17 Haziran 2012 Pazar

Bir Düşünün!

Delil KARAKOÇAN
Bir düşünün: Diyelim ki, tenhada yürürken kıstırıldınız. Ortalıkta bir tek Allah’ın kulu yok. Adam gırtlağınıza bindi, canınızı aldı alacak...

Ya da dört bir yandan kurşun yağıyor. Önünüz tutulmuş, arkanız uçurum, çemberdesiniz; çıkış/kaçış yok...


Veya şöyle bir şey: Adamın dediği dedik; totaliter iştahı fevkalade. Her şey iki dudağı arasında... Bir hareketiyle yanınızdakiler, yakınınızdakiler bir bir alınıyor. Konuşan, muhalefet eden “hoop kodese!”


Tam da böyle bir anda;


“Sen büyüksün, sen kadirsin. Seni tanıyorum sana güveniyorum. Hâlâ umut ediyorum. Çözersen sen çözersin” deyiveriyorsunuz...


Üstelik ha bire kan akıyor...


Öbek öbek insanlar alınıyor...


Cezaevleri, Kürt sorununun barışçıl demokratik yoldan çözümünü isteyen, buna inanan, bunun mücadelesini veren paradigmasal “dönüşüme uğramış” insanlarla hınca hınç dolu...


12 Eylül koşullarında bile görülmeyen bir zalimlik var. Küfür, aşağılama, hakaret cabası...


Ama siz hâlâ “Sen teksin, yanındayım, çözersen sen çözersin” diyorsunuz...


Böyle bir tablo karşısında akla ne gelir?


Gören, izleyen ne düşünür?


Ankara’dan değil; Cizre’den, Diyarbakır’dan, Van’dan, Hakkari’den, Roboski’den bakan ne görür?


Ne hisseder?


Halleri nice olur?


***


Siyaset biliminde şöyle bir hakikat vardır.  Aynı noktaya bakanlar her zaman aynı şeyleri görmezler. Doğru görmek ve gördüğünü doğru adlandırmak, iki şeyle mümkündür.


Birincisi, nerede durduğunuzdur; ikincisi ise, nasıl baktığınızdır.


Doğru görmek ve gördüğünü doğru adlandırmak doğru yerde durmakla mümkündür.


Durduğun yer sana bakmayı ve baktığını tanımlamayı öğretir. Fonksiyonel kılar. Aidiyet de böyle oluşur ve bu da “doğru yerde ortaklaşanların hukukunu” yaratır...


Popülizm ve “rol çalmalarla” doğan “siyaset üstü” konumlanışlar ise, “aidiyet hukukunu” bozar; doğru bakış ve tanımlamaları çarpıtır.


Cizre’den, Van’dan, Hakkari’den, Roboski’den bakanların gördüğünü görmez, hissettiğini hissetmez, yaşadığını yaşamaz. Yaptığı tanımlamayı yapmaz, koyduğu adı koymaz. Daha tepeden, daha seçkin bakar. Büyük acılarla omuzladıkları “canlarının” arkasına bir de hayal kırıklığını ekler...


***


AKP iktidarının bir biçimde “açmaza aldığı, sıkıştırdığı” her Kürt’e, her muhalife, her ilerici aydına söyletmek istediği şey; özellikle toplumu saran böylesi istibdat koşullarında bir tür irade teslimi, itaat anlamına da gelen “size tabiyiz, size inanıyoruz, çözerseniz siz çözersiniz”dir.


Geri dönüşleri olmayan irade ve inisiyatif göçü yaşatmaktır.


Tüm çözüm kanallarını tıkamaya, çözüm isteyenleri etkisizleştirmeye çalışmasının nedeni de budur.


AKP’yi, farklı toplumsal kesimlerin yaşamakta olduğu sorunları ve aktüel gereksinimleri konusunda “tek parti, tek aktör, tek doğru, tek muhatap” konumunda algılatacak bu yaklaşım siyaset bilimine de terstir. Problemleri çözmeyecek, aksine AKP’nin oluşturmaya çalıştığı “tekçiliği, siyasal totalitarizmi” güçlendirecektir.


***


Sorunu acılı yürekleri ve zorlu hayatlarıyla doğrudan yaşayanların durduğu yer; siyaset üstü seçkinlerden ve yaşadıkları yanılgılardan her zaman uzaktır.


Aidiyeti, kimliği, duruşu, isteği açık yerlerdir. Oradan bakanlar, hakikati görür ve doğru adlandırır. Hayatın, çekilen acıların verilen bedellerin anlamını bilir. Çözümü de hakikatlerde arar.


Ve kan akıyor; sıra sıra insanlar tutuklanıyorken, hele bir de birinci ağızdan Roboskiler savunulurken (İçişleri Bakanı’nın Roboski açıklamasına ve tepkiler karşısında onu sahiplenen Başbakan Erdoğan’ın söylediklerine bakın).


“Size tabiyiz, size inanıyoruz, sorunu çözerseniz siz çözersiniz!” demek ne kadar doğru?


Bir düşünün...

Hiç yorum yok: