31 Ekim 2012 Çarşamba

Cemaat Bataklığından Gerillaya Bir 'Abi'nin Hikayesi...

Cemaat diliyle, Üstad dedikleri Sait Nursi’nin deyişiyle her cemal (güzellik) ve kemal (olgunluk) sahibi gibi ben de cemal ve kemalimi görmek ve göstermek isterim.

Belki çok görüldü, duyuldu ama ben de hikayemi anlatmak isterim. Cemaat diliyle, Üstad dedikleri Sait Nursi’nin deyişiyle her cemal (güzellik) ve kemal (olgunluk) sahibi gibi ben de cemal ve kemalimi görmek ve göstermek isterim. 

Ben cemaatteyken de cemaatten çıktıktan sonra da esprisi çok yapıldı “İnsanlar doğarken emzik alırlar benim elime risale vermişler.” (Risale hemen hemen her cemaatte farklı sayıda olan Said Nursi’nin kitaplarına verilen ad: Risale-i Nur Külliyatı) Biraz abartılı olsa da gerçek. Çok küçük yaşta bulaştım cemaate. Daha ilkokuldayken başladım, neredeyse benden daha ağır kırmızı kaplı kitapları okumaya. Yakın akrabalarımdan cemaatte olan ince bıyıklılar vardı. Cemaat gerçeğini bilmeyen ailem dıştan bakınca siyasete bulaşmayan, sorun çıkarmayan, “efendi”, namazı niyazındaki her dem gülen (bu gülüş genelde karşıdakini bilmeyen cahil ve yardıma muhtaç zavallı gören küstahça bir gülüştür.) insanları iyi sanıp beni onlara teslim ettiler. Aynı aldanmaya bende kapılıp aşk derecesinde ne olduğunu bilmediğim cemaate sevdalandım. Sayıları baya fazla olan cemaatlerden birçoğunun içine girip ne olduklarını öğrendiğimi sandıktan sonra Fetullahçıları en laçka ve samimiyetsiz, diğerlerini de pek etkisiz görüp halk arasından Nurcular diye bilinen disiplini sağlam “Meşveret cemaatinde” yer aldım. En büyük hayalim büyüyünce ince bıyık bırakıp vakıf olmaktı. Aslında istediğim bilmekti, bilen olmaktı. Dünyanın nasıl yaratıldığından Allah’ın ne olduğuna kadar her şeyi bilmek istiyordum, bilmeyi seviyordum. Bilmek içinde vakıf olmak şarttı. Vakıf her hangi bir iş yapmaz, her şeyini cemaate vermiş, her şeyini cemaatin verdiği, Hıristiyan rahipleri gibi evlenmez, en az dört yıllık üniversite bitirmiş (bu üniversite yılları boyunca dershane dedikleri cemaat evinde kalması gerekiyor) kişiye deniliyor. Cemaatte fırsat buldukça okuyordum. Okuma programları dedikleri bir haftadan başlayıp bir aydan da fazla olabilen hiç dışarı çıkılmadan sadece okunan günler en sevdiğim günlerdi. Daha çok okunabilsin diye iki öğün yemek, az uyku olan o günlerde doymuyor herkes uyuduktan sonra geceleri de okuyor ya da bir abi ayarlayıp tartışıyordum. Günler, aylar, yıllar geçiyor ben okuyor, okudukça eski oluyordum. Eskiyip abi olunca artık ben de diğerleri gibi her şey hakkında kendini beğenir tarzda çirkin bir gülümsemeyle konuşmaya başlıyordum. Ne de olsa dışarıdaki bilgiler gülünecek, cemaatte öğrendiklerim ise yeryüzünün en doğru şeyleriydi. Küstahça gülümseyerek, hafif ses tonuyla, merhamet göstererek konuşmaya başlıyordum. Cemaatteki hiyerarşi tarzı abi-kardeş ilişkisinden dolayı herkese abi demeyi bırakıp kimilerine kardeş demeye başlamıştım. Artık benim de bin bir yolla örgütlediğim ya da kandırdığım yeniler vardı.  Yenilerle çok şey yaşamama rağmen iki olay hep incitir beni. Birincisi; hala cemaatte olan bir Kürt gencinin karşıma geçip “Allah senden razı olsun, senin sayende cemaatle tanıştım” demesi ki o vakit buna çok sevinmiş olmama rağmen her zaman vicdan azabı çekmeme sebep oldu. İkincisi; en sevmediğin sanatçı kim diye bir soruya bizzat örgütlediğim Türk birinin “Ahmet Kaya değil mi?” diye sormasıydı. Bütün sanatçılara aynı yaklaşıyoruz diye bir cevap vermiştim ama ben Kürt olarak her şeyimden vazgeçmişken o Türk haliyle kendisinden, siyasetinden pek bir şey vermemişti. Beni çok düşündürmesine rağmen abiydim ve abi gibi cevap vermeliydim. 

Kadın konusu ise başlı başına bir dertti. Kadınlarla herhangi bir alışverişe girmemekle beraber onlarla konuşmuyordum bile. Şimdi düşündüğümde korkunç bir gerilik olsa da o dönemlerdeki düşüncemde cennete girmek değil de Allah rızasını kazanmak için bu gerekli ve gerçekti. Allah rızasını kazanmak için Allah’ın yarattığı bir insanı şeytanla bir tutup her namaz sonrası cemaatle birlikte tesbihat denilen duada “euzu billehi mineşşeytani ven nisa” yani Allah’ım beni şeytanın ve kadının şerrinden koru diyordum. Asıl acı ve anlaşılmaz olan kadınların da aynı şeyi söylüyor olmasıydı. Gerçi ben bir dönemden sonra bunun anlamını biliyor ve canı gönülden söylüyordumsa da birçok erkeğin ve kadının ne dediğini bilmeden söylemesi daha da korkunç bir durumdu. 

Bu bataklık içinde mutlu mesut ve önüm açık, geleceğim parlak bir şekilde ilerlerken lise yıllarımda kafama sorular takılınca ve sorularıma kaba anlamıyla “Allah’ın işi” tarzı yada beni tatmin etmeyen cevaplar (ki asıl sıkıntım bundaydı, cevaplarıyla tatmin olmuyordum) verilince geçmişte asla okumayı düşünmediğim, cemaatte her soruma cevap bulurum fikriyle gereksiz gördüğüm felsefi ağırlıklı kitaplar okumaya başladım. Okudukça sorularım arttı, sorular arttıkça okumam gerektiğini fark ettim. Bilmeyi seven bana, anlamı bilgi sevdalılığı olan felsefeden daha iyi bir şey gelmiyordu. Cemaatte aldığım bilgilerle dinle ilgili sorulara, çelişkilere karşı bilimsel ispatta bulunurum derken bir baktım ki (her ne kadar yanlışta olsa) koyu ateist, kaba materyalist olmuşum. Birçok insanın kısa sürede bu değişim deyip hayret kaldığı süre aslında benim için uykusuz geceler, toplumdan kopuk gündüzler şeklinde uzun bir yoğunlaşma süreci anlamına geliyordu. 

Cemaat bataklığından kurtulmam lise yıllarımda beni saran sorgulamaaşkıyla oldu. Bir ayağım cemaatte bir ayağım siyaset ve felsefede kısa bir süre geçirdim. Bu süre içinde benim için ‘Layetezelzel’(sarsılmaz) diyen gözdesi olduğum ağabeylerimle çatışmaya başlamıştım. Çünkü sorguluyordum. Bu çatışma döneminde cemaatin çok şeyini görmeye başladım. Siyasete bulaşmıyoruz diyor ama başta Kürt gençleri olmak üzere bütün gençleri farklı düşünmekten, sorgulamaktan, her türlü devlet yamuğuna karşı gelmekten alı koyarak büyük siyaset yapıyorlardı. PKK’ye karşı olduklarını her zaman dile getirmekten, 2002’den beri de Erdoğan’ı övüp ona oy vermeyi ise aşikâr yapmaktan çekinmiyorlardı. Risale dışında başka kitaplar okunmamalıydı çünkü okuyan sarsılırdı. Hatırlarım felsefe okumaya yeni başladığım bir dönemde bizzat örgütlediğim birinin elimde bir felsefe kitabı (sanırım Sofi’nin Dünyası’ydı) görünce bana merhamet edercesine bir bakışla “mübarek; ne diye okuyorsun bu kitapları, risale yetmez mi?” tarzındaki sözü beni düşündüren bir tebessüm yaratmıştı yüzümde. Belki karşımdaki öyle öğrendiği için söylüyordu ama büyük ağabeylerin de bildiği gibi düşünen, sorgulayan insan ne cemaatin ne de devletin işine gelirdi. Bunu fark etmek zor değildi. Kadın konusunda bu kadar radikal olmalarına rağmen vakıf olmayan ve ya olamayacak erkek ve kadınları çok çirkin ve gizli bir şekilde ve çok kirli yöntem ve oyunlarla evlendirmeleri insanı hayrete düşürüyordu. 

Filozofların değerli soru ve cevaplarıyla yaşarken devrimci düşüncelerle tanışmadan da edemezdim. Zaten toplumsal sorunlar bende de kendini yavaş yavaş hissettirmişti ki Marks’ın “filozoflar dünyayı farklı algılarlar ama önemli olan onu değiştirmektir” tarzındaki sözü toplumdan ve toplum sorunlarından uzak beni bir nebze kendime getirdi.  Bir Kürt olarak varlığım bile toplumsal bir sorunken, her gün beraber olduğum, tartıştığım arkadaşlarım da dahil cezaevine giren, şehit düşen insanların haddi hesabı yokken iki yumurta kıramayacak kadar toplumdan uzak ben Hegel’in metafizik aleminde gezinemezdim. Ne yapacağımı bilmeden kara kara düşünürken Marks da dahil daha önce okuduğum hiçbir filozofa benzemeyen Önderlik’i okumaya başladım. Çok az okuma fırsatı bulup çok az anlamama rağmen derinliğiyle Hegel’i, toplumsallığıyla Marks’ı, büyük ahlakıyla çok sevdiğim Nietzsche’yi katbekat geçiyordu. Büyük bir kısmı kadın düşmanı olan diğer kısmının ise hiç ilgilenmediği kadın konusunda ise geçmiş filozoflardan çok farklı düşünüyordu. Benim gibi cemaat yüzünden kadına hep öcü, canavar ve ya cehenneme gitme sebebi bir şeytan gibi bakmış birinin vicdan azabını dindirecek bir bakış açısı oluşturabilirdi. Sırf bu yüzden bile çok okuyup gerçekleri iyi anlamalıydım. 

Öz olarak hepsi birbirine benzeyen cemaatler özgürlüğün en büyük düşmanları olan kendi halinden memnun köleler yaratan bir fabrika rolü oynarken buna karşı anti-cemaatçi bir role soyunmakla beraber şehirde parti çalışmalarında yer almama rağmen Nietzsche’nin çıldırmasına, bir ata sarılıp ağlamasına sebep olmuş kapitalist sistem beni de çıldırtmak üzereydi. Yaşam çekilmez, insanlar konuşulmaz olmuştu. Yaşam para üzerine konuşmalar yozluk üzerineydi. Çıldırmaya ramak kala M.Ö. 650’li yıllarda çok varlıklı olmasına rağmen her şeyi ardında bırakıp dağlara çekilen diyalektiğin babası Heraklitos gibi bu sisteme karşı etkin rol oynamam gerektiğinin farkına varıp büyük ve doğru bir kararla özgür dağlara doğru yolculuğa çıktım. Şimdi özgür dağlarda bir elimde haksızlığa karşı kendimi savunduğum bir parçam olan silah, diğer elimde birçok filozofun aklına bile gelmediği derinlikteki kitaplarla Önderlik’in tam olarak anlamadığım felsefesinde Gerilla diliyle yoğunlaşmaya ve pratikleştirmeye çalışıyorum. 

Hepimizin bildiği gibi özeleştiri en iyi pratikte verilir. Bende cemaatte kendime ve bizzat örgütlediğim Kürt gençlerine karşı yaptığım tahribatı önce cemaatten çıkıp özgür dağlara gelerek şimdi de bu yazıyı yazarak bir nebze de olsa vermek istedim. Bu sadece benim değil benim gibi cemaat bataklığına bulaşıp gerçekleri sonradan öğrenmiş vicdan azabı çeken birçok kişinin hikâyesidir.

Harûn Aram

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info

Hiç yorum yok: