu ve adil bir barışla hukuksal-politik-sosyal-idari statü talep eden Kürtlere karşı geçmişin karanlığı, kimliksizlik cenderesi yeniden dayatılmak isteniyor. Kürdün kendini ifadesi, kültürünü, dilini yaşaması, hatta gördüğümüz gibi, bayramı bile kriminalize ediliyor. “Ötekileştirme” böylece bir afete, giderek, onun da ötesine, “yasadışılaştırma”ya, oradan da “düşman sayma”ya uzanıyor. Bundan sonrası artık ona karşı savaş açmaktır ve buraya gidiliyor. Bunun sonunda, Türklerle Kürtler arasındaki toplumsal bağ ve ilişkilerin de bir travma yaşaması, zehirlenmesi, çatışmacı bir zemine oturtulması hedefleniyor. Özelikle büyük metropollerde ve Batı’daki kent ve kasabalarda sosyal ve hukuksal olarak marjinalleştirilen, kriminalize edilen, aşağılanan, sosyal merdivenin en dibindeki bir kast oluşumu içine kıstırılan Kürt imajı Türk toplumunun beynini ve yüreğini tutsak alacak, Kürtler buralarda böyle bastırılacak, nefessiz bırakılacak. Kürt illerindeyse, toplumsal dinamikler devlet zoruna havale edilecek, kurumsallaşmış düşük yoğunluklu savaşa kurban edilecek. Bence gidiş, bu denli tehlikeli.

Büyük tasfiye, askeri ve polisiye saldırılarla, dış müdahalelerle, açılım hamleleriyle, psikolojik savaş kampanyalarıyla, tevkifatlarla, çok denklemli karmaşık girişimlerle, boyutlanarak sürdü ve yenilenler şimdi son kozlarını oynuyorlar. Hükümet, eski bir numarayı denedi ve yüzüne gözüne bulaştırdı. Bu, bildik “iyi polis-kötü polis” oyunuydu. Tek tek tutsak alınmış bireyler üzerinde denendiğinde bazen sonuç verebilen taktik bu sefer yanlış alanda denendi. . “İyi polis” müzakere sürdürürken “kötü polis” de saldırıyordu ama kendilerini tek kişi değil, farklı “kişilikler” (yapılar) göğüslüyordu. Böyle “ayrı” muhatapların her duruma uyarlanmış farklı yöntemleriyle karşılaşmak durumunda kalan “polisler” de sonunda birbirlerine düştüler. Herhalde tahribat verdiler ama beklenen nihai sonuç alınamadı. Belki mevzii “kazanımları” da heder oldu.
Yeni saldırganlık, aslında, hiç bir alanda alt edilemeyen direniş ile halkın destansı direnci karşısındaki afallamanın, egemenler katında, önce paniğe, ardından da soğukkanlı iç çatışma kışkırtıcılığına dönüşmesidir. Bir an önce geri dönülmez ve bir mutabakat-uzlaşma arayışına girilmezse, bu gidişin sonu karanlıktır, felakettir, kan, gözyaşı ve ölümdür. İç savaşlarla oyun oynanmaz ve bir kez cin şişeden çıkarsa, asla kontrol edilemezler. Ruanda’dan Bosna’ya yakın tarih bunun kanıtlarıyla doludur. Bu konuları inceleyen Birleşmiş Milletler uzmanları, iç savaşların en fazla en beklenmedik kesimleri, toplumun en mülayim bireylerini canavarlaştırdığını, ilk kıvılcımların hemen ardından özellikle eski komşuların birbirlerini kırmaya başladıklarını, her türden ilgili ilgisiz hesaplaşmanın ve eski kinlerin, husumetlerin, hesapların kılık değiştirerek yangına körük olduklarını belirtiyorlar. Ateşle, ateşleşmiş halkla oynayan da yanar. Bugün bu karanlık yolun yolcularına yapılması gereken uyarı budur.

TETİKÇİLİKTEN TAŞERON ROLÜNE GEÇİŞ


* Türkiye'nin Suriye politikası çöktü mü?

- Bu soruyu daha genel, 'Arap-Bölge politikası' bağlamında yanıtlamak gerekir. Yeni iddia şuydu: 'Türkiye, AKP ile eksen değiştiriyor.' İddia şöyle pazarlanıyordu: ''Türkiye, eskiden ABD-Batı ekseninde hareket ediyordu ve onların çıkarlarının aracı olduğu için de bölge ülkeleriyle, komşularıyla hep kavgalı durumdaydı. Oysa, şimdi kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket ediyor ve kardeş halklarla ilişkilerini düzeltiyor.'' Bu elbette bir yaldızlı yalandı ve yaldızlar çabuk söküldü. Olan şuydu: Türkiye, Soğuk Savaş’ta ‘tetikçi” konumundaydı. Daha sonra, özellikle de 1960’lı yılların ikinci yarısından başlayarak, bu salt militer rol, geri plana düştü. İçerde bir toplumsal muhalefet oluştu. Bölgede Sovyetler Birliği askeri ittifaklarla güçlü bir engel oluşturdu. Siyonist Devlet '67 savaşıyla askeri üstünlük sağladı. Körfez, güçlendirilen Şah’ın İran’ının jandarmalığına devredildi. Türkiye o zaman bocaladı, ABD’nin 1980’lerdeki Körfez stratejisinde bir rol kapmaya çalıştı, Muş’ta, Batman’da Körfez’e harekat için üsleri yeniden yapılandırdı, vs. Şimdi de, zaten artık doğrudan Amerikan askeri Bölge’de.
Bu durumda, Türkiye, salt militer rollerden, “tetikçilik”ten, “Truva Atı” yada “taşeron” rolüne geçiş yaptı. Bu zaten eskiden beri emperyalizmin istediği bir şeydi. Onlar, Türkiye’nin bölgeyle olan tarihi bağlarını, ortak kültür mirasını, İmparatorluk’tan gelen yöneticilik deneyimlerini kullanarak ilişkilerini tamir etmesini, güçlendirmesini ve böylece Batı’ya içerden hizmet etmesini arzuluyordu. Bir Amerikalı yazarın dediği gibi, Türkiye, Batılıların giremediği yerlere girebilir, görüşemediği kesimlerle görüşebilir, Batı’nın yapamayacağı önerileri telkin edebilirdi. Türkiye, Bölge’de Batı değer ve stratejik hedeflerinin taşıyıcısı olmalıydı. “Truva atı” ya da “taşeronluk” tam da buydu ve “eksen değiştirmek”, tetikçilikten taşeronluğa geçişin adıydı. Bunun için iyi diyaloglar kurmak gerekiyordu ve Soğuk Savaş dönemindeki gibi “kraldan fazla kralcı” tutum yerine, farklı bir maske takmak gerekiyordu. Bu nedenle de, Filistinliler ya da Hizbullah’la, Hamas’la diyalog kurabilmek ve onlara Batı’nın papağanlığını yapabilmek için, İsrail’e Gazze’de karşı çıkmak gerekiyordu. Ya da Suriye’ye Esad’ın dediği gibi, Obama’nın söylediklerini yinelemek için zorunlu diyalog kapısını açmak için, Golan Tepeleri sorununda İsrail’i eleştirmek gerekiyordu.

Bu yeni durum da, elbette, içinde militer bir unsur taşıyordu. Truva Atı’nın içinden bunun çıkartılması emperyalizmin iradesine bağlıydı. Nitekim, Libya’da yada “Füze Kalkanı” meselesinde böyle oldu. Yaldızlar şimdi de Suriye kışkırtıcılığında dökülüyor ve Türkiye’nin gerçek rolü ortaya çıkıyor.

Çöken “eksen değişiyor” aldatmacası oldu. “Aynı tas, aynı hamam”ı allayıp pullayıp satmaya kalkan “Doğu’lu tüccar”ın çürük malları şimdi Bölge halkları çarşısında bini bir paraya alıcı bulamıyor.

BÖLGE EMPERYALİST KUŞATMA ALTINDA


* Suriye'deki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz... Ne Tunus, ne Mısır, ne de Libya'daki durum tekrarlandı... Suriye'yi özgün kılan nedir? Oradaki rejimimin durumu neye evriliyor?

- Birincisi, Suriye rejiminin içerde bir destek tabanı olduğu kesin. İkincisi, acımasız militer baskının avantajını da kullanıyor. Üçüncüsü, Rusya ve Çin desteği devam ediyor. Dördüncüsü, İran kapısı da ona nefes aldırabiliyor. Ama Baas militarizminin çürümüşlüğü de bir başka gerçeklik.

Bütün Bölge bir emperyalist saldırı ve kuşatma altında. Bölgeyi yeniden “dizayn etme” projesi BOP, Irak’taki askeri fiyasko duvarına çarptı ama Bush neo-muhafazakarlarının bırakmak zorunda kaldığı yerden projeyi yeni yaklaşımlarla besleyerek Obama devraldı. Bush’un sadece Amerikan askeri varlığıyla yapmaya kalkışıp yüzüne gözüne bulaştırdığı saldırıyı, Obama, hem “yumuşak güç”le, hem de “işbirlikçi destek”le tahkim ederek yürütüyor. Türkiye gibiler de zaten bu noktada devreye giriyorlar. 1950’li yıllardaki gizemini hala koruyan gizli İsrail-Türkiye “Hayalet Paktı”na kadar gitmeye gerek yok; 2002 yılında bu anlattıklarımın formülünü “Balanscı general” Çevik Bir, Middle East Quarterly Dergisi’nde, Martin Sherman isimli bir personelle ortak yazdığı makalenin başlığında veriyor: “İstikrar Formülü: Türkiye Artı İsrail” (“Formula for Stability: Turkey Plus İsrael). Uzun lafa ne hacet: Al “28 Şubatçı”yı vur onun “mağdur”u Recep Tayyip Erdoğan’a, bul kadim devlet denklemini...

Unutmamak gerekir ki, Suriye, bir yandan Arap dünyasının temel unsurlarından biri olarak da, İran’ın “güvenlik hinterlandı”nın bir stratejik parçası olarak da, önemli bir hedef. Burada “demokrasi” ve “insan hakları” gibi saygın kavramlar da ayağa, Körfez’in feodal despotluklarının ya da “ileri demokrat” Türkiye’nin retoriklerine düşürülüyor. Mesele, Bölge’yi, küreselleşme denen uluslararası kapitalizmin spekülasyon çukuruna eklemlemek ve onun “Yeni Dünya Düzeni”nin vassalları durumuna indirgemek.

TÜRKİYE, SURİYE MÜDAHALESİNİN İÇİNDE YER ALMAK İSTİYOR


* AKP'li analizciler, Suriye'de Kürtlerin ayaklanması durumunda rejimin düşeceğini söylüyorlar. Hatta Barzani üzeri Suriye Kürtlerini de ikna edersek yada dizayn edersek sorunu çözeriz, diyenler de var. Nasıl yorumluyorsunuz bunları?

- Bence Türkiye’nin Suriye olayları bağlamında Kürt Sorunu’na bakışını iki senaryo içinde değerlendirebiliriz. Birincisi, Türkiye, Irak Savaşı’nda devre dışı kalmanın verdiği “dersler”den hareketle bu sefer olası bir Suriye müdahalesi içinde behemahal yer almak istiyor. İkincisi, emperyalizme çok yönlü bağımlılıkları düşünüldüğünde, buna eli de mahkum. Çekirgenin ikinci kez zıplayamayacağını biliyor. “Libya’da NATO’nun ne işi var” deyip iki günde çarkeden, Libya’ya abluka savaş gemileri gönderen ya da ilk ağızda İran’a yönelik Kürecik Saldırı Üssü’nü tahkim eden Erdoğan’ın iradesi geçmez bu işlerde. Batı, Türkiye’ye bastırıyor, o da buna uymak zorunda. Türkiye bakımından mesele, “durumdan vazife çıkartmak”, nemalanmak. Üçüncü olarak da, Türkiye bakımından burada da kilit sorun “Kürt” faktörü. Herşey buna endeksli.

SURİYE İLE İLGİLİ İKİ SENARYO

Bir senaryo şöyle yazılmış olabilir: Türkiye, savaşa bizzat katılarak işgal güçleri içinde yer alır ve yeni Suriye oluşumunda bir ölçüde söz sahibi olur. Bunu, PKK’nin Suriye bacağının toplumsal zeminini çökertmek için kullanır. Ayrıca, yeni rejim altındaki Kürt alanını denetim altında tutar. Stratejik olarak da, Suriye’deki askeri-politik varlığıyla bütün Kürdistan parçalarını kuşatma imkanına önemli bir mevzi eklemiş olur. Bu, ilerde İran’a yönelik bir müdahale sonunda oluşabilecek “Kürt Vakıası”ndan Güney Kürdistan’a uzanan bir uygulama sahası demektir.
İkinci senaryo ise şöyle olabilir: Türkiye aslında tehlikeli, Kürt meselesi bakımından riskler taşıyan bir savaşı istemiyor ve sadece fırsattan istifade bir “tampon bölge” tutarak amaçlarına kavuşabilir. Bu alanı Kürde karşı bir ileri karakol olarak tutar, zayıflamış, dişleri sökülmüş BAAS rejimine karşı bir baskı aracı olarak kullanır, PKK ile bağlarını kopartmaya zorlar, Suriye’deki Kürt varlığını da rehin almış olur. Yani Suriye krizi bir savaş ve işgale dönüşmez ve bu aşamada kalır, Türkiye’de bu bulanık ortamda Kürt avlar.

Bunlardan hangisi hangi şartlarda yeğlenir ve hayata geçer, geçerse de tutar mı, bunlar ayrı konular. Ama hem Kürtler, hem Türkiye bakımından tehlike ve fırsatlarla dolu bir döneme girilmiştir Suriye’de. 2 Nisan'da Türkiye’de yapılacak “Suriye’nin dostları” toplantısında baklanın bir kısmı açığa çıkabilir.
* Kısa bir süre önce hükümetten ilginç bir çıkış geldi: ''Kıbrıs'ı ilimiz yaparız...'' AKP'nin Kıbrıs’ı il yapma planı ne anlama geliyor? Neden bu çıkış?

- Bu da bir AKP icadı değil eski bir devlet politikasının yeniden ısıtılıp piyasaya sürülmesidir. Türkiye, Kuzey Kıbrıs’ı hep bir “vilayeti” olarak görmüştür ve hep de öyle davranmıştır. “İlhak” ve “İl yapmak”, Türkiye stratejisinin özüdür. Bence bugünkü durum “sömürge” mertebesidir ama aslında gönüllerde yatana göre bu bile fazladır. “Vilayet” en uygunudur. Bu plan hiç yürürlükten kalkmadı; hep dumanlı havalar koklandı, fırsat arandı, kah geri çekilindi, kah ürkek peşrevler denendi, fırsatlar kollandı. Şimdi, geri kalacak değil ya, AKP içinde uhde kalmış yarayı deşiyor.

‘BÜYÜKLÜK KOMPLEKSİ AŞAĞLIK KOMPLEKSİ’


*Yine çok ilginç bir gelişmede Somali'de yaşandı. Türkiye Somali'ye ekonomik yardım yapıyor, okullar açıyor. Hatta bir süre önce 500 Somalili öğrenci Türkiye'ye getirildi. Diyanet, bakanlar kutlama törenleri yaptı. Ancak Somali basını Türkiye'yi ülkelerini sömürmekle suçladı. Yapılan yardımlar ile okulların gerçek amacını sorguladılar. Hatta Türkiye'ye getirilen 500 çocuğun yoksul değil ülkenin elit kesiminden olduğunu belirttiler. Türkiye yeni sömürge denemeleri mi yapıyor?

-“Yeni sömürgecilik denemesi” çok abartılı, çok uçuk gibi görünüyor ama biliyoruz ki, devletler, hükümetler, politikacılar her zaman rasyonel davranmıyorlar. Aksine, yanlışlıklar, hatalar, boş hesaplarla, milli husumetler, gurur, gem vurulmaz tahakküm iştihasıyla felaketlere koşar adım savrulmak, belirli türlerin yazgısıdır. Tarih bunun hazin örnekleriyle doludur ve nesnellikler ağır bastığından hiç ders de alınmaz. Bu genel yasanın yanında, sözünü ettiğiniz dengesiz ihtirasın Türkiye bakımından zemini de var.

Büyük imparatorluklardan geri kalanlarda, “büyüklük kompleksi” mutlaka “aşağılık kompleksi”ne dönüşür. Bunu milli düzeyde karşılamak, bu türden ahmakça serüvenlerin, temelsiz stratejilerin, dipsiz kuyulara atılmanın, cüretkar cahilliklerin denenmesiyle olur genellikle. Her seferinde de sonu elbette hüsranla biter. “Osmanlı rüyası” demek böyle tecelli edebiliyor. Boş gurur da, insanı hiç vezir yapmaz ama kesin rezil eder.

İkincisi, Türkiye toplumunun “kimlik bunalımı”nda yatıyor. Kimliğini yitirmek, ondan utanır hale gelerek başka kimliklere özenmek, sadece “taklitçilik” ve çeşitli kompleksler yaratmakla kalmaz, bir toplumsal afet olarak önce “kendini” sonra da “haddini” bilmezlik getirir. “Bütün diller, bütün ırklar Türklerden türemiştir” çılgınlığından “Türki dünyanın önderliği”ne, Özalcı liberallerin “Neo Osmancılığı”na uzanan ne zırvalar gördük biz. Tabii cemaatler, çıkar odakları, kapalı kutular ardındaki kirli hesapları bilemem ama şayet devlet/hükümet katında varsa böyle aymazlık, fiyasko kokuları çabuk çıkar. İnsani tarafı hariç, bence ciddiye almaya değmez ıvır zıvırlardır bu ham hayaller. Türkiye kendisini yarı-sömürge olmaktan kurtarsın da...

ANF NEWS AGENCY

Hiç yorum yok: