1 Ekim 2011 Cumartesi

Akıl Tutulması

Marx’ın yabancılaşma, Frankfurt Okulu filozoflarının akıl tutulması, Öcalan’ın ‘tahakkümcü uygarlık’ ya da ‘modernite’ kavramıyla kodladığı olgunun başlangıcı her üç ekolde de ayrı tarihsel döneme, yani uygarlığın dolayısıyla devletli toplumun başlangıcına tekabül eder. Bu olgu, özne-nesne tarzında bölümlendirilen topluma empoze edilen realite ya da rasyonalitenin sorgulanmaksızın kabulünü ve bunun öngördüğü çerçevede bir pratiği ifade eder.

Marksist felsefeye hakim olan determinizm ve mutlaklaştırılan katı diyalektik materyalizm, antitezi olma arayışına ve iddiasına rağmen onu uygarlık sisteminin bir uzantısı olmaya mahkum eder. Felsefi bakışlarında ve politikayı yorumlayışlarında çok ciddi farklılıklar olsa da Frankfurt filozofları ve Öcalan, tarihin uygarlığın başlangıcında saptırılmış temeller üzerinde bir mühendislik faaliyeti halinde çarptırılarak araçsallaştırıldığı konusunda hemfikirdirler.


Devlet analizinde “Zorba ve kurnaz erkek + şaman ve rahip + tecrübeli yaşlı adamlar ittifakı tüm hiyerarşilerin ve sonradan gelişecek iktidarların ve devletlerin pro-tipidir” diyen Öcalan’a katılmamak mümkün mü? Nitekim günümüz Türkiye’sinde bu denklem çok çarpıcı bir şekilde işletilmektedir.


Enflasyon oranından turizme, sağlık ve eğitim gibi sektörlerden sosyal refah düzeyini gösteren istatistiksel verilere kadar her alanda rakamlarla oynanarak toz pembe bir tablo çizilmekte; altı aylık bebelerden 70’lik nine ve dedelere kadar çok sayıda insanın hava saldırıları ve gaz bombalarıyla katledildiği kirli savaş gerçekliğine, ‘namus’ cinayeti adı altında her gün sokak ortasında kadınların zorba erkekler tarafından katledilmesine, muhaliflerin ‘terörist’ suçlamasıyla zindanlara doldurulması ve daha başka insanlık dışı, antidemokratik uygulamaya rağmen demokrasi teranesinin topluma yutturulmaya çalışılması tuhaf bir durumdur.


Hükümetin toplumu tek tipleştirme politikalarına direnen tüm bireyler ve kurumlar şiddetle cezalandırılmakta. Yakın dönem tarihinde ve emsallerine Hitler, Mussolini ve Franko faşist rejimlerinde rastlanan bu mantalitenin çok daha eskiye uzanan bir geçmişi vardır. Tarih boyunca sömürgeciler direnişle karşılaştıkları her yerde ahlaki bir meşrulaştırma yolu aradılar. Mitoloji, din, felsefe ve “aydınlanma”dan bu yana bilim bu anlamda araçsallaştırılmıştır.


Akıl, Türkiye’de özerkliğini yitirmiş uydulaştırılmıştır. “Büyülere inanıldığı çağlarda olduğu gibi, sözcükler toplumu yıkabilecek tehlikeli kuvvetler olarak görülmekte ve konuşanlar kullandıkları sözcüklerden sorumlu tutulmaktadır. Bu yüzden doğruluk arayışı toplumsal denetim altında kısıtlanmaktadır. Düşünceyle eylem arasındaki farklılık yok sayılmaktadır.”


Uygun koşullarda veriler incelenirse, medya çalışanı, stratejist, emekli bürokrat ya da asker, bilim insanı vb. elbiselere bürünmüş ve tek amaçları hükümetlerine ‘yağdanlık’ olan insan sayısı bağlamında Türkiye’nin şampiyonluğu hiçbir ülkeye kaptırmadığı görülecektir. Bu ‘aydın’ların felsefelerini maddi çıkarları belirler.


Kafalarında menfaatleri mucibince oluşturdukları şablonları, dogmaları, çarpıtmaları kadiri mutlak ilkeler gibi empoze etmekte, bunun dışına çıkanları teröristlikle, ırkçılıkla, hatta faşistlikle itham etmektedirler. Bu halet-i ruhiye, yaşadıkları patolojinin sonucudur; psikolojideki tanımı projeksiyondur, yani olumsuzluklarını karşı tarafa mal ederek kendilerini aklama telaşı.


Günümüzdeki yağdanlıklar devletli uygarlığın oluşum sürecindeki rahiplerin ve şamanların rolünü oynamakta, tabularını hiçe sayıp, putlarını yıkmaya yönelenleri lanetlediklerini her fırsatta ilan etmektedirler. Örneğin gazeteci, öğretim görevlisi, kanaat önderi gibi sıfatlar kuşanan rahipler korosunun Kürt halkına ve onun legal siyasi temsilcisi konumundaki BDP’lilere her gün neyi yapıp, neyi yapmayacaklarını vaaz etmesidir.


Ancak Kürt halkı, Özgürlük Hareketi’nin öncülüğünde emsalsiz bedeller pahasına yürüttüğü mücadeleyle gerçekleştirdiği rönesansı sayesinde rahiplerin belirlediğinden çok farklı gündemlere yoğunlaşmaktadır. Devlet aklında yaşanan kronik tutulma hali ise rahipler kanalıyla misliyle toplumun kalan kesimine yansıtmakta ve büyük felaketlere kapı aralamaktadır.


Kardeşlik retoriği gerçekten itibar görecekse, geçmişin firavunlarından, Hitlerlere, Saddamlara kadar uzanan şarlatanların karikatürüymüşçesine başvurulan asma-kesme edebiyatı bir tarafa bırakılarak kardeşlik hukukuna uygun bir anayasa hazırlanmalı ve kardeşler kendi özerk akıllarıyla özerk örgütlenmeleriyle tanınmalı, kabul edilmelidir.

Hiç yorum yok: