24 Ocak 2012 Salı

İsmail Beşikçi’den İbrahim Güçlü’ye Mektup -1

İsmail Beşikçi 
 
 

İsmail Beşikçi, Kürdistan üzerine bilimsel araştırmaları ve kitapları nedeniyle yıllarca hapis yattı, zulüm gördü, görüşlerinden taviz vermesi için baskı gördü. Ancak, Beşikçi, bir bilim adamı olarak gerçekleri araması ve dile getirmesi nedeniyle sadece Türk devleti tarafından hedeflenmedi, görüşlerinden vazgeçmesi için sadece onların baskılarını yaşamadı. Kendisine “devrimci”, “sosyalist”, “Kürdistan davası sahibi” sıfatlarını takan bir takım kişi ve çevreler de Dr. İsmail Beşikçi’yi bu görüşlerinden dolayı, hedef haline getirdiler, bunlardan vazgeçmesi için çok çeşitli yol ve yöntemlere başvurdular. Bu çabaların çarpıcı bir örneğini Beşikçi bundan 22 yıl önce İbrahim Güçlü’ye yazdığı bir mektupta dile getirdi.

Bugün Roboski katliamını bile PKK’nin yaptığını !!! iddia edecek kadar ileri giden İbrahim Güçlü’ye Beşikçi’nin yıllarca önce gönderdiği mektup önce Serxwebun dergisinde yayınlandı. Beşikçi’nin bu uzun mektubu aynı zamanda yakın dönem tarihine ışık tutuyor. Beşikçi Hoca’nın mektubunu (arabaşlıkları ekleyerek) olduğu gibi yayınlıyoruz.

Değerli Kardeşim,

11 Ağustos 1990 tarihli mektubunu aldığımı, uzunca bir cevap yazmayı düşündüğümü, bunun biraz zaman alacağını daha önce belirtmiştim. Şimdi bu cevabı yazmaya çalışıyorum

1. İnsanların düşüncelerindeki doğal gelişmelerden rahatsız olmamak gerekir. Benim 1960'lı yılların sonlarında Devrimci Doğu Kültür Ocakları'yla ilişkilerim nasıl geliştiyse, bugün PKK ile ilişkilerim de öyle gelişmektedir. Bu doğal bir gelişmedir. Aynı şekilde düşünen, aynı şeyleri hisseden, olaylar karşısındaki tavır ve davranışları birbirine benzeyen insanların zaman içinde, belirli mekanlarda karşılaşmamaları mümkün değildir. Bu karşılaşma her zaman maddi olarak gerçekleşmeyebilir. Bir derginin, bir gazetenin sayfalarında da insanlar karşılaşabilir ve aynı şeyleri düşündüklerini hissedebilirler.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları'yla ilişkilerimin zaman içerisinde, çok doğal bir ortamda geliştiğini sizler çok iyi biliyorsunuz. Bir gün (1970 yılı başları olmalı) Ankara'da, Devrimci Doğu Kültür Ocaklarının, Ziya Gökalp Caddesi'ndeki bürosuna gitmiştim. 1974'ten sonra "Dinleme Kıraathanesi" yapılan büroya. Kapıyı, 1963-1964 yıllarında, Bitlis'te askerlik yaparken tanıdığım bir arkadaş açtı. Bu karşılaşma beni çok mutlu etmişti. Kendisi o zaman öğrenciydi, ağabeyi benimle beraber aynı birlikte askerdi. Ondan sonra DDKO'ya daha rahat gelmeye başladım.

‘İSMAİL BEŞİKÇİ MALUM ETNİK GRUP SENİ KANDIRIYOR’!

Sizlerin de hatırlayabileceğiniz bir olayı anlatayım. Yıl 1972, Diyarbakır'da Doğu Duruşmaları sürüyor. 9-10 Mart günlerinde yapılan duruşmalarda, benimle ilgili davada, muhbir-tanık Prof. Dr. Kemal Bıyıkoğlu, muhbir-tanık Prof. Dr. Orhan Türdoğan, muhbir-tanık Prof. Dr Şaban Karataş, muhbir-tanık Asistan Dr. Erol Kozak, muhbir-tanık Prof. Dr. Mithat Torunoğlu, mahkeme huzurunda dinlendiler. Bu muhbir tanıklardan Asistan Dr. Erol İbrahim Kozak, daha sonra bana, Erzurum'dan bir mektup göndermişti. 25 Mart 1972 tarihini taşıyan bir mektup. Bu mektup Kemal tarafından yayınlanan, "Bilimsel Yöntem, Üniversite Özerkliği ve Demokratik Toplum İlkeleri Açısından İsmail Beşikçi Davası l" (Ankara 1975) isimli kitapta yayınlandı, (s. 194-198)

Bu mektubu koğuşta hep beraber okumuştuk. Bazen gülerek, bazen burkularak, bazen öfkelenerek. Bu mektubunda muhbir-tanık Dr, Asistan İbrahim Erol Kozak kısaca şunları söylüyordu: "...İsmail Beşikçi, malum etnik grup seni kandırıyor. Seni posanı çıkarıncaya kadar kullanacaklar, ondan sonra da seni çöp tenekesine atacaklar. Duruşmalardan sonra ben senin avukatlarından birinin konuşmalarına tanık oldum. Sen onların umurlarında bile değilsin. Onlar kendi keyfinde... Senden elbette yararlanacaklar. Seni ciddi bir şekilde savunmaları bile söz konusu değil. Senin zayıf bir kişiliğin var. Bu bakımdan çok kolay ve çabuk bir biçimde etki altında kalıyorsun. Fakat nefis muhasebesi yapmak suretiyle düştüğün gafletten ve çukurdan kurtulabilirsin..." vs.

Bu, aslında uzun bir mektup. Yukarıda sözünü ettiğim kitapta tamamı yayınlandı. Burada çok küçük bir özeti verilmeye çalışıldı. Şunu vurgulamaya çalışıyorum: 1960'lı yılların sonlarında ve 1970'li yılların başlarında, birtakım Türkler, Kürtlerin beni kandırdıklarını, kullandıklarını, işleri bittikten sonra da bir köşeye atacaklarını söylüyorlardı. 1980'li yılların sonlarında ve 1990'lı yılların başlarında ise, bir kısım Kürtler, Kürt arkadaşlar, PKK'nin beni kandırdığını, etki altına aldığını, kullandığını, posamı çıkarıncaya kadar kullandıktan sonra kağıt mendil gibi çöp tenekesine atacağını söylüyor.

‘İBRAHİM BUNLARI SADECE SEN SÖYLEMİYORSUN’

Sevgili İbrahim, bunları sadece sen söylemiyorsun. Pek çok arkadaş gerek sözlü açıklamalarında, gerek yazılı açıklamalarında, mektuplarında benzer düşüncelerini ve duygularını ifade ettiler. 1960'lı yılların ortalarından itibaren bu tür açıklamalar yapan Türkler, Kürdistan'da yeşeren, yeni yeni filizlenmeye başlayan Kürt ulusal hareketine karşıydılar. Burada sağcı Türkler, solcu Türkler diye bir ayrım yapmayı da gereksiz görüyorum. Her iki kategorinin düşünceleri ve duyguları aşağı yukarı aynıydı. Bugün ise, bu tür düşünceleri ve duyguları, beni çok yakından tanıması gereken bir kısım Kürt arkadaşlar ifade ediyor. Bu arkadaşların PKK'nin düşüncesine ve eylemine karşı olduklarını yakından biliyorum. Fakat bana karşı 1960'lı yıllarda, özellikle bu yılların sonlarında ve bugün yapılan değerlendirmelerin ve suçlamaların aynı olduğunu, içeriğinin değişmediğini belirtmek durumundayım. 1980'li yılların sonlarında ve 1990'lı yılların başlarında bir kısım Kürt arkadaşların değerlendirmelerinin ve suçlamalarının, 20-25 yıl önce yapılan, bazı Türklerin değerlendirmelerine ve suçlamalarına benzemesi, Kürdistan için, hepimiz için bir talihsizliktir.

Yukarıda muhbir-tanık Asistan Dr. (şimdi profesör) İbrahim Erol Kozak'ın mektubundan söz etmiştim. Sana bu cevabı yazarken o mektubu bir kere daha inceledim. Bu tür yazıların bizler için genellikle iki boyutu oluyor. Kürt sorununu nasıl kavrıyor? Bilim yöntemini nasıl kavrıyor? O kişiye mahkemede, muhbir-tanık olarak dinlenirken bir soru sormuştum. Soru şöyle: "Muhbir-tanık Asistan Dr. İbrahim Erol Kozak'la uzun süre aynı odada oturduk. Bu odaya başka asistan arkadaşlar ve öğrenciler de gelirdi. Çeşitli konuşmalar olurdu. Muhbir-tanık bu konuşmalara, tartışmalara hiç katılmazdı. Halbuki sıkıyönetim komutanlıklarına uzun uzun ihbar dilekçeleri yazmış. Şimdi de mahkemede konuşuyor. Halbuki bu tür konuların konuşulması, tartışılması gereken yerler üniversite kürsüleridir, sıkıyönetim mahkemeleri değil... Muhbir-tanık Dr. Asistan Erol Kozak bu konuları o zaman neden konuşmamış, tartışmamış, düşüncelerini neden açıklamamış, biz uzun süre aynı odada, birlikte oturduk?.." Bu soruya muhbir-tanık cevap vermemiş, fakat mektubunda cevap veriyor Şunu söylüyor: "...Bu Türk milletinin, Türk devletinin bütünlüğü ile ilgili bir konudur. Bu konuda tartışma açılmaz. Bilim bu konuya alet edilemez. Bu sorunlar fikri tartışmayla değil, kurşun kurşuna halledilir."

Muhbir-tanık mektubunda bunları etraflı bir şekilde anlatmış. Mektup bu yönlerden çok ilgi çekici. Hem Kürt sorununun hem de bilim yönteminin kavranışı açısından ilgi çekici. Türk üniversitesinde yükselmenin yollarını da gösteriyor. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim. Komal'ın yayınladığı "İsmail Beşikçi Davası'nın ikincisini de yayınlamayı düşünüyoruz. İkinci kitapta sadece sıkıyönetim mahkemesinin gerekçeli kararı yer alacak. Gerekçeli karar 129 sayfa.

Bu konuda kısaca şunu ifade etmek istiyorum. Siyasal hareketlerin, ulusal kurtuluş güçlerinin, bazı insanları, araştırmacıları kullanması... biçiminde yapılan saptamalar doğru değildir, yanıltıcıdır. Benzer düşüncede olanlar, benzer uygulamaları ve benzer heyecanları taşıyanlar, olaylar karşısındaki tavır ve davranışları birbirine benzeyenler... zaman içerisinde birbirleriyle karşılaşıyorlar, Bir dostluk ve arkadaşlık gelişiyor, ilerliyor. Böyle değerlendirmek daha doğrudur, gerçeğe uygundur.

2. Bana yapılan uyarmalardan biri de şöyle: Sen uzun seneler hapiste kaldın. Bu süreler içinde, PKK seninle hiç ilgilenmedi. Seni küçük gördü. Kitaplarının dağıtımını engelledi. Fakat sen PKK'den söz etmeye başlayınca sana sahip çıkmaya başladı...vs. Bu uyarmalarda da bazı anlayış ve kavrayış hataları var. Bir kere, "Apocular"ın, PKK'nin, Kürdistan'la ilgili incelemeler yapan, Kürt toplumunu izlemeye ve gözlemeye çalışan herhangi bir kişinin, bir araştırmacının dikkatini ve ilgisini çekmemesi mümkün değildir. Bu bakımdan Kürt toplumunun, özellikle Kuzey Kürdistan'ın tarihsel gelişimi içinde PKK'yi değerlendirmek, yerli yerine koymak önemli bir görev olarak çıkmaktadır.

Öte yandan, Kürt toplumu, Kürdistan'ı devletlerarası sömürge düzeyinde tutan ırkçı ve sömürgeci devletler tarafından bilinçli bir şekilde, hesaplı, kitaplı politikalarla bilgisiz bırakılmış bir toplumdur. Kürtlerin bilime, bilgiye ihtiyaçları çok büyüktür. Bu durumda, bütün Kürtlerin, Kürt siyasal hareketlerinin, Kürdistan'la ilgili incelemelerin gelişmesini teşvik etmeleri, bunun için uygun bir ortamın hazırlanmasına katkıda bulunmaları gerekir. Bu incelemeleri ve araştırmaları yapanlar kim olursa olsun, hangi kuruma mensup olursa olsun Kürtler bu özeni ve dikkati göstermelidirler. Bütün bunlara rağmen, herhangi bir araştırmacıya ilgi duymuyordu diye, onu küçümsüyordu vs. diye PKK'yi eleştirmek, o araştırmacıyı uyarmak doğru değildir. Ayrıca bunların bana anlatılması da doğru değildir.

‘DEVRİMCİ DOĞU KÜLTÜR OCAKLARI KÜÇÜK BURJUVALARIN SORUNLARINI ÇÖZMEK İÇİN KURULMUYOR

Söz buraya gelmişken bir anımı anlatmayı gerekli görüyorum. Sen de kolayca hatırlayacaksın. Yıl 1971, Diyarbakır. Seyrantepe'den Dicle kıyısındaki gözaltı koğuşlarına getirilmişiz. 12 Aralık'tan, yani Devrimci Doğu Kültür Ocakları duruşmalarının başlamasından çok kısa bir zaman önce... Avukatlar, Şerafettin ağabey, Gülfer, mahkemedeki dosyalardan fotokopiler getiriyorlardı. Güller, maydanoz, marul, soğan, domates yığınları arasında bu tür fotokopileri de getiriyordu. Bir gün Şerafettin ağabey yine bir tomar fotokopi getirdi. Fotokopiler, Devrimci Doğu Kültür Ocakları davası ile ilgiliydi. DDKO'nun gerek kuruluş çalışmaları, gerek faaliyetleri MİT tarafından banda alınmış. Fotokopiler, kuruluş çalışmalarına ilişkin tartışmaların çözümlerini içeriyor. Avukatlar o günden önce de bu tür fotokopiler getirmişlerdi. Ben bunları ilgiyle, dikkatle okuyordum. Şerafettin ağabeyin o gün getirdiklerini de okumaya başladım. Yemekhanenin en dip tarafında, bizim masada okuyordum. Okumayı sürdürürken, belirli bir yerde gözüm faltaşı gibi açıldı. Tüylerim ürperdi, sarsıldım. Zira benden söz ediyordu. Birkaç kişi benimle ilgili tartışma; daha doğrusu dedikodu yapıyorlardı. Bu tür konuşmalar farklı zamanlarda ve farklı mekanlarda birkaç kere yapılmış. 1969 yılının sonları, 1970 yılının başları. Konuşmaların yapıldığı mekanların bir kısmı ev, bir kısmı üniversite binaları. Devrimci Doğu Kültür Ocaklarının kuruluşu için hazırlık çalışmaları yapılıyor.

Benimle ilgili konuşmaları kısaca anlatmaya çalışayım. Bir arkadaş şöyle söylüyor: "...Erzurum Atatürk Üniversitesinde bir kişi var. Kürtlerle ilgili çalışmalar yapıyor. Bu yüzden üniversite ona baskı uyguluyor, çalışmalarını engellemeye çalışıyor. Biz bu arkadaşı yalnız bırakmayalım. O'nun yanında olduğumuzu, çalışmalarını desteklediğimizi açıklayalım..." Bu öneriye karşı başka bir arkadaş, biraz da öfkeyle karşılık veriyor: "İsmail Beşikçi kimmiş? Muhakkak eşeğin biridir. Biz böyle bir kişiyi tanımıyoruz. Türklerden adam çıkmaz. Çalışmaları da bizi ilgilendirmez. Destek de olmayız. Devrimci Doğu Kültür Ocakları, küçük burjuvaların sorunlarını çözümlemek için kurulmuyor."

İlk öneriyi sunan arkadaş Erzurumlu, beni yakından tanıyor. Zaman zaman üniversitedeki odada ziyarete geliyordu. Önerisinde ısrar ediyor. "Bu arkadaş Türk, Çorumlu. Üniversite baskısını durmadan arttırıyor. Bu arkadaşı yalnız bırakmamak gerekiyor... "Bu arada başka bir arkadaş da, "...olayı ciddi bir şekilde inceleyelim" falan diyor. Fakat bu öneriye karşı çıkan arkadaş da epey katı. "Türklerden adam çıkmaz, Çorum'dan adam çıkmaz, Kürtlerle ilgili incelemeler falan olmaz. O kitapları yazan olsa olsa eşeğin tekidir, biz kendi işimize bakalım..." Konuşmalar böyle sürüp gidiyor.

Bu olayı hatırladığını sanıyorum. Bu fotokopileri okuduktan sonra arkadaşlara sitem etmiştim. "Tanımadığınız, kitaplarını okumadığınız, bilmediğiniz bir kişiye neden eşeğin teki diyorsunuz" diyerek. Kaldı ki benim o zamana kadar, Kürt toplumuyla ilgili olarak yayınlanmış epey çalışmalarım vardı. Bu konuşmaların 1969 yılının sonlarında, 1970 yılının başlarında yapıldığını yukarıda belirtmiştim. Sözünü ettiğim çalışmalar ise, 1960'lı yıllar dikkate alındığında önemli sayılabilecek çalışmalardı. "Göçebe Alikan Aşireti" isimli çalışma 1965 yılından beri sürüyordu. 1967'de "Doğu Anadolu'daki Göçebe Kürt Aşiretlerinde Toplumsal Değişme" isimli yazılar yayınlandı." Bu yazılar Forum Dergisi'nde yayınlandı. 1968'de "Doğu'da Değişim ve Yapısal Sorunlar Göçebe Alikan Aşireti" isimli çalışmam yayınlandı. 1969'da "Doğu Anadolunun Düzeni Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temel l" isimli kitap yayınlandı. Ayrıca yine bu yıllar içinde Forum Dergisi'nde, Ant Dergisi'nde, Akşam Gazetesi'nde "Doğu"ya ilişkin çeşitli yazılar yayınlanmıştı.

Fakat bunları, yani hakkımda söylenenleri büyütmenin de hiç gereği yoktur. Nitekim benim, Devrimci Doğu Kültür Ocakları'yla, arkadaşlarla ne kadar sıkı bir dost olduğumu sen yakından biliyorsun. Çünkü insanlar benzer şeyleri düşündükleri zaman bir araya geliyorlar, birbirleriyle ilişki kuruyorlar. Bu ilişki daha sağlıklı, daha kalıcı oluyor. PKK'yi, falanca yazara zamanında neden ilgi göstermedi, sahip çıkmadı diye... eleştirmek doğru değildir. Fakat PKK'den, Kürdistan'la ilgili olarak yapılan incelemeleri izlemesi, incelemesi, eleştirmesi istenmelidir. Kürdistan'la ilgili olarak yapılan araştırma ve inceleme ortamının hazırlanmasına katkıda bulunması istenmelidir. "Sahip çıkmak" sözü de, niyetleri, düşünceleri ve duyguları açıklayıcı bir deyim değildir. Örneğin, Kürt halkı kendine sahip çıktığı zaman, o araştırmacılara zaten "sahip çıkmış" demektir. Kürtlerin kendi kendilerine sahip çıkmaları, kendi özlerine dönmeleri sürecinde PKK'nin çok büyük bir rolü olduğu inkar edilemez.

‘BEŞİKÇİ GELSİN KENDİSİ SAYSIN, DEVRİMCİLERİN BUNA VAKTİ YOK’


İlgi konusunda bir olayı daha hatırlatmada yarar vardır. Sen de kolayca hatırlayacaksın. 1974 yılının sonları. Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin karşısında Devrimci Halk Kültür Derneği vardı. Bu derneğe mensup Kürt arkadaşlar bir gün bana geldiler. O zaman Yeni Mahalle'de oturuyorduk. Kürt toplumunun bugünkü yapısına ilişkin araştırmalar yapmayı düşündüklerini söylediler. Örneğin kapitalist ilişkiler "Doğu"da nasıl gelişiyordu? vs. Bu araştırma için yardımcı olmamı istediler. Yardımcı olup olmayacağımı sordular. "Bu konuyla ilgili yazılı projeniz varsa onu okuyabilirim, eleştirebilirim" dedim. Örneğin, bu araştırma neden yapılıyor, temel varsayımlar nedir, bu konuda yapılan başka araştırmalar var mı, onlar ihtiyacı neden karşılamıyor vs. Daha sonra arkadaşlar bir projeyle geldiler. Proje üzerinde uzun çalışmalarımız, tartışmalarımız oldu. Projeyi geliştirdik.

Geniş bir soru kağıdı hazırladık. , Soru kağıdı Komal'da hazırlandı, çoğaltıldı. 500'e yakın idi. Bu soru kağıtlarını bazı arkadaşlar aracılığıyla Kürdistan'a gönderdik. Artık 1975 yılının yaz aylarıydı. Her ile belirli bir soru kağıdı gönderdik. Bir, bir buçuk ay içerisinde cevaplar gelir diye düşünüyordum. Soru kağıtları ilk olarak Urfa'dan geri döndü. 55 civarındaki soru kağıdının tamamı geri gönderilmiş, hiçbir işlem yapılmamıştı. Paket açılmamış bile. Soru kağıtları köylülere vs. dağıtılmamış, gönderildiği gibi geri gelmiş. Yalnız paket üzerine bir not iliştirilmiş. Not, yırtık, kötü bir kağıda yazılmış. Şöyle yazıyor: "Biz devrimciyiz. Biz düşmanın topunu, tankını, uçaklarını sayarız. Köylülerin kağnısını, karasabanını, öküzünü, kimin toprağa sahip olduğunu, kimin olmadığını, Beşikçi gelsin kendisi saysın, devrimcilerin bunlara vakti yok..."vs. Bu şaşırtıcı, iç burkutucu bir cevaptı. Arkadaşlara bu paketi kimin getirdiğini sordum. Getireni bilmiyorlar, "Bir solukta bırakıp gitti" diyorlar. Not üzerinde de isim, imza hiç bir şey yok. Bu, aslında, benim araştırmam değildi. Benim başka planlarım, projelerim vardı, onlarla ilgili olarak çalışıyordum. Arkadaşların ricaları üzerine, onlara yardım için bir teşebbüse katılmıştım.

Birkaç gün sonra, Mardin'den, Siirt'ten, Van'dan, başka yerlerden de soru kağıtları döndü. Onlar da aynen gönderildiği gibi döndüler. Paketler açılmamış bile. Benzer notlar onlarda da var. "Biz devrimciyiz, düşmanın tankını, topunu, uçağını sayarız, öküzü, karasabanı, toprağı Beşikçi gelsin, kendi saysın." Bazı yerlerde de soru kağıtları hiç gelmedi. Araştırma sabote edilmişti.

Arkadaşlara araştırmanın neden sabote edildiğini, bunları kimin yaptığını sordum. Bilmiyoruz, diyorlardı. Bir müddet sonra bu araştırmayı "Apocular" engelledi demeye başladılar. "Bu arkadaşlarla konuşalım" vs. diyordum. Fakat böyle bir olanağa sahip olmadım. Çeşitli cezaevlerinde özellikle Kürt arkadaşlarla bu konuyu konuşuyordum. Bu araştırmadan söz ediyordum. Bu araştırmanın engellenmesi konusunda bilgisinin olup olmadığını soruyordum. Pek sağlıklı bir cevap alamıyordum. Bu konuyu, 1985'de Gaziantep Özel Tip Cezaevi'ndeki PKK'lı arkadaşlarla konuştum. Arkadaşlardan biri bu araştırmanın engellenmesinden haberi olduğunu söyledi. Kendi bölgesinde, Urfa'da, bu engellemenin nasıl yapıldığını açıkladı. Şimdi ben de biliyorum. Bu engellemeyi PKK yapmadı, hiçbir ilgisi yok. Başka bir grup yaptı. Bunu da büyütmemek gerekir, önemli değil. Bugün o grubun militanlarının çok büyük bir kısmının PKK'da olduğunu da biliyoruz.

PKK’YE İLİŞKİN İLK BİLGİ

3. Yukarıda düşünce yapısındaki doğal gelişmelerden söz ettim. Burada, PKK ile ilgili ilk bilgilere nasıl sahip olduğumu belirtmeye çalışacağım.

a) 1976-1977 yıllarında Apoculardan, Apocu hareketten söz ediliyordu. Kürt arkadaşlardan bu sözcükleri sık sık duyardım. Türk basınında, bir kısım sosyalist basında, bu grup ile ilgili suçlayıcı haberler görürdüm. Arkadaşlara sık sık "Bu grup kendini nasıl ifade ediyor, bildirileri, broşürleri yok mu?" diye soruyordum. Çoğaltılmış bazı yazılarının olduğunu, fakat bunların ancak kendi üyeleri ve sempatizanlarının arasında dolaştırıldığını söylüyorlardı. Bu grubun Kürdistan'ı sömürge kabul ettiği vurgulanıyordu.

1977 yılı yaz aylarıydı. Komal bürosunda bir arkadaş, "Ağabey sana bir olay anlatayım" diyerek, Ağrı'da bir kahvehanede geçen bir tartışmayı nakletti. Olayı anlatan Rizgari'ye mensup bir arkadaştı. Naklettiği olay da, Özgürlük Yolu'na ve Apocular'a mensup arkadaşların tartışmalarıyla ilgiliydi. Kahvehane kalabalık. İnsanlar gençlerin tartışmalarını dinliyorlar. Özgürlük Yolu'na mensup arkadaşlar kısaca şöyle söylüyorlar: "Kürdistan bir sömürgedir. Bu durumu halkımıza anlatmalı, kavratmalıyız. Bu konuyla ilgili olarak basın yayın faaliyetlerini, ideolojik ve politik propagandayı, örgütlenmeyi gerçekleştirmeliyiz.." Buna karşı Apocular şöyle söylüyorlar: "...Kürdistan elbette bir sömürgedir. Bunu herkes biliyor. Kürdistan bir sömürgedir. Fakat bunu bilmek yetmez. Bunun gereklerini yerine getirmemiz gerekir. Biz bunun gereklerini yerine getiriyoruz. Sömürgeci devletle savaşıyoruz. Siz neredesiniz?" Olayı bana anlatan arkadaşın naklettiğine göre, tartışma bu ana eksen etrafında gelişiyor.

Benim için, PKK'nin düşüncesine ve eylemine ilişkin ilk sağlıklı bilginin bu olduğunu sanıyorum. Bu, benim için çarpıcı bir bilgiydi. Bu bilgi beni o zamanlar hep etkiledi ve düşündürdü. Böyle bir sözü ilk defa duyuyordum. Böyle bir tavır ve davranıştan ilk defa haberdar oluyordum. Gerçi bazı Kürt siyasal partileri, Kürt siyasal akımları buna benzer saptamalar yapmışlardı. Örneğin Rizgari Dergisi birinci sayısında böyle bir program açıklamıştı. Fakat, somut olarak, o günlerde sürdürülen bir tavır ve davranışın varlığını ilk defa öğreniyordum. Bu tartışmayı bana nakleden arkadaş da, bu tavrı takdir ederek biraz da gıpta ederek anlatıyordu. "...Apocular, böyle böyle söylediler, herkes parmağını ısırdı" diyordu. "Kürdistan elbette sömürgedir, bunu bilmek yetmez, bunun gereklerini de yerine getirmek gerekir. Sömürgeci devletle savaşmak gerekir. Biz savaşıyoruz. Siz neredesiniz?"sözlerinde savaş cephesine çağrı anlamı vardı.

b) Apocular hakkında, bölük-pörçük bilgilere daha sonraki yıllarda da sahip oldum. Fakat, bütün çabalarıma rağmen Apocuların görüşlerini içeren herhangi bir broşür, bildiri veya herhangi bir yayını görmedim, göremedim. Arkadaşlar, arıyoruz, bulduk, getireceğiz vs. diyorlardı, fakat bir türlü getiremiyorlardı. 1977-1978 yıllarında Türk solunun bazı gruplarıyla Apocular arasında, Kürt solunun bazı gruplarıyla Apocular arasında önemli çatışmalar oldu. Dersim'de ve Kürdistan'ın öteki merkezlerinde. Hilvan'da, Siverek'te, Viranşehir'de, Süleymanlar ve Bucaklarla Apocular arasında önemli çatışmalar oldu. Basında, Ceylanpınar'da yerel yönetimin Apocuların eline geçtiğine dair haberler yer alıyordu. Başbakan Süleyman Demirel'in Apoculardan şikayetçi olan beyanları sık sık yer alıyordu. Süleyman Demirel Apocular'ı Cumhurbaşkanı'na, Genelkurmay Başkanı'na ve Milli Güvenlik Kurulu'na şikayet ediyordu. Bu arada, Batman'da Edip Solmaz, bağımsız belediye başkanı olarak seçilmişti. Edip Solmaz'ın Belediye Başkanı seçilmesinde, Apocuların çok büyük rolü olduğu, hatta, Edip Solmaz'ın Apocular'ın adayı olduğu söyleniyordu. Apocular özellikle Urfa'da faşistlerle çok yoğun çatışmalara girdiler. Urfa'yı faşistlerden temizlediler. 1979 yılının ortalarından itibaren Apocular'a ilişkin geniş tutuklamalar oldu. 1979 yılı sonlarında tutuklamalar yaygınlaştı. Örneğin, Siverek'de, Viranşehir'de, Hilvan'da vs. 250 kişi, 80 kişi, 60 kişi gözaltına alınıyordu. Apocular'a karşı devlet baskısı 1980 yılında artarak sürdü. Bütün bu operasyonlar ve operasyonlara ilişkin haberler Apocu hareket hakkında bölük-pörçük bilgiler veriyordu. Örneğin, Apocular'a kitlesel katılım, katılanların sınıfsal yapısı düşündürücüydü. Bütün bunlara rağmen, Apocular'ın kendilerini nasıl ifade ettiklerini henüz bilmiyordum. Bildirilerini, broşürlerini, her hangi bir yazılarını görme olanağım olmadı. 12 Eylül geldi.

c) 1981 yılında, 23 Şubat-12 Nisan tarihleri arasında, Kaynarca Cezaevi'nde kaldım. Kaynarca, Sakarya iline bağlı küçük bir ilçe. 12 Eylül rejimi, yaptırımlarını bilinçli ve kararlı bir şekilde sürdürüyor. Gazeteler, radyo, televizyon tam anlamıyla 12 Eylül rejiminin denetiminde. Devrimcileri, Kürtleri kötüleyen, küçük düşüren programlar arka arkaya yayınlanıyor.

DİKKAT ÇEKEN BİR ÖRNEK

Kaynarca Cezaevi çok küçük bir cezaeviydi. 4 koğuşu vardı. Normal olarak 24 kişilik kapasitesi vardı. Koğuşların ikisi dörder, ikisi sekizer kişilikti. 24 kişilik bu cezaevinde 70'e yakın insan kalıyordu. Ben dört kişilik koğuştaydım. 12 kişi kalıyorduk. Cezaevinde tek siyasal mahkum bendim. Koğuşta değil yatacak, yatağını serecek, oturacak yer bile yok. Bu kalabalığın dışında, gardiyanlar da sık sık bizim koğuşa geliyorlar, uzun süre saatler boyunca bizim koğuşta kalıyorlar. Koğuşta teyp var, fakat radyo ve televizyon yok. Radyo ve televizyon başka koğuşlarda var. Bir gün gardiyanlardan biri heyecanla koğuşa gelerek televizyonda izlediği bir programı anlattı. PKK ile ilgili bir program, PKK'yi olağanüstü derecede kötüleyen, olayları bilinçli bir şekilde mübalağa eden, çarpıtan bir program. "...Anarşistler yakaladıkları insanları sorguya çekiyorlarmış, mahkeme kurmuşlar, insanların kulaklarını kesiyorlarmış. Bazı insanların gözlerini çıkarıyorlar, bazılarının burunlarını koparmışlar... İnsanlara çok büyük eziyet ve işkence yapıyorlarmış... Allahtan ordu iktidara geldi de bu vahşeti önledi. Bunlar işi öyle azıtmışlar ki, analarına, babalarına, yakınlarına eziyet edenler bile varmış... Biz bu uğurda yakınlarımızı bile feda ederiz diyorlarmış... vs." PKK'dan şikayetçi olan insanların konuştuklarını, çeşitli görüntülerinin de uzun uzun ekrana getirildiğini söylüyordu. Suçlamalar böyle sürüp gidiyor, tekrar tekrar anlatılıyor.

Burada dikkati çeken bir durum var. "…Bu uğurda yakınlarını bile feda ediyorlarmış." Türk televizyonunun olayları mübalağa ettiği, çarpıttığı büyük bir gerçek. Gardiyanın anlatımları kuşkusuz bunu daha da çarpıtıyor. Fakat "…bu uğurda yakınlarımızı bile feda ederiz" ifadesini de kurcalamak gerekiyor. Kanımca, bu, aslında Kürtler için yeni bir değerdir. Aileden, aşiretten, akrabalardan daha önemli değerler vardır. Ulus, vatan böyle değerlerdir. Ulusun ve vatanın özgür olmadığı durumlarda aile kurumunun özgür olması, akrabalık ilişkilerinin bir değer ifade etmesi de olası değildir.

Gerek televizyonun sözü edilen programı, gerek onu nakletmeye çalışan gardiyan kuşkusuz böyle şeyler söylemiyor. Fakat anlatamadıklarından, satır aralarından bunları çıkarmak da mümkündür. İşte bu anlatımlar bende, PKK'nın düşünceleri ve eylemiyle ilgili olarak bazı bilgilerin oluşmasına neden oldu. PKK'nin düşüncesi ve eylemiyle ilgili olarak elde edebildiğim somut bilgilerden birisinin de bunlar olduğunu söyleyebilirim.

1982'yi, 1983'e bağlayan yılbaşında Çanakkale Cezaevi'ndeydim. D-8 koğuşunda kalıyordum. İdareyle siyasal mahkumların arası iyi değildi. Gergindi. Buna rağmen yılbaşı gecesi, başka koğuşlardan bizim koğuşa ziyaret yapılmasına idare izin vermişti. Bizim koğuşta televizyon vardı. O koğuşlarda ise yoktu. Misafir arkadaşlar arasında, PKK'li olduğunu öğrendiğim bir arkadaşla tanıştım. O çok kalabalık ve gürültülü gecede, ancak bir iki satır konuşabilmiştik. Ona yukarıda kısaca anlattığım televizyon programından söz ettim. "Sen de o tür propagandalara inanıyor musun?" demişti. Bu arkadaşı daha sonra ne Çanakkale Cezaevi'nde ne başka cezaevlerinde görmedim.

PKK YAYGIN ÖRGÜTLEMEYİ NASIL BAŞARDI?

d) 15 Ağustos 1984'e kadar, PKK ile ilgili, yine bölük-pörçük bazı bilgiler sahibi oldum sayılır. Bunlar daha çok Türk devletinin ve hükümetinin suçlamalarından oluşuyordu. Bu suçlamaların satır aralarını, önünü ve arkasını düşündüğünüz zaman PKK ile ilgili bazı sonuçlar çıkarabiliyordunuz. PKK ile ilgili sağlıklı bilgilere ulaşmak benim için önü alınmaz bir istek haline gelmişti. PKK'nin Kürdistan'da yaygın bir örgüt olduğu hemen anlaşılıyordu. Örneğin PKK, Kars'tan Gaziantep'e, Hakkari'den Diyarbekır’e, Van'dan Dersim’e kadar her yerde var. Kürdistan'ın hemen hemen her alanında var. Nicelik olarak da kalabalık. Bunları sıkıyönetim komutanlıklarının hazırladıkları iddianamelerden çıkarıyorum. Örneğin Mardin grubu hakkında bin kişiyi içeren bir iddianame hazırlanıyor. Urfa grubu, Siirt grubu vs. bin kişilik, 600-700 kişilik iddianameler hazırlanıyor. Yine iddianamelerin basına ve televizyona yansıyan kısımlarından öğrendiğimize göre, PKK, Kürt toplumunun çeşitli sınıf ve tabakaları arasında örgütlü, öğrenciler yanında işçiler, köylüler var, çeşitli serbest meslek sahipleri var. Kadınlar var. Bütün bunların dışında, PKK'de Türk kökenli devrimciler var. Bu durumda insan ister istemez düşünüyor. PKK Kürdistan alanında bu kadar geniş ve yaygın bir örgütlenmeyi nasıl başarabildi? PKK Kürt toplumunun çeşitli sınıf ve katmanları arasında, derinliğine bir örgütlülüğü nasıl geliştirebildi? Kadınlar örgüte nasıl katılabildiler? Öteki Kürt örgütleri, gerek mekanda, gerek toplumsal sınıflar arasında böyle bir yaygınlaşmayı ve derinleşmeyi neden başarmadılar? PKK bunu nasıl başardı? Ben bu soruları kendi kendimle sürekli tartışıyordum. Bu bakımdan PKK'nın kendini nasıl ifade ettiğini öğrenmek benim için çok önemli oluyordu. Bu arada, Türk basınından, PKK'nin Serxwebûn ve Berxwedan isimli dergiler yayınladığını öğrenebilmiştim.

İLK KURŞUN TEORİSİ

15 Ağustos 1984 Atılımı'nı, PKK'nin kendi kendini ifade etmesinin en güzel yolu olarak değerlendirmek mümkündür. 15 Ağustos Atılımı'nın bizzat kendisi, PKK'nin düşünce ve eylemini en açık ve en sağlıklı bir şekilde gösteren bir olaydır. Ben o zaman Çanakkale cezaevindeydim. D-9 Koğuşunda kalıyordum, burası 72 kişilik büyük bir koğuştur. O zaman Türk televizyonu, Türk gazeteleri, "... Kuşatıldılar, kıstırıldılar, kaçıyorlar, yakalanacaklar, yakalanmaları an meselesi..." gibi haberler yayınlıyorlardı. Biz bunun vur-kaç eylemi olmadığını, kalıcı bir eylem olduğunu, Kürtlerin mücadelesinde yeni bir eylem olduğunu fark etmekte gecikmedik. Ekim ayı sonlarında, koğuşta üç gün arka arkaya süren bir toplantı düzenlemiştik. Kürdistan sorununu ve bu bağlamda 15 Ağustos Atılımı'nı tartışıyorduk. "İlk kurşun teorisi" ilk kez bu toplantılarda konuşuldu, PKK ile ilgili olarak.

e) Bundan sonra PKK hakkındaki bilgilerim yine Türk televizyonu ve Türk gazetelerinin verdiği bilgilerdi. O bilgilerin satır aralıklarını değerlendirerek, o bilgilerin öncesini ve sonrasını kurmaya çalışarak PKK'yi anlamaya gayret ediyordum.

1986 yılı Ekim ayında Milliyet gazetesi Haftaya Bakış isimli bir ilave vermeye başladı. Bu ilavenin genel yayın müdürü Mehmet Ali Kışlalı idi. Bu ilavenin 30 Kasım-6 Aralık 1986 tarihli 7. sayısında itirafçılardan Şahin Dönmez ile yapılmış bir röportaj vardı. Röportajı Serdar Can yapmıştı. İtirafçı Şahin Dönmez, PKK'yi, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ı karalamak ve kötülemek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Fakat Şahin Dönmez'in söyledikleri benim çok ilgimi ve dikkatimi çekti. Bu anlatımlarda PKK'nin düşüncesine ve eylemine ilişkin çok önemli bilgiler gizliydi. İtirafçı Şahin Dönmez, "Kürtlerin devlet kurma hakkına dair bölge-halkının tepkisi ne oldu?" sorusuna şu karşılığı veriyor: "Benim yakalandığım 1979 Mayıs'ına kadar, böyle bir hareketi geliştirme, bu yönde mücadele verme, destek sağlama eğilimi yoktu. Hatta PKK'nin yayın organı Serxwebûn bile bunu itiraf etmiş, 'bugün kendine ihanet etmemiş hemen tek fert kalmamıştır' diye yazmıştır. Yani PKK'ya göre, doğu ve güneydoğu, Kürdistan, orada yaşayanlar Kürt halkı, servet sahibi olanlar hain, halk teslimiyetçi, gençlik Türk sömürgeci eğitiminin cenderesinde asimile olmuş, uşaklaşmış, yani herkes ihanet etmiş, teslim olmuş. Oysa dünyanın hiç bir yerinde ulusal kurtuluş mücadelesi veren hareketin ve önder kadroların böyle bir tespiti yoktur. Örneğin Mustafa Kemal, halkın gücüne güvenip, bu temelde ulusal kurtuluş savaşı gerçekleştirmiştir." (s. 21)

İtirafçı Şahin Dönmez bunları, PKK'yi ve PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ı suçlamak, karalamak, aşağılamak için söylüyor. Fakat bu bilgilerden PKK'nin görüşleri, değerlendirmeleri hakkında çok önemli bilgiler çıkarmak mümkün. Bu değerlendirmeler benim çok dikkatimi çekti. Zira benim de benzer düşüncelerim vardı. Kürtlerin kendi aralarındaki kavgalardaki tavır ve davranışlarıyla, devlet güçleri karşısındaki tavır ve davranışlarını incelediğimiz zaman bu sonuçları çıkarmak mümkündü.

PKK KÜRT TOPLUMU HAKKINDAKİ SAPTAMALARI


Şöyle ki, bir kere Kürtler, Ortadoğu'da 30 milyonu aşkın bir nüfusa sahip. Kürdistan'da Kürt ulusu bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış, fakat hiç bir parçada, Kürtlerin en ufak bir statüleri yok. Halbuki, dünyada nüfusu 10 bini bulmayan devletler var. Böyle bir nüfusun ve toprağın sahibi olmasına rağmen, Kürtler neden devlet olmamışlar, Kürtler neden, Türkler, Araplar ve Farslar karşısında ciddi bir varlık gösterememişler? Neden onlar tarafından yönetiliyorlar? Bu sorgulama Kürtler arasında neden yapılmamış?

1970 yılında, yaz aylarında, Bismil, Silvan, Viranşehir, Malazgirt köylerinde, Kürtlere yapılan bir işkence ve hakaret yöntemi vardı. Türk Güvenlik Güçleri, Komandolar köye giriyor, erkekleri, kadınları, çocukları, ihtiyarları köy meydanında topluyordu. Sonra yetişkin erkekleri ayırıyordu. Bu erkekleri çırılçıplak yapıyor, erkeklik organlarına ip bağlıyordu. Bu ipi kadınların eline veriyordu. Onları bu vaziyette dipçik zoruyla köy meydanında dolaştırıyorlardı. Dünyanın hiç bir yerinde insanlar, toplumlar, bu tür hakaretlerle karşı karşıya kalmamalıdırlar. Fakat, toplumlar, insanlar, dünyanın neresinde olursa olsun, bu tür hakaretlerle karşı karşıya kalıyorlarsa, o zaman da bu hakareti yapan güce karşı baş kaldırmalıdırlar. Bu hakaretle birlikte, bu hakareti içlerine sindirerek yaşamamalıdırlar. Fakat, Kürtler bu hakareti yaşıyorlardı. İçlerine sindiriyorlardı.

O zamanlar, bu hakaretlerle, bu işkencelerle karşılaşan Kürt köylüleri şöyle düşünüyorlardı: "...Bu hakaretleri, bu zulümleri yapanlar Türk olamazlar, çünkü Türkler müslümandırlar. Müslümanlar böyle işleri yapmazlar. "Özellikle yaşlı kadınlara, bu hakaretleri yapanların Türk güvenlik güçleri olduğunu anlatmak son derece zor oluyordu. Kürt halkı günümüzde artık, Türk güvenlik güçlerinin gerçek niteliğini iyice anladı. İyice biliyor...

Kürtlerin tavır ve davranışlarıyla ilgili bu saptamaları yaparken, bu sorunun iki boyutunu daha dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Bunlardan birisi Kürtlerin kendi aralarındaki kavgalarda, ne kadar gözü kara, ne kadar yiğit(!) ve cesur(!) olduklarıdır. "Kan davası" diye bilinen davalarda bunun böyle olduğunu yakından biliyoruz. Kendi aralarındaki kavgalarda bu kadar gözü kara olan insanlar bir onbaşı karşısında neden korkaktırlar, siniktirler, onursuzdurlar? Sorunun ikinci boyutuysa, Kürtler arasında gelişkin olan erkeklik kültürüyle ilgilidir. Kürtler erkeklikleriyle pek övünürler. "Çocukların sayılarını bile bilmiyoruz, adlarını bile bilmiyoruz... Çocukları birbirine karıştırıyoruz." derler. "Her yıl bir çocuk" diye övünüp dururlar. Yukarıda özünü ve biçimini anlatmaya çalıştığım hakaret böyle bir toplumda uygulanıyor. Erkeklikleriyle böylesine övünen adamlar, bu hakareti yapanlara karşı en ufak bir tepki göstermiyorlar. İçlerine sindiriyorlar. Bu hakaret ve işkence yönteminin, Kürtler için özel olarak seçildiği de söylenebilir. Örneğin, falaka insanların canını acıtabilir, fakat onurlarını bu derece kırmaz, yüreklerini yaralamaz. Böyle bir hareket ve bu hareketi sindirmek ise, insanların yüreklerini yaralar.

Bunlar Türk sömürge yönetiminin, Kürt insanlarının ruhsal yapılarını etkilemesiyle ilgili bir olaydır. PKK'nin saptamaları son derece doğru, yerinde saptamalardır. Bütün bunlardan dolayı, itirafçı Şahin Dönmez'in açıklamaları, beni PKK'ye daha çok yaklaştırdı. Kürt toplumunun, toplumsal-ruhsal yapısı, toplumsal ilişkiler konusunda PKK ile benzer düşünceler içinde olduğumu fark ettim.

Devam edecek

ANF NEWS AGENCY

Hiç yorum yok: