24 Ağustos 2011 Çarşamba

Oysa Çözüm Bir Adım Yakınımızdaydı! Şimdiyse Bombalarla Parçalanıyor İnsanlığımız...


İnsan bazı gazeteleri okuyunca “şükür bunlar rütbeli asker olmamış” diye düşünüyor. Meğer ne kadar heveslisi varmış bombardımanın.

MGK sonuç bildirgesinde “tek dil, tek millet, tek vatan” vurgulu, yıllardır her operasyon döneminde kullanılmak üzere oralarda bir çekmecede saklandığını düşündüğüm o “matbu” metni okurken; sesi coşkudan titreyenler, gazeteciden çok kurmay asker edasıyla, operasyonun gecikmeli de olsa isabetli olduğunu sağdan soldan kırptığı askeri terimlerle anlatmaya kalkanlar...


Kuşkusuz istisnaları var ama, sözünü ettiklerim de kallavi gazetelerin yaşlı başlı yazarlarıdır. Onları, andıçların, Ahmet Kaya’yı linç ayinlerinin, operasyonların kol gezdiği karanlık havalardan tanırız. Ama barışçıl çözümün ve demokratik yöntemlerin ‘yükselen değer’ olduğu güneşli günlerde de kalabalığın arasına karışmasını bilirler.


Şimdi onların da hafızalarını yoklama zamanıdır. Çok değil 1,5 ay kadar önce, çözüm konusunda en etkili aktör olduğu tüm Kürt siyasiler ve PKK tarafından da kabul edilen Sayın Öcalan, “Bu sorunu 1 hafta içinde çözerim” demiş, iktidardan bir adım beklemişti. İktidar ne yaptı? Önce koca bir hiç, ardından görüşme engeli, ardından askeri operasyondan çok daha fazlası.


Bu başka bir ülkede olsa, başta Türkiye Hükümeti ve yandaş basını, o ülkenin hükümetini barışçıl çözümü istememekle itham eder; yaşanan ölümlerden sorumlu tutardı. Yani? Yanisi şu: bu kadar çok sivil siyasetçi, sadece farklı görüşleri nedeniyle tutuklanmış ve yenileri için tehditler sıralanıyor, sorunun 1 hafta içinde çözülmesi için yapılan çağrı karşılıksız bırakılıyor, bir de üstüne askeri operasyon ve bombalamalar yapılıyorsa, iktidarın barışı ve sivil çözümü başından beri istemediği açıktır. Oysa bu çağrıya verilecek yanıt, sadece son 2 ayda bile 100’ü aşkın insanın (üzerinde hangi giysi olursa olsun) ölmemiş olması demekti. Çukurca saldırısına tepki duyanların yapması gereken en önemli şey, eğer gerçekten bu ölümlere ciğerleri yanıyorsa, intikam naraları atmak mı, sivil siyasetçilerin ve çözümü sağlayacağı açık olan Sayın Öcalan’ın önünün açılmasını istemek mi olmalıydı? Bu konularda üzerine düşeni yapmayıp sadece BDP’yi Meclis’e çağırmakla sivil siyaseti savunduğunu düşünenler, bizi mi kandırıyorlar, kendilerini mi? Üstelik BDP Meclis’te siyaset yapmaya karşı olmadığını, ancak  Meclis’in meşruiyetine gölge düşürülmesine karşı olduğunu söylemekte iken. Ne zaman devlet şiddet yöntemini yoğunlaştırsa, mevcut Kürt Siyasi Partisi’ne (artık o sırada hangi partiyse) “PKK uzantısı olmaktan vazgeç” çağrıları yapılması iktidarın savaş yöntemini kamufle etme gayretkeşliği değil de nedir?


Oysa bu konuda hükümet cephesinden atılacak kararlı bir adım, Türkiye tarihindeki tüm diğer hükümetlerden farklı bir yere koyabilirdi onu. Güney Afrika’daki çözüm nasıl De Klerk’i tarihe örnek olarak yazdıysa, belki  Erdoğan olacaktı tüm dünyada çözüm konusundaki cesaretiyle örnek gösterilen.


“Savaşta, gençler ölür, yaşlılar konuşur. Sen politikacıların dediklerine bakma” diyordu Homeros, tarihin en vahşi, en kanlı bilinen savaşını anlattığı İlyada’da.


Bir bebeğin, uçaktan atılan bombalarla parçalanabileceği gelecekten habersizdi bunları söylerken.


Bir bebeği, hamile bir kadını, güvenli bir yer bulmak için çocuklarıyla beraber kaçmakta olan onca sivili; tüm yılların en utanç verici icatlarıyla paramparça etmek... Kortek’te yaşanan bu olayın meşruiyetini söyleyecek tek bir ahlak kuralı, tek bir kutsal kitap var mıdır? Başbakan kürsülerde “meşruiyet”den söz ederken, o bebeğin gözünde donuveren ışık, geçmemiş midir hiç aklından? Şu bir damlacık ömründe, hiç anlayamayacağımız bir nefretin masum kurbanı o bebecik, girmez mi onun ölümüne sebep operasyonlarda imzası olanların rüyasına? Yoksa yan hasar mıdır o da? O bebeğin, onunla birlikte son nefesini veren gencecik anasına savaş lügatıyla konuşarak ‘şanslı’ mı dememiz gerek şimdi, kendisi sağ kalmadığı için; payına kimi “şehit”, kimi “ölü” evlatlarının kemikleri bile düşmemiş anaların yanında? Önce, “herkes kandırılıyor, devlet dersi tersinden de ikna ediyor” diye düşünüyorum. Ama artık iyi biliyorum ki, herkes artık her şeyi biliyor! Yakın tarihimizde sokak aralarındaki infazların, artık sokaktaki çocuklara “kazaen” sıkılan onlarca mermiyle, nişan alınarak atılan gaz bombalarıyla yapıldığı; koyun otlatan çocukların havan mermileriyle parçalanan bedenlerini annelerinin eteklerinde topladığı sır değil artık kimse için, olamaz. Her gün yenisi açılan toplu mezarlar, hayret bile uyandırmadığında konu komşuda, anladım, yeri yerinden oynatacak sandığım gerçeklerin uzunca bir süredir zaten herkes tarafından biliniyor olduğunu. Biliniyor ve susuluyor. Hayır, sadece susulmuyor, zımni bir irade ile onaylanıyor olduğunu.


O parçalanan bebeğe sadece küçücük bir haber değeri veren, hatta bir kısmı onu da vermeyen kocaman medya! Geçtim askerinden gerillasından, sivil ölülere de arkasını dönen, iktidarın şiddetini yok sayıp, “masum bebeleri öldürüyorsunuz durun” bile diyemeyen sen, kimsin gerçekten?


Bu kadar kanı taşıyamaz toprak; lanet olur, en sarsılmaz sandığınız iktidarların sonunu getirir.


Ayşe BATUMLU 

Hiç yorum yok: