29 Ekim 2010 Cuma

Türkiye Türklerin olacak mı?

Bütün mesele bu soruya verilecek yanıtta düğümleniyor.

Ve bence bu soru ‘Kürt sorunu çözülecek mi?’ sorusundan çok daha önemli hale gelmiş bulunuyor.

Zira, ‘Ne Mutlu Türk’üm’ demekle Türkler nasıl mutlu olmuyorsa, ‘Türkiye Türklerindir’ demekle de bu ülke onların olmuyor.

Ayrıca hiçbir zaman da olmadı.

Ne 600 yıllık Osmanlı döneminde ne de yüz yıla yaklaşan Cumhuriyet süresince.

Kaldı ki Osmanlı’da Türk demek ‘Etrak-ı bi idrak’ yani ‘aptal’ demekti.

Kimse kusura bakmasın ve kimsenin kanına dokunmasın ama Osmanlı‘da Türk’lük aptallıkla özdeşti.

Aslında Cumhuriyet’i kuran kadronun bakışı da bundan farklı değildi. Bu ekip de Türk’ü adam yerine koymaz, güvenmez, itibar etmez, küçümserdi.

Ne var ki Osmanlı’nın çöküşü kaçınılmaz olduktan sonra Cumhuriyetçi ekip, Anadolu’da Türklerden başka dişe dokunur bir kitlenin kalmadığını fark etti ve mecburen Türklere ve Türklüğe yöneldi.

Bunların çoğu Türk bile değildi. Cumhuriyetçilerin neredeyse tamamına yakını ‘dönme’ ydi.

Bunlar kendi çıkarlarına uygun yeni bir ‘Türklük’ icat ettiler.

Anadolu Türklüğünün tarihsel köklerini kestiler.

Türk halkını bir gecede ‘köksüz’ hale getirdiler. Halkı bir yandan köksüzleştidiler, diğer yandan da ırkçı hezeyanlarla dolu saçma teorilerle tarihin merkezine yerleştirerek‚ ‘dengesiz’leştirdiler.

Yetmedi, bir de tersine çevirdiler. Cumhuriyet döneminde Türk ‘Osmanlı’da olduğu gibi ‘aptal’ değildi.

Tersine, ‘zeki’ydi, ‘çevik’ti, her biri ‘bir dünyaya bedel’di!

Bütün bu hamaset zavallı Türk halkını uyutmak ve yönetmek içindi.

Cumhuriyetçiler köklerinden kopardıkları ve dengesini sarstıkları Türkleri bir yandan yücelttiler, öte yandan bu ‘yüce’ kimliğin içine hapsedip ‘esir’ haline getirdiler.

Cumhuriyet, Osmanlı’nın kötü izlerini, tersini yaparak silmek istemişti. Artık Türk demek herşey demekti.

Bu yüzden yeni ülkeye Türkiye, yeni devlete de ‘Türk Devleti’ adı verilmişti.

Fakat devletin ve ülkenin sadece adı Türklerindi. Onun dışında hiçbir şey onların değildi. Türk, özünde Türkiye’de esirdi. Devletin esiriydi.

Bu yüzden yeni dönemde görünürde herşey eskisinden farklı olsa da, özünde Türk’ün çileli hayatı hiç değişmedi.

Yüz yıllardır Osmanlı’ya asker ve vergi veren, karşılığında ise baskı ve aşağılama gören Türk halkı yeni dönemde de ezildikçe ezildi.

Devlet adını kullandığı Türkleri perişan etti. Sağcısı solcusu, Alevisi, Sunnisi’yle Türk toplumunun bütün dinamiklerini inim inim inletti.

Militarist sistem kendiyle işbirliği içindeki bir avuç gaspçı ve talancı patron dışında herkesi düşman belledi, herkese düşmanlık etti.

Dedikleri gibi şayet Türkiye Türklerin olsaydı; Türk devleti sözde değil özde Türklere ait olsaydı, ne Türkiye ne de Türk halkı acınası bu duruma düşmezdi. Devlet halkına bu denli düşmanlık etmez, edemezdi.

Türkiye gerçek manada Türklerin olsaydı eğer Türk halkı açlık sınırında yaşamaz, yokluk yoksulluk içinde kıvranmaz, on milyon insan günde iki dolarla geçinmek zorunda kalmazdı.

Buna karşılık Türkiye çocuk pornosu izlemede ve rüşvet vermede dünya şampiyonu olmazdı.

Gelişmişlik kriterlerine göre 96’ıncı sırada yer almaz, bebek ölümlerinde dünya ortalamasının birkaç kat üstünde olmaz, eğitim ve sağlığa yapılan harcamalarda dünya ortalamasının çok altında kalmazdı.

Kadın-erkek eşitliğinde 134 ülke arasında 124’üncü olmaz, Etopya’nın gerisinde kalmazdı.

Okur yazar olmayanların oranı yüzde 15, sağlıklı içme suyu kullanamayanların oranı yüzde 20, işsizlik oranı 16 olmazdı. Bir yıllık trafik kazasında on bine yakın insan canından olmaz, yüz bini aşkın insan yaralanmazdı.

Türklerin iradesi devlete yansımış olsaydı ayrıca, Türk halkı Anadolu’daki egemenliğini borçlu olduğu Kürt halkıyla savaşmaz, Kürtlerin dilini- kimliğini yasaklamaz, düşmanca davranmazdı.

Yine, Yunusları, Karacaoğlanları, Dadaloğulları, Pir Sultanları’yla kendisini aydınlatan ve hayata bağlayan Alevileri sistemli olarak katliama maruz bırakmazdı.

İslam’ı kullarak ‘Kurtuluş Savaşı’ vermesine rağmen halkın dini inançlarını baskı altına almaz, türbanı yasaklamazdı.

Kürtler, Aleviler, Ermeni ve Asuri Süryaniler başta olmak üzere o topraklarda yaşayan ulusal ve kültürel dinamiklerle savaşmaz, savaşarak kendini tüketmek zorunda kalmazdı.

Türkiye Türklerin olsaydı, İngiltere istedi diye Hilafeti ortadan kaldırmaz, bu makamı sembolik de olsa elde tutar, Müslüman dünyayı kendisine bağlar, Batı ile Doğu arasındaki boşlukta sürekli sallanıp durmazdı.

Sovyet Rusya istedi diye de dünya Ortadokslarının kabesi Fener Rum Patrikliğini’nin çanına ot tıkamaz, Ortadoksların yeryüzündeki ruhani liderlerine ‘semt papazı’ muamelesi yapmazdı.

İttihat ve Terraki’nin katlettidiği Ermenilere kucak açar, zaten bir avuç kalmış Asuri Süryani’ye ve Rum’a dokunmazdı.

Yerüstü yeraltı zenginlikleriyle dünya devleti olma potansiyeline sahip Türkiye, Türklerin olsaydı eğer, kendi kaderine sahip çıkar, Batı’nın bekçisi ve çöpcüsü olmazdı.

Halkların yaşadı dram Türkiye ve Cumhuriyet gerçekliğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

Türk devletinin Türk halkı başta olmak üzere o topraklarda yaşayan bütün halkların düşmanı olduğu ve o topraklarda halklara ait yeni bir devletin kurulmasının zorunlu olduğu gerçeği her geçen gün biraz daha güçleniyor…

Yüz yıla yakın bir zamandır ağır bedel ödeyen Kürt halkı, bu ceberrut devletin halkların demokratik iradesi temelinde yeniden yapılandırılmasına ve o ülkede çağdaş bir sistemin kurulmasına öncülük ediyor.

Kürt halkının haklı kavgası yüz yıllık yanlışa son verme amacını taşıyor .

Kürtlerin zaferi aynı zamanda Türklerin de zaferi olacak. Kürtlerin sayesinde Türkiye Türklerin olacak.

Türklerle birlikte Kürtlerin, Ermenilerin, Asuri Süryanilerin, Rumların, Arapların vd.olacak.

Bugün 87’inci ‘kuruluş’ yıldönümü kutlanan ırkçı ve baskıcı Cumhuriyet yolun sonuna gelmiş bulunuyor.

Türkiye’nin sürekli kriz hali de zaten bunu gösteriyor…

gunayaslan@hotmail.de

AKP'nin Gaf Listesi...

Bu kadarını Tansu Çiller bile yapamadı!
AKP döneminde Başbakan'ın ve siyasi kurmaylarının yaptığı gaflar çok tartışıldı. İşte tarihleriyle o gafların listesi:
“Lenin’i ölü olarak görmek çok güzel” - 12 Temmuz 2006 / Bülent Arınç
TBMM Başkan'ının Kızılmeydan'da sarfettiği cümledir. Söyledikten hemen sonra gazeteciye gidip “Siz Türk gazeteciler gibi değilsiniz umarım, lütfen yayınlamayın” demesi de ayrıca bir olaydır.
“Şişli ile Şemdinli aynı imkanlara sahip” - 17 Eylül 2007 / Recep Tayyip Erdoğan
Başbakan Erdoğanın Şişli’deki öğrencilerle Şemdinli’deki öğrencilerin hemen hemen aynı teknik imkanlara sahip olduklarını anlattığı cümlesidir. Kesinlikle öyledir zaten. Şişli’de ki öğrenci kendi sobasını kendisi yakıyor değil mi?
“Türkiye’de işsizlik olduğuna inanmıyorum” - 13 aralık 2007 / Zafer Çağlayan
Sanayi ve Ticaret Bakanı Çağlayan’ın 5. Kobi zirvesinde sarfettiği cümle. Türkiye’de insan arayan binlerce, yüzbinlerce işletme var imiş! Bu açıklamasından sonra sorulması gereken muhtemel soru “Bu adam Türkiye’de mi yaşıyor?” olurdu herhalde.
“Ayakların baş olduğu yerde kıyamet kopar” - 22 Nisan 2008 / Recep Tayyip Erdoğan
Yorum yok...
“İşkence konusunda hamdolsun ülkemizde sorun yoktur“ – 13 haziran 2008 Beşir Atalay 
“Bu konuda şu anda hamdolsun ülkemizde bir sorun yoktur. Bu konuda öyle düzenlemeler yapılmıştır ki, güvenlik birimlerimizde bu konuda olanca hassasiyeti göstermektedir“ demiş sayın bakan. Güvenlik güçlerinin hassasiyetini pek çok örnekte gördük zaten biz!
“Sel riski varsa üst kattaki komşunuzda kalın” - 10 Eylül 2009 / Melih Gökçek
Sular kesilince tatile çıkın önermesinde bulunan Melih Gökçek’in bir başka tavsiyesidir. Sel riski varsa üst komşuya çıkın demek, ben önlemimi alamadım siz idare edin demekle eş değerdir!
“Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir kaide yok„ – 30 Eylül 2009 / Recep Tayyip Erdoğan
Şu kadar üniversite açtık, şu kadar bölüme ulaştık diye konuşan Erdoğan’ın o üniversitelerden mezun olmanın memleketimizde işe yaramadığını kanıtlayan sözüdür.
“Köşe yazarları az yazarsa ülke huzur bulur”– 1 Aralık 2009/ Recep Tayyip Erdoğan
Ülkenin huzur,mutluluk ve refahını köşe yazarlarının karakter sayılarına paralel koşan Başbakanın vecizelerinden bir tanesidir.
“Ülkemizde bu şartlarda çalışacak çok insan var” -1 Ocak 2010 / Ömer Dinçer
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in eylemde olan Tekel işçileri için söylediği söz. Özelleştirme ve Taşeronlaştırmanın insanların çalışma şartlarını gün geçtikçe daha içler acısı hale getirdiğini ve insanların bu şartlarda çalışmak zorunda bırakıldığını gözler önüne seren açıklamadır.
“Bize karşı çıkan kanı bozukları tahlil etmeli” - 23-Şubat-2010 / Ahmet Aydoğmuş
AKP Çorum Milletvekili “İktidara karşı çıkanların kanını tahlile yollamak gerekir. Bu kanı bozuklar, gizli sözleşmeler yaparak ihanet etmişlerdir.“ diyerek AKP karşıtlarını kanı bozuk ilan etmiştir.
“Ak Parti iktidara geldi ineklerin sütü arttı” – 13 haziran 2010 / Ali Koyuncu
Bursa Milletvekilinin akılları zorlayan açıklamasıdır. İnekler nasıl etkilendiyse hayvancağızların sütü birden artmış.Ama gelin görün ki ineklerin verdiği süt artarken, çiftçinin "2.7 katrilyonluk borcunun 1.2 katrilyonu" silinmişken, ülkemizde her 10 çiftçiden 9'u borçlu 3'ü icrada 1'i hapiste..
“Başbakan sensin, ister asar ister kesersin“ – 23 Nisan 2010 / Recep Tayip Erdoğan
Başbakanın 23 Nisan’da kendi koltuğuna oturtulan çocuğa söylediği asmalı, kesmeli cümledir. Kendi gözündeki başbakan profilini çizmiştir.
“Ölmek madencilerin kaderinde var” 19 Mayıs 2010 / Recep Tayyip Erdoğan
Zonguldak da ki maden göçüğünden sonraki açıklamadır. Kader, kısmet, takdir-i ilahi sözlerini dilinden düşürmeyen Başbakan maden işçilerinin ölümünü kadere bağlamıştır.
“Kadere imanın yoksa seninle tartışacak değilim” 21 Mayıs 2010 / Recep Tayyip Erdoğan
Yukarıda ki bahsi geçen kader açıklamasını eleştirenlere yöneltilmiştir. Burdan da anlaşıldığı gibi başbakanla tartışmak için öncelikle kadere iman etmek gerekir.
“Madenciler güzel öldüler” 27 Mayıs 2010 / Ömer Dinçer 
Madencilerin ölmesini kadere bağlayan başbakanın açıklamalarının onaylar cinsten bir açıklama. Vücutlarında yanık olmadığı için madenciler güzel ölmüşlerdir sayın bakana göre..
“Demokratikleşme için Doğudan eş almak” –Rize 30 Haziran 2010 / Halil Bakırcı 
Akp iktidarının sorunlara bulduğu dahiyane buluşlardan bir tanesidir. Rize Belediye Başkanı AKP'li Halil Bakırcı, Kürt sorununun çözümü için ‘hasımlık yerine hısımlık’ formülünü ortaya attı ve hısımlığın gelişmesi için ikinci eşlerin doğu’dan alınmasını önerdi.
“Nijeryalılara Türkçe öğrettik Kürtlere öğretemedik“ – 12 Temmuz 2010 / Cemil Çiçek
O kadar uğraştık,kürtleri asimile edemedik cümlesinden bir farkı olmayan cümledir. Fethullah Gülen okullarına da atıf yaptığı açıktır.
“Alkol içmeyin üzüm yiyin” – 19 Temmuz 2010 / Recep Tayyip Erdoğan
Yıllardır nikotine ihtiyacı olan patlıcan yesin önermesinin başbakanımız sayesinde bir kaç level atlamış halidir. Alkol tüketenler bunun yerine üzüm yesindir.
“Bizde olsa 3 günde çıkarırdık” - 13 Ekim 2010 / Ömer Dinçer 
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanımız Ömer Dinçer'in Şili'deki maden kazasındaki kurtarma çalışmaları için sarfettiği söz. Sayın bakan, 151 gündür çıkaramadığı 2 cenaze hala Karadon'da toprak altındayken söylüyor bunları.
Veysel Başaran
Odatv.com

Türkiye-İsrail İlişkileri Üzerine Ropörtaj

Yeni_Özgür_Politika ‘’Türkiye-İsrail ilişkileri öyle zannedildiği gibi kolay kolay bozguna uğrayacak ilişkiler değildir. Zaten bu ilişkileri ABD yönlendiriyor. İsrail ile kriz ABD ile krizdir. ‘One minute’ ya da ‘Mavi Marmara’nın arkasında güçlü al-ver ilişkileri yatıyor. Türkiye-İsrail ilişkileri arka planda hiç aksamadı ve aksamaz da.’’
Daha önce Özgür Politika ve gazetemiz Yeni Özgür Politika’ya yaptığı açıklamalarıyla Kürt kamu- oyunda yankılar yaratan ABD askeri stratejiler analisti, Presse Club Editörü ve çeşitli düşünce kuruluşlarına danışmalık yapan Paul R. McCarthy, Kürdistan ve Türkiye gündemine ilişkin bir kez daha çarpıcı açıklamalarda bulundu. Bölgeyi yakından takip eden McCarthy, PKK’yi tasfiye planları, AKP’nin PKK eksenli yürüttüğü diplomasi, AKP ve Türk devletinin Kürtlere ilişkin yürüttüğü politikaların arka planlarına açıklık getiriyor. PKK’nin olası gelişmelere yaklaşımı, ABD ve AB’nin Kürt sorununa ve PKK’ye ilişkin politikaları, İsrail-Türkiye ilişkileri ve benzer konulara ilişkin görüşlerini de dile getiren McCarthy, Türkiye’nin Kürt sorununa bakış açısını değiştirdiğini, yeni araç ve politikalarla Kürtleri kazanmak istediğini ama demokratik bir çözüme bir süre daha direneceğini belirtiyor. „PKK’nin tasfiyesini gerillanın tasfiyesi olarak düşünmek büyük bir yanılgı ve tehlikeli bir harekettir“ diyen McCarthy, AKP’nin hala Kürtlerin gerçek anlamda sorunlarını görmediğini, işi güncel sosyal sorunlar üzerinden götürmek istediğine de dikkat çekiyor. ABD ve Avrupa’da çeşitli düşünce kuruluşlarına danışmalık yapan Paul R. McCarthy, gündemin arka planlarına ilişkin sorularımızı yanıtlayarak, olası gelişmeleri değerlendirdi.

Sayın McCarthy, genel bir soru ile söyleşimize başlamak istiyorum. Bir süredir Ortadoğu ülkelerinde bulunuyorsunuz. Bölgenin genel durumu için ne söyleyebilirsiniz?
Biliyorsunuz, Ortadoğu’da sürekli dengeler değişiyor ve burası adeta dünyanın politik bir arenası gibi. Burada yaşananlar, dünyanın birçok özellikle politikaya yön veren gelişmiş ülkelerini etkiliyor. Rusya, dengelerde önemli bir yer tutmaya başladı. İran, Araplar üzerinde yeni bir güvenlik çemberi oluşturmaya çalışıyor. ABD’nin Irak’tan çekilme planlarıyla birlikte İran üzerinde Ortadoğu’daki etkinliğini korumak istiyor. İsrail, birçok anlamda normalleşmek istese de buna engel olan iç ve dış güçler direnmeye ve İsrail’i silahlandırmaya devam ediyor. NATO’nun füze kalkanı Türkiye’yi bölgede zora sokacak ve Türkiye bunu kabul etmek zorunda kalacak. En önemlisi petrol fiyatları rekora koşacak ve bu dünyanın enerji sorununu tekrar önemli hatta can alıcı bir noktaya sürükleyecek. Gidişat aynı zamanda AB’nin bölgeye ilişkin politikalarını ikircilikten ziyade daha etkin ve de açık olmasını dayatacak.

Davos zirvesiyle birlikte gerilen İsrail-Türkiye ilişkileri, Mavi Marmara kriziyle birlikte tıkanma noktasına geldi. İsrail-Türkiye ilişkileri gerçekten kamuoyunun izlediği gibi midir. Bir arka planı yok mudur?
Asıl sorun Türkiye-İran ilişkilerinin gelişmesiyle başlıyor. Biliyorsunuz İran-İsrail ilişkileri düşmanlık üzerinden gidiyor. Türkiye’nin İran’a yakınlık göstermesi ve ilişkilerini geliştirmesi başta İsrail olmak üzere İran’ı politik anlamda yanlızlaştırmak isteyen ABD’yi ciddi anlamda zorluyor. Türkiye’nin bu tavrı, her ne kadar Arap dünyasında sempati ile karşılansa da, Türkiye ABD’nin Ortadoğu’da çizdiği sınırlar dışına çıkamaz. Zaman zaman bu çizginin sınırları aşılıyor gibi görünmesinin nedeni, Türkiye’nin dış politikadaki elini güçlendirme stratejisine dayalı olarak yapılan manevralardır.

Türkiye-İsrail ilişkileri öyle zannedildiği gibi kolay kolay bozguna uğrayacak ilişkiler değildir. Zaten bu ilişkileri ABD yönlendiriyor. İsrail ile kriz ABD ile krizdir. ‘One minutes’ ya da ‘Mavi Marmara’nın arkasında güçlü al-ver ilişkileri yatıyor. Bunlar ciddiymiş gibi yansıyor, yansıtılıyor, oysa gerçek bizim Tv kanallarında ya da politikacıların canlı yayınlarda söyledikleri gibi değildir. Türkiye-İsrail ilişkileri arka planda hiç aksamadı ve aksamaz da. Sermayesinin en çok dış yatırım yaptığı ülkeler arasında Türkiye, ABD ve İngiltere’den sonra 3’üncü sırada gelmektedir. İki ülke arası ticaret 2000’lerin başında 5 yıl içinde iki katına çıkmıştır ve Türkiye, İsrail’in dış ticaret ortakları arasında 8’inci sıraya yükselmiştir. Yaşananlar bu gerçeği değiştirmediği gibi ‘kriz’le birlikte ticari hacim son bir yılda karşılıklı olarak % 0,95 ile %1,2 oranında artış gösterdi.

İran, bu kadar güçlü Türkiye-İsrail ilişkilerinde Türkiye’yi nerede görüyor?
İran için iki stratejik konum önemli. Biri bölgede İsrail’i yanlızlaştırmak ve her anlamda kuşatmak; diğeri ise ABD’ye müttefik Arap dünyasındaki ülkeleri ABD karşıtı duruma getirip, bir Ortadoğu paktı yaratma politikasıdır. Türkiye, bu ülkelerin başında geliyor. Mahmud Ahmedinejad’ın geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye yaptığı ziyarette Erdoğan’a, „ABD’ye karşı İran’ın yanında ol Müslüman dünyası arkanda olsun“ sözleri boş yere söylenmedi. Ama Erdoğan’ın ne böyle bir misyonu ne de gücü vardır. Brüksel’deki gizli İsrail-Türkiye görüşmesi, ABD dahilinde gerçekleşti ve İran’ın bundan haberi vardı. Özellikle ABD’nin Türkiye’ye füze savunma sisteminin bazı bölümlerine ev sahipliği yapmasını istemesi, Türkiye’yi İran’a karşı çok zor durumda bırakacak. İslam dünyasındaki Türkiye makyajı ise füzelerin yerleştirilmesinin kabülünden sonra silinecek. Türkiye-Rusya ilişkileri de bu bağlamda gerilemeye başlar. Elbetteki Türkiye, Rusya için önemli bir ülke konumunda. Çünkü Rusya, AB’nin başlıca petrol ve doğalgaz sağlayıcısı konumunda kalmak istiyor. Ayrıca Anadolu, Avrupa Birliği’ni, pek çok petrol ve doğalgaz yatağının bulunduğu Ortadoğu ve Orta Asya’ya bağlayan bir köprü olarak da ön plana çıkıyor. Fakat bu ülkelerin çatışma potansiyeli olduğunun da unutulmaması lazım. Ayrıca, iki devletin dış politikaları arasında büyük farklılıklar var ve bunu özelikle iki ülkenin son yıllarda daha aktif olduğu post-Sovyetler bölgesinde gözlemleyebiliriz. Özetle Türkiye’nin ABD, İsrail, AB, Sovyetler Birliği, Irak ve İran düzleminde dış politikası sürekli kaygan zeminde duruyor.

2004 yılında yaptığımız mülakatta ABD’nin Irak’ta hesaplarının tutmadığını belirtmiştiniz. Aradan altı yıl geçti ve ABD askeri anlamda çekileceğini ilan etti. Çekilmenin getirisi ve götürüsünü nasıl değerlendirmek gerekiyor?
ABD’nin Irak savaşında daha önce de belirttiğim gibi planlarının tutmadığını ve gelinen aşamanında bunun doğruluğunu gösterdiğini bir kez daha belirtiyorum. Obama öncesi ABD yönetimi çok delice bir girişim göstererek Irak’a girdi. Saddam’ın gitmesi için bunca insan kaybı olmayabilirdi. Kimyasal silahlar safsatası için dünyanın ekonomik dengeleriyle ve insan hayatıyla bu kadar oynanmayabilirdi. Kiri temizlemek Obama’ya kaldı. Ama, bu o kadar basit olmayacak. Yaratılan kaos ortamı ciddi bir güvenlik boşluğu gerisinde bırakacak. Irak üzerinde bir İran-İsrail çekişmesi ciddi anlamda sorun olmaya devam edecek. Özellikle ABD’nin askeri varlığı üzerinde konumlanan Bölgesel Kürtler Yönetimi’ne karşı ciddi yönelimlerin, çekilmenin tamamlanmasıyla tırmanışa geçmesi kaçınılmaz görünüyor. İran’ın bütününde bir siyasi istikrarın oluşması uzun yılları alır. Şimdilik ABD’nin askeri varlığından rahatsız olan radikal gruplar, ABD’nin çekilmesiyle birlikte önümüzdeki yıllarda etki ve yetki savaşına tutuşması baş göterecektir, ki bu ABD’nin askeri varlığından daha ağır olabilir.

İran, Mart ayında yapılan seçimlerden bu yana yaşanan politik karmaşa nedeniyle merkezi hükümetin bir türlü kurulamadığı Irak’ta, Tahran yanlısı bir hükümet oluşturmak için bölgedeki komşularıyla kritik bir anlaşmaya vardı. İran, ikinci döneminde de başbakan olmak isteyen Nuri El Maliki ve ülkenin nüfuzlu Şii dini lideri Muktada El Sadr arasında ittifak oluşturulmasına aracı oldu. ABD bu anlaşmanın detaylarını elbetteki biliyor. İsrail bu tehlikenin farkında. Bu nedenle ABD’nin Irak kuşatmasında herhangi bir denge oluşturmadan geri çekilmesi, Irak iç dengeleri açısından ve bölge ülkeleri için sorun olmaya devam edecek. BM’nin çok uluslu güç konumlandırması şimdilik bir muamma. Kürtlerin buna ihtiyacı olacak. Özellikle yapılacak bir seçim ve seçim sonrası ortam Kürtleri zorlayabilir. Maliki’nin İran yanlısı olduğu, komşu Suriye ve Türkiye’nin Maliki’yi desteklediği biliniyor. İsrail’in bunda endişe duymaması için hiçbir neden yok. Şayet ABD, dengeli bir hükümet kurma başarısını gösterebilirse istikrar bir süreliğine uzayabilir ve bu uzama süresi içinde oluşacak yeni dengeler üzerinde bir hesap daha yapılabilinir.

Biraz daha açmanızı isteyeceğim. ABD’nin Irak’tan çekilmesi buradaki Kürtler açısından ne tür sonuçlar doğurabilir?
Irak’ta yaşayan Kürtler; Irak, bölge ve dünyada kaygan da olsa bir statü elde edebildiler. Kaygan diyorum, çünkü Irak’ın iç istikrarı başta olmak üzere bölgenin Kürt sorununa yaklaşımı henüz politik ya da siyasal bir dengeye oturmuş değil. Kürt bölgesi olsa da bölgenin etkisizleştirilmesi, siyasal alanda kuşatılması, güvenlikli bölge olmaması ve Kürtlerin dış dünya ile ilişkilerinin kısıtlanması en azından önümüzdeki dönemde rizikolar taşıyabilir. İki Kürt örgütünün arasında sorun olmaması büyük bir avantaj. Bölgede yaşayan Kürtlerin bir bölümüne hitap eden PKK’yi de üçüncü sıraya koyarsak ve PKK ile de bir sorunun yaşanmaması söz konusu rizikoları bir ölçüde aşağıya çekebilir. Bunun ötesinde ABD’nin çekilmesi elbetteki Kürt bölgesini, en azından güvenliğini tehdit edebilir. Arapların Kürtlere karşı ABD’den kaynaklı tepkisini göz önünde bulundurmak gerek. Sorun sadece güvenlikte değil aynı zamanda Kürtlerin Irak’ın siyasal yapısı içinde kendisine uzun vadeli ve istikrarlı bir yer edinmesinin ABD’nin çekilmesiyle birlikte zorlaşacağı da biliniyor.

İsrail’in bölge üzerindeki varlığı yine Araplar açısında ciddi bir sorun olarak hafızalarda yer edindi. Türkiye, Suriye ve İran yeni hükümetle birlikte bölgeyi etkisi altına almaya çalışacaktır.

Kürtlerin dış bağlantıları, dünya ile kesilebilinir. Bu nedenle önümüzdeki dönem bölgeyi zor günler bekliyor diyebilirim. Şayet Kürtler bütünlüklü olarak doğru politikalar ve stratejiler çizemezlerse ya da bölge ülkelerinin etkileri altında kalırlarsa (bu ikinci-üçüncü ülkenin bölgeye müdahil olmasını da beraberinde getirir) uzun vadeli birçok alanda sıkışıp kalabilirler. Kürtler, bir başka ülkenin çıkarı için yine Kürtleri hediye olarak vermemeli. İç çatışma ihtimallerini sıfıra çekmek zorundalar ve bütünlüklü düşünmek zorundalar. Çünkü İran, Suriye ve Türkiye’nin çözümlenmemiş Kürt sorunu vardır. Bu ülkelerin iç dengelerinde Kürtler önemli bir yer tutuyor ve Kürtler için Irak’taki Kürt parçası stratejik bir öneme sahiptir. Yakalanan bu tarihi fırsatta ABD her an yeni dengelerle birlikte sırt çevirebilir, yanlız bırakabilir ya da yeni dengeler için kurban edebilir. Bu nedenle eski klasik Kürt yaklaşımının terk edilmesi bölgenin geleceği acısında hayati önem teşkil ediyor. Elbetteki müttefikler olacak ama bu Kürtlerin kendisini kullandırma veya bir ülkenin politikalarına hizmet etmeyi gerektirmez. Kaldıki şu an bölgenin Kürt bölgesine önemli oranda ihtiyacı var.

ABD’nin Kürt bölgesine ilişkin çekildikten sonra politikasında bir değişiklik söz konusu olabilir mi ya da ABD bölgeye nasıl bir misyon biçmiş durumda. Özellikle komşu ülkelerle ya da uluslararası ilişkilerde Kürt bölgesinin yeri ABD politikalarının neresinde olacak?
Her ne kadar ABD Kürt bölgesinden tamamen çekilmezse de bölge dahil Irak’ın bütününü, BM, çok uluslu güçlere bırakmak istiyor. Bu gerçekleşse bile sonsuz değildir. Hatta BM’nin konumlanması belirttiğim rizikoları bölge açısından dıştalamıyor. ABD açısından dün, bugün ya da en azından yarın Kürt bölgesi en güvenilir bir alandır. Buradaki petrol kuyularının başında bekleyecektir. Siyasal anlamda Kürt bölgesi, ABD açısından öyle düşünüldüğü gibi stratejik bir bölge değildir. Önemlidir ama stratejik bir kale konumunda değildir. ABD’nin İran’la ilişkilerine göre bölgenin önemi ölçütlenecektir. Uluslararası önemi ise daha çok diplomasi ve dış ilişkilerde korumaya yönelik olacaktır. Ben ABD’nin Kürt bölgesini resmi anlamda tanıyacağını ve oraya özel bir statü vereceğine inanmıyorum. Kürt bölgesini Irak’ın özgün bir bölgesi ve Irak’ın bir parçası gibi düşündüğü açıktır. Bu nedenle uluslararası ilişkilerde Kürtlere yaklaşım, Irak’ın bütünlüğü içinde değerlendiriliyor.

Baştada belirttim, Ortadoğu’da dengeler uzun vadeler üzerine oturmuyor. Kendi içinde kaygan bir zemine sahip. ABD’nin uluslararası çıkarları neyi gerektiriyorsa bölgeye yaklaşım da bu politikalar üzerinde yürütülecektir. Sadece bir teoridir, örneğin Cumhurbaşkanı Talaban’inin İran’a yakınlığı biliniyor. Bu yakınlığın stratejik bir ortaklığa dönüşmesi, ABD açısından çok şey ifade eder. Bu ve benzer olası gelişmelere göre ABD tavır belirler. Belki şimdi daha iyi anlaşılıyor, bu nedenledir ki diyorum Kürtler müttefik ilişkilerinde bütünlüklü hareket etmelidir.

Ama ABD öyle günlük politikalara göre bölge üzerinde kendisini şekillendirmiyor. Bölgeye uzun vadeli baktığını, buna göre bir politikasının olduğunu ve stratejilerini bu politikalar üzerinde şekillendirmeye devam ettiğini biliyoruz. Dengeler ne kadar değişse de ABD genel anlamıyla bölge üzerindeki politikalarında vaz geçmiyor...
Belirttiklerim ABD’nin bölgeye ilişkin genel politikalarını dıştalamıyor. Daha çok enerji ve askeri stratejiler üzerinden şekillenen bu politikalar, dün olduğu gibi bugün de devam ediyor ve edecektir. Bu stratejik yaklaşımlar içinde ABD, karakteristik yapısı gereği önceliklerini ileri ve geri alabiliyor. Yani bugün Türkiye ABD için öncelikli olabilir ama yarın gerilere düşebilir. Bu politikalar veya yaklaşımlar bölgenin dengesine ve aktörlerine göre değişebilir, değişiyor da. Gerçi ABD Başkan Obama ile birlikte dış politikasında değişikliklere gitmeye çalışıyor ama Obama yanlız ve biraz da çaresiz. Dış dünyayı içe yük olarak almak istemiyor, lakin ABD’nin geneleksel dış politikası öyle kolay değişime uğrayacak, reforme olacak bir konu değildir. Daha çok dış politikada diplomasi kuşatmasını esas alan Obama, askeri gücü ikinci seçenek olarak görüyor. Ama belirttiğim gibi ABD’nin dış politikası Obama’yla değişmez. Derin yerler Obama’yı sürekli zorluyor. Bu nedenle içeride kan kaybeden Obama, dışarıda da etkinliğini yitiriyor.

Sanırım Rusya’nın Ortadoğu politikaları önümüzdeki yıllarda ağırlığını hissettirecek. Sizce Rusya’nın Ortadoğu politikaları nasıl gelişecek?
Doğrudur. Rusya ABD’nin ve Batı’nın yapamadıklarını yapmak isteyerek istikrarlı bir politika geliştirmek istiyor. Bununla ilgili önemli girişimlere adım atmış durumda. Rusya’nın Ortadoğu politikasında göz önüne aldığı prensipler, daha geniş çaplı ve uzun vadeli bir politikanın yürütülmekte olduğunu göstermektedir. Amaç Batı’nın itibar kaybettiği bu bölgede, Batı politikalarından farklı bir yöntem izleyerek, tüm taraflarla diyalog ve yakın ekonomik ilişkiler geliştirilmesi yolu ile etkinlik kazanmaktır. Rusya’nın Gazze krizinde insani kriz ve yardım konularına yaptığı vurgu ve ateşkes konusundaki diplomatik girişimleri, genel Ortadoğu politikası ile örtüşmektedir. Bundan sonraki süreç, Putin dönemi dış politika prensiplerine uygun olarak Batı’nın tek taraflı politikalarının sorgulandığı bir dönem olacaktır. Rusya böylece küresel etkinliğini arttırma hedefi doğrultusunda, Ortadoğu’daki siyasi süreçlere daha da aktif bir şekilde müdahil olmaya başlayacaktır. ABD dolaylı Ortadoğu görüşmelerini bir başarı olarak gösterse de, Washington İsrail lobisinin bu derece etkisi altındayken, sürecin başarılı olması mümkün değil. Ancak dış politikası çok daha bağımsız olan Rusya çözüme daha çok katkı yapabilir. Her zaman için Atlas Okyanusu’nun ya da Akdeniz’in bir yerlerinde Batı’nın Ortadoğu’yu görmesini ve gördüğü her şeyi yanlış yorumlamasını sağlayan bir fay hattı ya da perde olduğuna inanmışımdır. Filistinlilerle İsrailliler arasındaki dolaylı barış görüşmelerinin başlangıcı Filistin için hiçbir umut taşımadı ve ABD sembolik kaldı. Oysa Rusya, daha reel girişimlerde bulunarak İsrail’i ve Filistin’i arka planda yan yana getirmeyi başardı. Hamas, El Kaide, Hizbullah, Çeçen savaşcıları gibi radikal uçlarla görüşerek, etkenler üzerindeki nüfusunu genişletiyor.

Sovyetler Birliği’nin Müslüman cumhuriyetler üzerindeki etkisi basit bir koloni ilişkisinden daha fazlaydı. Dahası Ruslar, Afganistan’daki Herat ve Kandahar operasyonlarından önemli dersler aldılar. Çok fazla kayıplar vermelerine rağmen, Müslüman dünyasının büyük bir kısmını, özellikle de Arapları anlamış oldular. Sonuç olarak içerideki yerini emin adımlarla sağlamlaştıran Putin, yakın dönemde Ortadoğu’daki politikalarını da aynı istikrarda sağlamlaştırmaya ve ağırlığını hissettirmeye başlayacaktır. Rusya’nın Ortadoğu’ya ilişkin önemli deneyimleri var. Kodları iyi okuyan, dengeleri iyi gözetleyen yapısıyla birçok boşluğu ve eksikliği doldurabilecek durumda. Hazırlıklarına arka planlarda başlayan Rusya, Ortadoğu’da önemli bir aktör durumuna yükselecektir.

Bu bir kenara bıraktığımız iki kutuplu dünyaya tekrar bir dönüş anlamını taşıyabilir mi?
Bunu belirlemek çok erken. Hayır böyle bir oluşumun tekrardan gelişebileceğini belirtmek çok zor. İdeolojik ayrışımlar bunu belirleyebilir ama önümüzde böyle bir şey görünmüyor. Daha çok ekonomik ilişkiler, stratejiler üzerinden giden bir dünyadayız. Ekonomide güç sahibi olanlar, bu dengeleri iyi kullananlar nüfusunu artırıyor. Ben bu nedenle Rusya’ya dikkat çektim. ABD’nin arka bahçesi konumundaki Latin Amerika ülkeleriyle ABD’nin son on yıllık ticaret hacmi %26 civarındayken, Rusya’nın dış ticaretteki hacminin % 29’unu Latin Amarika ülkeleri kapsıyor. Şimdi geldiğimiz yer burası. Bu aynı zamanda diplomasi eşliğinde yürüyor. Buna yakın sonuçlar aynı zamanda Ortadoğu ve Asya ülkeleri için de geçerli. Ben ABD’nin siyasal etkinliğini yitirdiğini veya yitireceğini söylemiyorum. Tüm bu etkinlik ve yetkinliklerin yanında artık Rusya’nın da olacağını belirtiyorum. ABD, bu gelişmeyi göz önünde bulundurmak zorunda kalıyor.
Yarın: Türkiye’nin Kürt sorununa yaklaşımı, devlet neden PKK’yi okuyamıyor?
ALİ ONGAN