9 Temmuz 2011 Cumartesi

Afrikalı Kölelerin Direnişleri (Zenc İsyanları)


 


Emevi ve Abbasi iktidarlarının zulüm ve baskıyı alabildiğine artırması karşısında, hafızalarında henüz doğal toplum anılarını canlı biçimde yaşayan köleler hiç vakit kaybetmeden ayaklanmalara yönelirler


Hasan Gerdun
 
Madde-enerji ve hareket bütünlüğünden oluşan canlılığın daha ilk halinden bugüne kadar her bir oluşum, hem evren içinde bir tikel ve hem de kendi anlam gücüyle bir evrenseldir. Yaşam, canlılık, varlık; madde-enerji-hareketin birbirlerini tamamlaması temelinde bir bütünlüğü oluşturdukları kadar evrensel ve tikelin içiçeliğini de barındırır ve yansıtırlar. 

İnsan-toplumu tarihini incelerken yaşadığımız an’ın tarihi ve tarih’in de yaşadığımız an’ı içerdiğini unutmadan, bu tarih içinde yaşanan olay-olgu; varlıkları zaman-mekan-hareket bütünlüğü içersinde anlamaya çalışmamız halinde ancak doğruya yaklaşmış olabiliriz. Şimdiden kopuk tarih hikaye-anlatı değerinden öteye gidemeyeceği gibi tarihten kopuk şimdi de, anlaşılabilen bir şimdi olmaktan uzak kalır. Mekansal anlamda evrenden ve de Dünya’dan kopuk bir yerellik-bölgesellik ile yerel-bölgeden kopuk, her şeyi düz biçimde genelleştiren dünyasallık-evrensellik de aynı oranda anlamdan uzak kalacaktır. 

Zaman-mekan ve varlık hallerinin bütünlüğü olan evrende esnek zekasıyla, farkındalığının farkına varmasıyla insan-toplumu hem evrenin bir parçası ve hem de evrenin özeti olarak kendine has bir evreni temsil etmektedir. Ancak burada insan merkezli bir yaklaşıma düşmemek için şunu belirtmekte fayda vardır. İnsan-toplum doğanın ve evrenin parçası ve özeti olmayı hak ettiği oranda kendisidir; aynı anlama gelmek üzere kendisinde evreni yansıtabilir. Yani insan-toplum, doğal-doğasal; evren-evrensel gelişim seyrine uyumlu olduğu sürece insan-toplum olarak tanımlanabilir ve de kendi anlamını bulabilir. 

İnsan-toplumun tarihi ve/veya tarihin insan-toplum bölümü ele alınırken bu tarih kapsamındaki olay-olgu; varlıkların da; yerel/bölgesel-dünya/evrensel bütünlüğü içerisinde ele alınmasıyla doğruya yakınlaşmış olacağız. 

Rêber APO’nun Ortadoğu’da Uygarlık Krizi Ve Demokratik Uygarlık Çözümü adlı savunma da 6. hakikat olarak dile getirdiği “Ben benim, ben evrenim, ben öncesi-sonrası, yakını-uzağı olmayan zaman ve mekânım!” belirlemesi bu gerçeği en anlaşılır biçimde izah etmektedir. 

Bütünlüklü tarih anlayışı temelinde evrensel tarihi incelediğimizde Ortadoğu jeo-kültürü (Ortadoğu kelimesi, gerçeği tam ifade etmeme ya da örtme riski taşıdığı için Ortadoğu kavramı yerine -Verimli Hilal- kavramını kullanmak gerçeğe daha da yakınlaştırabilir) insan-toplum tarihi açısından belirleyici bir yere sahiptir. Sosyal bilimin antropoloji-arkeoloji-etnografi-etimoloji-tarih bilim dallarında yapılan çalışmaların sonuçları, insanlığın ortak mirası olan tarihi kalıntılardan öğrenebildiklerimiz ve coğrafyanın da katkılarıyla elde edilen veriler bu gerçeğin kabulünü kaçınılmaz kılmaktadır.

Doğu Afrika Rif’inden yola çıkan insan grupları binlerce yıllık yolculukları boyunca kendileri için uygun bölgeler aramışlardır. Bu uzun, meşakkatli ve acılı yolculuğun sonuçlarından biri olarak sağ kalabilen insan grupları Afrika’nın kuzeyinden başlayıp bugünkü Hindistan’a kadarki sahayı kapsayan Verimli Hilal bölgesinde yoğunlaşmaya başlamışlardır. Binlerce yıllık 4.buzul döneminin sona erme süreci tamamlanınca, bu sahada iklim ve coğrafyanın sunduğu koşullar insan için yaşamsal önemde gerekli barınma, korunma ve beslenme imkânlarını sunmaktadır. Verimli Hilal denilen bu coğrafyanın değişik alanlarında gens-klan ve giderek kabile biçiminde örgütlenen insan grupları göçer, yarı-göçer yerleşik yaşam ve hareket tarzlarıyla binlerce yıllık süreç içinde doğal toplumu inşa etmişlerdir. Ana-kadın öncülüğünde inşa edilen toplumsallık neolitik devrim döneminde zirveye ulaşmıştır. İnsanlaşma ve toplumsallaşmanın iç içe geliştiği bu süreçte insan-toplum zihniyet, anlam ve yapılanmalarıyla kendini bugünlere kadar taşırabilen maddi-manevi kültür değerlerini yaratmıştır. İ.Ö 20.000 ile 3.000 arası zamana tarihlenen bu dönemde iki ana kültür ve dil grubu olarak Semitik dil-kültür ile Aryenik dil-kültür ortaya çıkmıştır. 

Önder APO, tarihin bu döneminde hakikatin yaşandığını ve dolayısıyla hakikati bizzat yaşayan toplumun, bir başka hakikat arayışına gerek duymadığını belirtir. Toplum tarihi üzerindeki belirleyici rolü anlamında tarihin anası olan bu dönem politik- ahlaki toplum dönemidir de aynı zamanda. Özellikle neolitik devrimle birlikte kendisini atılım düzeyinde yansıtan kazanımların gasp edilmesi üzerine, kendini var eden devlet adlı bir yapılanma ortaya çıkar İ.Ö 3000’lere doğru. Yaklaşık 5-6 bin yıllık süre öncesine tarihlenen devlet, sırasıyla erkek egemen hiyerarşi, hanedanlık, kent, imparatorluk ve en son ulus-devlete kadar farklı biçimlerle kendini bugüne kadar taşırır. 

Ahlak, ideoloji, din, tarikat, mezhep, felsefe, bilim, sanat, edebiyat gibi manevi kültür değerleri olduğu kadar peygamber, mehdi, filozof, bilge, derviş, ermiş, askeri komutan, imam, bilgin gibi kişilikler de toplumun özgürlük, adalet, barış, demokrasi arayışlarının sonucunda ortaya çıkmıştır. Yine bu oluşumlar ve kişilikler devlete ve iktidara kaydıkları oranda da toplum karşıtı, kendilerinin ve kendi söylemlerinin karşıtı haline gelerek toplumun direnişiyle karşılaşmışlardır.
İnsan-toplum tarihi, demokratik uygarlık ve devletçi uygarlık olarak adlandırılan iki ana nehir akışı biçiminde seyreder. Verimli Hilal jeo-kültürü, bu iki ana nehrin doğuş yeri olduğu için insan-toplumun evrensel tarihinde belirleyici yere sahiptir. Özgürlük ve kölelik eğilimlerinin, direnişin ve teslimiyetin, kahramanlığın ve hiçliğin, despotluğun ve toplumsallığın bu kadar keskin biçimde bir arada ama aralarında kıyasıya mücadelenin yaşandığı; ama aynı zamanda birbirine dönüşebildikleri, yüce kazanımların olduğu kadar büyük kayıpların ve trajedilerin de yüce yaratımlar kadar ölümün de en kahredici biçimlerinin yaşandığı merkezi coğrafya olması bu gerçeğe dayanır.

Semitik kültür ağırlıklı İbrahimi gelenek ile Aryenik kültür orijinli Zerdeşt geleneği, bir yandan birbirleriyle karşılıklı bir etkileşim halinde olurken diğer yandan da direniş geleneği ekseninde zaman-mekan olgularına bağlı olarak ortaya çıkan tüm ideolojik, düşünsel, felsefik, ahlaki, dini, siyasal, kültürel, ekonomik, askeri akımları ve hareketleri, örgütleri ve mücadeleleri, söylemleri ve eylemleri, inişleri ve çıkışları etkilemişler hatta ondan da öte onlara kaynaklık etmişlerdir. Ancak bu iki ana kaynak gerek İbrahimi ve Zerdüşti gelenekler olarak ve gerekse de etkiledikleri akımlar ve çıkışlar olarak devletçi uygarlık güçleri tarafından kullanılma ve yozlaştırılma durumunu da yaşamışlardır. 

Hz. İbrahim’in çoklu tanrı-krallar düzeni ve onun Urfa havzasındaki uzantısı olan Nemrut düzenine karşı çıkışı Musa’da On Emir ile birlikte kabile devleti yasalarına dönüştürülmüş. Saul-Davut ve Süleyman bu yasalara dayanarak kabile devletini kurmuşlar. Bu kabile devleti kapitalist modernite de onlarca ulus-devlet tanrısına dönüşmüştür. Neolitik devrim değerlerini ahlak felsefesi biçiminde zaman-mekana uyarlayan, bu yolla devletçi uygarlık güçlerine karşı demokratik uygarlık güçlerine başarılı direnme yolunu gösteren Zerdüştilik, Aryenik kültür ve halklara tarihi çıkışlar yaptırırken kendisinden sonraki özellikle Ortadoğu çıkışlı tüm direnişler ve hakikat arayışlarına, başta Mazdeizm, Mitraizm, Manizm, Alevilik gibi çıkışlara kaynak olmuştur. Diğer yandan Zerdeşt felsefesinin gücünü kendi çıkarları için kullanan ve kastlaşan Mag rahipleri, Mani’nin aydınlığı ve erdemi geri getirme çabalarını bastırma örneğinde olduğu gibi devletçi güçler tarafından kullanılagelmiştir. Yaklaşık 300 yıl ezilenlerin sesi olarak hakikat arayışını sürdüren Hıristiyanlık, din adamlarının Roma devleti ile işbirliği sonucunda resmileşerek devlet ve iktidar aracı olarak kullanılmış ve bunun üzerinden bir karşı Hıristiyanlık geliştirilmiştir. 

Hz. Muhammed Semitik kültüre Araplık temelinde yeni bir çıkış yaptıran ama aynı zamanda tüm toplumları kapsama iddiasında olan İslamiyet de, direniş geleneğinin kendisinden önceki deneyimlerinin akıbetiyle karşılaşmaktan kendini kurtaramamıştır. Arap kabile aristokrasisinin önemli bir kısmı gelişen İslam karşısında kendi çıkarlarını korumak için Müslümanlığı kabul etmiştir. Ancak Hz. Muhammed’in vefat ettiği andan itibaren İslam adı altında derhal bir karşı İslam hamlesi gerçekleştirmişlerdir. Daha Hz. Muhammed’in naaşı yerdeyken komployla iktidarı ele geçiren Ümmeye oğullarının başlattığı gelenek Emevi ve Abbasi iktidarları biçiminde sürmüştür. İslamiyet’i yozlaştırıp karşı İslam haline getiren Arap egemen güçleri, Verimli Hilal sahasının hemen her alanında baskı, el koyma, savaş, asimilasyon, katliam, köleleştirme, kandırma, yasaklama, korkutma dahil her türlü şiddet yöntemlerini esas alarak iktidarlarını tesis ederken, Hz. Muhammed’in sözlerini, eylemlerini, yaşam tarzı ve davranışlarını kendilerine göre yorumlayarak, sansürleyerek, üzerinde tahrifat yaparak aynı zamanda anti Muhammediliği de geliştirmişlerdir. Baskı-şiddet-gasp ve dogmaya dayalı bu karşı İslam iktidar geleneği daha sonra Memlûkler, Selçuklar, Osmanlılar ve benzerleri biçiminde sürerken diğer yandan devlet-iktidar güçlerinin “muhalif” olduğunu iddia eden tarafı da Safeviler biçiminde bu geleneğin “farklı” biçimini yaşatmışlardır. 

Devletçi uygarlık güçlerinin halifelik kurumlaşmasıyla tekelleşen iktidarlarının baskı, zulüm ve şiddeti karşısında Verimli Hilal merkezli demokratik uygarlık güçlerinin direnişleri, İslamiyet’in çıkışını izleyen ilk yıllardan itibaren ve özellikle 7. yy ile 13. yy arası yoğun ve yaygın biçimde süregelmiştir. Haricilik, Batınilik, Hürremilik, Müslimiye, Alevilik, İsmailîyye, Babailik, Karmatilik ve bunların kollarından olan onlarca akım ve hareketler, özünde demokratik toplum ve onun değerlerini savunan hareketler, direnişler ve arayışların zuhurudur. Devletçi uygarlığın zihniyet anlam ve yapılanması karşısında bu direnişler zaman-mekan-hareket bütünlüğüne bağlı olarak din, mezhep, tarikat, tasavvuf biçiminde; öncülük yapanlar ise sufi, mevlevi, derviş, seyit, askeri komutan, alim, mehdi gibi adlarla öne çıkıp bunlardan bazıları da kendilerini peygamber soyuna dayandırmak zorunda kalmışlardır. Hz. Ali, Ebu Müslim Horasani, Babek, Cafer-i Sadık, Hamdan el Karmati, Muhammed bin Ali, Hallac-ı Mansur, Baba Tahirê Uryanî, Hasan Sabbah, Mevlana Celaleddin-i Rumî, Şehabeddin-i Suhreverdî ve daha birçok devrimci önder ve öncü kişilikler bu direnişlerde ortaya çıkmışlardır. Horasan, Basra, Şam, Buhara, Rey, Bağdat, Ahwaz gibi alanların merkezi rol oynadığı ancak Buhara’dan Yemen’e, Hindistan’dan Anadolu’ya kadar tüm Verimli Hilal ve havzasını etkileyen bu direnişler, kendi zihniyet-anlam ve yapılanmalarını da geliştirmişlerdir. Neolitik devrimle zirveye varan ancak devletçi uygarlıkla birlikte çarpıtılan, istismar edilen, üzeri örtülen, yasaklanan maddi-manevi kültür değerleri bu direnişlerle birlikte yeniden canlılık kazanmışlardır. Başta toprak, ateş, ışık-aydınlık, bilgelik-hikmet-erdem, ahlak, ortak üretim ve paylaşım, kardeşlik, sevgi, özgürlük ve eşitlik olmak üzere, demokratik uygarlık değerleri bu direnişlerin amaçları, programları, söylem-eylem ve yaşam tarzlarında ortak değerler olmuştur.

Afrikalı Kölelerin Direnişinin (Zenc İsyanları) Yaşandığı Dönemin Genel Özellikleri

Afrikalı kölelerin direnişleri Cezire-Şatt-ül Arap bölgesinde, Emevi-Abbasi iktidarları dönemlerinde 7. yy ile 9. yy arasında gerçekleşmiştir. 

Ümmeye ailesinden Ebubekir, Ömer ve Osman’ın halifelikleriyle Ebu Sufyan ailesinin ittifakı sonucunda kurulan fetihçi Emevi devleti talan, gasp, yasaklama, katliam, işkence, köleleştirme, fetih başta olmak üzere baskı ve şiddet üzerine yükselen bir iktidar olmuştur. Emeviler döneminde, en ünlüleri Muhtar ül Sakafi, Bihaferid bin Mahfuriddin ve Mazdeki-Hürremiler, Basra civarında Zenc ayaklanmaları olmak üzere birçok ayaklanma gerçekleşmiştir. 

Emevi saltanatı karşıtı ve aynı zamanda Hz Muhammed İslam’ına inanmış olan Ebu Müslim Horasanî, Emevi karşıtı diğer güçlerle de ittifak yapar. Bu ittifak sonucunda Horasan’dan Yemen ve Irak a kadar yayılan savaşlarla Emevi hanedanının iktidarı yıkılır. Ebu Müslim’in, iktidarı Abbas oğullarına teslim etme niyeti başta yoktur. Emevi devletini yıktıktan sonra Ebu Müslim, Hz. Ali ailesinden olan Cafer-i Sadık ve diğer iki önemli şahsiyete daha devleti yönetmelerini önerir. Ancak bu kişiler İslamiyet ile iktidarı karıştırmak istemediklerini belirterek teklifi kabul etmezler. Bunun üzerine Ebu Müslim ve ittifakları olan Süleyman Kesir ve Ebu Selma, Abbas oğullarıyla anlaşırlar. Bu anlaşmaya göre ideolojik olarak Cafer-i Sadık ailesinden gelen imamlar söz sahibi olacaklar, devlet idaresi ise Abbas oğullarına ait olacaktır. Bu temelde 750 yılında devlet iktidarı Abbas oğullarına teslim edilir. Ancak devletçi uygarlığın kendisinden ve Emevi hanedanlığından aldıklarını daha da geliştiren Abbas oğulları, iktidarının daha ilk yıllarında gelenin gideni aratacağını göstererek, halkın adalet ve özgürlük arayışlarını katliam, baskı ve şiddetin her türlüsüyle bastırmaya girişir. Bu durumda halk Ebu Müslim ve yoldaşlarına artan bir şekilde umut bağlar. Abbas oğulları iktidarı ise ilk olarak kendisine en büyük tehlike olarak gördükleri Süleyman Kesir, Ebu Selma ve Ebu Müslim Horasani’yi tasfiye ederler. Devletin ve halifeliğin merkezini Şam’dan Bağdat’a taşıyan Abbas oğulları iktidarı fetih ve talan seferlerini batı ve güneyindeki coğrafyaya yayar. İran’ın ve Kürdistan’ın kuzeydoğu alanlarında köklü olan Zerdeşti-Mazdeki-Maniheist gelenekler nedeniyle Emevi-Abbasi iktidarı fazla tutunamaz. ilk yüzyıl içersinde bu alanlarda ciddi bir etkinlik kuramaz. Zaten Emevi iktidarını yıkan Horasan merkezli isyanlarla başlayan, Şam’a kadar yayılan direnişler olmuştur.

Abbasi iktidarı özellikle Ebu Müslim Horasani’nin tasfiyesinden sonra baskı ve zulmünü her alanda sınırsız biçimde artırır. Abbasilerin bu yaklaşımı bir yandan iktidar içi çatışmalara yol açarken, diğer yandan Abbasi İmparatorluğu’nun her yanında toplumun farklı direnişleri ortaya çıkar. Zerdüştlük, Mazdekizm, Maniheizm kaynağından beslenen Alevilik, İsmailik, Haricilik, Batınilik, Karmatilik, Hassasinik gibi hareketler yanında bunlarla bağlantılı El Muqanna, Kızılbaş, Zenc, Karmati, Babek, Babai ayaklanmaları en fazla bilinenleri olmak üzere onlarca ayaklanma, ideolojik, politik, askeri, kültürel ve ekonomik direnişler yaşanır Abbasi devlet-iktidarının başlangıcından sonuna kadar.

Afrikalı Kölelerin Direnişleri: Zenc İsyanları

Zeng kelimesi Farsça da zil, çan, demir oksidi rengi anlamlarında kullanılır. Arapça ile Farsça arasındaki ortak kavramlaştırmalar sonucunda zeng kelimesi zenc biçimine dönüştürülür. Ancak bu isyanlarda söz konusu olan anlam yüklenimi farklılık arz eder. Etiyopya ve Tanzanya başta olmak üzere Arap egemenlerinin Afrika’dan getirdikleri köleleri tanımlamak için kullandıkları ve sonradan giderek kanıksanan bu kelime aslında gerçeğin çarpıtılması ve hakaret içermektedir. Bu nedenle biz zenc kelimesi yerine Afrikalı köle kelimesini kullanacağız. 

Dicle ile Fırat’ın birleşip körfeze döküldükleri bölge, bugün Şatt-ül Arab olarak biliniyor. Şatt-ül Arab, Arap su yolu anlamını taşır. 193 km uzunluğundaki bu bölge körfezde yer alan adalarla ( Cezire ) birlikte tarihsel süre içinde sürekli önemini korumuştur. Alüvyonlu topraklardan oluşan tarım arazileri, taşıma işinde kullanılan kanalları, tuz havzaları, uzun yıllar boyunca çok önemli ticaret ve liman merkezleri rolünü oynaması ve son yüzyıllarla birlikte zengin petrol ve doğal gaz yataklarına sahip olmasıyla bu önemini ortaya koymaktadır. Bu nedenlerle Emevi-Abbasi devlet-iktidar güçleri de diğerleri gibi Cezire ve Şatt-ül Arap denen bu bölge üzerinde hakimiyetlerini tesis etme ve güçlendirmeyi kendileri için hayati önemde görmüşlerdir. 

Verimli Hilal merkezli direniş geleneği, deneyimleri, hareketleri ve eylemleri içinde Cezire-Şatt-ül Arap bölgesi belirleyici önemde olmuştur. Zira Hariciler, Batıniler, İsmaililer, Aleviler, Karmatiler, Hanbeliler, Afrikalı köle ayaklanmaları gibi belli başlı hareketler ve arayışlar ya doğrudan bu bölgede ortaya çıkmışlar ve güçlenmişler ya da bu bölge onların ortaya çıkmaları ve güçlenmelerinde büyük role sahip olmuştur. Verimli Hilal merkezli direniş geleneğinden kaynaklı çıkışlar nasıl birbirleriyle yoğun etkileşimde olmuşlarsa, onların bu özelliği bölgede ortaya çıkan ve güçlenen hareketlere ve deneyimlere de yansımıştır. Verimli Hilal’de yaşanan 7-13. yüzyıllar arası dönem incelenirse ortaya çıkan akımların, hareketlerin, isyanların, her türlü demokratik toplum deneyimlerinin birbirlerini nasıl etkilemiş oldukları anlaşılabilir. 

Afrikalı kölelerin hareketi, direnişi ve inşa ettikleri demokratik toplum modeli bu coğrafyada 7, 8 ve 9. yüzyıllar boyunca belli aralıklarla gerçekleşmiştir.
Sümer devletinden başlamak üzere devletçi uygarlığın doğayı talan edilmesi gereken bir kaynak olarak görmesi yaklaşımından dolayı Mezopotamya’nın aşağı bölgeleri çölleşmiş, çoraklaşmış ve toprakları tuzlanmıştır. Bu oluşuma bağlı olarak Şatt-ül Arab ve havzasından oluşan bu bölgede de geniş tuz havzaları ve bataklıklar oluşmuştur.

Asur İmparatorluğu’nun başlattığı fetih, vergilendirme, ganimet ve ticaret yoluyla iktidar olma ve gücünü artırma geleneğini Emevi ve Abbasi devletleri de sürdürür. Ancak işgal edilen toprakların kontrol edilmesi ve daha fazla ülkenin işgal edilmesi için daha fazla savaş gücüne, tekniğe, silaha ve paraya ihtiyaç duyarlar. Bu durumda hem devlet-iktidarın çekirdeğine yeni grupları ekleme ve hem de bunlar eliyle yeni sermaye kaynakları oluşturma, toplum üzerindeki baskıyı ve şiddeti daha da ağırlaştırma, toplumu fakirleştirip köleleştirme, direniş girişimlerini gaddarca bastırma; böylece iktidarı derinliğine ve genişliğine daha fazla yayma yaklaşımını seçerler. Yani artık o döneme kadar olduğu gibi sadece saldırma, fethetme, gasp etme, vergilendirme ve ticaret yapma yetmez. Bir de tarımsal üretim ve bunun ekseninde ticaret de artık gerekli görülür. Bu yaklaşım temelinde Halife Osman bazı değişiklikler gerçekleştirir. Hz. Muhammed’in getirdiği sınırlama olan Kureyş kabilesi üyelerinin Medine dışında toprak satın alamayacakları yasağı kaldırılır. Ardından her türlü alanda ve her türlü koşullarda köle çalıştırılması serbestleştirilir ( Hz. Muhammed’e ihanet edilerek karşı-devrimin nasıl gerçekleştirildiği konusunda önemli bir örnek ). Bu değişiklikle birlikte Emevi oğulları ve ardından Abbasi oğulları, Arabistan toprakları dışında geniş araziler ele geçirirler. Ele geçirebilecekleri araziler için en uygun bölgelerden biri de Mezopotamya’nın aşağı bölgesidir. Dicle ile Fırat nehirlerinin birleşip körfeze döküldüğü ve halife Osman zamanında Şatt-ül Osman olarak bilinen ancak daha sonra Şatt-ül Arab adlandırılan bu bölge de İmparatorluğun egemenlik sahasındadır. Bu bölgedeki geniş tuz havzaları ve bataklıklar ölü arazi statüsünde oldukları için devlete verilen arazi vergisi de ancak onda bir oranındadır. Her bakımdan şartları uygun gören Emevi oğulları ve daha sonra Abbas oğulları, savaşlarda elde ettikleri ganimetleri takas vererek bu bölgede devlet arazisi olan geniş toprakları mülkleri haline getirirler. Bu şekilde yeni büyük toprak sahipleri, aristokratlar ortaya çıkar. 

Ancak bu arazilerden nasıl kazanç elde edilecek? Nasıl tarıma elverişli hale getirilecek? Ne elde edilecek? Bu bataklıkları ve tuz havzalarını kimler tarıma elverişli hale getirecek? İşte, Emevi ve Abbasi devlet-iktidar güçleri nasıl devlet-iktidar eliyle bu arazileri ele geçirdilerse, yine aynı devlet-iktidar gücüne dayanarak bu sorulara da kendileri açısından en kazançlı çözümler üretme yolunu seçerler. Halife Osman dönemine kadar Afrikalı kölelerin kullanılması sınırlıdır. Köleler ev, saray işlerinde ve çok sınırlı sayıda da asker olarak kullanılmaktaydı. Çünkü paralı askerlik yapan Türkler ve beyaz köleler bu ihtiyacı karşılıyordu. J.P. Roux’un belirttiğine göre: Türklerin askeri niteliklerinin üstünlüğü, kısa sürede anlaşıldı. Arapların, Basra’da seker kamışı tarlalarında çalıştırdıkları Zenci kölelerle, mukayese bile edilemezlerdi. Bu nedenle Türk esirlere ve paralı askerlere istek süratle arttı. Bunlara Arapça da beyaz köle anlamına gelen "Memlûk" denilmeye başlandı. Bu nedenle yaygın biçimde köle çalıştırmaya gerek duymuyorlardı. Ancak Halife Osman döneminde köleciliğe dayalı Roma toprak hukuku kabul edilerek kölelerin tarım işlerinde de çalıştırılmasının önü açılır. Böylece ele geçirilen arazileri işletmek için köle çalıştırmayı en uygun yöntem olarak gören Emevi ve Abbasi devlet-iktidar güçlerinin fetih ve talan seferlerinde artık köle ele geçirme de önemli bir hedef haline gelir. Çoğunluğu Tanzanya’dan (Zengibar) olmak üzere Afrika’nın doğusundan, işgal edilen ülkelerden vergi ve savaş esiri olarak alınan, zorla yakalanarak ele geçirilen binlerce köle bölgeye getirilirler. Bu köleler yüzlerce, binlerce kölenin bulunduğu çalışma kampları biçiminde yerleştirilirler. Ayrıca bölgenin yerli halkı olan köylülerin çoğunluğu da topraksızlaştırılarak bu kamplara alınır. (İlginçtir, bu kampların en büyüklerinden olan 15.000 kişinin toplandığı çalışma kampıyla Saddam’ın yaptığı ve de yargılandığı en büyük katliamlarından biri aynı yerde yani Dujeyl alanındadır). Kölelerin barınma, beslenme ve korunma koşulları çok kötü olduğu gibi yaptıkları işler de çok ağırdır.

Getirilen köleler bölgedeki arazilerin tarıma elverişli hale getirilmesi işlerinde çalıştırılırlar. Açılan kanallarla bataklıkların suları alınır ve bu suyla topraklar yıkanır. Temizlenen topraklar ise teras haline getirilerek tarımsal işletmeye açılır. Bu şekilde elde edilen arazilerde meyve, sebze, şeker kamışı, pamuk, hububat, pirinç ve daha birçok tarımsal ürün elde edilir. Özellikle şeker kamışı, pirinç ve pamuk gibi ürünlerin yetiştirilmesi ve bunlardan elde edilen ürünlerin kullanıma hazır hale getirilmesi, her aşamasında büyük zorluklar ve sorunlar içeren çok ağır ve zahmetli işlerdendir. Elde edilen bu ürünler ve ayrıca toprakların temizlenmesiyle elde edilen tuz, Emevi ve Abbasi İmparatorluklarının kontrolündeki ülkelerde ve ayrıca dış pazarlarda satılır. Elde edilen kazançla kereste, altın ile birlikte köle de satın alınarak baskı, sömürü ve zulüm sisteminin çarkları sürekli çalıştırılır. En fazla kazancın elde edildiği ama aynı zamanda en fazla zahmetli olan şeker kamışı yetiştirilmesi işine büyük rağbet vardır (Şekerin geçmişteki durumu kapitalist modernite döneminde çikolata yaşıyor! En fazla sevilen ve kullanımı yaygın olan çikolatanın ham maddesi olan kakaonun tamamına yakını Nijer’de her yıl onlarcasının öldüğü çocuk kölelerin çalıştırılmasıyla elde edilmektedir). İslam ve hilafet adına işleyen bu sistemde Emevi oğulları ve Abbasi oğulları ile bunların işbirlikçisi olanlardan yeni toprak, bahçe sahipleri ile birlikte yeni tuz, köle, tarımsal ürün, altın ve kereste tüccarları da türeyerek bu sisteme dahil olurlar. Ancak egemen güçlerin zenginleşmesi ve güçlenmesine paralel olarak bu zenginliğin ve değerlerin yaratıcısı olan köleler üzerindeki baskı, şiddet ve zulüm de bir o kadar artırılır.
Emevi ve Abbasi iktidarlarının zulüm ve baskıyı alabildiğine artırması karşısında, hafızalarında henüz doğal toplum anılarını canlı biçimde yaşayan köleler hiç vakit kaybetmeden ayaklanmalara yönelirler. Kendi toplumlarından ve yurtlarından zorla kopartılarak getirilen Afrikalı kölelerin yaşam biçimleri, ahlaki ve kültürel değerleri ile getirilip içine atıldıkları ortamın yaşam tarzı, dilleri ve inançları tamamen farklıdır. Yalanın, zorun, egemenliğin, zorla çalıştırılmanın, hakaret ve aşağılamanın olmadığı, doğa-toplum-insan arasında belli bir uyumun olduğu; sevgi, saygı, kardeşlik, dostluk, fedakarlık, cesaret, eşitlik, özgürlük, sadakat ve iyilik gibi değerlerin henüz canlı olduğu; az sayıda insanla kurulmuş ama ortak ruhun egemen olduğu klan ve kabilelerden oluşan yaşam tarzından koparılma kolay hazmedilir olmasa gerek. Bir de getirilip içine atıldıkları yerde, dayanılamayacak kadar ağır şartlar altında ölümle yaşam arasındaki farkın olmadığı koşullarda çalışma, değer üretme ancak bunun karşısında insan yerine konmayıp “zenci” denerek ( bu kelime kirli, kara, küflü, is, kötü, karanlık kavramlaştırması temelinde kullanılmıştır ) akılsız, geri, hırsız, çapulcu vb. tanımlamalarla hakaret edilmeyle karşılaşınca, tabii ki insan olmanın gereği olarak tahammül edemezler ve her gördükleri fırsatta ayaklanırlar.

Afrikalı köleler daha Emevi iktidarının ilk on yılı dolmadan ilk ayaklanmayı gerçekleştirirler. Daha sonra bu ayaklanmalar hem Emevi iktidarı döneminde ve hem de ardından gelen Abbasi iktidarı döneminde tekrarlanır. 

Alexander Popoviç’in Afrikalı kölelerin ayaklanmaları üzerine hazırladığı The Revolt of AFRICAN SLAVES in IraQ in the 3rd/9th Century adlı çalışmasında belirttiği üzere: “İlk ayaklanma, 689-690 yılları arasında, Emevilerin Irak valisi Halid Musab b. al-Zübeyr zamanında gerçekleşir. Bu ayaklanmada Afrikalı köleler, çalışma kamplarını terk ederler ve gruplar oluşturarak yakınlarında olan çiftliklere baskınlar yaparlar. Ama kısa sürede Emevi askerleri tarafından yakalanarak idam edilirler. 

İkinci ayaklanma 694 yılında ve bu sefer daha hazırlıklı biçimde gerçekleşir. Afrikalı köleler kendi aralarından adı Abdullah İbn al-Jarud olarak kaydedilen ancak gerçek adı Rabah ( Riyah ) olan birini Şîr-î Zencî yani Zenci Aslanı adıyla seçerek komutanları olarak tanırlar. Emevilerin gaddarlığıyla nam salan Irak valisi El-Haccac zamanında gerçekleşen bu ayaklanma da ancak bir yıl sürebilir ve katliamla bastırılır.”

Afrikalı kölelerin üçüncü ayaklanması Abbasi iktidarının kurulduğu ilk yıllar olan 749-750 de gerçekleşir. İlk Abbasi halifesi ve sultanı olan Abul Abbas al-Saffah zamanında Musul bölgesinde gerçekleşen bu isyanı çok gaddar biçimde bastıran Abbasi ordusu kadın ve çocuklar da olmak üzere on binden fazla insanı katleder.

Afrikalı köleler nefes bile zor alabildikleri koşullarda, tümüyle yabancısı oldukları bir coğrafya ve kültür ortamında Emevi ve Abbasi iktidarları şahsında temsil edilen devletçi uygarlığa karşı sürekli direniş halindedirler. Ayrıca kendi dilleri ve dinleri yasaklandığından bölgedeki dil ve inanç-kültürleri kabullenmek zorunda bırakılırlar. Ancak devlet-iktidarın karşı İslam Sünni yorumunu değil bunun karşısında olan ve direniş geleneğini temsil eden inanç ve kültürleri tercih ederler. Bu temelde peş peşe gerçekleştirdikleri her bir ayaklanmada bir yandan daha öncekilerden ders çıkarırken, diğer yandan Emevi ve Abbasi uygarlıklarını giderek daha fazla tanıyarak hazırlıklarını ona göre yapmaktadırlar. İşte bu ayaklanmalar içinde, hakkında en fazla ve tutarlı bilgilerin olduğu ayaklanma 869-883 yılları arası dönemde gerçekleşen direnişlerdir.

Afrikalı Kölelerin En Büyük Ayaklanması ve El-Muhtarê ( 869-885)
869-883 yılları arasında gerçekleşen ve tarihsel kayıtlarda çarpıtılan ama hem tarihsel kayıtlarda ve hem de toplumun hafızasında silinemeyen bu direnişleri Afrikalı kölelerin Emevi ve Abbasi iktidarlarına karşı gerçekleştirdikleri diğer direnişlerden farklı kılan bir çok etken vardır.

Önce ayaklanmaların gerçekleştiği dönemde Verimli Hilal sahasının genel koşullarını anlamaya çalışalım. 

Ümmeye oğulları, Emevi oğulları ve daha sonra Abbasi oğulları İslam adını kullanarak devlet-iktidar olmaları ve karşı İslam hamlesini geliştirmeleri daha ilk yıllarda ciddi rahatsızlıklara neden olmuştur. Ümmeye oğullarından Ebubekir, Ömer ve Osman halifeliği ile Hz.Muhammed’in “hanehalkım-Ehl-i Beyt” dediği Ali ailesi arasındaki çelişkiler daha sonraki direnişlerle birleşmektedir. Verimli Hilal sahasında İslamiyet öncesinde ortaya çıkan Zerdeştilik, Maniheizm, Mazdeizm, İsevilik gibi direniş geleneği ve kültürüne dayanan demokratik uygarlık güçleri, karşı İslam hamlesiyle yeni biçim alan devletçi uygarlık güçlerine karşı direnişlerini Hürremilik, Alevilik, Haricilik, İsmaililik, Karmatilik gibi biçimlerle yaygın ve kapsamlı biçimde yürütmektedirler. Bu direnişler düşüncede, zihniyette, felsefede; anlam dünyası, ütopyalar, yaşam tarzı, örgütlenme, mücadele yöntemleri ve programları ile eylem tarzlarında çok büyük hareketlenmelere, arayışlara, oluşumlara, değişim ve dönüşümlere yol açmaktadır. Verimli Hilal coğrafyasından giderek Asya içlerine, Afrika’ya, Anadolu’ya ve hatta Avrupa’ya kadar yayılan bu dalga tüm insanlığı etkilemektedir. Bu gelişmelere bağlı olarak demokratik toplumun inşa edilmesi kapsamında birçok alanda girişimler gerçekleştirilir. Yani maneviyat-maddiyat-hareket bütünlüğü içerisinde gerçek bir oluşum dönemidir yaşanan. Toplumun direnişleri özünde bu amaca hizmet eder. Bu dönemde demokratik uygarlık güçlerinin en fazla önem verdikleri değerler emek, paylaşım, sevgi, adalet, erdem-hikmet-bilgelik, kardeşlik, eşitlik, ahlak, onur, özgürlük kavramlarıyla ifade edilenlerdir. Düşünsel, felsefik ve ideolojik alanda direniş güçlerinin hemen hepsi ateş, güneş, aydınlık, ermişlik, nur kavramlarını aynı anlamlar vererek paylaşmaktadırlar. 

Demokratik uygarlık güçlerinin direnişleri güçlü olduğu kadar devletçi uygarlık güçleri de etkilidirler. Kendilerini oldukça örgütlemiş, kurumlaştırmış ve yaygınlaştırmışlardır. Devlet ve toplum arasındaki bu çetin mücadelede devletçi güçler; Babek’in ve Hallac-ı Mansur’un organlarının diri diri kesilerek katledilmeleri ve daha birçok örnekte görüldüğü gibi çok gaddar bir baskı düzeni kurmuşlardır. Bu güçler haraç, sürgün, katletme, işkence, yakma, zindana atma, baskı kurma, yasaklama, kandırma, el koyma, dogmatizmi hâkim kılma, korkutma gibi yöntemlerle direnişleri ve toplumun arayışlarını engellemeye çalışmışlardır. Demokratik uygarlık güçleri ise düşünce gücü ve felsefe, şifre -takma adlar- semboller ve dolaylı anlatım yöntemlerini kullanarak anlam güçlerini zamana ve mekana uyarlayıp geliştirerek gizli biçimde örgütlenmekte, ideolojik, politik, örgütsel, askeri alanlarda mümkün olduğunca örgütlenerek, iyi hazırlık yaparak direniş eylemlerini gerçekleştirmektedirler. 

Bu dönemde de nasıl ki devletçi güçlerin kendi aralarında ittifakları ve etkileşimleri varsa, demokratik toplum güçlerinin de aralarında yoğun bir etkileşim, iletişim ve ittifak çabaları vardır. 

Tüm bu yaşananlardan bölgedeki Afrikalı köleler de kuşkusuz etkilenmişlerdir. Ayrıca artarda gerçekleştirmiş oldukları ayaklanmalardan büyük dersler çıkaran Afrikalı köleler, bu son ayaklanmanın başlamasına kadar ki dönemde bölgede kullanılan dil, kültür ve inançları, bununla birlikte egemenlerin ideolojilerini, siyasetini ve taktiklerini de öğrenmişlerdir.

Basra şehrinden körfeze kadar ki bataklık alanlar ayaklanmada merkezi rolü üstlenebilecek koşullara sahiptir. Bu alanlardaki Afrikalı köleler hem en ağır koşullarda yaşamak ve çalışmaktadır, hem de ayaklanma için uygun koşullara sahiptirler. Devletçi güçlere karşı mücadele eden demokratik-toplumsal güçlerin görüş-felsefe-örgütleme ve deneyimleri bu alanlarda da güçlü etkilerini hissettirmektedir. Ayrıca bu hareketlerde, akımlarda ve direniş eylemlerinde önder ve öncü olanlardan birçoğu bu alanları da kapsayan Mezopotamya’nın aşağı bölgesinde farklı adlar ve yöntemler kullanarak direnişleri örgütlemektedirler.

İşte böylesi zaman-mekan ve hareket bütünselliğinde yeni bir ayaklanmaya yönelir Afrikalı köleler. Ancak bu seferki ayaklanmada daha öncekilerin eksiklikleri tekrarlanmayacaktır. Doğal toplumun hafızalardaki anılarını hayata geçirecek, kölelerin çektiği zulme dur diyebilecek, her yönüyle kölelerin özlemlerine ve ihtiyaçlarına cevap verebilecek, özgürlük, eşitlik, adalet, kardeşlik, dayanışma, paylaşma gibi toplumsal değerleri esas alan sistemi kurabilecekleri bir ayaklanma olmalıdır bu.

Dönemin karakteri ve koşulları düşünüldüğünde devletçi güçlerin baskı, zulüm ve çarpıtmaları yanında halkın kendi özlem ve taleplerinin gerçekleşmesine öncülük-önderlik edenlere uygun bulduğu isimlerle hitap etmesi bir gelenek biçiminde sürmektedir. Bununla birlikte, daha sonra Verimli Hilal’in hemen tüm alanlarına yayılıp direnişlerde öncülük edecek olanların birçoğunun Horasan, Rey, Deylem, Küfe, Teberistan, Ahwaz, Buhara, Basra gibi alanlarda yaşamış oldukları biliniyor. Bu gerçeğe bağlı olarak Ali bin Muhammed’in etnik kökeni hakkında kesin bir yargıda bulunmak doğru olmayacaktır. Devletçi güçler açısından etnik kökeninin bir dereceye kadar önemi olsa da toplumcu güçler açısından etnik kökeninden ziyade topluma ne kadar ve nasıl hizmet ettiği ölçü alınmaktadır. Bir alanda veya bölgede ortaya çıkan bir direniş hareketinin, eyleminin amaç ve hedefleri o alan-bölge ve kültürünü aşabildiği gibi söz konusu eylem-harekete çok farklı etnik-kültürel gruplara ait insanlar katılabilmektedir. Mani hareketi, Babek ayaklanması ve Alevi hareketi bu konudaki örneklerin başında gelir.

Ayaklanmanın Önderliği

Daha çok Ali bin Muhammed olarak tanınan bir Alevi ayaklanmanın önderliğini yapar. A. Popoviç’in belirttiğine göre Ali bin Muhammed farklı adlarla da tanınır: Al- Burkui (peçeli), Sahib al-Zenci, Alevi al-Basri (Basralı Alevi), Sahib al- Rih (Rüzgarın efendisi) adlarıyla da bilinmektedir ve ayrıca devletçi-iktidarcı güçlerin ise al-Khabith (şeytan), al-Hain, al-Lain (lanetli), al-Habib (sevgili), al-Murık (sapkın), al-Fısk al-Fücur(zina yapan, günahkar) vb. adlarıyla onu tanımlarlar. Alexandre Alexander Popovic, İngilizceye çeviren: Léon King, The Revolt of AFRICAN SLAVES in IraQ in the 3rd/9th Century, Princeton, 1999

Ali bin Muhammed’in annesi olan Kurra’nın, Ali bin Rahib bin Muhammed’in kızı olduğu ve Rey kenti yakınlarındaki Warzani alanında yaşamış olduğu, babası Muhammed’in ise Rey kentinde yaşadığı birçok kaynak tarafından belirtilmektedir. Tarih olarak belletilenin devletçi-iktidar güçleri tarafından yazıldığı, elde kalan çok sınırlı bilgilerin de her kesim tarafından farklı yorumlandığı gerçeği ortadayken, Ali bin Muhammed’in etnik ve aile kökeni, çıkış yaptığı ideolojik kaynağın tam olarak ne olduğu konusunda kesin bir yargıda bulunmak doğru olmaz. Ancak daha önce Horasan’dan çıkış yapan Mazdeki-Hurremi geleneğe bağlı al-Muqanna ( peçeli ) kavramlaştırmasının Arapça ifadesi olan al-Burkui ( peçeli ) takma adını alması, Louis Massignon'un 'Birinci İslam Ansiklopedisi'ndeki makalesinde belirttiğine göre; “Ali bin Muhammed’in; Raşit Kurmati’nin, bir değirmenci, bir şerbet satıcısı ve bazı kaçak zenci kölelerle kurduğu gizli örgüte (ubbak), Babeki-Karmati usülü bağlılık yemini ile girmiş olması …”, ilk çıkış merkezinin Horasan olması gibi nedenlerle Kürdistanlı ve/veya İranlı olduğu, Zerdeşti-Mazdeki gelenekten oldukça etkilendiği rahatlıkla belirtilebilinir. 

Ali bin Muhammed çocukluğu ve gençliğinde Medine, Rey ve Warzani alanlarında yaşamış, Cafer-i Sadık’ın eğitiminden geçmiş, bilim-felsefe ve siyaset konusunda yetkinleşmiş, hat sanatı, gramer ve astronomi öğretmenliği yapmış, gelecekten haber verdiğini iddia eden, Abbasi Halifesi al-Muntasır’ın Samarra’daki sarayına övgücü ozan olarak giren, kasideler ve şiirler yazan, toplumun tüm kesimlerini ve devlet-iktidarı yakından tanıyan, Samarra, Bağdat, Basra, Bahreyn ve Cezire bölgesinde önemli girişimlerde bulunan, eylemcilik yönü çok güçlü olan ve giderek devrimci önder bir kişilik olarak öne çıkan biridir.

Ayaklanmanın Hazırlıkları

Abbasi iktidarı daha fazla ülke işgal etmek ve savaşları finanse etmek ve iktidarını sürdürmek için toplum üzerine büyük baskı uygulamaktadır. Köylüleri ağır vergilerle topraksızlaştırır ve köleleştirir. Afrika’dan getirilen kölelerle birlikte bu insanlar tarımı tekeline alan büyük toprak sahiplerinin çıkarlarına hizmet ettirilirler ve ellerinden her şeyleri alınarak üzerlerinde ağır baskı politikası uygulanır. İmparatorluğun kontrolündeki her yerde toplum “Mehdi gelecek, bu günleri sona erdirecek” beklentisine girer ve kendilerini kurtuluşa götürecek tüm girişimlere, direniş eylemlerine büyük destek sunar ve katılırlar. Abbasi iktidarının Sünni yorumlu; karşı İslam yaklaşımına karşı toplum, direniş kültürünü temsil eden mezhep, akım ve hareketlere sahiplenir. Bu dönemde Basra ve Cezire bölgesinde bulunan Ali bin Muhammed, bir takım halk ayaklanmalarını örgütlemeye girişir. Bahreyn’deki Hacar ve ardından Al-Ahsa alanlarında yerel halkın ayaklanmalarına öncülük eder. Ancak Hacar ve Al-Ahsa alanlarındaki girişimlerde fazla başarı elde edemeyince Basra’ya doğru yönelirler. Burada Kerkük bölgesinin aşiretlerinden destek gelmesine rağmen ayaklanma bastırılır.

Basra’daki ayaklanma girişimleri de başarısız olan Ali bin Muhammed ve bazı yoldaşları Bağdat tarafına kaçarak izlerini kaybettirirler. Bağdat’ta örgütleme çalışmalarına hız veren Ali bin Muhammed, burada etkili kişiler de dahil olmak üzere önemli düzeyde bir örgütlenme yaratır. Basra valisi değişince en yetkin ve güvendiği yoldaşlarını yanına alarak Basra’ya döner. Basra ile Cezire arasındaki tuzlalar ve bataklıkların bulundukları alanlara yönelir. Ayaklanma ve eylem girişimlerinden ders çıkaran Ali bin Muhammed, bu sefer oldukça planlı, programlı ve titiz biçimde hazırlıklarını yapar. 

Bu yaklaşım temelinde yoldaşlarıyla birlikte Furat al Basra bölgesindeki Amud al-Muna tuzlasında kurulmuş olan Kasr al-Kureyş’a yerleşir. Ali bin Muhammed burada kendisini bir tuzla yöneticisi olarak tanıtır. Bu şekilde şüpheleri üzerine çekmeden rahat hareket edebilecek ve herkesle ilişkiye geçebilecektir. Nitekim öyle de olur. Afrika ülkelerinden bu bölgeye getirilen köleler ölümle yaşamın fark edilemediği koşullarla iç içedirler. Büyük baskı ve zulüm uygulanmaktadır üzerlerinde. Bölgede daha önce de defalarca ayaklanan, eylemlere girişen bu Afrikalı kölelerde direniş eğilimi; tüm bastırma, katliam ve baskılara rağmen çok güçlüdür ve arayışları sürmektedir. O dönemde tüm bölgede yaygın olan “ Mehdi gelecek” beklentisi Afrikalı köleler için de geçerlidir. İşte bu koşullarda Ali bin Muhammed, kendisini Hz. Ali soyuna dayandırmanın verdiği ek kolaylıkla da bölgedeki Afrikalı kölelerle ilişkileri geliştirir. Kölelerin yaşamlarını paylaşır, ateşli konuşmalar yaparak, kendini Mehdi olarak yansıtarak, kölelerin özgürlük, eşitlik, kardeşlik, ortak mülkiyet beklentilerine cevap verecek bir program ortaya koyar. Çalışmalarında kölelerin bu beklentileriyle ilgili Kuran’dan ayetler okur. En fazla da Kuran’daki (Tevbe; 9/111) ayetini okur. Hz. Muhammed’in Medine’ye göç ettiği zaman muhacir Mekkelilerle Ensar Medineliler arasında yapılan Akabe Kardeşlik Sözleşmesi’nden sonra indiği söylenen bu ayette “ Allah inananlardan mallarını ve canlarını, cennetten bir armağan karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşır; öldürürler ve ölürler.” Bu Tevrat'ta, İncil'de ve Kuran'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allahtan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde onunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin; bu büyük kazançtır." diye buyurur. Bununla birlikte Beled suresindeki “ Fekku Ragabe ( kölelere özgürlük ) ayeti gibi ayetleri de sık sık işler. Ali bin Muhammed ya da Al-Burkui ve hareketin öncüleri her hutbe konuşmasına “Allahu ekber, La hükme illa lillah” yani “ Her şeye hükmeden sadece ve sadece Yüce Allah’tır” sözüyle başlarlar. Bu şekilde davranarak çalışmaları için meşruiyet zemini hazırlarlar, anlatmak istediklerini en etkili biçimde anlatırlar ve kendilerini koruyabilirler. Tabii, Abbasi iktidar güçleriyle çelişkileri olan, Samani Emiri Nasır bin Ahmed gibi bazı etkin yerel iktidar güçleri de Al-Burkui’yi desteklerler.

Mazdeki-Hurremi gelenekten gelen Al-Burkui’nin önderlik yaptığı bu hareketin felsefesi ve programının bir yönüyle Ezarika Hariciliği ve diğer yönüyle Zeyd Şiiliğinden de etkilendiği söylenebilir. Çünkü genelde ezilenlerin mezhebi olarak tanınan Ezarika Hariciliğinde eşitlikçilik ve özgürlükçülük savunulur. Temsilci anlamında halife seçiminde herkesin eşit olduğunu savunurlar, soya bağlı imamet anlayışını kabul etmezler. Bu nedenle Şiiliğin Ehl-i Beyt imamet anlayışını reddederler. Şiilikten etkilenme ise “beklenen Mehdi” anlayışını dile getirmeleridir. Bilindiği gibi o dönemde tüm toplum “ Mehdi”nin gelip kendilerini kurtarması beklentisini taşımaktadır. Ünlü Karmati önderlerinden Hamdan bin Karmat’ın ittifak teklifini kabul etmemesinin nedeni bu olabilir. Çünkü Karmatilerin her örgüt ve/veya hareketinin başında mutlaka bir Ehl-i Beyt üyesinin ( Hz. Ali ailesi üyelerinden ) olduğu iddia edilmektedir.

Kölelere Özgürlük ve El-Muhtarê

Bu hareket ve ayaklanmadan yüzlerce yıl sonra sosyalist toplumu kurma iddiasıyla yola çıkan Marksistlerin “ yaşasın işçiler” sloganı ve “proleterya diktatörlüğü” modelinden daha fazla hakikate yakın bir arayış ve bunun modeli olduğunu görmekteyiz.
Al-Burkui ve yoldaşları bölgedeki Afrikalı kölelerin inancını ve güvenini kazanırlar. Kurtuluşun ve özgürlüğün yalnızca bu harekete katılmak ve ayaklanmakla mümkün olabileceğine inanan Afrikalı köleler kısa zaman içinde tek tek ve küçük gruplar halinde Al-Burkui etrafında toplanırlar. Ayrıca Abbasi devlet-iktidarının zulmü ve baskısına dayanamayan bölgedeki yerli köylüler de ayaklanmaya katılırlar. Tuzlalar ve bataklıkların, çalışma kamplarının bazılarını ele geçirerek kendilerine bir kent kurarlar. El-Muhtarê ( özgürlük kenti ) adını verdikleri bu kentte özgürlük ve eşitlik özlemlerine uygun demokratik ve komünal bir toplum kurma yoluna giderler. Önderlerin ve öncülerin savundukları fikirler, bilgelikleri, yaşam tarzları ve sundukları program, bu programın hayata geçirilme koşullarının yaratılması, örgütlenme ve mücadele tarzındaki taktik zenginlikler, özlemlere cevap olabilecek bir yaşam tarzı ve toplum biçiminin geliştirilmesi gibi nedenlere dayalı olarak kısa zaman içerisinde önemli sayıda ve kararlı bir grup oluşturulur. Harekete katılan kölelerin efendilerinden bazıları Al-Burkui ile ilişki kurarak ona para karşılığında kölelerini kendilerine iade etmesini teklif ederler. Ancak bu istekleri reddedilir ve bazıları yakalanırlar. Bunların kölelerine yaptıklarının aynısını bu sefer köleler onlar üzerinde uygularlar. Eskiden köle ama şimdi özgür olan ve özgürlüklerini korumak için mücadele eden Afrikalılar, eldeki tüm imkanlar seferber edilerek askeri hazırlıklarını da sürdürürler. El-Muhtarê hem ilk kurtarılmış alan ve model kent ve hem de karargah rolünü oynar. Kırmızı kumaşlardan dikilmiş ve üzerlerinde Tevbe suresinin 111. ayeti, Allah’ın nebisi Muhammed ve onun velisi Ali, “fekku ragabe-kölelere özgürlük” kelimeleri yazılı bayraklar hazırlanır. Yeterli görülen sayıda katılım sağlanınca ve gerekli diğer hazırlıklar tamamlanınca küçük çaplı eylemler gerçekleştirilir. Hareketin üyeleri önce sayıları 50-500 arasında değişen gruplar halinde kölelerin kendilerine katıldığı eylemler gerçekleştirirler. Hem bu eylemler ve hem de hareketin bölgede yarattığı genel etkileme sonucunda Afrikalı kölelerden, Bedevilerden ve bölgedeki köylülerden büyük katılımlar gerçekleşir. Yeterli katılım ideolojik-askeri eğitim, örgütlenme, teknik donanım ve diğer hazırlıklar tamamlanır ve karar verilir. Ali bin Muhammed bin Ali bin İsa bin Zeyd bin Ali bin al-Huseyin bin Ali bin Abu Talib adını kullanan Al-Burkui önderliğinde 869 yılı eylül (Ramazan) ayı içerisinde büyük ayaklanma başlatılır. 

Büyük ayaklanmanın başladığı yer bir görüşe göre Dujayl alanıdır. Bir diğer görüşe göreyse Cubba alanıdır. Bu iki alan da Basra ve Cezire bölgesinde yer almaktadır. 

Biri sadece Afrikalı kölelerden oluşan birlikler, diğeri ise Fırat çevresinin köylüleri, Karmatiler, Nubialılar, Mısırın güney bölgesi halkları ve Sudanlılar olmak üzere iki ordu biçiminde düzenlenen, ayrıca Arap kabilesi Banu Temim tarafından da bir donanmayla desteklenen ayaklanma güçleri küçükten büyüğe, askeri hedeflerden ekonomik hedeflere kadar birçok eylem biçimini gerçekleştirirler. Abbasi askeri varlıklarına ve güçlerine baskınlar ve pusular düzenler, devletçi-iktidarcı güçlerin mal varlıklarına el koyup bunları toplum yararına kullanır, ele geçirilen ganimetlerle fakirlerin ve kölelerin ihtiyaçlarını karşılarlar. Abbasi iktidarına ve ordularıyla ayaklanma güçleri arasında çok çetin savaşlar yaşanır. Ubulla, Abbadan, Ahwaz’ın güneyi ve çoğunlukla zengin toprak sahibi efendilerin yaşadığı Basra kenti şiddetli çarpışmalar sonucunda ele geçirilir. 877 yılında Cabbul, Numaniya, Carcariya, Ramhurmuz ve Wasit’e kadar ilerleyip 879 yılında Bağdad’ın 17 mil yakınlarına kadar dayanırlar. Hareketin amaçları, başarıları, söylem ve eylemleri toplum üzerinde olumlu etkiler yaratır. Abbasi iktidarının savaşa sürdüğü ve Afrikalı kölelerden oluşan paralı birlikler de kardeşlerinin yanında saf tutarlar. Büyük toprak sahiplerinin zulmüne dayanamayan bölgedeki yerli halk da giderek artan sayılarla ayaklanmaya katılırlar.

Özellikle model olarak kurdukları El-Muhtarê olmak üzere bu ayaklanma ile birlikte kontrollerine aldıkları tüm yerleşim alanlarında demokratik toplumun örgütlemeyi hedeflerler. Özel mülkiyet yoktur. Topraklar tüm toplumundur. Katılım, üretim ve kullanımda emek ve paylaşımcılık esas alınır. Kimse kimseden üstün ya da düşük değildir, herkes eşittir. Sömürü ve baskıya geçit verilmez. Paralarını bile basabilecek düzeye gelerek Abbasi devlet-iktidarından ciddi bir kopuşu temsil ederler. Günümüzde Londra-British Museum ve Paris müzelerinde bulunan bu paraların üzerinde Tevbe 9.111 ayeti, Muhammed bin Emiru’l-Mu’mîn ( Muhammed muminlerin emiridir) Mehdi Ali bin Muhammed vb. yazılar bulunan paralar bastırılır.

Ayaklanmanın Sonu ve Sonuçları

Aynı dönemde ortaya çıkıp giderek güçlenen Karmatiler hareketi ve Hallac-ı Mansur’un öncülük yaptığı Ene-l Hak felsefesi ile Al-Burkui’nin öncülük yaptığı bu hareketin üstelik aynı bölgelerde giderek güçlenmesi ve toplum tarafından destek sunulması karşısında oldukça zor duruma düşen Abbasi İmparatorluğu çare arar. Abbasi iktidarının imdadına Türkler yetişir. 

Özellikle 7. yüzyıldan itibaren akınlar biçiminde Verimli Hilal coğrafyasında görünen Türk boy ve kabileleri genelde askerlikte-savaşlarda öne çıkarlar. Bu boy ve kabilelerin egemen kesimleri paralı komutan olarak devlet-iktidar yapılanmaları içinde yer alırlar. Egemen olmayan kesim ise önemli oranda ya parayla veya köle olarak devlet-iktidarlara hizmet ederler. Abbasi oğulları da diğer devlet-iktidarlar gibi Türklerin bu durumundan yararlanırlar. Tabii ki Türkler de bu yöntemle, Selçuklar ve Memlûklar (beyaz köle) örneklerindeki gibi bölgeye yerleşmekle birlikte güç ve iktidar olmaktadırlar. Konumuzla yakınen ilgili olduğu için Abbasi devlet-iktidarında Türklerin yeri hakkında kısaca değinelim. Emevi Sultanı Ubeydullah bin Ziyad Buhara’yı fethedince yerli halktan muhafız güçleri oluşturur. Bir süre sonra Basra valisi tayin edilir. Oluşturduğu muhafız güçlerinden bir kısmını da yanında Basra bölgesine götürür. Bu askerlerin çoğunluğu Türk’tür. Savaşta ve ordularda verilen görevleri tam yerine getiren bu askerlere rağbet artar. İran-Mezopotamya ve Anadolu’daki devlet-iktidar güçleri giderek daha fazla sayıda Türk asker ve komutan ararlar. Paralı komutan, paralı asker ve köle-asker biçiminde ordularda ve savaşlarda öne çıkan Türk askerlere Abbasi devlet-iktidarı döneminde daha fazla önem verilir. Devlet-iktidar mezhebi olan Sünni İslam’ı kabul etmeleri ve askerlikteki “başarıları” nedeniyle bu önem daha da artar ve oldukça etkili olurlar. Türk komutanlara Emirü’l-Ümera denilir artık. J.P.Roux’ya göre en ünlü komutanlardan bazıları ve yaptıkları şunlardır: Afsin (Haydar Bin Ka’us) (816-837), Azerbaycan’da, Iranlı Hürremi Babek’in isyanını bastırdı; Boga el-Kebir (Büyük Boga, öl. 862), Ermenistan beyliğini geçici bir bağımlılık altına aldı (851); Boga el-Sagir (Küçük Boga, öl.868), Abbasi İmparatorluğu’nun bir süre için gerçek hakimi oldu. Bu şekilde güçlenen Türk egemen güçleri ve paralı-köle Türk askerlerinin bir kısmı bir yandan Abbasi devlet-iktidarına destek sunarken, diğer yandan da güç ve iktidar çatışması nedeniyle yine Abbasilerle sorunlar yaşarlar. Nitekim Türklerin destek verdiği Abbasi halifesi olan Mütevekkil Ala’llah ile üç halefi Türkler tarafından öldürülür. Gerek bu tür olaylar ve gerekse de Türk kabile ve boylarının uzun yıllar süren akınlarının yarattığı tepki nedeniyle Türklere bazen de iyi gözle bakılmaz. Ancak Türk askerler ve komutanların toplumsal direnişlerin bastırılmasında önemli roller üstlenmeleri, devlet-iktidar nezdinde bu bakışı değiştirir. İran-Mezopotamya ve kısmen de Anadolu topraklarında 8. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan toplumsal direnişler, eylemler ve hareketler karşısında zorlanan Abbasi devlet-iktidarı bu durumda Türk komutanlarla ittifaklar yapar.

Ayaklanmanın Bastırılması

Irak, Mezopotamya ve İran’ın büyük çoğunluğunda egemen olan ve ayrıca Kuzey Afrika'dan Orta Asya'ya ve Hazar Denizi'nden Kızıl Deniz'e uzanan topraklar üzerinde çok etkin olan Abbasi devlet-iktidarı, bu ayaklanma karşısında büyük bir kriz yaşar. Cezire’den Wasit’e kadarki tüm alanlara yayılan ve buraları kontrolüne alan ayaklanma neredeyse Bağdat’ı düşürecektir. Yıllarca süren savaş ve bastırma girişimlerine rağmen ayaklanmayı durduramayan Abbasi devlet-iktidarı Türk komutanlarla ittifak yapar. Bu ittifak temelinde Türk komutanların çok önemli rolü olur. 873 yılında Boğa oğlu Musa adlı bir Türk komutan Abbasi İmparatorluğu’nun Cezire ve Basra’yı da içine alan eyaletin genel valisi yapılır. Boğa oğlu Musa, ayaklanma 873 yılında Ahwaz’a dayanınca başarısız bir bastırma girişimi geliştirir. Boğa oğlu Musa ile Abbasi halifesi Muvaffak 881 yılında bir anlaşma yaparlar. Bu anlaşmaya göre Boğa oğlu Musa’nın devlet-iktidardaki etkinliği artırılır ve karşılığında ise emrindeki Türk askerleri kullanarak Saffaridlere karşı Bağdat’ı savunur ve Afrikalı kölelerin ayaklanmalarını bastırmak için daha etkin katkı sunar. (Dikkat edilirse ayaklanmada El-Muhtarê’nin kuşatılması ve diğer alanlarla ilişkilerinin kesilmesi, bu arada diğer alanlardaki direnişin kırılması aynı tarihe rastlar. Kuvvetle ihtimaldir ki, Boğa oğlu Musa diğer alanlardaki direnişin bastırılmasında veya kuşatmadan sonraki saldırıda çok etkin rol almıştır. )

Türk komutanlardan büyük destek alan Abbasi halifesi Muvaffak’ın kardeşi ve vekili olan Mütevekkil, ayaklanmayı bastırmak için büyük hazırlıklar yapar. Abbasi ordusu bu sefer kapsamlı hazırlık yapmış ve savaş taktiklerini değiştirmiştir. Öncekiler gibi doğrudan savaşa girme değil de, önce kuşatmaya alıp ayaklanmacıların güçlerini parçalama, takatten düşürme, savaşamayacak duruma geldiklerinde şiddetle saldırıp imha etme taktiği kararlaştırılır ve hazırlıklar buna göre yapılır. Bu plan dahilinde hareket eden Abbasi ordusu önce Afrikalı kölelerin Mania’daki birliklerini tasfiye eder. El-Mansura ve Ahwaz şehirlerini de ardı sıra düşürürler. Diğer önemli kasabalar ve köyler de bu taktikle yakılıp yıkıldıktan sonra ayaklanmanın ve hareketin merkezi kenti ve karargahı olan El-Muhtarê’yi hedef alırlar. 881 yılında kenti kuşatmaya alan Abbasi ordusu iki sene boyunca bir yandan diğer alanlarda ayaklanmayı bastırırken, diğer yandan da El-Muhtare’yi tümden izole eder. Çok sıkı bir ambargo uygular. Su ve yiyecek temini ile diğer tüm ihtiyaçların kente girişini engeller. Kuşatmaya alır. El-Muhtarê’ye saldıran Abbasi ordusu ve onların destekçisi Türk birlikleriyle ayaklanmacılar arasında çok şiddetli çatışmalar gerçekleşir. Ayaklanmacılar bir yandan büyük direniş ve kahramanlık gerçekleştirerek dişleriyle tırnaklarıyla dahi olsa savaşırlar. Yıllarca büyük emek vererek yarattıkları değerleri, anılarını, kurdukları yaşamı ve toplumu, buluştukları özlemlerini kaybetmemek için var güçleriyle savaşırlar. Diğer yandan da önderleri Al-Burkui etrafında çember olup korumayı amaçlarlar. Düşman güçleri kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden tüm halkı katlederler. Kenti tamamen talan ederler. İçindeki insanlarla birlikte şehri yakarlar ve taş taş üstüne bırakmazlar. El-Muhtarê’den geriye hiçbir iz bırakmazlar.

Aylarca süren ağır çatışmalardan, direniş ve katliamlardan sonra Abbasi devlet-iktidarı ve onların destekçisi güçler tarafından yakalanan Al-Burkui ise Bağdat’a götürülerek önceden idam kararı verilen göstermelik mahkemesi yapılır ve katledilir. 48 yaşında olan Al-Burkui’nin başı kesilerek Bağdat’ta günlerce teşhir edilir.
El-Muhtarê’nin düşürülmesinden sonra tabii ki ayaklanma diğer alanlarda da kolayca bastırılır.

Ayaklanmanın Sonuçları

Al-Burkui öncülüğündeki hareketin ve Afrikalı kölelerin ayaklanmaları 869-883 arasında 14 yıl aralıksız sürmüştür. 30 binden fazla militanın katıldığı bu ayaklanma karşısında Abbasiler ve onların destekçilerinden oluşan devlet-iktidar güçlerinin beş yüz bin ile iki buçuk milyon arasında insanı katlettikleri belirtiliyor.

Bu ayaklanmalara katılan, destek sunan ve içinde yer alan ama sağ kalan kölelerin, kölelik koşullarına geri dönmedikleri, Karmatiler başta olmak üzere diğer direniş hareketlerine katıldıkları belirtiliyor.
Bu hareket ve ayaklanma bastırıldıktan 6-7 yıl sonra, Karmati hareketinin Al-Ahsa da kurduğu Dar-al Hicra kenti Al-Muhtarê kentinin benzeri olmuştur.

Hallac-ı Mansur’un geliştirdiği Ene-l Hak felsefesi üzerinde bu hareket ve ayaklanmanın önemli bir etkisi olduğu söylenebilir.
Abbasi ve onların destekçilerinden oluşan devlet-iktidar tarafından hiçbir iz bırakılmayacak şekilde silinmeye, egemenlerin tarihini yazanlar tarafından çarpıtılmaya çalışılan Afrikalı kölelerin Al-Burkui önderliğindeki ayaklanmalarının demokratik direniş kültüründe önemli bir yere sahip olduğu açığa çıkmaktadır. 

Güneşin Doğu’dan yükseldiğini gösteren anlamlı bir deneyimdir Afrikalı kölelerin ayaklanmaları.

Hiç yorum yok: