5 Haziran 2012 Salı

Türkiye Solunun Darbelerle İmtihanı- 1.BÖLÜM

Şaban İBA
Sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçince!..

1946’da çok partili parlamenter sisteme geçilmesi sürecinde yapılan önemli değişikliklerden biri, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmasıydı. 1949 yılında yapılan yasal bir düzenlemeyle cumhuriyet tarihinde ilk kez “askeri otorite” “sivil iradeye” tabi hale getirilmişti. Bu nedenle Demokrat Parti iktidarının sürdüğü 1950-1960 yılları ordu, devlet ve siyaset ilişkileri bakımından Türkiye’nin en demokratik dönemi oldu.


Devlet içindeki özerkliğine son verilmiş olan ordu ile CHP, Demokrat Parti (DP)’nin iktidara geldiği 1950 seçimlerinden sonraki durumu içlerine sindirebilmiş olsalardı, askeri darbeden bir yıl sonra yapılması gereken 1961 genel seçimlerinde, 1957 seçimlerinden itibaren yükselişe geçen CHP iktidar olabilirdi. Böylelikle de “çok partili parlamenter sistem” kendi doğal sürecinde ilerleyebilir ve burjuva demokratik geleneklerin oluşması bakımından Türkiye bugün farklı bir yerde olabilirdi.


27 Mayıs 1960 darbesi  


Ancak CHP’nin de kışkırtmasıyla 27 Mayıs 1960’da ordu darbe yaparak DP’yi iktidardan uzaklaştırdı ve Türkiye’de askeri müdahaleler dönemi başladı. 27 Mayıs 1960 sabahı “Radyolarınızın başına geçiniz! Güvendiğiniz Silahlı Kuvvetlerinizin sesi bir dakika sonra sizlere hitap edecektir!” anonsuyla başlayan Bildiri’de özetle şöyle denilmişti:


“Bu harekete Silahlı Kuvvetlerimiz, partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partilerüstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi taraf mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır (...) Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız...”


Radyodan okunmasından önce bu Bildiri, ABD Büyükelçiliği’nin giriş kapısının altından atılmış, ayrıca Milli Birlik Komitesi (MBK) sabahın erken saatlerinde ABD Büyükelçisi F. Warren’la görüşerek askeri müdahalenin kesinlikle ABD’ye karşı bir hareket olmadığı konusunda garanti verdi. ABD Dışişleri Bakanlığı da 30 Mayıs’ta yayınladığı basın bildirisi ile “Eskiden olduğu gibi Türkiye ile ABD arasında yakın ve dostça ilişkilerin sürdürüleceğini” açıkladı.


Aynı gün CHP örgütlerine bir genelge gönderen Genel Başkan İsmet İnönü, askeri darbeyi desteklediğini vurgulayarak partililerden Milli Birlik Komitesi’nin kararlarına uyulmasını ve seçimlerin beklenilmesini tavsiye etti. 28 Mayıs’ta ise, İstanbul Üniversitesi anayasa profesörleri, “Milli Birlik Komitesi’ni, yani devlet müessese ve kuvvetlerinin idareyi ele almasını, meşru ve sosyal nizamı tekrar kurmak ihtiyacının bir neticesi sayıyoruz” şeklinde askeri darbenin hukuki dayanağı olabilecek bir Bildiri/”Fetva” yayınladı.


14 Haziran’da, Milli Birlik Komitesi darbenin gerekçesini şöyle açıkladı: “Ordu Dahili Hizmet Kanunu’nun 34. maddesine göre Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak vazifesi kendisine verilmiş olan Türk Ordusu, Türk Milleti adına harekete geçerek milleti temsil vasfını kaybetmiş olan Meclis’i dağıtıp iktidarı geçici olarak MBK’ye emanet etmiştir.”


Tüpünden sıkılan diş macunu!


27 Mayıs, Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesiydi. Bu darbe ile ordu kışlasından çıkarak bir gecede devlet erkini ele geçirmişti. Fransız Le Monde Gazetesi olayı Avrupa kamuoyuna şöyle duyurmuştu: “Türk Ordusu’nun yaptığı bu hareket, tüpünden sıkılan diş macununa benziyor. Macun çıktıktan sonra bir daha tüpüne geri sokmak son derece güçtür.”


Le Monde’un bu ilginç benzetmesi gibi ordu artık kışlasından çıkmış ve askeri darbeler dönemini başlattı. Ordu, devlet ve siyaset ilişkilerinin kökten değiştiği bu süreçle birlikte, askeri müdahalelerin biri diğerine zemin hazırladı ve biri diğerinin gerekçesi haline geldi. 27 Mayıs’ı, 12 Martlar, 12 Eylüller ve 28 Şubatlar izledi.


12 Mart 1971 Muhtıra Darbesi


15-16 Haziran 1970’de işçi sınıfının devrimci atılımı başta devrimci gençliğin kitlesel örgütü DEV-GENÇ olmak üzere bütün sol ve sosyalistleri derinden etkilemiş ve yeni siyasal arayışlara yöneltmişti. 1970’in son aylarından itibaren sınıflar mücadelesinin yükselen seyri ve 1971 başında THKO’nun banka soygunu ile başlayan silahlı eylemleri, THKO’nun ardından THKP-C’nin eyleme geçmesi ile devlete karşı silahlı bir başkaldırı başladı. Kısa zamanda emekçi kitleler arasında sempati toplayan ihtilalci örgütlerin bu silahlı eylemleri, hızla rejim krizini derinleştirdi.


1971’in yeni yıl mesajında Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, “Türkiye’nin milli çıkarları gerektirdiği zaman silahlı kuvvetlerin, bu kutsal ülkeye saldırmaya teşebbüs edecek elleri kıracağını” söylemişti. 24 Şubat’ta toplanan Milli Güvenlik Kurulu ise, Adalet Parti hükümetinin sıkıyönetim önerisini kabul etmemişti. Çünkü Kara, Deniz, Hava ve Jandarma kuvvet komutanları arasında rejim krizine çözüm arayışlarında farklılıklar olduğu için, taraflar arasında ara çözüm/özel bir müdahale biçimi arayışı başlamıştı.


Bu bağlamda aralarındaki bir uzlaşmaya göre mart başında harekete geçen komutanlar, önce 5 Mart’tan beri “müdahaleye hazır vaziyette” bekleyen ve 9 Mart gecesi “müdahale günü” olarak teyakkuza geçen hava, deniz ve kara kuvvetlerindeki genç ve orta rütbeli subaylar hareketini tasfiye ettiler. 27 Mayıs benzeri ve bir anlamda onun devamı niteliğinde olan 9 Mart darbe girişimi, aynı gün kendi aralarında anlaşan/uzlaşan Muhsin Batur ve Faruk Gürler cuntası tarafından durduruldu.


Daha doğrusu, başından beri geri planda iki kuvvet komutanı tarafından yönlendirilmeye çalışılan bu genç subaylar hareketi, provoke edilerek tasfiye edildi. Önderleri tarafından kendilerine karşı yapılan bir “iç darbe” olarak değerlendirilen 9 Mart darbe girişimi, 27 Mayıs’la başlayan ve ordu içinde hiyerarşiyi zaafa uğratarak kalıcı bir askeri diktatörlük kurma girişimlerinin son örneğiydi.


Hiyerarşik müdahale


10 Mart’ta toplanan Genişletilmiş Komuta Konseyi’nde ortak fikir Demirel’in Başbakanlıktan çekilmesi yönünde olmasına karşın, daha sonrası için iki farklı fikir oluşmuştu: Bir kanat, yönetime el konulmasını isterken, diğer bir kanat ise, Demirel’in çekilmesiyle ordunun daha geri planda kalacağı, anayasal ve yasal düzenlemelerin mevcut parlamento yapılacağı bir müdahale yöntemini önermişti. Nihayet 11 Mart’ta Genelkurmay Başkanı Tağmaç’ın çağrısıyla toplanan Kuvvet Komutanları, emir ve komuta zinciri içerisinde darbe değil ama darbe ihtimalini de içinde taşıyan hiyerarşik bir askeri müdahaleye (Muhtıra Darbesi’ne) karar verildi.


27 Mayıs’ın aksine 12 Mart darbesi, emir ve komuta zinciri içerisinde yapılan ve askeri hiyerarşiyi koruyan bir darbe olarak yeni bir gelenek başlattı. Sonraki askeri müdahaleler “Emir ve komuta zinciri içerisinde ve emirle” gerçekleşti.


Askeri müdahale görünüşte “anarşiyi ve terörü” önlemek amacıyla yapılmış, ancak darbeden sonra Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, “Sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçtiği için anayasal ve yasal değişiklikler yapılması” gerekliliğinden söz etmişti.


Kızıldere Katliamı


12 Mart askeri müdahale döneminde Türkiye’nin en geniş siyasal yargılamaları ve katliamı yapıldı. Bu bağlamda

27 Mayıs, Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesiydi. Bu darbe ile ordu kışlasından çıkarak bir gecede devlet erkini ele geçirmişti. Fransız Le Monde Gazetesi olayı Avrupa kamuoyuna şöyle duyurmuştu: ‘Türk Ordusu’nun yaptığı bu hareket, tüpünden sıkılan diş macununa benziyor. Macun çıktıktan sonra bir daha tüpüne geri sokmak son derece güçtür’
DEV-GENÇ, THKO, TİP, TİİKP, TÖS gibi tutuklu sayısı çok olan merkezi davalar Ankara’da; THKP-C, TİKKO, Cemal Madanoğlu Cuntası, 15-16 Haziran Olayları ve DİSK, İstanbul DEV-GENÇ davaları da İstanbul’da; Kürt yurtseverlerin kitlesel olarak yargılandığı Doğu Devrimci Kültür Ocakları ile Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi davaları ise, Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi’nde görüldü. Bu dönemde DEV-GENÇ bütün örgütlere kaynaklık eden devrimci gençliğin ana örgütüydü. Bu nedenle TİP’ten THKO’ya, THKP-C’den TİKKO’ya kadar bütün yeni siyasal örgütlerin kadroları ve sempatizanları DEV-GENÇ’in ileri kadrolarıydı.

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarını durdurmak için THKO ile THKP-C’nin Kızıldere eylemi aynı zamanda iki örgütün birleşme adımıydı. Ancak 12 Mart direnişinin son noktası olan Kızıldere Katliamı bir tarihsel dönemi kapatırken, devrimci direniş geleneğinin devamı olan yeni bir devrimci atılım dönemini de başlatmıştı.


Çünkü Kürt isyanlarını saymazsak 12 Mart direnişi, devrimci hareketin tarihinde ilk kez yapılan devlete karşı silahlı bir başkaldırı niteliğindeydi. Nurhak’tan askeri cezaevlerine, idam sehpalarından Kızıldere’ye kadar 12 Mart direnişinin önderlerinin bıraktığı devrimci miras her milliyetten işçiler, emekçiler, gençler tarafından sahiplenildi ve yeni bir devrimci atılım dönemi başladı. 1975-1980 döneminde ortaya çıkan yeni siyasal hareketlerin önemli bir kısmı miras kavgaları yaparak bölünüp parçalanırken; anti sömürgeci mücadele koşullarında gelişen Kürt Özgürlük Hareketi, Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin mücadele geleneğinin devamcısı oldu.

 
Darbelerde Kürt sorununun rolü

27 Mayıs askeri darbesinin “Tek parti diktatörlüğüne yönelen Demokrat Parti iktidarına karşı ordunun demokratik hak ve özgürler için yaptığı bir darbe” olarak tanımlanması yaygın bir anlayıştır. Bu nedenle darbenin arka planı pek irdelenmemiştir. Oysa bu darbenin arka planında yıllardan beri bilinçli bir şekilde gözardı edilen tarihsel bir olgu, yani Kürt sorunu ve Kürdistan sorunu vardı.

Çünkü 1958 yılında Irak’ta askeri bir darbe ile Krallık rejimi yıkılarak Cumhuriyet ilan edildi. Cumhurbaşkanı olan General Abdülkerim Kasım, Irak’ın Bağdat Paktı’ndan çekildiğini ve Kürtlerin demokratik hak ve özgürlük taleplerinin gözetileceğini açıkladı. Bu gelişmeden sonra KDP Lideri Mustafa Barzani, Sovyetler Birliği’ndeki 12 yıllık mültecilik hayatından sonra Ekim 1958’de Bağdat’a döndü.

Araplar ile Kürtlerin ortak vatanı olarak Irak’ın yeniden kurulmasını isteyen Barzani’nin kısmi özerklik talepleri Bağdat yönetimi tarafından genel kabul gördü. Bu dönemde Irak’ta, ulusal, sınıfsal, etnik ve kültürel ayrışmalar ve politik saflaşmalar hızla gelişti. Özellikle de Kürt özgürlük hareketinin yeniden dirilişi Kürdistan’ın bütün parçalarını etkilemeye başladı.

Irak’taki bu siyasal ve toplumsal değişiklikler Ortadoğu’daki tüm dengeleri alt üst ederken, gelişmelerden etkilenen Suriye’de benzer bir askeri darbe yapıldı. Sovyetler Birliği’nin desteğinde gerçekleşen bu askeri darbeler ile Ortadoğu’nun önemli bir bölümünün Sovyet etkisi altına girmesi, ABD ve müttefiklerini endişelendirmişti. ABD Türkiye’deki İncirlik Üssü’nü kullanarak Lübnan’ı işgal etti. Bir gün sonra da, İngiliz paraşütçüleri Ürdün’ü işgal ederek işbirlikçi Kral Hüseyin’in despotik rejimini pekiştirdi.

Bazı iyi niyetli yaklaşımlarına karşın Abdülkerim Kasım’ın Mısır lideri Cemal Abdülnasır’ın da etkisiyle Arap milliyetçiliğine soyunmasından sonra Kürtler ile Bağdat yönetiminin ilişkisi hızla bozulmaya başladı. Bunun sonucu olarak Kürtlerin de içinde yer aldığı Irak Ulusal Birlik Cephesi fiilen çöktü. Kürtlerin aleyhine başlayan gelişmeler üzerine Barzani liderliğindeki KDP silahlı ayaklanma kararı aldı. Barzani güçleri, ayaklanmanın ilk yıllarında Irak Kürdistan’ının büyük bir bölümünde egemenlik kurdu. Özellikle de Güney Kürdistan’ın dağlık kesimini oluşturan geniş bir bölge Barzani güçlerinin denetimine geçti. Aynı zamanda güney sınırlarını oluşturan bu gelişme Türkiye’yi, NATO’yu ve bölgede Sovyetler Birliği ile çıkar rekabetine girişen ABD’yi endişelendirdi.

49’lar Olayı’nın perde arkası

Irak’taki gelişmeler, soğuk savaşın psikolojik savaş yöntemlerinin etkili bir şekilde uygulanması dönemini başlattı. Özellikle Kerkük’te Kürtlere özerklik tanınmasını içine sindiremeyen Türkiye, Türkmenleri sahiplenme adına Irak hükümeti ve Barzani’ye karşı “mukabeley-i bil misil” (Karşılaştığı aynı muameleye misli ile yanıt vermek) diye tanımlanan uygulamalara yöneldi. Bu bağlamda 17 Aralık 1959’daki tutuklamaların (49’lar Olayı) arka planında Irak’taki bu gelişmeler vardı.

İşte tam bu dönemde Türkiye’de 27 Mayıs askeri darbesi yapıldı. 27 Mayıs sabahı ilk iş olarak Silvan’ın yüksekçe bir binasına Türk bayrağı çeken 27 Mayısçı subaylardan biri, “Eğer darbe olmasaydı belki de şimdi bu bayrak yerine Kürt devletinin bayrağı sallanıyor olacaktı” demişti.

DP’yi iktidardan uzaklaştıran 27 Mayısçılar, genel bir af çıkararak cezaevlerindeki tutukluların serbest bırakılmasını sağladı. Ancak Kürtler bu affın dışında tutularak askeri mahkemelerde yargılandı. “49’lar olayı” için Kürt tutuklulara değinen bir MBK bildirisinde, “Ülkenin parçalanması yolundaki girişimlerin etkisiz kılınması için önlemler alınmıştır. Türkiye’nin tümü ile Türklere ait olduğu gerçeği herkese mutlaka ki benimsettirilecektir’ denilmişti.

Kürtlere uygulanan bu ayrımcığa karşı, Türk solu ve sosyalistleri ya sessiz kalmış ya da “milliyetçilik ve laiklik” rüzgarına kapılarak sosyal şoven politikaların batağına saplanmıştı. 27 Mayıs anayasasını ilerici ve demokrat olarak algılayan sol ve sosyalist kesimler, bu anayasada Kürtlerin reddini ve inkârını görememişler veya görmek istememişlerdi. Ayrıca ordunun devlet içinde özerklik kazanmasının yarattığı Milli Güvenlik Devleti’ne dönüşümü ve Türk militarizminin yükseliş süreci olduğu gerçeğini görememişlerdi.

27 Mayısçılar, iktidardan düşürdükleri ve yargıladıkları DP yöneticilerini parti içinde bir miktar Kürt milletvekili bulunmasından dolayı da, “Kürtçülük yapmakla” suçladılar. Yine bu dönemde 485’ler olarak bilinen ve daha sonra elenerek sayıları 55 kişiye düşürülen Kürt aşiret reisleri, batı illerine sürülerek zorunlu ikamete tabi tuttular. O günlerde 55’lerden Faik Bucak ve Kinyas Kartal’ın imzası ile hükümete hitaben yazılan bir mektupta, Sivas kampını yöneten Muharrem Kızıloğlu’nun “Babam şarkın cellâdıydı, ben de sizin cellâdınız olacağım” dediği yazılmıştı.

Hiç yorum yok: