Referandum savaşı iyiden iyiye şirazesinden çıkmış, Başbakan'ın kimyası hepten bozulmuş durumda. Nedeni de açık: Bu bir anayasa oylaması değil! Bu AKP iktidarının geleceğini belirleme savaşı. AKP son kullanma tarihini uzatma derdinde. Muhalefet cephesinde ise MHP dayandığı duvardan, çoktan yırtıcılığını kaybetmiş hırçın pençelerle ayakta kalmaya çabalıyor. Görünen o ki; en şaşırtıcı hamleler CHP'den gelecek. Bir 'kaset'le başlayan yeniden yapılandırma süreci; kuşkusuz genel başkan değişimiyle sınırlı değil. Devletin bir bölümü 'dipten gelen dalgalara' direnmekte ısrarlı olsa da, ağırlıklı kesiminin gerek dışarıda gerek içerdeki güçlü 'değişim' talebine direnemeyeceklerini anladıklarını düşünüyorum. Dolayısıyla Erdoğan'ın yeniden 'soğuk savaş' söyleminden medet umması, 'sol'dan saydığı CHP'yi 'komünist'likle suçlaması eski dil alışkanlığından değil, kendisinin iktidara hazırlanma sürecini bugünlerde sık sık hatırlamak zorunda kalmasındandır, muhtemelen!
Üstelik 'komünist'i küfür olarak kullanan yalnız kendisi de değil. Hükümetin başka üyeleri, hükümeti destekleyen medya organları da 'solcu' olmayı bir aşağılama aracı olarak sık sık kullanırlar. Şimdi de solun 'vicdanını' sorgulamaya kalkıyorlar.
Bu kesimden daha tek bir vicdanlı yazar çıkıp, 'Ayıp Başbakan, hani sen düşünce ve ifade özgürlüğünden yanaydın? Hani demokrattın? Komünist olmak suç mu? Bunu bir küfür olarak kullanırken nasıl daha demokratik bir anayasa yaptığına inandıracaksın?' diye sormadı.
'Sana şeriatçı, ılımlı İslamın mimarı derlerken göğsümüzü siper ettik, şimdi sen de orada dur bakalım' demedi.
Neyse, bunu geçelim. Asıl önemlisi; ta 2009'dan beri tekrarladığı sivilleşme ve demokratikleşme vaadini her seçim döneminde tekrarlayıp, sonra yan çizen iktidara bir kez daha 'Evet' diyen solcular, 'demokratlar' yarın Kürt halkının yüzüne nasıl bakacaklar?
Elleri bile sıkılmayan, hiçbir önerileri dinlenmeyen, kadınları, çocukları h‰l‰ cezaevinde tutulan; her tür manipülasyon ve dezenformasyonla 'boykot' kararından caydırılmaya çalışılan Kürt halkı yok sayılırken nasıl 'Evet' diyecek?
Şimdi yalnız bıraktıkları Kürt halkını, yarın nasıl samimiyetlerine inandıracaklar?
Sola düşen; boykot etmek ve boykot edilmesi için çalışmak olmalıydı.
Psikolojik savaşta Kürtlere karşı bir kez daha orantısız güç kullanan iktidarın, 8 yıldır tekrarladığı, muhtemelen de 'Başkan Erdoğan' olana kadar tekrarlayacağı vaatlerinin peşine takılmak değil.
Vaatler değil 'olgular' gösterge olmalıdır.
Hrant'ın arkadaşları, Ogün Samast'ın yakalanmasından bu yana bir arpa boyu yol alamayan dava için harekete geçtiler. Bilgi edinme hakkını kullanarak, onca yıl geçmesine rağmen yanıt alınamayan soruları bu kez de Cumhurbaşkanı'na soruyorlar: '16 Ağustos 2010 tarihinde Azerbaycan'a giderken 'Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alınmadığı için hayatını kaybetti' demiştiniz. Hrant Dink'in hayatını kaybetmemesi için alınması gereken tedbirler nelerdi? Bu tedbirleri kimlerin alması gerekiyordu? Bu tedbirleri almayanlar hakkında herhangi bir işlem yapıldı mı, yapılması için herhangi bir talimat verdiniz mi? Hrant Dink'in hayatını kaybetmesinin nedeninin alınmayan tedbirler olduğuna dair bilginizin kaynağı nedir? Devlet Denetleme Kurulu'nu Hrant Dink için harekete geçirmeyi düşünüyor musunuz?'
Bir de onu dinleyin!
Kendi ifadesiyle 'Israrlı bir barış gönüllüsü, savaş karşıtı feminist bir aktivist' olan Hülya Tarman'ın başına gelen de bir 'olgu' olarak, kuşkusuz önemli bir gösterge. Şimdi AİHM'e başvuran Hülya da son bir kez Cumhurbaşkanı'na seslenmeye karar vermiş:
'2007 Mayısı'nda Diyarbakır'da 'aklıevvel' hayalgüçleri çok farklı çalışan iki kişi ile 'sorunum' oldu. Önemsemedim. Bir nevi 'iş kazası' diye baktım. Ta ki onlar işi sokak ortasında ölüm tehdidine, dahası dönemin valisine suikast yapma ve yaptırma ile itham ettirmeye vardırıncaya dek.
İşte o an burası Türkiye, burası Diyarbakır gerçeği ile yüzleştim. Dehşete kapıldım. Komplolar da bir gerçeğimiz. Ya üzerimden komplo kurulduysa kaygısı, korkusu ile savcılığa suç duyurusunda bulundum.
İlerleyen saatlerde müşteki 'şüpheli' konuma terfi ederek şikayetçi olduğum iki kişi ile birlikte Diyarbakır Emniyeti'nin 2,5 gün 'misafiri' oldum.
Can güvenliğim kalmamıştı artık. Kimdiler, ne idiler bilmiyordum. Döndüm, evime geldim. On gün geçmişti ya da geçmemişti, bu kez gerçekten hedefe konulan olmuştum. Takvim ve Star gazeteleri 22 Haziran 2007'de yaptıkları haberde; suç duyurusunda bulunduğum iki kişi ve hayatımda hiç görmediğim bir şahısla birlikte beni 'canlı bomba' diye işaretlemişti. Oysa bir araştırmacı olarak, çantamda ve aklımda, ses kayıt cihazım, fotoğraf makinem, son derece sivil sorularım ve insan sevgim vardı.'
Ve muhatap alınmayan kayıp yakınları
Başbakan'ın 'Ne idüğü belirsiz' dediği Cumartesi Anneleri'nin en son kaybı: 'Gözaltında kaybedilen 13 yaşındaki oğlu Seyhan'ı aramaya ömrü yetmeyen 76 yaşındaki Ramazan Doğan'ı kaybettik. Günbegün kayıp yakınlarının sevdiklerinin akıbetini öğrenemeden aramızdan ayrılışlarını izliyoruz. 30-40 yıldır kayıp yakınlarının adalet arayışına kulak veren tek bir yetkili mercii bulamadık. Bunun için, acımız bir kat daha artıyor. Kırgınız, yaralıyız, öfkeliyiz.'
İşte 'yetmeyen' kısım, yani hükümetin demokrasi karnesi budur. Buna 'Evet' demekse; İbrahim Tatlıses'in patolojik gözyaşlarından etkilenmekle eşdeğerdir.
incihekimoglu@gmail.com
Üstelik 'komünist'i küfür olarak kullanan yalnız kendisi de değil. Hükümetin başka üyeleri, hükümeti destekleyen medya organları da 'solcu' olmayı bir aşağılama aracı olarak sık sık kullanırlar. Şimdi de solun 'vicdanını' sorgulamaya kalkıyorlar.
Bu kesimden daha tek bir vicdanlı yazar çıkıp, 'Ayıp Başbakan, hani sen düşünce ve ifade özgürlüğünden yanaydın? Hani demokrattın? Komünist olmak suç mu? Bunu bir küfür olarak kullanırken nasıl daha demokratik bir anayasa yaptığına inandıracaksın?' diye sormadı.
'Sana şeriatçı, ılımlı İslamın mimarı derlerken göğsümüzü siper ettik, şimdi sen de orada dur bakalım' demedi.
Neyse, bunu geçelim. Asıl önemlisi; ta 2009'dan beri tekrarladığı sivilleşme ve demokratikleşme vaadini her seçim döneminde tekrarlayıp, sonra yan çizen iktidara bir kez daha 'Evet' diyen solcular, 'demokratlar' yarın Kürt halkının yüzüne nasıl bakacaklar?
Elleri bile sıkılmayan, hiçbir önerileri dinlenmeyen, kadınları, çocukları h‰l‰ cezaevinde tutulan; her tür manipülasyon ve dezenformasyonla 'boykot' kararından caydırılmaya çalışılan Kürt halkı yok sayılırken nasıl 'Evet' diyecek?
Şimdi yalnız bıraktıkları Kürt halkını, yarın nasıl samimiyetlerine inandıracaklar?
Sola düşen; boykot etmek ve boykot edilmesi için çalışmak olmalıydı.
Psikolojik savaşta Kürtlere karşı bir kez daha orantısız güç kullanan iktidarın, 8 yıldır tekrarladığı, muhtemelen de 'Başkan Erdoğan' olana kadar tekrarlayacağı vaatlerinin peşine takılmak değil.
Vaatler değil 'olgular' gösterge olmalıdır.
Hrant'ın arkadaşları, Ogün Samast'ın yakalanmasından bu yana bir arpa boyu yol alamayan dava için harekete geçtiler. Bilgi edinme hakkını kullanarak, onca yıl geçmesine rağmen yanıt alınamayan soruları bu kez de Cumhurbaşkanı'na soruyorlar: '16 Ağustos 2010 tarihinde Azerbaycan'a giderken 'Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alınmadığı için hayatını kaybetti' demiştiniz. Hrant Dink'in hayatını kaybetmemesi için alınması gereken tedbirler nelerdi? Bu tedbirleri kimlerin alması gerekiyordu? Bu tedbirleri almayanlar hakkında herhangi bir işlem yapıldı mı, yapılması için herhangi bir talimat verdiniz mi? Hrant Dink'in hayatını kaybetmesinin nedeninin alınmayan tedbirler olduğuna dair bilginizin kaynağı nedir? Devlet Denetleme Kurulu'nu Hrant Dink için harekete geçirmeyi düşünüyor musunuz?'
Bir de onu dinleyin!
Kendi ifadesiyle 'Israrlı bir barış gönüllüsü, savaş karşıtı feminist bir aktivist' olan Hülya Tarman'ın başına gelen de bir 'olgu' olarak, kuşkusuz önemli bir gösterge. Şimdi AİHM'e başvuran Hülya da son bir kez Cumhurbaşkanı'na seslenmeye karar vermiş:
'2007 Mayısı'nda Diyarbakır'da 'aklıevvel' hayalgüçleri çok farklı çalışan iki kişi ile 'sorunum' oldu. Önemsemedim. Bir nevi 'iş kazası' diye baktım. Ta ki onlar işi sokak ortasında ölüm tehdidine, dahası dönemin valisine suikast yapma ve yaptırma ile itham ettirmeye vardırıncaya dek.
İşte o an burası Türkiye, burası Diyarbakır gerçeği ile yüzleştim. Dehşete kapıldım. Komplolar da bir gerçeğimiz. Ya üzerimden komplo kurulduysa kaygısı, korkusu ile savcılığa suç duyurusunda bulundum.
İlerleyen saatlerde müşteki 'şüpheli' konuma terfi ederek şikayetçi olduğum iki kişi ile birlikte Diyarbakır Emniyeti'nin 2,5 gün 'misafiri' oldum.
Can güvenliğim kalmamıştı artık. Kimdiler, ne idiler bilmiyordum. Döndüm, evime geldim. On gün geçmişti ya da geçmemişti, bu kez gerçekten hedefe konulan olmuştum. Takvim ve Star gazeteleri 22 Haziran 2007'de yaptıkları haberde; suç duyurusunda bulunduğum iki kişi ve hayatımda hiç görmediğim bir şahısla birlikte beni 'canlı bomba' diye işaretlemişti. Oysa bir araştırmacı olarak, çantamda ve aklımda, ses kayıt cihazım, fotoğraf makinem, son derece sivil sorularım ve insan sevgim vardı.'
Ve muhatap alınmayan kayıp yakınları
Başbakan'ın 'Ne idüğü belirsiz' dediği Cumartesi Anneleri'nin en son kaybı: 'Gözaltında kaybedilen 13 yaşındaki oğlu Seyhan'ı aramaya ömrü yetmeyen 76 yaşındaki Ramazan Doğan'ı kaybettik. Günbegün kayıp yakınlarının sevdiklerinin akıbetini öğrenemeden aramızdan ayrılışlarını izliyoruz. 30-40 yıldır kayıp yakınlarının adalet arayışına kulak veren tek bir yetkili mercii bulamadık. Bunun için, acımız bir kat daha artıyor. Kırgınız, yaralıyız, öfkeliyiz.'
İşte 'yetmeyen' kısım, yani hükümetin demokrasi karnesi budur. Buna 'Evet' demekse; İbrahim Tatlıses'in patolojik gözyaşlarından etkilenmekle eşdeğerdir.
incihekimoglu@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder