5 Haziran 2012 Salı

Faşist Türk Ordusu Bitlis'te Ormanları Bilerek Ateşe Veriyor

 


Bitlis merkeze bağlı Gêliye Sex Cıman bölgesinde orman yangınının Türk askerlerinin sabotajı olduğu öğrenilirken, yangının yayılması için de top atışları yapıldığı ve helikopterlerle alanın bombalandığı bildirildi.

Edinilen bilgilere göre Gêliye Sex Cıman bölgesinde 6 korucunun HPG tarafından tutuklanmasının ardından bölgeye konuşlandırılan çok sayıda asker, teçhizat ve helikopter aracılığıyla sık ormanlık alanda yapılan sabotajlar neticesinde yangın çıktı.

İl Çevre ve Orman Müdürlüğü’nün yolladığı araçların yangın bölgesine müdahale etmesine izin vermeyen ordu güçleri helikopterler ve toplarla alanı bombalayarak, yangının yayılmasını yol açtı.

Geliye Sex Cıman bölgesi, 4 Haziran günü 1 skorsky tipi helikopterin isabet aldığı bölgeye 10 kilometre uzaklıkta bulunuyor. HPG’nin 18 Mayıs günü gözaltına aldığı 6 korucu da 30 Mayıs günü serbest bırakılmıştı.

DOĞA DÜŞMANI HÜKÜMET VE ORDU

Kürtlerin her hak talebinin yanı sıra Türk rejimi Kürtlerin yaşadığı coğrafyaya da “düşmanlık” yapıyor. Türk ordusu her yaz olduğu gibi bu yaz da PKK’ye karşı mücadele altında orman katliamı yaparken, AKP hükümeti askeri amaçlı yollar ve barajlar inşa ediyor, Kürdistan’ın doğal güzellikleri ve tarihini sular altında bırakıyor. Hükümet orman yangınlarını görmeyerek teşvik ediyor.

1 Haziran günü Dersim’in Alacık Köyü kırsalı kobra helikopterler tarafından bombalanırken, birçok noktada yangın çıktı.

28 Mayıs’ta Şırnak il sınırları içinde bulunan Cudi dağına yönelik yapılan topçu saldırıları ardından dağın birçok noktasında yangın çıktı.
1 Mayıs günü Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Bamitnê Köyü ve Şathê Köyü kırsalında dağlık alanlar havadan ve karadan bombalanarak yangın çıkarıldı.

Bu her üç orman yangınına da herhangi bir müdahale olmadı. Son yıllarda TSK kaynaklı orman yangınlarında büyük artış yaşandığı gözleniyor.

ANF’nin oluşturduğu bilançoya göre TSK 2011 yılında Haziran, Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında 60’a yakın alanda orman yangını çıkarırken, 2010 yılında, 90’lı yıllarda bile görülmemiş düzeyde orman yangınları ortaya çıktı.

İHD Diyarbakır Şubesi’nin geçen Ocak ayında açıkladığı 2010 Yılı Hak İhlalleri Raporu’na göre, Kürdistan’da birkaç ay içerisinde 98 alanda ormanlar ateşe verildi. 2009 yılı Haziran-Eylül arasında 62 kez yangın çıkarılmıştı.

ANF NEWS AGENCY

Demirtaş'tan Erdoğan'a: Evine Git!

BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Kürt nüfusunun artmasını engellemek için 1997'de MGK'de alınan kararın bir benzerinin AKP hükümeti tarafından alındığı ve bölge valilerine gizli genelgeyle gönderildiğini kaydetti. "Kürt sorunu bitmiştir" diyen Erdoğan’la müzakere edilecek bir şey olmadığını ifade eden Demirtaş, Demirtaş, "Toplumun beklentilerine cevap veremiyorsan git evinde otur. Hangi sorunu çözebildin?” dedi.

BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, partisinin grup toplantısında partililere ve yurttaşlara seslendi. Konuşmasına Bursa'da bedenini ateşe vererek yaşamını yitiren Mehmet Şerif Saklı'ya değinerek başlayan Demirtaş, "Saklı İmralı'da devam eden tecridi protesto ederek bedenini ateşe verdi, kendisine Allahtan rahmet, ailesine başsağlığı diliyorum" dedi.

GENÇLERE ÇAĞRI: KENDİNİZE ZARAR VERMEYİN

Gençlere çağrı yapan Demirtaş, "Kendisine ve başkasına zarar verecek eylemi parti olarak uygun bulmuyoruz. Genç bedenleri ile daha aktif çalışma yürütebilirler. Partimizin kapısının onlara açık olduğunu hatırlatmak istiyorum. Bu tür eylemler ile kendilerine zarar vermesinler. Ancak bu hukuksuzluğun hangi boyuta geldiğini hükümet anlasın" dedi. Demirtaş, konuşmasının devamında "KCK" adı altında yürütülen soruşturma kapsamında tutuklanan İHD Diyarbakır Şube Başkanı Muharrem Erbey'in yazdığı mektuba değinerek, "O koşullarda bile yazılan bu mektuptan dolayı arkadaşlarımızı selamlıyoruz" dedi.

ÇEVRE BAKANI DEĞİL, BETON BAKAN!

Demirtaş, bugünün Dünya Çevre Günü olduğunu hatırlatarak, Meclis çatısı altında sadece son dönemde 23 tane araştırma önergesi verdiklerini, ancak bunların hiçbirinin gündeme alınmadığını söyledi. Demirtaş, AKP hükümetinin doğayı rant kapısı olarak gördüğünü belirterek, "Bir dereye baktıklarında biz bundan ne kadar para kazanabiliriz diye düşünüyorlar. Şehircilik bakan bir arsa gördüğünde buradan kaç bina çıkar diye düşünüyor. Aslında çevre bakanı değil beton bakan" dedi. Türkiye'de AKP hükümeti döneminde 2 bin Hidroelektrik Santrali (HES) projesinin temelinin atıldığını söyleyen Demirtaş, Türkiye'de ne kadar çok tahribatın yapıldığını HES direnişlerinin ortaya çıkardığını belirtti. HES adı altında doğanın tahrip edilmemesi için yapılan direnişlere katılan yurttaşların çoğunun yargılandığını ve bu sayının 2 binden fazla olduğunu vurgulayan Demirtaş, bu yurttaşların istediği tek şeyin doğaya dokunulmaması olduğunu söyledi.

ASKERİ GEREKÇELERLE BARAJ YAPIYORLAR

AKP hükümetinin bazı yerlerde askeri gerekçelerle baraj yaptığını vurgulayan Demirtaş, "Şırnak, Bingöl ve Hakkari'de bunu yapıyorlar. O nedenle toplum bu konularda daha fazla duyarlı olmalıdır. Tabiat insanlığa miras değildir gelecek nesillere bırakılacak emanettir. Bütün insanlığın ortak malıdır. Böyle bir durumda hiçbir iktidar bu kadar pervasızca uygulamalara yapamaz" dedi.

MHP İKİYÜZLÜ

Demirtaş, hükümetin ortaya koyduğu çevre politikalarının katliam olduğunu vurgulayarak, "Akkuyu'da nükleer santral yapacaklar. Bunu da enerji açığından kaynaklı diye söylüyorlar. Bu böyle değil resmen nükleer silah yarışıdır. Bu konuda MHP ikiyüzlüdür. Yerelde kendi partilileri protestolara katılırken, Meclis'te grupları yasayı onayladı. Çünkü sadece askeri yöntemleri göz önüne alıyorlar ve 'Milli mesele' diye yaklaşıyorlar" ifadesini kullandı.

CHP’NİN GİRİŞİMİ ÖNEMSENMELİ

Demirtaş, CHP'nin Meclis'e sunduğu öneriyi ve açıklamaları parti olarak yakından izlediklerini vurgulayarak, gündemlerine gelmesi durumunda partinin yetkili organlarında tartışma yürüteceklerini söyledi. Demirtaş, BDP olarak bütün süreçlerde Kürt sorunu dahil bütün sorunların çözümü olarak diyalog ve müzakerenin esas yöntem olduğunu söylediklerini belirterek, "Bu bizim ilkesel duruşumuzdur. CHP veya başka bir partinin bu konudaki girişimi bizim yöntemlerimiz ile uyuşuyorsa biz buna karşı değiliz. CHP gibi bu sorunun ortaya çıkmasında önemli sorumluluğu olan partinin çözüm için formül arayışına giriyor olması önemsenmelidir. Ama meseleyi hak ve özgürlükler çerçevesinden geçmişle yüzleşerek ve bir halkın bütün özgürlüklerini tartışmayı kabul ederek yola çıkarsak mesafe kat edilebilir. Bunun dışındakiler savaş yöntemleridir" dedi.

AKP’NİN KÜRT SORUNU GİBİ BİR DERDİ YOK

Demirtaş, AKP hükümetinin Kürt sorununa ilişkin bir projesinin olmadığının altını çizerek, "Senin çözüm yöntemin nedir bunu bilen var mı? Bilen yok. Çünkü ortada proje yok. Başbakan kendisi diyor 'Kürt sorunu' bitmiştir diye. Ardından müzakere çağrısı yapıyor. Neyi müzakere edeceksin bizimle? Madem Kürt sorunu bitmiş. Ortada büyük bir çapsızlık ve ilkesizlik var. Çünkü Kürt sorunu ve özgürlük diye bir derdi yok. Ama bitmediğini çok iyi biliyor ki CHP'nin teklifine yanaşıyor. Öncelikle AKP'nin partimize dönük üslubunu düzeltmesi lazım. BDP, Türkiye'nin 4 . büyük partisidir. Senin vetona ve barajlarına rağmen seçim kazanıp gelmiş partidir. Bizlerle ilgili konuşurken daha dikkatli konuşacaksın. Bizimle görüşmek istiyorsan önce üslubunu değiştireceksin" dedi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın BDP'ye karşı öfkeli olmasının nedeninin panik olduğunu söyleyen Demirtaş, Erdoğan'a Çin atasözü ile yanıt verdi.

EVİNE GİT

Demirtaş, "Cürümün kadar yer yakarsın niye bu kadar bağırıyorsun. Yapamıyorsan bırakırsın. Sinirlerin kaldırmıyorsa siyaseti bırak. Toplumun beklentilerine cevap veremiyorsan git evinde otur. Hangi sorunu çözebildin? Kürt sorunu, Alevi yurttaşların sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, başörtüsü sorunu bunların hangisi çözüldü? Hiçbirisi çözülmedi. 10 yılda Türkiye, sivil dikta rejimine dönüştü" dedi. Başbakan Erdoğan'ın önünde 2 yol olduğunu söyleyen Demirtaş, bunlardan ilkinin halkın özgürlüklerini tanımak ikincisini ise zor yöntemini kullanmak olduğunu belirterek, "Kendisi ikinci yolu seçti. Kimden bahsederse hakaret ediyor. Sonra da 'Biz 74 milyonu kucaklıyoruz' diyor. O hakaret ettiklerin kim? Halkın bu aldatmaca dilini iyi görmesi lazım. Başbakan tarafından hakarete uğramayan kesim kalmadı" şeklinde konuştu.

DİYARBAKIR BOMBOŞTU

AKP hükümetinin baskıları gizleme konusunda "usta" olduğunu belirten Demirtaş, "Elindeki savcılar ile üniversite öğrencilerini tutuklatır. Kızılay'da Kadıköy'de kadınlara, memurlara polis aracılığı ile saldırır. 'KCK' adı altında durmadan tutuklama yapar. Ama bunların kendisi ile alakası yoktur. Bu gerçekten 'ustalıktır'. Bir ustalığını da Diyarbakır gezisinde gördük. 'Diyarbakır halkı büyük bir coşku ile bizi karşıladı' diyorlar. Biz de Diyarbakır'daydık o gün. Nerde o coşku biz göremedik. Geçtiğimiz her yer bomboştu. Halk senden umudunu kesmiş bunu ortaya koymuş. Neredeyse kendi aranızda kavga edeceksiniz" dedi.

DİYANET’E: ROBOSKİ NEDİR?

Roboski katliamı sonrasında yapılan açıklamaların AKP hükümetini ortaya koyduğunu söyleyen Demirtaş, "'O insanların orda ne işi var' dediler. Anladık ki Roboski katliamı AKP'nin planlı bir katliamıdır. Kendi ağızları ile itiraf ettiler. Kürtaj ile kapatmaya çalıştılar ama Roboski öyle kapanacak bir gündem değildir. Diyanet İşleri Başkanı, Kürtaj ile ilgili fetva veriyor ve dinen caiz değil diyor. Peki Roboski nedir. Soruyorum helal midir Roboski? Kuran'ın neresinde böylesi bir katliama sessiz kalın denilmiştir. Kürtaj ile ilgili fetva verirken iyi demi. Kuran, devlet için indirilmemiştir. Ama siz devlet için kullanıyorsunuz. Bundan dolayı sivil Cuma'lara yöneliyorlar. Bundan dolayı rahatsızlar. Çünkü istiyorlar ki din kendi ellerinde kalsın. Roboski ve kürtaj tartışmasında bu net bir şekilde ortaya çıktı" ifadesini kullandı. Demirtaş, kadın örgütlerinin söyledikleri sözün altına imza attıklarını söyleyerek, Kürt nüfusunun artmasını engellemek için 1997'de MGK'de alınan kararın bir benzerinin AKP hükümeti tarafından alındığı ve bölge valilerine gizli genelgeyle gönderildiğini söyledi. Demirtaş, "2008 Mart ayında bölge valilerine yollanan gizli genelgenin 36. maddesinde tüm bölge illerinde nüfus planlamasının yapılması yazıyor. Genelge burada çıksınlar inkar etsinler. Bölgede planlama şimdi ise 3 çocuk yapın diyorlar. Burada açık bir ırkçılık var. Kürt nüfus çoğalmasın derdindeler" dedi.

MUHALİF BÜTÜN SENDİKALARA TASFİYE SÜRECİNE TABİ TUTULDU

THY çalışanlarının grev yaptıklarından dolayı mesaj ile işten atıldığını hatırlatan Demirtaş, "Emekçiler güçlerini iyi görmeliler. Üreten siz iseniz yöneten de siz olabilirsiniz. Biz THY çalışanlarının bütün haklarını savunuyoruz. Ama bilin ki AKP bu konuda da sizi yanılttı. Sizden oy alırken biz grev hakkını tanıyacağız dediler. Anayasa değişikliğini bunun üzerine inşa ettiler. AKP'ye oy verenler verdikleri oyun nasıl kötüye kullanıldığını bundan sonra daha emin adımlarla görmeliler" dedi. Demirtaş, hükümetin bir yandan dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olduğunu ilan ettiğini, ancak bir yandan da işçilere ve memurlara yaptıklarının ortada olduğunu söyledi. AKP hükümetinin Cumhuriyet tarihinde toplu sözleşmede en düşük zammı verme şampiyonu olduğunu vurgulayan Demirtaş, 2012'de yüzde 4'lük zam ile bu şampiyonluğun AKP tarafından alındığını söyledi. Demirtaş, "Muhalif bütün sendikalar AKP iktidarı ile tasfiye sürecine tabi tutuldu. AKP'nin beslediği sendikalar ise olağanüstü büyüme gösterdi. Mesela Memur-Sen, AKP'nin iktidara geldiği güne kadar 41 bin üyeye sahipti. AKP'den sonraki 9 yılda üye sayısı 515 bine çıktı. Hak-İş, AKP'den önceki 27 yılda 309 bin üye yaptı AKP döneminde ise 500 bine çıktı. Kamu-Sen ve KESK'in ise üye sayısı düştü. AKP'nin sendikaları işyerlerinde yöneticiler eliyle yöneticileri tehdit ediyor. AKP sendikası üyesi olmayanlar fişlendi, coplandı. Sendika binaları basıldı" dedi.

Demirtaş, konuşmasının ardından Dünya Çevre Günü dolayısıyla kürsüye Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Ümit Şahin'i davet etti. Şahin, yaptığı konuşmada Türkiye'de yaşanan doğal tahribatına vurgu yaptı.

ANF NEWS AGENCY

Erdoğan 'Vicdan'ını 'Küreselleştirmek' İstiyor !!!

İstanbul’da düzenlenen Dünya Ekonomik Formu açılışında konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Roboski katliamı ile Kürtlerin taleplerini görmezden gelerek, “Artık vicdan da küreselleşmelidir. Suriye konusunda Türkiye’nin tavrı nettir. Biz halkların taleplerinin değerlendirilmesini istiyoruz” dedi.

Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Avrasya Dünya Ekonomi Forumu'nun açılışında, Dünya Ekonomik Forumu tarafından düzenlenen “Dönüşüm İçindeki Bölgeleri Birleştirmek” konulu Forumun Türkiye'de gerçekleştirilmesinden duyduğu memnuniyeti dile getiren Erdoğan, Türkiye’nin ekonomik başarısının tüm ülkelere örnek olacağını ileri sürdü.

Türkiye’nin ekonomik anlamda son 10 yılda sergilediği performanstan övgüyle bahseden Erdoğan, Türkiye ve bölgede istikrar ve güvenin önemine vurgu yaparak, “İstikrar ve güveni zedeleyecek her adımdan Türkiye kaçınmıştır” dedi. “Popülizme asla fırsat vermedik” diyen Erdoğan, birçok konuda önemli reformlar yaptıklarını, ekonomiyi şeffaflıkla idare ederek halktan hiçbir şeyi saklamadıklarını !!! öne sürdü.

FİLİSTİN ÇOCUKLARINI GÖRÜYOR, KÜRT ÇOCUKLARINI KATLEDİYOR

Erdoğan konuşmasının devamında, Roboski’de 34 Kürt köylüsünün F-16 savaş uçakları tarafından hunharca katledilmesini görmezden gelerek, ‘Filistin’de kadınlar, çocuklar fosfor bombalarıyla katlediliyor” dedi.

Erdoğan, “Biz sürekli olarak Filistin meselesine dikkat çekiyoruz. Bizim akrabamız, kardeşlerimiz olduğu için çok önemsiyoruz. Ama bölgenin huzurunu temsil eden en önemli mesele olduğu için dikkat çekiyoruz. İnsanlar, kadınlar, çocuklar fosfor bombalarıyla katlediliyor, açık hava hapsine mahkûm ediliyor, bölgeye öfke pompalanıyor” diye konuştu.

TSK KİMYASALI DA FOSFORU DA İYİ BİLİR!

Türk ordusunun kimyasal saldırılarında ise son 20 yılda 470’i aşkın gerilla katledilirken, yasaklı misket bombaları, fosfor ve zehirli gazların kullanıldığı da defalarca görüntülendi. İHD’ye göre sadece AKP iktidarı döneminde 170’i aşkın çocuk katledilirken, 10 yılda binlerce çocuk cezaevlerine konuldu. Roboski katliamında öldürülenlerin 19’u da çocuktu.
“Kürt sorunu yoktur” diyerek Kürtlerin tüm taleplerini siyası soykırım operasyonları ile bastırmaya çalışan Başbakan Erdoğan, Arap ülkelerini “Halkların taleplerini dikkate almaları” konusunda uyardıklarını söyledi.

KÜRESEL VİJDANSIZLIK!


Erdoğan’ın Suriye konusunda ‘Küreselleşen vicdan”dan dem vurarak, içişlerine karışma niyetlerinin olmadığını söylemesi de dikkat çekti.

Erdoğan, “Biz Arap ülkelerinde yaşananlar konusunda, tecrübelerimizi ülke yöneticilerine aktarmak istedik. Ülke yöneticilerini halkın taleplerini dikkate almaları konusunda uyardık. Türkiye’nin tavrı Suriye konusunda da nettir. Derdimiz Suriye’nin içişlerine karışmak değildir. Dünya kamuoyunun dikkatini bu bölgeye çekmek istiyoruz. Dünya küresel bir köye dönüşürken artık vicdan da küreselleşmelidir” dedi.

ANF NEWS AGENCY

AKP’nin 12 Eylül’ü Seven Tarafı

ALİ BARIŞ KURT



İSTANBUL - AKP hükümeti, uyguladığı çeşitli politikalar nedeniyle darbe dönemiyle karşılaştırılmayı hak ediyor. Kimi zaman siyasi tutsakların sayısı, kimi zaman da şiddeti yöntem olarak benimseyen uygulamaları, unutulmak istenen o dönemleri anımsatan en görülür örnekler. AKP, bunlarla birlikte çalışma yaşamı, eğitim, yargı ve seçim barajı gibi başlıklarda da, 12 Eylül'ün mirasını sürdüren niteliğinden vazgeçmiyor. Darbe yasalarının AKP ile birlikte tarihin çöplüğüne atılacağı yanılgısına kapılanlar, şimdilerde darbe ürünlerinin aynı partinin hükümetliğinde korunduğuna şahitlik ediyor.

YÖK, ARTIK AKP İÇİN VAR

AKP, 2001'in sonlarındaki hükümete adaylık sürecinde oy talep ettiği gençliğe, YÖK'ün kaldırılması üzerine vaatlerde bulunuyordu. Darbe yönetimi tarafından üniversitelerin özerk yapısını hedefleyerek kurulan YÖK, AKP ve çevresinin sıkça eleştirdiği bir kurumdu. Ancak bu eleştirel pozisyonuna siyasal iktidarlık koltuğuna oturduğunda son verdi ve YÖK, kaldırılması bir yana, öğrenciler üzerindeki antidemokratik rolünü en üst seviyede oynamaya başladı.

SEÇİM BARAJI YASAĞINA, TUTUKLU VEKİLLER DE EKLENDİ...

12 Eylül'le birlikte toplumsal açıdan yaratılan tahribatların bilincinde olan AKP, "darbeleri unutturacağız" propagandasını, "zafer"e ulaşana kadar değil; sonralarda da sürdürdü. Buna rağmen, yine bir darbe ürünü olan seçim barajı, AKP'nin miras edindiği uygulama olarak kaldı. Parlamento seçimlerindeki yüzde 10'luk baraj, darbe yönetiminin "aşırı uçlara" söz hakkı vermemek için geliştirdiği bir yöntemdi ve AKP yönetimi de bu yasağı kendi lehine çevirerek, Kürtlere karşı kullanmaya başladı. Darbe yönetiminden de ileri giderek, bağımsız milletvekilliğini zorlaştıran AKP, bununla da yetinmeyerek, milletvekili seçildiği halde tutukluluğunun devamına karar verilen bir "mahpus vekiller" listesi oluşmasını sağladı.

GREV YASAĞINI DA DEVRALDI

Darbe ürünü olan ve bugünlerde AKP eliyle şiddetlice savunulan bir başka politika başlığnı da, çalışma yaşamı oluşturuyor. 12 Eylül darbesinin hemen ardındaki sene çıkarılan bir yasa, çeşitli işkollarında greve gidilmesini yasaklamak içindi. Referandum döneminde çalışanların haklarının genişleyeceğinden bahseden Tayyip Erdoğan, henüz birkaç hafta önce ise "memurun grev hakkı yok" derken; daha kısa süre önce de, havayolu çalışanlarının grev hakkını gasp etti. Erdoğan'ın 1988'de çalışma koşullarının iyileştirilmesini talep eden bir grup işçiyle birlikte, grev önlüğü giyerek çektirdiği fotoğrafla da, samimiyetinin ölçülmesi daha mümkün.

AKP Hükümeti, darbe ürünlerine son vermek yerine, onları kendi lehine kullanmayı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimlerinde ve zorunlu din dersi eğitiminin devamı gibi hususlarda da, sürdürdü.

Şunu da eklemekte fayda var, Tayyip Erdoğan, ayrıca bazı konuşmalarında darbelerin kanlı tarihinden söz ederken; darbenin katlettiği devrimciler için de 'üzüntüsünü' dile getiriyor. Oysa, pek çok kişi sadece Erdoğan'ın 'andığı' devrimci liderleri övmek gerekçesiyle, AKP döneminde yargı karşısına çıkıyor, bir kısmı ceza alıyor.

İSTATİSTİKLERDE AKP-12 EYLÜL YÖNETİMİ YARIŞI


Darbe döneminin basına uyguladığı yasaklar da, AKP'nin diğer başlıklarda olduğu gibi darbe pratiği üzerinde efor harcadığı bir alan oldu! 12 Eylül'deki darbeyle 31 gazeteci için hapishane yolu görünürken; AKP Hükümetiyle bu oran üç katına çıktı. Darbe döneminde 400 gazeteci için toplamda 4 bin yıl hapis cezası istenirken; AKP döneminde ise sadece Azadiya Welat'ın eski yazı işleri müdürü Vedat Kurşun'a 166 yıl ceza kesildi. Aynı gazetenin eski İmtiyaz Sahibi ve Yazı İşleri Müdürlerinden Emine Demir'e verilen ceza da, 138 yıldı.

AKP Hükümeti, gözaltı ve tutuklama oranlarında da darbe dönemiyle yarışıyor. AKP'nin hükümet koltuğuna oturmasının ilk yılında, 21 bin 612 kişi gözaltına alınırken; 1148 kişi de tutuklandı. 2003 ve 2004 yılları da; faili meçhul cinayetlerin 92'ye, yargısız infaz-cinayetler de 91'e çıkmıştı. Bu yıllarda, gözaltı sayısı 16 bini aşarken; tutuklananların sayısı da 1970'e çıkmıştı. 2005-2008 tarihleri arasındaki gözaltı-tutuklama oranları da korkutucu düzeydeydi. 28 bin 715, sadece bu tarihlerde gözaltına alınanların sayısıyken, tutuklananların sayısı da 5847 olmuştu. 2012'ye gelmeden, diğer üç yılın istatistikleri de gözaltılarda 30 bine, tutuklamalarda yine 5 bine yaklaşmıştı. 2012'nin ilk ayları da, AKP'nin bu hızını yavaşlatmayacağını işaret ediyor. Bu rakamlar benzer oranlarla sürdüğü takdirde, AKP, 12 Eylül dönemindeki 'rekora' yetişmiş olacak.

12 Eylül darbesiyle birlikte "kuşkulu" şekilde ölenlerin sayısı 550 civarındayken, bu sayı AKP'nin hükümetlik döneminde 780'i aştı.

HDK: Kürtajı Kadınlar Konuşsun

HDK Yürütme Kurulu, kürtaj tartışmalarıyla ilgili olarak, "Kadınlar konuşsun, erkekler ve iktidar sussun" dedi.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Yürütme Kurulu, kürtaj tartışmalarıyla ilgili olarak yazılı bir açıklama yaptı.

AKP'nin kürtaj açıklamaları için, "Kadın bedeni üzerinden yürüttüğü sömürü politikalarına devam ediyor" diyen HDK, "İktidara geldiği ilk günden beri kadınların bedeni, emeği ve kimliği üzerinde söz söyleyip, kadınlara rağmen kararlar alıp, yasalar yapan AKP iktidarı en son kürtaj hakkında yapmış olduğu açıklamalarla kadın düşmanlığının ve muhafazakârlığın en üst sınırına ulaşmıştır" diye belirtti.

Kürtaj üzerinden yürütülen cinsiyetçi muhafazakâr cephenin sadece ulusal değil, uluslararası bir cephe olduğuna dikkat çeken HDK, açıklamasında şu ifadelere yer verdi: "Doğmuş çocukların yaşam hakkını koruyamayan, hatta sonlandırmaktan çekinmeyen bir iktidarın, ceninin 'yaşam' hakkı savunmasının samimiyetsizliği ve kadına karşı bir saldırı malzemesi olarak kullandığı ortadadır. Aynı iktidar tecavüze karşı bugüne karşı en ufak bir açıklama yapmamış, bu konuyu, kadınlara karşı tecavüzcüyü kollayan adaletin insafına havale etmiş, kürtaj konusunda 'tecavüze uğrayan kadın doğursun, devlet bakar' açıklamasıyla da tecavüzün normalize edilmesine ilişkin bir toplumsal algı oluşturmaya çalışmıştır."

Kadınların bedenleri ve kimlikleri ile ilgili konularda karar vericilerin kadınlar olduğunu hükümete hatırlatan HDK, "Bu tutum iktidar tarafından, tartışmasız ve koşulsuz olarak kabul edilmelidir" dedi.

"Kürtaj tartışmalarında bizim için önce kadınların yaşam hakkı ve sağlığı gelir" diyen HDK, "Mevcut kürtaj süresinin kadın örgütlerinin talepleri doğrultusunda arttırılmasını, doğum kontrol yöntemlerinin sadece kadınlar üzerinden değil, erkekler üzerinden de yapılmasını özendirecek politikaların geliştirilmesini ve kürtajın sağlıklı koşullarda ve ücretsiz gerçekleştirilmesini talep ediyoruz" diye belirtti.

ANF NEWS AGENCY

Ermenistan ile Azerbaycan Arasında Çatışma



Azerbaycan ile Ermenistan arasında çıkan çatışmada 5 Azerbaycan askerinin öldüğü açıklandı. Bu çatışmanın ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Erivan’a, Türk Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Hayri Kıvrıkoğlu’nun ise Bakü ziyaretine denk gelmesi dikkat çekti.

Azerbaycan Savunma Bakanlığı, Ermeni askerlerinin Gazah bölgesindeki Aşağı Eskipara köyüne saldırdıkları sırada çatışma çıktığını iddia etti. Çatışmada Azerbaycan ordusunun 4 askerinin öldüğü, 2’sinin yaralandığı belirtildi. Açıklamada ayrıca, bir askerin ise Gazah bölgesinin tepelerindeki Ermeni mevkilerinden açılan ateş sonucu öldüğü belirtildi.

SARKİSYAN UYARMIŞTI

Bir önceki gün, Ermenistan üç askerlerinin Azerbaycan ordusu tarafından Yukarı Karabağ bölgesine yapılan sızma sırasında öldürüldüğünü bildirmişti. Bu bölge Sovyetlerin çöküşü sırasında yaşanan çatışmadan bu yana Ermenistan’ın kontrolünde bulunuyor.

Nisan sonuna Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, Azerbaycan’ı uyararak, saldırılar karşısında Azerbaycan ordusuna “uygun reaksiyon” göstereceklerini belirtmişti.

CLINTON ERİVAN’DA

Bu çatışmalar Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Erivan’a, Türk Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Hayri Kıvrıkoğlu’nun ise Azerbaycan’a ziyaretine denk geldi. Çarşamba günü Bakü’yü ziyaret edecek olan Clinton, her iki ülke arasındaki gerilimden çok endişe duyduğunu söyledi.

Clinton, “Zora başvurma Yukarı Karabağ çatışmasını çözmeyecek” diyerek güç kullanılmaması gerektiğini belirtti.

KIVRIKOĞLU BAKÜ’DE

Clinton’un Erivan ziyareti sürerken, Org. Hayri Kıvrıkoğlu da bugün Azerbaycan’ı ziyaret etti. APA ajansına göre bu ziyaret Azerbaycan Savunma Bakanlığı’nın daveti üzerine gerçekleşti. Gündemlerinde ise Türk ve Ermenistan silahlı güçleri arasındaki işbirliği var.

Bakü ile Erivan arasında 1994 yılında ateşkes imzalanmıştı. Ancak her iki ülke, Güney Kafkasya’da gerilim kaynağı olmaya devam eden Yukarı Karabağ bölgesinin statüsü konusunda anlaşmaya varamıyorlar. İran, Rusya ve Türkiye asındaki bu bölgeye stratejik bir önem atfediliyor.

ANF NEWS AGENCY

AKP’nin Kürdistan’a Yönelik Tedbirler Başlıklı Planı




AKP’nin gizli eylem planı olarak bilinen ama gerçekte Fetullah Gülen’in AKP’ye gönderdiği Kürdistan’da uygulanan eylem talimatında, Kürt çocuklarının Türk kültürü ve dili ile ‘bütünleştirilmesi-kaynaştırılması’ için hazırladığı 62 maddelik ‘TEDBİRLER’ başlıklı eylem planından bazı bölümlerde şunlar yer almaktadır.


Tedbir No: 1

Milli Eğitim Bakanlığınca, bölgede görev yapan/ yapacak öğretmenler eğitilecek, ayrıca ders programları milli birliği sağlayacak ve pekiştirecek şekilde geliştirilecektir.


Tedbir No: 24

Okul öncesi(Anaokulu) eğitimin yaygınlaştırılması hızlandırılacak, çocukların düzgün Türkçe öğrenmeleri ve erken yaşta eğitim sistemine dahil edilmeleri sağlanacaktır. Bölge çocuklarına her eğitim düzeyinde burs / parasız barınma / yatılı okuma imkanları sağlanacak, özellikle kız çocukları bu konuda desteklenecektir.


Tedbir No: 25


Bölgedeki Yatılı İlköğretim Bölge Okulları(YİBO) ve Pansiyonlu İlköğretim Okulları'nın etkin ve amaca uygun hale getirilebilmesi maksadıyla; Bu okulların kapasiteleri dolmadan taşımalı eğitime yönelinmeyecektir. Kız öğrencilere yönelik Yatılı İlköğretim Bölge Okulları ile bu okullarda görevli bayan öğretmen sayısı artırılacak; bu okullar kız öğrenciler için çekici hale getirilecektir.


Tedbir No: 26


Bölgede okuma-yazma bilmeyen ve özellikle Türkçe bilmeyen kadınlar ile çocuklar için, Milli Eğitim Müdürlüğünce mahallindeki okulların fiziki imkanlarından yararlanılarak Türkçe okuma yazma kursları düzenlenecek ve bu çalışma Milli Eğitim Müdürlüğü-Yerel Televizyonların işbirliği ile uzaktan eğitim imkanları kullanılarak, tüm kamu kurum ve kuruluşlarının desteği ile gerçekleştirilecektir. Bu çalışma eğitim-öğretim seferberliği şeklinde uygulanacaktır. Türkçe öğretmen ihtiyacının karşılanması için gerekli planlama yapılacaktır.


Tedbir No: 30


Kürtçenin eğitim dili olarak kullanılması konusunun 'Bağımsız Kürdistan ve Kürt Ulusu yaratma' gayretlerinin bir parçası olduğu hususunun, bölücü terör örgütü ve yandaşı kuruluşlar ile bağlantısı ortaya konulacak; ulaşılan sonuçlar yurt içi ve dışındaki çalışmalarda bir mesnet olarak kullanılacaktır. Bölücü terör örgütünün siyasal alanda çok önem verdiği ve üzerinde çalıştığı bu konunun, binlerce yıldır birlikte yaşamış milletimizi birbirine kenetleyen dil bağını koparma maksatlı olduğu, Türkiye'de Türkçeden başka resmi dil ve eğitim dilinin kabul edilmeyeceği uluslararası her platformda ifade edilecektir. Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenimi yapılırken, bunlardan herhangi birinin eğitim-öğretim dili olmasına izin verilmeyecektir.


Tedbir No: 36


Ana çocuk sağlığı, aile planlaması / üreme sağlığı hizmetlerinin etkinleştirilmesi, ulaşabilirliğinin artırılması, bu hizmetlerin ücretsiz olarak sağlanmasının temini (AKP ve Irkçı Faşist Erdoğan'ın 3-5 çocuk yapma propagandası Kürdistan'da geçerli değil, kısırlaştırma de doğumların önüne geçerek Kürt nüfusunun artması engellenmek istenmekte- y.n) yanında, hizmetin benimsetilmesi amacıyla Halk Eğitimi faaliyetleri yaygınlaştırılacaktır. Özellikle bayan kadın doğum uzmanlarının bölgede görev almaları sağlanacaktır. Nüfus ve aile planlamasının önemini anlatan öykü ve masal kitapları, çizgi filmleri vb. özel bir ihtisas komisyonu marifeti ile hazırlanacak ve hedef kitleye ulaşması sağlanacaktır... Nüfus ve aile planlaması konusunda çalışmalar yapacak Sivil Toplum Kuruluşları teşvik edilecek ve bu kuruluşlara her türlü destek verilecektir.'


Tedbir No: 42


Başarılı çocuklara Batı illerindeki kamu ve özel yatılı okullarda kontenjan ayrılacak.  Bölgelerarası yarışmalar/şenlikler düzenlenecek. Tatil dönemlerinde Batı illerine ortak geziler düzenlenecek, ortak tarih bilincini geliştirmek amacıyla Çanakkale ve İstiklal Savaşı’nın yaşandığı bölgeler tercih edilecek. Kardeş okul kampanyaları düzenlenecek. Bakanlık, kurum ve kuruluşların kamplarında kontenjanlar ayrılacak. YİBO ve Yurtlarda okutulan bölgedeki çocukların polis kolejlerini tercih etmeleri için teşvikte bulunulacak. Başarılı ve çevresinde etkili olanlar sınavsız bir şekilde polis kolejlerine alınacak.   


Tedbir No: 47


Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine bin 362 adet cami yapılacak. Din hizmetlerinin en ücra köşelere ulaştırılması amacıyla, Türkiye genelinde “il özel irşat ekipleri” kurulacak. Bu ekiplerin en önemli görevi ise “bölücülükle mücadele” olacak. İrşat ekipleri, ülkenin birlik ve beraberliğini korumak amacıyla bölücü ve yıkıcı faaliyetlere karşı görev yapacak. Bu kapsamda vatandaşlarla camide ve cami dışında bir araya gelecek olan ekipler, “irşat faaliyetlerinde” bulunarak teröre karşı da uyarıda bulunacak.  Bölgede imam hatip liselerinin ve Kuran kurslarının sayılarını arttırılacak. Kürt açılımında ‘din kardeşliği’ birleştirici öğe olarak öne çıkarılacak. Müslüman kimliği ortak kimlik olarak öne çıkartılacak.


Tedbir No: 54


Türkiye’nin batı illerinden Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan evlilikler teşvik edilecek. Bölgeden yapılan evliliklerle ‘bütünleştirme-kaynaştırma’ sağlanacak.


Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info

Türkiye Solunun Darbelerle İmtihanı- 2.BÖLÜM

Şaban İBA
12 Eylül 1980 koşullarında askeri müdahaleye karşı durabilecek ve onu geriletebilecek devrimci güçlerden başka örgütlü bir güç yoktu. Ancak devrimcilerin bölünmüşlüğü ve parçalanmışlığı nedeniyle ortak bir tutum alınamamış, askeri cuntaya karşı devrimci bir cephe kurulamadığı için açık diktatörlüğün hüküm sürdüğü 12 Eylül dönemi çok yönlü ve ağır bir yenilgiye dönüşmüştü.


Solun çok yönlü yenilgisi


12 Eylül 1980 sabahı TRT’den okunan “Milli Güvenlik Konseyi” bildirisinde ifade edildiği gibi, “Türk Silahlı Kuvvetli, İç Hizmet Kanunu’nun verdiği Türkiye Cumhuriyetini kollama ve koruma görevini yüce Türk milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararı alarak ülke yönetimine el koymuştu.”   


12 Eylül Darbesi ordunun hiyerarşi ve disiplin gelenekleri korunarak Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının denetiminde, İç Hizmet Yasası’nın “Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma” göreviyle, emir komuta zinciri içinde ve “emirle’”gerçekleştirilmişti.


12 Eylül 1980 koşullarında askeri müdahaleye karşı durabilecek ve onu geriletebilecek devrimci güçlerden başka örgütlü bir güç yoktu. Ancak devrimcilerin bölünmüşlüğü ve parçalanmışlığı nedeniyle ortak bir tutum alınamamış, askeri cuntaya karşı devrimci bir cephe kurulamadığı için açık diktatörlüğün hüküm sürdüğü 12 Eylül dönemi çok yönlü ve ağır bir yenilgiye dönüşmüştü.


Solun önemli bir kesimi şu ya da bu şekilde teslimiyetçiliği tercih ederken, bir kesim bilinçli olarak ya da zorunluluğun dayatması nedeniyle esas olarak kadrolarını koruma çabasıyla geri çekilme politikaları uyguladılar. 12 Eylül’e cepheden karşı çıkarak mücadele edenler bir şekilde varlıklarını ve sürekliliklerini koruyabildiler. PKK’nin 1984’de silahlı eyleme geçmesi ise yeni bir devrimci atılım dönemini başlattı. Önemli bir kesim ise, 1990’lı yıllara kadar süren uzun kesintili süreçlerde siyasal ve örgütsel faaliyete ara vermek zorunda kaldılar.


Direniş geleneğinin devamı


12 Eylül döneminden çıkışın başlangıç aşamasında Kürt Özgürlük Hareketi’nin başlattığı atılım ise, 15-16 Haziran ve 12 Mart direnişlerinin bir devamı niteliğindeydi.

12 Eylülcüler askeri gücün devlet içindeki özerkliğinin genişlemesi ve politikada etkili olması için anayasal ve yasal düzenlemeler yapmışlardı. Bunlardan biri ve en önemlisi, Milli Güvenlik Kavramı’nın ideolojik düzeyde ele alınması, genişletilmesi ve tarif edilmesiydi. Bu müdahale biçimi, 27 Mayıs’la başlayan askeri müdahaleler döneminin ve 20 yıllık militarizasyon sürecinin mantıki bir sonucuydu.


12 Eylül’de ordu, devleti ve toplumu yukarıdan aşağıya doğru yeniden “düzenleme ve denetleme fonksiyonunu” üstlenerek askeri darbe hukukuna dayanan ve olağanüstü standartlarının geçerli olduğu yeni bir rejim kurdu. 12 Eylülcüler bir anlamda 12 Mart’ın devamı, bir başka anlamda da 27 Mayıs’ın “karşıtı” bir anayasa yaptılar. Bu anayasa, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini artıran, hükümetin Meclis denetimini azaltan ve yürütmeyi eskiye göre güçlendiren ve bir bütün olarak “baskı Anayasası’” niteliğindeydi.


12 Eylülcülerin devlet ve toplum hayatındaki düzenlemeleri, Kemalizm’in bürokratik ve militer geleneklerine, tekelci sermayenin siyasal tercihlerine ve benzer ülkelerde (Güney Amerika, G. Kore, Filipinler vb.) görüldüğü gibi, “Milli Güvenlik Devleti” ideolojisine uygundu. Milli Güvenlik İdeolojisi’nin temel kavramları haline gelen “Askeri gücün özerkleşmesi, devletin ve toplumun militarizasyonu” 12 Eylül Anayasası’nın temel hükümleri haline getirildi.  Anayasanın yürürlüğe girmesi ile birlikte, ordunun devlet içindeki özerkliği daha da pekiştirildi. Artık ordu günlük politika içerisinde olmaya, her olaya karışmaya, her sorunla doğrudan ilgilenecek, devleti ve toplumu sıkı bir şekilde denetleyeme başlamıştı.


Kenan Evren 1982 yılında yaptığı bir konuşmada, “Biz bu anayasayı bir daha askeri müdahale olmasın diye böyle yapıyoruz” demişti. Ancak Evren’in “bir daha askeri müdahale olmayacak” öngörüsü gerçekleşmedi. 28 Şubat 1997’de yeni bir askeri müdahale oldu.


28 Şubat 1997 Darbesi


28 Şubat 1997 darbesi diğerlerinden biraz farklı tarzda yapıldı. “Laik Cumhuriyet rejiminin ciddi bir tehditle” karşı karşıya olduğu iddiasıyla yoğun bir ideolojik ve politik kampanya başlatan 28 Şubatçılar, Kemalist laikliği benimseyen bütün güçleri siyasal İslam’a karşı saflaştırarak hükümeti istifaya zorladı.


28 Şubatçıların devlet ve toplum hayatında kısa süreli bir ideolojik ve siyasal hegemonya kurmaları, başta düzen partileri olmak üzere, solu ve sosyalist güçleri de böldü. Bu süreçte solun önemli bir kesimi “milli ve laik”  kulvara destek verdi, bir kısmı siyasal İslam’ın yanına savruldu ve bir kısmı da taraf olmaktan kaçınmaya çalışarak pasifize oldu. Sol ve sosyalist hareketin küçük bir kesimi işin farkında olarak asıl hedefin militarizm olduğu gerçeğinden hareketle cılız da olsa askeri vesayete karşı tutum sergiledi.


Hiçbir sol parti 28 Şubat’a karşı cepheden bir karşı çıkışı gerçekleştiremedi. Solda etkisini sürdüren Kemalist ideolojiden dolayı militarizme değil, 28 Şubatçıların istediği gibi siyasal İslam’a karşı tutum alındı. Böylelikle 28 Şubatçılar, toplumsal bir destek görünümü yaratarak siyasal İslam’ı kolaylıkla denetim altına alınmasını ve sonra da bölünmesini sağladılar.


Askeri ve bürokratik elitin kısa zamanda kurduğu ideolojik ve siyasal hegemonya, sol ve sosyalist hareketin de tasfiyesi ile sonuçlandı. Sol ve sosyalist hareket hâlâ bu sürecin dramatik etkisini taşıyarak bölünmüşlük, parçalanmışlık ve statükoculuk halini sürdürüyor.


Milli Güvenlik Siyaset Belgesi


Bu süreçte HADEP, CHP ve ÖDP andıçlandı. RP’nin ardından CHP, daha sonra da ÖDP’de bölünmeler yaşandı. Her askeri müdahalede yoğun olarak Türk milliyetçiliğinin saldırısına uğrayan Kürt Özgürlük Hareketi bu kez de nasibini aldı. RP’den sonra HADEP kapatıldı. Daha sonra da PKK Lideri Abdullah Öcalan uluslararası bir komployla yakalanarak Ecevit hükümetine bir seçim hediyesi olarak teslim edildi.


28 Şubat kararlarının bir maddesi Kürt Özgürlük Hareketi’ne ayrılmıştı. Çünkü 28 Şubat müdahalesi aynı zamanda Kürt Özgülük Hareketi’ne karşı da yapılmıştı. Müdahale ortamında yaratılan Kemalist laiklik çığırtkanlığı, sol ve sosyalist hareketin bu gerçeği gözden kaçırmasına neden oldu. Oysa bu dönemde yeniden güncelleştirilen Türkiye’nin gizli anayasası niteliğindeki Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB)’nde “Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden temel unsurlar, irtica, bölücülük ve aşırı sol akımlar” olarak belirlenmişti.


28 Şubatçılar toplumu laik ve anti-laik şeklinde saflaştırdı. MGSB’de siyasal İslam ile Kürt Özgürlük Hareketi’ni aynı düzeyde ele alarak milli güvenliği tehdit eden risk önceliklerini oluşturdu. Böylelikle ordunun siyasete müdahalesi meşru hale getirilerek militarizm gizlendi ve esas olarak da statüko korundu. Başka bir deyişle statüko savunucuğu üzerinden “milli ve laik Türk tarz-ı siyasetinin” hegemonyası yeniden kuruldu.


Toplumu “laik-antilaik” saflaşmaya sokan, Kürt sorununu siyasal İslam’la birlikte aynı kefeye koyan Türk militarizminin bu geleneksel tavrı, solun statükoculuğunu yeniden şekillendirerek siyasal bir çizgi haline gelmesini sağlamıştı.


Daha önce HEP ve DEP kapatılırken, milletvekilleri apar topar meclisten atılırken seyirci kalan sol ve sosyalist hareketin büyük bir kesimi, 28 Şubat sürecinde RP’nin iktidardan uzaklaştırılmasını da onaylar bir tavır takındı. Halkın oylarıyla iktidar olmuş bir parti Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının baskıyla düşürülüp ardından kapatılırken, “Ne Refahyol, Ne Hazırol” sloganı popüler hale getirilerek, statükoculuğa ve postmodern askeri darbeye destek verilmişti.


Sonuç yerine bazı vurgular


27 Mayıs’la başlayan ordunun siyasete müdahaleleri, amaçları, hedefleri ve sonuçları bakımından irdelendiğinde, 50 yıllık bir tarihsel süreçte, “askeri otoritenin sivil iradeye” tabi olmadığı ve ordunun, halkın oylarıyla iktidar olan partilerle devlet yönetimini paylaştı. Ordunun devleti ve toplumu denetleyici bir fonksiyon üstlendiği bu uzun dönemde, siyasetin toplumsallaşması ve toplumun özgürleşmesi engellendi. Bu nedenle militarizm, ülkenin demokratik geleceği ve yeniden yapılanmasının önündeki en büyük engeli oluşturdu.


Her seçim döneminde sistemin çığırtkanlığını yapan düzen partileri, tank paletleriyle biraz daha pekiştirilmiş olan siyasal/toplumsal zeminde bir “emanetçi” ve “vesayetçi” gibi siyaset yaptılar. Askeri müdahaleleri önleyecek anayasal ve yasal tedbirler almaya yönelmediler. Genelkurmay ile iktidarı paylaşan siyasal iktidarlar, askeri darbeleri bir görev haline getiren “Ordu Dahili Hizmet Kanunu”nun değiştirilmesi için girişimde bulunmadılar. Halkın oylarıyla seçilmiş Meclis ve hükümetler darbe olma ihtimalini ortadan kaldıramadıkları için, hiçbir zaman kendi geleceklerinden emin olamadılar.


Askeri müdahalelerden herkesten daha çok etkilenmelerine karşın sol ve sosyalist partilerin/örgütlerin büyük çoğunluğu da, devletin resmi ideolojisi olan Kemalizm’den kopamadıkları için tutarlı bir anti-militarist mücadele anlayışına sahip olamadılar.


27 Mayıs, DP ve yandaşlarına karşı yapılmış ve başta CHP olmak üzere DP iktidarına karşı olan tüm muhalifler tarafından desteklenmişti. Bu desteğin içinde tüm sol ve sosyalist kesimler de bulunuyordu. 12 Mart 1971 müdahalesi, AP iktidarına karşı verilmiş, fakat devlete karşı gelişen silahlı sol ve sosyalist kesimlerin tasfiyesi üzerine oluşmuştu. Bu dönemde bazı cuntacı kesimler dışında 12 Mart’ı destekleyen pek olmamıştı. 12 Eylül 1980 müdahalesi de AP iktidarı döneminde yapılmış, birbiriyle bazı farklılıkları olsa da bütün partilere karşı tutum alınmasına karşın, 12 Eylül esas olarak sol ve sosyalist kesimlerin ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesi üzerine kurgulanmıştı.


ABD ve NATO’nun desteği


Bütün darbelerin ardında ABD ve NATO’nun desteği vardı. Sadece Türkiye’de değil, Türkiye gibi benzer birçok ülkedeki darbeler, ABD’nin uluslararası stratejik çıkarlarına göre yapıldı. Tüm darbe planlarının birinci önceliği, anayasa ve yasaları değiştirerek “Toplumun demografisinde, sosyal dokusunda, tarihten gelen yapısında değişiklikler yapmak, kitleleri yönlendirmek ve kontrol altında tutmak” şeklinde tanımlanabilecek olan “Toplum mühendisliği” şeklinde gerçekleşti.


Her askeri müdahale döneminde Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’nde Türk Ceza Yasası (TCK)’nın (eski) 125. (“Devletin istiklalini tenkise veya birliğini bozmağa veya Devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmağa matuf bir fiil işlemekten”) ve 146. maddelerini ihlalden (“Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya teşebbüs etmekten”) davalar açılarak yüzlerce devrimci, demokrat ve yurtsever, idamla veya müebbetle cezalandırıldı.


Kürtler 125. madde ile yargılanarak “bölücülükle”, sol ve sosyalistler de 146. madde ile yargılanarak anayasayı “ilga etmekle” suçlandılar. Oysa 27 Mayıs’tan günümüze kadar devam eden tüm askeri müdahale süreçlerinde TCK’nin bu iki maddesini ihlal edenler hep askerlerdi. Genel hukuk normlarına göre yaptıkları her müdahale anayasayı tağyir, tebdil ve ilga etmekti. Yani, anayasayı bozmak, değiştirmek ve ortadan kaldırmaktı.


12 Mart’ta Denizler, Mahirler ve diğer devrimciler suçlandıkları bu maddelere şiddetli itirazlar ederek, “Bu ülkede Anayasa’yı en fazla savunanlar bizleriz. Anayasa’yı ihlal edenlerse bizi burada yargılayanlardır” dediler. Benzer savunmalar 12 Eylül’ün ağır koşullarında da yapıldı. Ancak, 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün ve 28 Şubat’ın hukuken suç işleyen cuntacıları ve onlara çanak tutan siyasetçiler, medya organları, meslek örgütleri, sendikalar, sivil toplum örgütleri, aydınlar vb. yargılanmadılar.


Siyasal İslam’ın yükselişi


27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden itibaren siyasal İslam, her askeri müdahale döneminden güçlenerek ve iktidara biraz daha yaklaşarak çıktı. 12 Eylül ve 28 Şubat dönemleri ise siyasal İslam iktidar yürüyüşünde birer dönüm noktaları oldu. Bu bakımdan ANAP, 12 Eylül’ün, AKP’de 28 Şubat’ın ürünü olarak ortaya çıkan siyasal hareketlerdir. 28 Şubatçıların düzenin sınırları içine çektiği ve ABD’nin ılımlı İslam çizgisine yönlendirdiği AKP iktidarının üçüncü dönemini yaşaması bu sürecin geldiği aşamayı göstermektedir.


AKP başarıya ulaşmamış veya deşifre olmuş darbe girişimleri ile 12 Eylül ve 28 Şubat’ın sembolik isimlerini göstermelik yargılamalar yapması onun militarizme ve askeri vesayetçliğe karşı olduğu anlamına gelmiyor. Yapılması gereken, tüm darbecileri ve onlara yardım eden tüm unsurları ile sorunu Meclis’e taşımak ve kurulacak komisyonlar aracılığıyla işlenmiş tüm suçları soruşturmak ve yargılanmalarını sağlamaktır.


Hangi gerekçelerle olursa olsun hiçbir askeri darbe savunulamaz. Herhangi bir darbeyi haklı görmek, ileride başka bir darbe olmasını da savunmak anlamına gelir. Hiçbir darbe girişimi demokratik hak olarak görülemez. Genel olarak demokrasiye ve demokratik haklara inanmış, kendisine devrimciyim, demokratım, yurtseverim, sosyalistim vb. diyen herkesin askeri darbelere karşı çıkması gerekir.


Darbecilerle ve totaliter rejim heveslileri ile hesaplaşmadan ne demokratik değerler yaşatılabilir ve ne de demokrasi bilinci ve kültürü geliştirilebilir. Bu konuda unutulmaması gereken şey basitçe şudur:


Genel olarak eşitlik ve özgürlük anlamına gelen ve aynı zamanda bir devlet biçimi olan demokrasi, ancak demokratik usullerle korunabilir ve geliştirilebilir.


BİTTİ

Türkiye Solunun Darbelerle İmtihanı- 1.BÖLÜM

Şaban İBA
Sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçince!..

1946’da çok partili parlamenter sisteme geçilmesi sürecinde yapılan önemli değişikliklerden biri, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmasıydı. 1949 yılında yapılan yasal bir düzenlemeyle cumhuriyet tarihinde ilk kez “askeri otorite” “sivil iradeye” tabi hale getirilmişti. Bu nedenle Demokrat Parti iktidarının sürdüğü 1950-1960 yılları ordu, devlet ve siyaset ilişkileri bakımından Türkiye’nin en demokratik dönemi oldu.


Devlet içindeki özerkliğine son verilmiş olan ordu ile CHP, Demokrat Parti (DP)’nin iktidara geldiği 1950 seçimlerinden sonraki durumu içlerine sindirebilmiş olsalardı, askeri darbeden bir yıl sonra yapılması gereken 1961 genel seçimlerinde, 1957 seçimlerinden itibaren yükselişe geçen CHP iktidar olabilirdi. Böylelikle de “çok partili parlamenter sistem” kendi doğal sürecinde ilerleyebilir ve burjuva demokratik geleneklerin oluşması bakımından Türkiye bugün farklı bir yerde olabilirdi.


27 Mayıs 1960 darbesi  


Ancak CHP’nin de kışkırtmasıyla 27 Mayıs 1960’da ordu darbe yaparak DP’yi iktidardan uzaklaştırdı ve Türkiye’de askeri müdahaleler dönemi başladı. 27 Mayıs 1960 sabahı “Radyolarınızın başına geçiniz! Güvendiğiniz Silahlı Kuvvetlerinizin sesi bir dakika sonra sizlere hitap edecektir!” anonsuyla başlayan Bildiri’de özetle şöyle denilmişti:


“Bu harekete Silahlı Kuvvetlerimiz, partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partilerüstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi taraf mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır (...) Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız...”


Radyodan okunmasından önce bu Bildiri, ABD Büyükelçiliği’nin giriş kapısının altından atılmış, ayrıca Milli Birlik Komitesi (MBK) sabahın erken saatlerinde ABD Büyükelçisi F. Warren’la görüşerek askeri müdahalenin kesinlikle ABD’ye karşı bir hareket olmadığı konusunda garanti verdi. ABD Dışişleri Bakanlığı da 30 Mayıs’ta yayınladığı basın bildirisi ile “Eskiden olduğu gibi Türkiye ile ABD arasında yakın ve dostça ilişkilerin sürdürüleceğini” açıkladı.


Aynı gün CHP örgütlerine bir genelge gönderen Genel Başkan İsmet İnönü, askeri darbeyi desteklediğini vurgulayarak partililerden Milli Birlik Komitesi’nin kararlarına uyulmasını ve seçimlerin beklenilmesini tavsiye etti. 28 Mayıs’ta ise, İstanbul Üniversitesi anayasa profesörleri, “Milli Birlik Komitesi’ni, yani devlet müessese ve kuvvetlerinin idareyi ele almasını, meşru ve sosyal nizamı tekrar kurmak ihtiyacının bir neticesi sayıyoruz” şeklinde askeri darbenin hukuki dayanağı olabilecek bir Bildiri/”Fetva” yayınladı.


14 Haziran’da, Milli Birlik Komitesi darbenin gerekçesini şöyle açıkladı: “Ordu Dahili Hizmet Kanunu’nun 34. maddesine göre Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak vazifesi kendisine verilmiş olan Türk Ordusu, Türk Milleti adına harekete geçerek milleti temsil vasfını kaybetmiş olan Meclis’i dağıtıp iktidarı geçici olarak MBK’ye emanet etmiştir.”


Tüpünden sıkılan diş macunu!


27 Mayıs, Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesiydi. Bu darbe ile ordu kışlasından çıkarak bir gecede devlet erkini ele geçirmişti. Fransız Le Monde Gazetesi olayı Avrupa kamuoyuna şöyle duyurmuştu: “Türk Ordusu’nun yaptığı bu hareket, tüpünden sıkılan diş macununa benziyor. Macun çıktıktan sonra bir daha tüpüne geri sokmak son derece güçtür.”


Le Monde’un bu ilginç benzetmesi gibi ordu artık kışlasından çıkmış ve askeri darbeler dönemini başlattı. Ordu, devlet ve siyaset ilişkilerinin kökten değiştiği bu süreçle birlikte, askeri müdahalelerin biri diğerine zemin hazırladı ve biri diğerinin gerekçesi haline geldi. 27 Mayıs’ı, 12 Martlar, 12 Eylüller ve 28 Şubatlar izledi.


12 Mart 1971 Muhtıra Darbesi


15-16 Haziran 1970’de işçi sınıfının devrimci atılımı başta devrimci gençliğin kitlesel örgütü DEV-GENÇ olmak üzere bütün sol ve sosyalistleri derinden etkilemiş ve yeni siyasal arayışlara yöneltmişti. 1970’in son aylarından itibaren sınıflar mücadelesinin yükselen seyri ve 1971 başında THKO’nun banka soygunu ile başlayan silahlı eylemleri, THKO’nun ardından THKP-C’nin eyleme geçmesi ile devlete karşı silahlı bir başkaldırı başladı. Kısa zamanda emekçi kitleler arasında sempati toplayan ihtilalci örgütlerin bu silahlı eylemleri, hızla rejim krizini derinleştirdi.


1971’in yeni yıl mesajında Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, “Türkiye’nin milli çıkarları gerektirdiği zaman silahlı kuvvetlerin, bu kutsal ülkeye saldırmaya teşebbüs edecek elleri kıracağını” söylemişti. 24 Şubat’ta toplanan Milli Güvenlik Kurulu ise, Adalet Parti hükümetinin sıkıyönetim önerisini kabul etmemişti. Çünkü Kara, Deniz, Hava ve Jandarma kuvvet komutanları arasında rejim krizine çözüm arayışlarında farklılıklar olduğu için, taraflar arasında ara çözüm/özel bir müdahale biçimi arayışı başlamıştı.


Bu bağlamda aralarındaki bir uzlaşmaya göre mart başında harekete geçen komutanlar, önce 5 Mart’tan beri “müdahaleye hazır vaziyette” bekleyen ve 9 Mart gecesi “müdahale günü” olarak teyakkuza geçen hava, deniz ve kara kuvvetlerindeki genç ve orta rütbeli subaylar hareketini tasfiye ettiler. 27 Mayıs benzeri ve bir anlamda onun devamı niteliğinde olan 9 Mart darbe girişimi, aynı gün kendi aralarında anlaşan/uzlaşan Muhsin Batur ve Faruk Gürler cuntası tarafından durduruldu.


Daha doğrusu, başından beri geri planda iki kuvvet komutanı tarafından yönlendirilmeye çalışılan bu genç subaylar hareketi, provoke edilerek tasfiye edildi. Önderleri tarafından kendilerine karşı yapılan bir “iç darbe” olarak değerlendirilen 9 Mart darbe girişimi, 27 Mayıs’la başlayan ve ordu içinde hiyerarşiyi zaafa uğratarak kalıcı bir askeri diktatörlük kurma girişimlerinin son örneğiydi.


Hiyerarşik müdahale


10 Mart’ta toplanan Genişletilmiş Komuta Konseyi’nde ortak fikir Demirel’in Başbakanlıktan çekilmesi yönünde olmasına karşın, daha sonrası için iki farklı fikir oluşmuştu: Bir kanat, yönetime el konulmasını isterken, diğer bir kanat ise, Demirel’in çekilmesiyle ordunun daha geri planda kalacağı, anayasal ve yasal düzenlemelerin mevcut parlamento yapılacağı bir müdahale yöntemini önermişti. Nihayet 11 Mart’ta Genelkurmay Başkanı Tağmaç’ın çağrısıyla toplanan Kuvvet Komutanları, emir ve komuta zinciri içerisinde darbe değil ama darbe ihtimalini de içinde taşıyan hiyerarşik bir askeri müdahaleye (Muhtıra Darbesi’ne) karar verildi.


27 Mayıs’ın aksine 12 Mart darbesi, emir ve komuta zinciri içerisinde yapılan ve askeri hiyerarşiyi koruyan bir darbe olarak yeni bir gelenek başlattı. Sonraki askeri müdahaleler “Emir ve komuta zinciri içerisinde ve emirle” gerçekleşti.


Askeri müdahale görünüşte “anarşiyi ve terörü” önlemek amacıyla yapılmış, ancak darbeden sonra Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, “Sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçtiği için anayasal ve yasal değişiklikler yapılması” gerekliliğinden söz etmişti.


Kızıldere Katliamı


12 Mart askeri müdahale döneminde Türkiye’nin en geniş siyasal yargılamaları ve katliamı yapıldı. Bu bağlamda

27 Mayıs, Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesiydi. Bu darbe ile ordu kışlasından çıkarak bir gecede devlet erkini ele geçirmişti. Fransız Le Monde Gazetesi olayı Avrupa kamuoyuna şöyle duyurmuştu: ‘Türk Ordusu’nun yaptığı bu hareket, tüpünden sıkılan diş macununa benziyor. Macun çıktıktan sonra bir daha tüpüne geri sokmak son derece güçtür’
DEV-GENÇ, THKO, TİP, TİİKP, TÖS gibi tutuklu sayısı çok olan merkezi davalar Ankara’da; THKP-C, TİKKO, Cemal Madanoğlu Cuntası, 15-16 Haziran Olayları ve DİSK, İstanbul DEV-GENÇ davaları da İstanbul’da; Kürt yurtseverlerin kitlesel olarak yargılandığı Doğu Devrimci Kültür Ocakları ile Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi davaları ise, Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi’nde görüldü. Bu dönemde DEV-GENÇ bütün örgütlere kaynaklık eden devrimci gençliğin ana örgütüydü. Bu nedenle TİP’ten THKO’ya, THKP-C’den TİKKO’ya kadar bütün yeni siyasal örgütlerin kadroları ve sempatizanları DEV-GENÇ’in ileri kadrolarıydı.

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarını durdurmak için THKO ile THKP-C’nin Kızıldere eylemi aynı zamanda iki örgütün birleşme adımıydı. Ancak 12 Mart direnişinin son noktası olan Kızıldere Katliamı bir tarihsel dönemi kapatırken, devrimci direniş geleneğinin devamı olan yeni bir devrimci atılım dönemini de başlatmıştı.


Çünkü Kürt isyanlarını saymazsak 12 Mart direnişi, devrimci hareketin tarihinde ilk kez yapılan devlete karşı silahlı bir başkaldırı niteliğindeydi. Nurhak’tan askeri cezaevlerine, idam sehpalarından Kızıldere’ye kadar 12 Mart direnişinin önderlerinin bıraktığı devrimci miras her milliyetten işçiler, emekçiler, gençler tarafından sahiplenildi ve yeni bir devrimci atılım dönemi başladı. 1975-1980 döneminde ortaya çıkan yeni siyasal hareketlerin önemli bir kısmı miras kavgaları yaparak bölünüp parçalanırken; anti sömürgeci mücadele koşullarında gelişen Kürt Özgürlük Hareketi, Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin mücadele geleneğinin devamcısı oldu.

 
Darbelerde Kürt sorununun rolü

27 Mayıs askeri darbesinin “Tek parti diktatörlüğüne yönelen Demokrat Parti iktidarına karşı ordunun demokratik hak ve özgürler için yaptığı bir darbe” olarak tanımlanması yaygın bir anlayıştır. Bu nedenle darbenin arka planı pek irdelenmemiştir. Oysa bu darbenin arka planında yıllardan beri bilinçli bir şekilde gözardı edilen tarihsel bir olgu, yani Kürt sorunu ve Kürdistan sorunu vardı.

Çünkü 1958 yılında Irak’ta askeri bir darbe ile Krallık rejimi yıkılarak Cumhuriyet ilan edildi. Cumhurbaşkanı olan General Abdülkerim Kasım, Irak’ın Bağdat Paktı’ndan çekildiğini ve Kürtlerin demokratik hak ve özgürlük taleplerinin gözetileceğini açıkladı. Bu gelişmeden sonra KDP Lideri Mustafa Barzani, Sovyetler Birliği’ndeki 12 yıllık mültecilik hayatından sonra Ekim 1958’de Bağdat’a döndü.

Araplar ile Kürtlerin ortak vatanı olarak Irak’ın yeniden kurulmasını isteyen Barzani’nin kısmi özerklik talepleri Bağdat yönetimi tarafından genel kabul gördü. Bu dönemde Irak’ta, ulusal, sınıfsal, etnik ve kültürel ayrışmalar ve politik saflaşmalar hızla gelişti. Özellikle de Kürt özgürlük hareketinin yeniden dirilişi Kürdistan’ın bütün parçalarını etkilemeye başladı.

Irak’taki bu siyasal ve toplumsal değişiklikler Ortadoğu’daki tüm dengeleri alt üst ederken, gelişmelerden etkilenen Suriye’de benzer bir askeri darbe yapıldı. Sovyetler Birliği’nin desteğinde gerçekleşen bu askeri darbeler ile Ortadoğu’nun önemli bir bölümünün Sovyet etkisi altına girmesi, ABD ve müttefiklerini endişelendirmişti. ABD Türkiye’deki İncirlik Üssü’nü kullanarak Lübnan’ı işgal etti. Bir gün sonra da, İngiliz paraşütçüleri Ürdün’ü işgal ederek işbirlikçi Kral Hüseyin’in despotik rejimini pekiştirdi.

Bazı iyi niyetli yaklaşımlarına karşın Abdülkerim Kasım’ın Mısır lideri Cemal Abdülnasır’ın da etkisiyle Arap milliyetçiliğine soyunmasından sonra Kürtler ile Bağdat yönetiminin ilişkisi hızla bozulmaya başladı. Bunun sonucu olarak Kürtlerin de içinde yer aldığı Irak Ulusal Birlik Cephesi fiilen çöktü. Kürtlerin aleyhine başlayan gelişmeler üzerine Barzani liderliğindeki KDP silahlı ayaklanma kararı aldı. Barzani güçleri, ayaklanmanın ilk yıllarında Irak Kürdistan’ının büyük bir bölümünde egemenlik kurdu. Özellikle de Güney Kürdistan’ın dağlık kesimini oluşturan geniş bir bölge Barzani güçlerinin denetimine geçti. Aynı zamanda güney sınırlarını oluşturan bu gelişme Türkiye’yi, NATO’yu ve bölgede Sovyetler Birliği ile çıkar rekabetine girişen ABD’yi endişelendirdi.

49’lar Olayı’nın perde arkası

Irak’taki gelişmeler, soğuk savaşın psikolojik savaş yöntemlerinin etkili bir şekilde uygulanması dönemini başlattı. Özellikle Kerkük’te Kürtlere özerklik tanınmasını içine sindiremeyen Türkiye, Türkmenleri sahiplenme adına Irak hükümeti ve Barzani’ye karşı “mukabeley-i bil misil” (Karşılaştığı aynı muameleye misli ile yanıt vermek) diye tanımlanan uygulamalara yöneldi. Bu bağlamda 17 Aralık 1959’daki tutuklamaların (49’lar Olayı) arka planında Irak’taki bu gelişmeler vardı.

İşte tam bu dönemde Türkiye’de 27 Mayıs askeri darbesi yapıldı. 27 Mayıs sabahı ilk iş olarak Silvan’ın yüksekçe bir binasına Türk bayrağı çeken 27 Mayısçı subaylardan biri, “Eğer darbe olmasaydı belki de şimdi bu bayrak yerine Kürt devletinin bayrağı sallanıyor olacaktı” demişti.

DP’yi iktidardan uzaklaştıran 27 Mayısçılar, genel bir af çıkararak cezaevlerindeki tutukluların serbest bırakılmasını sağladı. Ancak Kürtler bu affın dışında tutularak askeri mahkemelerde yargılandı. “49’lar olayı” için Kürt tutuklulara değinen bir MBK bildirisinde, “Ülkenin parçalanması yolundaki girişimlerin etkisiz kılınması için önlemler alınmıştır. Türkiye’nin tümü ile Türklere ait olduğu gerçeği herkese mutlaka ki benimsettirilecektir’ denilmişti.

Kürtlere uygulanan bu ayrımcığa karşı, Türk solu ve sosyalistleri ya sessiz kalmış ya da “milliyetçilik ve laiklik” rüzgarına kapılarak sosyal şoven politikaların batağına saplanmıştı. 27 Mayıs anayasasını ilerici ve demokrat olarak algılayan sol ve sosyalist kesimler, bu anayasada Kürtlerin reddini ve inkârını görememişler veya görmek istememişlerdi. Ayrıca ordunun devlet içinde özerklik kazanmasının yarattığı Milli Güvenlik Devleti’ne dönüşümü ve Türk militarizminin yükseliş süreci olduğu gerçeğini görememişlerdi.

27 Mayısçılar, iktidardan düşürdükleri ve yargıladıkları DP yöneticilerini parti içinde bir miktar Kürt milletvekili bulunmasından dolayı da, “Kürtçülük yapmakla” suçladılar. Yine bu dönemde 485’ler olarak bilinen ve daha sonra elenerek sayıları 55 kişiye düşürülen Kürt aşiret reisleri, batı illerine sürülerek zorunlu ikamete tabi tuttular. O günlerde 55’lerden Faik Bucak ve Kinyas Kartal’ın imzası ile hükümete hitaben yazılan bir mektupta, Sivas kampını yöneten Muharrem Kızıloğlu’nun “Babam şarkın cellâdıydı, ben de sizin cellâdınız olacağım” dediği yazılmıştı.

Türk Resmi Tarihi’nin İdeolojik Temelleri- 2.BÖLÜM

Trenlere bindirilerek Anadolu'ya dağıtılan sürgün Kürtler...


1925’te Diyanet İşleri Teşkilatı’nın kurulmasıyla birlikte nasıl bir Kur’an tercümesi ve tefsiri yapılacağını 7 maddelik bir direktifle Diyanet’e bildiren M. Kemal, “Müslümanlık”ın uygulanması için: “Hutbeler tamamen Türkçe ve zamanın icaplarına uygun olmalıdır ve olacaktır!” tezini uygulamaya koydu.

TÜRK RESMİ TARİHİ’NİN ZEHİRLİ MİRASI (II)

1924 Anayasası’ndan sonraki slogan ve ilke “Türkiye Türklerindir” tarzındaki ırkçı veya “Türk’ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter” biçimindeki aşağılayıcı ve tahrik edici belirlemeleri özne olarak almaktadır. Nitekim, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Kürtçe eğitimin önü kesilirken; 1925’te gizlice hazırlanıp uygulamaya konan “Şark Islahat Planı” ile de Kürtçe konuşulması yasaklanıyor ve konuşanların cezalandırılması kararlaştırılıyordu…


1926 yılından başlayarak, İstanbul Belediye Konservatuvarı öncülüğünde halk arasında şarkı derlemelerine başlanır, bu işin sistemleştirilmesi için 1927’de İstanbul’da Türk Halk Bilgisi Derneği kurulur. 1937 yılından başlayarak, Ankara’daki Devlet Konservatuvarı da derleme çalışmalarına katılır.


1928 yılında 3 ay gibi kısa bir süre içinde insanlar, binlerce yıldanberi kullandıkları Arap kökenli Osmanlıca Alfabe’den koparılarak Latin Alfabesine yöneltiliyorlardı. Böylece, bir anda milyonlarca okuma- yazmasız insan oluştu.


Türk kültürü dışındaki kültürlerin asimilasyonu ve ipotek altına alınması temelinde tam bir “resmi kültür seferberliği”ne başlanmıştı. Bu nedenle, yapılacak ilk işlerden biri, yeni bir “Türk Resmi Tarihi” yazmaktı. Bunun için, öncelikle bir Türk Tarih Encümeni oluşturuluyordu. Bu kurulda, asker ve sivil Kemalist aydınlar yer alıyor ve çalışmalar M. Kemal’in gözetim ve denetiminde yürütülüyordu. (Bu konuda bkz. Ord. Prof. Enver Ziya Karal: Atatürk’ün Türk Tarihi Tezi, Atatürk ve Devrim içinde, TC Ziraat Bank. Kültür yay. TTK Basımevi, Ank. 1980, s. 95- 102)  M. Kemal’e göre; Osmanlı dönemindeki “Ümmet tarihi”, Tanzimat dönemindeki “Devlet tarihi” ve Tanzimat’la Meşrutiyet dönemindeki Batı kaynaklı “Birleşik tarih” anlayışları, “Kemalist tarih” anlayışına cevap vermiyordu ve yeni bir “Türk tarihi” yazılmalıydı…

‘Türk Tarihinin Ana Hatları’


Bu konuda yapılacak ilk iş, Türk tarihine yaklaşım ve öğretim biçimine ilişkin bir anahtar kitap hazırlamaktı. Tümüyle “Güneş Dil Teorisi” gibi ırkçı ve mesnetsiz iddialar üzerine kurulu bu klavuz- kitap, “Türk Tarihinin Ana Hatları” adıyla 1931’de yayımlanıyordu. Bu çerçevede yazılacak asıl Yeni Türk Tarihi konusunda görev bölümü yapılmış ve çalışmanın “İslam Tarihi ve Türkler’in İslamdaki Yeri” konulu bölümünün hazırlanması görevi, El- Ezher Medresesi mezunu Türkistanlı Zakir Kadiri (Oğan)’a verilmişti. Fakat hazırladığı bölüm Atatürk’ün büyük tepkisini çekmiş ve ağır eleştirilere uğramıştı. Atatürk’ün kaleme aldığı ve dönemin TTK Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu’na verilen bu 1931 tarihli elyazması eleştiri yazısı ortadan kaybolmuş ve ancak 2011 yılında ortaya çıkmıştı. (Bkz. Atilla Oral: Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, Demkar yay. İst. 2011)


Daha, 1925’te Diyanet İşleri Teşkilatı’nın kurulmasıyla birlikte nasıl bir Kur’an tercümesi ve tefsiri yapılacağını 7 maddelik bir direktifle Diyanet’e bildiren M. Kemal’in, kuşkusuz “Türk’ün milli dini” olarak gördüğü “Müslümanlık”ın uygulanması konusunda da düşünceleri vardı: “Hutbeler tamamen Türkçe ve zamanın icaplarına uygun olmalıdır ve olacaktır!” (Bkz. Dücane Cündioğlu: Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi, İst. 1998, s. 49-50)

Hz. Muhammed’i de Türk yaptılar


Hz. Muhammed’in, Cuma hutbelerini “hem dinin, hem Devlet’in başı” sıfatıyla okuduğunu belirtip, kendisini onunla özdeşleştirerek, camilerde okunacak hutbelere de elatıyordu. Bu konuda, kendisini iyi anlayan bir yardımcı da bulmuştu: Irkçı And’ın mimarı Dr. Reşit Galip. Gerisini, gazeteci- yazar İsmet Bozdağ’dan dinleyelim:


“Gazi Paşa, İslamiyeti, Devletin kanatları imiş gibi görmek ve kullanmak istiyordu. (…) Din, gelecek için potansiyel zenginlik; hal için dinamik bir enerji kaynağı idi. Atatürk, uzun yüzyıllar potansiyel değer olarak yaşatılmış bu gücü, dinamik bir enerjiye dönüştürerek toplumun gelişmesinde kullanmak istiyordu.


1932 yılında, konuyu, kendisi gibi düşünen birini bulmuştu: Dr. Reşit Galip. Devrime inanmıştı ve gözünü budaktan esirgemiyordu!


Dr. Galip’in kaleme aldığı projenin adı: “Müslümanlık, Türk’ün Milli Dini”dir. Dr. Galip, bir tez içeren projesinde: İslamın, Türk’ün milli dini esprisine uygun olduğunu söyleyerek, Hz. Muhammed’in Türk asıllı olduğunu ileri sürüyor. Gerekçeleri şöyle:


A- Hz. Muhammed, Arap değil, müstağrap’tır. Yani, dışardan Arabistan’a gelmiş bir aileden doğmuştur. Oysa Araplar, Sami ırka bağlıdırlar. Arabistan’ın kuzeyi Sami değildir.


B- Nasıl ki, Hz. İbrahim de Arap olmayıp Kuzeylidir ve oradan Arabistan’a gelip yerleşmiştir. Hz. Muhammed de Hz. İbrahim soyundan gelir.


Dr. Reşit Galip, bu noktada duramıyor ve Hz. İbrahim’in ve oğlu İsmail’in Türk kökenli olduklarını da ortaya attıktan sonra, Türkler’in Abbasi Devleti’ne hakim olduklarını ve hatta kendilerine (Emir-i Müminin) dendiğini yazıyor; buradan yola çıkarak İslam Medeniyeti’nin de Türk Medeniyeti olduğu noktasına ulaşıyor. Dr. Reşit Galip’in tezi, şu satırlarla bağlanıyor: 


“Müslüman dini, Türk milli bünyesine en uygun din’dir.” (Bkz. İsmet Bozdağ: İşte Atatürk’ün Türkiyesi, Truva yay. İst. 2009, s. 33-34) Bozdağ, Atatürk’le Dr. Reşit Galip’in, hutbeleri, duaları ve kitaplarıyla tüm ibadetin Türkçe yapılması konusunda da  mutabakata vardıklarını belirterek; bunun, Türk milletinin kendi dinine sahip olması ve Türk’ün milliyetçiliği için gerekli görüldüğünü ekliyor. Atatürk, bu konuda yürütülen bir tartışmayı şöyle noktalıyor: “Müslümanlık Türk’ün milli dinidir. 

Müslümanlığı, Türkler yaymışlar ve Türkler kendilerine göre, en geniş manası ile anlamışlar ve benimsemişlerdir. Ancak, softaların mütereddi (tutucu- geri) kafaları, Müslümanlığı, bir türlü Türk’ün Milli dini olarak görmemiştir. Müslümanlığa, - Türk milletinin önünde- lazım olan manayı vermek gerekir.”(Age,s. 35)

Kemalist kurumlaşmanın siyasi nedenleri


Mustafa Kemal, bir toplantı sırasında Türk Tarih Kurumu üyelerine şöyle diyor:


“Biz Balkanlar’ı niçin kaybettik, biliyor musunuz? Bunun tek bir sebebi vardır. Bu da İslav (Slav) araştırma cemiyetlerinin kurduğu Dil Kurumları’dır. Bizim içimizdeki insanların milli tarihlerini yazıp milli şuurlarını uyandırdığı zaman, biz Balkanlar’da Trakya hududuna çekildik.” (Bkz. Utkan Kocatürk: Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri’nden aktarılarak, İ.Beşikçi: Denge Komkar, Sayı: 108/1998)


İşte, M. Kemal, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra böyle bir çabaya girerek, yeni Türk Alfabesi ile birlikte Türk dil ve kültürünü geliştirmek amacıyla derleme çalışmaları başlatıyor; Üniversitelerde Türk dilini, tarihini, edebiyatını ve kültürünü geliştirecek bölümler açıyordu. Tabii, bunlar yapılırken diğer kimlikler yasaklanıyor, dil ve kültürlerine kelepçe vuruluyordu…


İsmail Beşikçi, Kemalist kültür politikasının ikinci ayağını şöyle açımlıyor: “Bu konuşmadan çıkarılacak ikinci sonuç şudur: Eğer herhangi bir ulusu boyunduruk altında tutmak istiyorsan; eğer herhangi bir ülkede sömürgeciliğin sürüp gitmesi, senin için çok önemliyse, o zaman, o ulusu Alfabesiz bırakacaksın. O ulusun dilinin, edebiyatının gelişmesini, tarihinin araştırılmasını yasaklayacaksın. O halkın ulusal bilince ulaşmasına engel olacaksın. Çünkü, ulusal bilince ulaştığı zaman kendi tarihini, kendi hayatını yaşamak isteyecek, senin boyunduruğunu tanımayacak, sana başkaldıracaktır.


İşte, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte Kürt dilinin yasaklanmasını; Kürt dilinin, Kürt edebiyatının, Kürt tarihinin incelenmesinin engellenmesini bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir. Cumhuriyet’in başından beri bunun için her türlü yasak düşünülmüş ve uygulanmıştır. Kürt diline, edebiyatına ve tarihine ilişkin bir iz bırakmamak için her şey yapılmıştır. Yeni doğan çocuklara Kürtçe isimler verilememesi, Kürtçe köy ve mıntıka isimlerinin Türkçeleştirilmesi buradan kaynaklanmaktadır.” (Agy)


Beşikçi’nin, gerçekçi olarak ortaya koyduğu bu politik boyutu sergileyen birçok olgu vardır bugün elimizde. Sözgelimi, bu politikaların uygulanması için Vilayet İdaresi Kanunu’nun 31. maddesiyle Valiliklere de görev veriliyor ve 1930 yılında, ünlü ırkçılardan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından, “çok gizli ve kişiye özel” ibaresiyle  ünlü “Türkleştirme Genelgesi” gönderiliyordu…

‘Kemalist Devrimler(!) Kürtlere karşı yapıldı’


12 Maddeden oluşan Genelge’de; “Kemalist Devrim”in bütün ayaklarını bulmak mümkündür. Yerleşim birimleriyle tabii yer adlarının değiştirilmesinden tutun, başta Kürtçe olmak üzere Türkçe dışındaki dillerin yasaklanmasına; öncelikle küçük köylerin çevredeki Türk köylerine dağıtılmasına; mahalli dillerle yeni köylerin kurulmasının engellenmesine; Türklüğe ve Türkçeye pay ve paye verilerek halkın Türkçe konuşmaya özendirilmesine; Türkçe bilmeyen köylü kadınların getirtilerek Türk evlerine yerleştirilmesine; insanların eski gelenek ve göreneklerinden uzaklaştırılmasına; tüm bunların yanında otantik giyim- kuşamla birlikte halk danslarının ve şarkılarının yasaklanmasına kadar herşey düşünülmüştür.


Bu nedenle, araştırmacı Lokman Polat’ın “Kemalist Devrimler (!) Kürtler’e Karşı yapıldı” belirlemesine katılmamak mümkün değil. Araştırmacı Polat, haklı olarak; “Kemalist Devrim Kanunları denilen şeyler, Kürt halkına karşı uygulanan yasaklamalardır ve anti- demokratiktir. Kılık- Kıyafet Devrimi denilmiş; bu esas olarak Kürt halkının milli kıyafetlerinin yasaklanmasıdır. (…) Alfabe Devrimi ile Arap Alfabesi kaldırılıp, Latin Alfabesi’ne geçilmiş ve bu uygulamayla Kürtler arasında Alfabe birliği ortadan kaldırılmıştır. (…) Dil Devrimi ile Kürt dilinin yasaklanması, Kürtler’in asimile edilmesi hedeflenmiştir. Kürt diline ve kültürüne hayat veren Medreseler, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kapatılmış, Kürtler’in hayat damarları kesilip, Kürt dilinin ve kültürünün gelişimi dumura uğratılmıştır. (…) M. Kemal, hiç bir devrim yapmamıştır. O, Osmanlı devlet enkazını devralıp, TC’yi Osmanlı devleti temeli üzerinde inşa etmiştir. M. Kemal, diktatörlük kurarak; Kürtler’i, komünistleri ve İslamcıları katletmiştir. Halka karşı yasakçı kanunlar çıkarmıştır. Bu yasakçı yasaların devrimle hiç bir ilgisi yoktur.”(Nuroj,29/997)
 Resmi tarih ve 1960 dönemeci

1960 Darbesiyle başlayan süreç, Türk resmi tarih ve kültür politikasında yeni bir dönemeci simgelemektedir. Bu dönemde, geçmişte Kürtler’e dönük olarak hazırlanan gizli asimilasyon raporlarına benzer çalışmalar yürütüldüğü gibi, bu konuda yeni kurumlaşmalara da gidilir. 


Bu dönemde hazırlanan gizli raporlardan birini, 1925’ten itibaren M. Kemal tarafından Şark İlleri Asayiş Müşaviri olarak görevlendirilmiş olan Etno- Politika uzmanı Prof. Hasan Reşit Tankut hazırlar ki, bunu ilk kez Kürdoloji Belgeleri- I (Özge yay. Ank. 1994) adlı çalışmamızda yayımlamıştık. Bu tür gizli raporlardan birini de “Doğu Raporu” adıyla, 1961’de askerlerin Kürt sorununa çözüm üretmek üzere oluşturdukları “Doğu Grubu” hazırlamıştı. Ecevit’in Gizli Arşivi’nden çıkan bu raporu da, ölümünden sonra gazeteci Can Dündar ile Rıdvan Akar birlikte yayımladılar.


Raporda; eskiden olduğu gibi Kürtler’in “hicret” ettirilmesi yani sürülmesi; Irak ve İran Kürtleri ile ilişkilerinin kesilmesi; okullarda misyoner yetiştirilmesi; Doğu’ya Kürt kökenli memur gönderilmemesi; Radyo aracılığıyla Türk güfteleriyle mahalli havaların çalınması; bölgenin lisanına vakıf saz şairlerinin ve aşıkların Türkçe söylemeye özendirilmesi; ırk bakımından, Türk siyasi düzeninin kendi menfaatleri bakımından en elverişli, en emin ve en çok imkan sağlayan düzen olduğunu telkin eden bir inandırma faaliyetine girişilmesi… gibi hususlar yer almaktadır.



Kürtleri ‘Dağlı Türkler’çabası…

Tabii yalnızca bunlar da değil. Öncekilerin üstüne bina edilmiş olarak Kürt Tarihi de bu Raporda şu başlıklarla önemli yer tutar:


- Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesinin mevcut olmadığının anlatılması;


- Bir üniversiteye bağlı derhal bir Türkoloji Enstitüsü kurularak, kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun isbat olunarak yayınlanması ve Doğu’nun Türk tarihinin yazılarak neşredilmesi…


- İslam Ansiklopedisi, Rus alim ve politikacısı Minorski’nin tarafgirane bir surette, kendini Kürt sananların menşeinin İrani olduğunu iddia eden yazısını alarak, kendilerini Kürt sananlar kısmında neşretmekle, Lozan’da delegelere kabul ettirilen, kendilerini Kürt sananların Dağlı Türkler olup, menşelerinin Turani olduğu tezi ile de tezada düşülmüştür. Doğulu münevverler arasında münakaşayı mucip olan ve ayrılık taraftarlarına tutamak veren bu hatanın, derhal tashih edilmesi…


- Kendilerini Kürt sananların, menşelerinin Turani kavimlere dayandığı hakkında, çeşitli yönlerden arayışlar yapılması ve neticelerinin türlü neşir vasıtalarıyla yayılması…(Bkz. Milliyet gaz. 22 Ocak 2008)


Görüldüğü gibi, 27 Mayıs Darbecilerinin hazırladıkları bu Raporda, tam bir propaganda seferberliği öngörülmektedir ve bu niyet, sonraki gelişmelerle de bütünüyle açığa çıkmıştır…


Nitekim, Cunta’nın görevlendirdiği ve daha sonra “Prof”luğa terfi ettirilen Karslı M. Fahrettin Kırzıoğlu, derhal kolları sıvayarak, tam da yukarda belirlenen esaslar çerçevesinde “Kürtlerin Kökü” adıyla bir kitapçık hazırlıyor ve bu kitapçık, kendisinin de kurucu üyesi olduğu Diyarbakır Tanıtma Derneği tarafından yayımlanıyordu (Ank. 1963).


Bu kitaptan sonra Erzurum’daki Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde tarih öğretim görevlisi olarak görevlendirilen Kırzıoğlu, bu kez “Her Bakımdan Türk Olan Kürtler”i kaleme alır (Ank. 1964). Kırzıoğlu, bu kitabı biraz daha genişleterek bu defa “Kürtler’in Türklüğü” adıyla yayımlar (Ank. 1968) ki, bu kitaplar MEB’nin kitap satış yerlerinde baş köşede satışa sunulmaktaydı. Kırzıoğlu’nun sonraki çalışmalarından birisi de şudur: “Dağıstan- Aras- Dicle- Altay ve Türkistan Türk Boylarından Kürtler” (TKAE yay. Ank. 1984) Bu çalışmalara eşlik edenlerden biri de, yine öğretim üyeliğine getirilen Uşaklı Tuncer Baykara’dır. O da, 1967’de yayımlanan “Atsız Armağanı”nda bir makaleye yer verir: “Doğu Anadolu= Türkmenia (Türkmen Ülkesi)”. Aynı kişinin adına, özellikle 12 Cuntası’ndan sonra daha sıkça rastlayacağız ki, bu dönemde yaptığı en kapsamlı çalışma, Kürt dilini “Doğu Anadolu Osmanlıcası“ olarak sunan, aynı isimli kitabıdır. Üstteki makale, 12 Eylül Cuntası döneminde bu kez H.K. Türközü tarafından “Türkmen Ülkesi= Doğu Anadolu” adıyla Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü (TKAE) yayınları arasında yayımlanacaktır (Ank. 1985).


“Kürtler’in Türklüğü”nü ispatlamakla görevlendirilen resmi kalemşörlerden biri de Aydın- Sökeli Prof. Dr. Mehmet Eröz’dür. Sosyolog olarak sonradan Üniversiteye intisab ettirilen bu şahsın da aşağı yukarı tüm çalışmaları bu çizgidedir. Eröz, “Doğu Anadolu’nun Türklüğü” (İst. 1975) ve “Doğu Anadolu Hakkında Sosyo- Kültürel Bir Araştırma” (Ank. ty.) konulu kitaplarıyla bu düzmece tezlere katkıda bulunurken; Alevilik- Bektaşilik konularına da elatarak, hizmetini devam ettirir…

Kürtler adına onlarca bilimdışı kitap yazıldı


Bunları daha da çoğaltmak mümkün, ancak sayıları belki 100’e varan bu tür bilimdışı, düzmece kitapların büyük bölümünün 1960, 1970 ve özellikle 1980 darbelerinden sonra yayımlandığını belirtelim. (Ayrıntılı bilgi için bkz. M. Bayrak: Türkiye’de Kürdoloji Çalışmaları, Kürdoloji Belgeleri-II içinde, Özge yay. Ank. 2004).


Zaten Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt aydınları susturulduğu için, Kürtler adına yazıp- çizenlerin tamamı asker ve sivil Kemalist bürokratlardır. Türk Ansiklopedisi, Meydan- Larousse Ansiklopedisi gibi ansiklopedilerin “Kürtler” maddelerinin MİT gibi Devlet kuruluşları tarafından yazıldığı biliniyor. Cumhuriyet dönemi boyunca, ilk kez objektif olarak Kürtler’e yer veren yayın ise, Darbecilerin raporunda eleştiri konusu edilen  uluslararası İslam Ansiklopedisi’dir. Yine yukarda ismi geçen Ord. Prof. Dr. KM. Fuat Köprülü’nün yönetiminde “tercüme, ta’dil, te’lif” yöntemiyle Türk literatürüne kazandırılan Ansiklopedi’nin, Minorski tarafından kaleme alınan “Kürtler”  maddesinin; yazı kurulunda yer alan Urfalı Eski Türk Edebiyatı Tarihçisi Doç. Dr. Abdülkadir Karahan’ın çabasıyla Ansiklopedi’ye alındığı ve bundan dolayı Karahan’ın, daha Demokrat Parti döneminde “Kürtçüler” listesine alındığı; 12 Eylül darbesinden sonra ise üniversiteden ilk uzaklaştırılan öğretim üyelerinden olduğu biliniyor.


1960’lı yılların sonlarından başlayarak Resimlerle Türk Tarihi Dergisi ve yayınları, 1980 Darbesinden sonra Türk Kültürü  dergisiyle TKAE Yayınları ve Diyarbakır Zazaları’ndan Hayri Başbuğ’un yönetiminde çıkan Zaza Kültürü Dergisi ve Yayınları, yine bu tarihten sonra yayına başlayan Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi ve Yayınları  ile sonradan satın alınan Boğaziçi Yayınları bu kategoriye giren uzun erimli yayın faaliyetleridir.

Kürt ve Kürdistan’ın yasağı ve sonuç


Dr. A. Salih, 1995 yılında Fransa’da “Kürtler, Kürdistan ve Kürtçe’nin Türk Bilimsel ve Siyasal Konuşmasında Gösterimi”  konusunda bir doktora çalışması yapmış. Çalışmasında özellikle “dil” ve “kimlik” konuları üzerinde yoğunlaşan Dr. Salih’ten yapacağımız şu alıntı, bazı hususların daha iyi kavranmasına yardımcı olur kanısındayız:


“Kürt ve Kürdistan sözcüklerinin kullanılmasının yasaklanması, dilin inkar siyasetindeki önemini vurgulayan en önemli olaydır. M. Kemal’i bu yasaklamaya iten temel neden, dil ile dünya arasındaki sıkı ilişki ve en önemlisi, isimlerin dünyadaki nesnelerle olan bağlarıdır. (…) M. Kemal’in Kürt ve Kürdistan sözcüklerini yasaklamakla amaçladığı hedef, ne kadar akıl almazsa, o kadar da başdöndürücü ve dehşet vericidir. M. Kemal, Kürt ve Kürdistan kavramlarını yasaklamakla, aynı zamanda dilsel bir sorun ve tuzak yarattı. Nitekim, sözcüklerin yasaklanmasıyla ne Kürtler, ne de Kürdistan ortadan kaldırıldı. (…) Kemalizmden devralınan bu zehirli mirasın, Türk devlet yetkililerine nasıl içinden çıkılmaz bir sorun yarattığı ise ortadadır…” (Dr. A. Salih: Dil ve Toplumsal Olaylar: Dilin, Kürt Halkının Varlığını İnkar Siyasetindeki Yeri; Nuroj Gazetesi, Sayı:18/ 1996)


Sözlerimizi, ünlü bilge- şair Cigerxwîn’in tam da buna denk düşen bir dörtlüğüyle noktalamak istiyoruz:


“Sedan sal, hezaran zimanê me ye
Wekî me di bin deste dijmin de ye
Çi gernas û mer e di meydane ceng
Ne şur û mertal û ne top û tifeng...”


(Yüzlerce, binlerce yıl dilimiz, bizim gibi tutsak kaldı; ancak ne kadar yiğit ve kahraman ki, bugüne kadar kılıca, kalkana, topa ve tüfeğe yenilmedi…)


BİTTİ

MEHMET BAYRAK