15 Eylül 2011 Perşembe

Bilim-İktidar ve Bilim-Sermaye İlişkisi Üzerine -3

Hakikat’in üretilmesine yönelik felsefi yaklaşımlar, her türlü verinin kendisine göre anlam kazandığı, toplumsal/siyasal formasyonun kaynağını oluşturan...


Hakikat’in üretilmesine yönelik felsefi yaklaşımlar, her türlü verinin kendisine göre anlam kazandığı, toplumsal/siyasal formasyonun kaynağını oluşturan bilgiyle ilgilidirler. Bu yaklaşımlara göre bilimsel bilgi, evrenselci geleneği oluşturan evrenselcilik ile tarihselliği öne çıkaran göreceli/tarihselci olarak ayrılır. Bu geleneklerden evrenselci alanı evrensel, mutlak hakikatlere ulaşılabileceğini varsayar. Bu bilgi kavrayışının iktidarla ilişkisi, siyasal sonucundan kaynaklanmaktadır. Siyasal iktidar, toplumun aşkın bir hakikat ilkesine göre tasarımı ve biçimlendirilmesi için bir model sunar. Dolayısıyla, insan iradesine, eylemine yer veren politik alanın yerini aydınlanmış bir elitin bürokratik aygıtı alır. Modernizmin evrenselciliği sosyal bilimlerin başarısından çok, doğa bilimlerinde erişilen başarının bir sonucudur. Pozitivizm bilgi teorisinin kesinliğinden değil, doğa bilimlerinin başarısından güç almıştır. Doğa bilimlerinin başarısını toplumsal/siyasal teoride tekrarlayabilmek için pozitivizme başvurulmuştur. Doğa bilimlerinde ulaşılan kesinliklerin, sosyal bilimlerde de ulaşılabileceği ve modernizme geçişte yaşanan toplumsal karışıklıkların, düzensizliklerin kesinlik taşıyan toplumsal yasalarla çözüme kavuşturulacağı düşüncesi, doğa bilimi yöntemlerinin sosyal bilimlere aktarılmasına neden olmuştur. Bunun en yaygın kanıtı pozitivizm ve historisizm’dir (tarihselcilik).

Pozitivizm, toplumsal olayların doğa olayları gibi neden-sonuç ilişkisine dayandığı varsayımından hareketle toplumsal bilimler için geçerli mutlak kurallar keşfetmeye çalışır. 

Wagner’e göre, modernlik bir özgürlük söylemi içerdiği kadar disiplin altına alma söylemi de içerir. Bunun göstergesi, eski rejimden kopuşlar olduğu kadar süreklilikler de olmasıdır. En önemli süreklilik, aydınlanmanın toplumsal pratiklerini mümkün kılacak araç devlettir. Wagner, devralınan devlet dahil, kurumsal araçlarla modernlik projesi önüne sırlar çekildiği, toplumun bütün üyelerini kapsamaktan uzak olan döneme ‘kısıtlı liberal dönem’ adını vermiştir. Kısıtlı liberal dönemin krizi, kırdan kente kitlesel göç, yerinden edinme süreçleri ile kentte yığınların oluşması, hukuksal eşitliğe karşılık toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesi, kadın ve işçi sınıfının yurttaşlık talepleri modernliğin ilk krizlerini yaratmıştır. Bu krizin çözülmesi için rasyonellik ilkesi en üst düzeye çıkarılarak ‘refah devleti’ ile kapanma/yeniden yerleştirme yaşanmıştır. Devletin, yeni üretim tarzı çerçevesinde düzenleyici işlerinin yanı sıra biçimlendirici işlevler üstlenmesi ve toplumda çok geniş bir alana yayılması, sosyal adalet kavramı çerçevesinde gelirin yeniden dağıtımını üstlenmesi, toplumun taleplerini devlet aygıtına iletmek için örgütlenmesine yol açmıştır. Devlet/Toplum ayrımı, özel alanda yaşanan çelişkilerin siyasal alana aktarılması, devletin toplumsal alana nüfuzundan dolayı belirsizleşmiştir. Kamusal otoritenin özel alanı kapsayan genişlemesi, karşıt süreç olarak toplumsal gücün yerine, devlet gücünün ikamesiyle bağlantılıdır. Toplumun devletleştirilmesi ile koşut olarak kendini dayatan devletin toplumsallaştırılması şeklindeki bu diyalektik, devlet ile toplum arasındaki bu gerilimi aşındırmıştır. (Habermas, 1997)

Örgütlenmiş modernliğin, bilimsel bilgi içerisinde ikinci yaklaşımı olan tarihselcilik, modernizmin evrenselciliğinin, toplumsal yaşam üzerinde ulus-devlet aracılığıyla kurulan bir tahakküme dönüşmesi olarak görür. Gerçekten de, 1970’lere gelindiğinde örgütlü modernlik ve aydınlanmacı akıla, ekonomik krizden önce gündelik yaşamın en ince ayrıntılarına kadar müdahaleye varan devlet kapsayıcılığına, bireylerin edinimlerini belirleyen pratikleri uygulayan kurumlara karşı bir tepki gelişmiştir.

Modernizmin evrensellik iddiasının sorgulanması, fizik bilimlerinde yaşanan gelişmelerin yanında, dil kuramları ile de bağlantılıdır. Dildeki her parçanın diğer parçalarla ilişkilenmesinin belirlenmesinden etkilenen sosyal bilimciler toplumu açıklamakta da aynı kavramları kullanmayı denemişlerdir. Tarih yapan, özne bilinci taşıyan kolektif özne  ya da sınıf kavramlarını içeren mutlak, bütüncül, belirlenimci söylemler yerini, stratejik bir mücadele içeren, tarihsel ve toplumsal uzam içerisinde şekillenen hegemonya söylemlerine bırakmıştır. Bu doğrultu da çoğulculuk, çok kültürlülük, çok hukukluluk gibi kavramlar modernizme karşı post-modernizmle özdeşleştirilen kavramlar biçiminde siyaset kuramına yansımaktadır. Bu siyaset ‘parçalı siyaset’ adını almaktadır. Radikal demokrasi söylemini geliştiren Laclau, ilişkiler sistemini belirleyen kurallar sistemi yani yapısalcılık yerine, hiçbir parçanın yerinin önceden sabitlenmediği, parçacıkların kısmi ve göreli olduğu post yapısal bir duruma dikkat çekiyor. Element adını verdiği parçalar, sabit momentlere dönüşmemekte, sistem hiçbir zaman tam olarak kapanmamaktadır. Bütünlüğün söylemsel düzeyde kurulabilmesi, siyasal alanın genişlemesi, mücadelelerin çoğullaşması ve çok sayıda kolektif öznenin yer alması demektir. Toplum, antagonizmalardan (uzlaşmaz karşıtlıklardan) kuruludur. Diyalektik karşıtlık şeylerin nesnelliğini yok etmez ama antagonizma bir varlıktan iki ayrı varlığın çıktığı durumdur. Varlığın kendi içinde değil ‘öteki’ne göre tanımlayan kimlikler oluşur ve antagonizmalar çoğullaşır. Çoğullaşan antagonizmalar yeni sağa eklemlendikçe ya da birbirleriyle ilişkili hale getirilebildikçe radikal demokrasi gerçekleştirilebilir.

Bilginin bilimsel bilgi olarak evrensel veya tarihsel olmasının ötesinde bugün techne ve information bilgisi, bilimsel bilgiden, felsefeden kopuş göstermektedir. Techne, insanın ihtiyaçlarına göre doğa üzerinde ve diğer insanlar üzerinde egemenlik kurma çabasının aracıdır. İnsanın doğayla kurduğu ilişki türü, üretim-tüketim süreci, insanlar arası ilişkilerin niteliğini de belirler. Bu açıdan, insan emeğine dayalı toplumsal üretim tarzının başat olduğu bir feodal toplumda kurulu bir yapının toplumsal ilişkileri ile politik örgütlenmesi, üretim aracının makine olduğu bir sanayi toplumunun toplumsal ilişkileri ve politik örgütlenmesinden farklı olacaktır. Bu her zaman, üretim araçları ile üretim ilişkilerini içeren alt yapının üst yapıyı birebir belirlediği anlamına gelmez. Ama alt yapı ile hukuk, iktidar, toplumsal ilişkiler arasında karşılıklı bir etkileşim vardır. Post modern dönem, çok hızlı gelişen ve mikro düzeyde teknolojik araçlarla tanımlanır. Postmodernizmin zemini, kapitalizmin globalleşmesi sürecidir. Modernizm ile postmodernizm kapitalizm paydasında süreklilik göstermektedirler. Modernizmle birlikte başlayan bilginin metalaşması süreci artmış, daha çok insan veri nitelikli bilgiye ulaşmış, uzmanlaşma ve bilginin kurumlarda üretilmesi yaygınlık kazanmıştır.  Bilginin bir üretim faktörü haline gelmesi ile ‘bilgi çağı’ adını alan bu dönem diğer bir yandan teknolojik yabancılaşmanın nedeni olmaktadır. Globalleşme, bilgi ve sermaye akışının teknolojik araçlarla en üst düzeye çıkarılması, bütün dünyanın zaman ve mekan dışı olarak pazarlaştırılmasıdır. Daha önce bilimsel bilgiden ayrışmayan teknoloji artık ayrı bir varlık alanı kazandıkça, felsefi boyutu azalmıştır. O da piyasa getirisi olan, eşitsizlik üreten, lisanlarla karşılığını bulan, başka bir anlatımla güçsüz ülkelerden teknoloji üreten ülkelere kaynak transferini sağlayan ‘know how’ yönetim bilgisidir.
Teknoloji ile görecelilik birleştiğinde çoğulculuk gibi güzel bir kavramın ve çizilen pembe tablonun yanında bir de çağın karanlık tablosu ortaya çıkar. Hurafelerin yükselişi, bilgisayardan fallar, inançların dogmatikleşmesi, bireyin gerçek toplumsal dünyadan yalıtılması, sanal öldürücü oyunlar vs. uzayıp gitmektedir. Baskın kitle kültürü ile buna karşı konumlanan alt kültürler aynı diyalektiği üretirler. Bir yanda pasifleşmiş, kişisel çıkarları peşinde koşan bireyler ve bireycileşme, diğer yanda çok geniş bir yelpazede topluluklar.

Tikelliklerin ortaya çıkışı ve ulus ötesi kurumların artan rolünün sonucu olarak yaşadığımız çağ, erken modern çağdan ziyade, geç ortaçağ dünyasına benzemektedir. Dünyada güvenlik açısından belirsizlik taşıyan, mafya örgütlenmelerinin insan kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti ve seks turizmi gibi suçlar işlediği; etnik, dinsel çatışmaların yaşandığı, paranın kişisel tabiyetlerini yeniden gündeme getirdiği gri alanlar ‘yeni ortaçağ’ın habercisi görünmektedir. Ulus-devletlerin kolektif kimliğin ifadeleri olarak önceliklerini ve etkilerini yitirmeleri, devletler arası savaşın yerini iç savaşların almasına yol açmış; bu sürece tek biçimli ulusal kültürler, kitlesel göç, emek dolaşımı ile birlikte küçük parçalara bölünmüşlerdir. Göreceliliğin uç noktalara varmasının iktidara ilişkin sonucu, özerk bir politik alanın kaybolmasıdır. Görecelilik kavramından yola çıkarak esnek bir üretim tarzının da körüklediği farklı yaşam tarzlarının piyasa aracılığıyla bir arada tutulabileceği şeklinde düşünülen ve uygulanan politikalar, politik olanın alanını daraltmakta, sorunları kar amaçlı işleyen piyasaya tahvil etmektedir. Çok fazla alanın siyaset dışı olarak tanımlanması, marjinalleşmiş sınıfların ve piyasaya koşullanmış bireylerin depolitizasyonu sonucunu getirmektedir. Günümüzde yaşanan, temsil krizine meşruiyet krizi hükümetlerle seçmen kitleleri arasında bağın kopmasının göstergesidir. Refah devletinin partileri, parlamentosu, ulusal kurumları ciddi bir meşruiyet krizine girmektedir.

Bilim, teknoloji ve iktidarın yeni nitelikleri
Endüstri devrimi kavramı ve terimi evrensel bir kabulle karşılanmaktan çok uzaktır. Muhafazakar konumdaki tarihçiler ve ekonomistler bu kavramı ve terimi ya çok yoğun bir biçimde ya da önemsiz ölçüde eleştirmektedirler. Ama endüstri devrimi öncelikle hakiki bir devrimdi, yani geçmişten yeni bir çağın önünü açan bir kopuştu. İkincisi, endüstri devrimi küresel toplum üzerinde yarattığı etki bakımından şimdiye dek tam anlamıyla analiz edilmemiştir. Endüstri devrimi’nin bir sonucu olarak özellikle iktidar ve bilimin mahiyetlerinin değişmemiş olduğunun şimdiye dek tam anlamıyla kavrandığı söylenemez. Oysa iktidarın meşruluk temeli geleneksel ya da demokratik rızadan uzaklaşarak rasyonel sorumluluğa doğru kaydı. Bilim, politik iktidar yapısını, ekonomik üretim sistemini ve bütün bir toplumsal ve düşünsel iklimi derinden etkilemeye muktedir bir grup girişimi ve örgütsel silah haline geldi. Bu, klasik politika düşüncesinin, özünde yabancısı olduğu bir anlayıştır.

Ortaçağdan ve feodal toplumsal sistemden modern kapitalist sisteme geçiş sorunu çoğunlukla doğrudan doğruya, ama genellikle dar hatlara sahip bir perspektifle ele alındı. Bu perspektif darlığı, söz konusu tarihsel geçişin çeşitli boyutları arasındaki iç bağlantıların, özellikle teknik yeniliğin etkisi ve toplumsal sorunlara yeni bilimsel yaklaşım açısından söz konusu olan iç bağlantıların zorunlu olarak gözden kaçırılmasına yol açtı. 12.yy ve 13.yy da kırsal sınıflarda görülen dönüşümün en önemli etkeni yalnızca olağandışı nüfus artışı değil, daha ziyade yeni  yeni gelişen kentler ve ticaretin genişlemesidir. Feodal örgütlenmenin, süreklilik arz eden kent pazarlarının oluşmasıyla birlikte sona ermesini beklemek akla yatkın görünmektedir. Bu bakış açısından, ticaret geliştikçe feodal örgütlenmenin bir çöküş içine girmesi epey anlamlı. Bunun tersine, kimileri de feodal ekonominin krize girmesinin ve sorununda dönüşmesinin nedenlerinin büyük ölçüde feodalizme bağlı nedenler olduğunu savunur. Bu bakımdan, Marx’ın feodal sistemin krizine ilişkin yaptığı açıklama, efendiler ve işçiler arasında farklı bir ilişkiyi gündeme getiren mevcut toplumsal ilişkiler tipi ve yeni üretim güçleri arasındaki yapısal çelişkinin apaçık tarihsel kanıtı gibi görünür.

İlginç görünebilir, ama geçtiğimiz yüzyılda bilimin toplumsal rolünü gerçekten kavramayı ve geliştirmeyi beceren tek belli başlı düşünür belki de sosyolojinin ‘resmi’ kurucusu olan Auguste Comte’dir. Comte’a göre bilim, popüler imgelemin hala öyle gördüğü yalnız ve gizemli bir girişim olmak şöyle dursun, temel bir toplumsal rolü yerine getirir ve modern toplumdaki belirleyici güçtür. Yine, böyle bir rol, araçsal olmaktan uzaktır. Bilimin oynadığı rol, modern endüstri toplumunun kendisini meşrulaştırdığı temelle ilintilidir. Bu meşrulaştırma gelenek tarafından, metafizik ya da teknolojik değerler tarafından sağlanamaz, zorunlu olarak bilimsel bilgiye yaslanır. Modernliği tanımlayan nokta tam da yeni bilim kavramıdır. Bilim bundan böyle tek kişilik bir inisiyatif ya da mutlu azınlık için olarak bir içerik, gizemli bilgi olmayıp, kendi eski değerleriyle ve inançlarıyla bağını kopararak bir yenileşme sürecine girmeye kalkışacak denli cüretkar olabilen herhangi bir toplumun toplumsal temelidir. Comte’a göre bilim yalnızca ‘boş zaman merakı’nın ürünü olarak kavranan bilgi değil, toplumsal süreç, planlama ve inisiyatif çerçevesinde oluşturulan bilgidir.

Toplumsal tutarlılığın temeli ve yeni cemaatin bağlayıcı gücü olarak bilimle birlikte, Endüstri Devrimi’nin ilk evrelerinde başlamış olan tarihsel süreç ‘endüstri devrimi’ olarak adlandırdıkları, bazı toplum bilimcilerinin bu süreci ‘modernleşme’ olarak yaftaladıkları, ekonomist antropolog Karl Polanyi’nin buna ‘büyük dönüşüm’ adını verdiği ve Marksistlerin bu süreci ‘feodalizmden kapitalizme geçiş’ olarak adlandırdıkları çok isabetli bir şekilde  gözlemlenmiştir. Burada kavranılması zorunlu olan nokta, bilimin ve uygulamalı bilimsel bilgi olarak teknolojinin yeni toplumsal işlevidir.

Bu anlamda, endüstri devrimi ve bu devrimden kaynaklanan kapitalizm yeni bir toplumun ortaya çıkışını belirler. Bu toplum yalnızca yeni ürünler ve yeni hayat tarzları sağlamasından ötürü yeni değildir. Yeni bir iktidar kavramına yaslanmasından ve ahlaki yükümlülüklerin bir temeli olarak geleneksel değerlerin ve aşkın dinsel dogmaların yerine geçen bilimle donanmış olmasından ötürü bu toplum yenidir. Bundan dolayı günümüzün ileri toplumları bilimsel bilginin her yere nüfuz eden gücüyle nitelenir. Bu, tarihsel bir bakış açısından bakıldığında yeni bir fenomendir. Bu durumun bir bütün olarak toplum üzerinde ve bizzat bilim üzerinde yarattığı sonuçlar, ilginç olmakla birlikte kolayca görülebilir ya da eksiksiz kavranılabilir değildir. Bilim bir kez tamamen örgütlü bir grup faaliyeti haline geldikten sonra neredeyse kaçınılmaz olarak bürokratikleşme eğilimine girer.

Bilim hükümet için ya da çeşitli hükümetler tarafında desteklenen uluslar arası bir kuruluş için çalıştığı zaman ortaya çıkan öykü daha farklıdır. Bu durumda ilginç bir paradoks cereyan eder. Bilim kuşkusuz yönetimin bir aletidir, ama aynı zamanda yönetim ve onun iktidarı da her nasılsa bilime hizmet etmeye zorlanır. Bilim ve iktidar arasında efendi-köle ilişkisi gelişmiştir.  Bu konuda Hegel, “köle efendisine hizmet eder, ama efendisine hizmet ederek efendisinin içeriğini azar azar boşaltır, efendisini görev başında olmayan bir mülk sahibi gibi herhangi özel bir inisiyatiften yoksun bırakır, efendisini arı dış görünüşe indirger ve nihayet efendisinin yerini alır” demektedir.  Yönetim belli amaçlarını gerçekleştirmek için, teknik ayrıntılar ve uygulamalar hakkında bir şey bilmeksizin ve bundan dolayı etkili bir denetim uygulamaktan yoksun bir halde bilime para tahsis eder. Bunun sonucunda yönetime neyi, nasıl ve ne kadar hızlı yapması gerektiğini buyuran bilim olur. Gerçek bilgi olmaksızın hiçbir denetim olanaklı değildir. Sonunda politika yapıcılar ortaya koydukları tüm retoriğe rağmen bilim adamlarıyla karşı karşıya geldiklerinde güçsüzdürler.

Bilim ve bilim adamları sıklıkla, var olan iktidarlara hizmet ederler. Ve durum aslında gerçekten böyledir. Ama bu hizmeti sunarlarken iktidarın ve onu kullananların mahiyetini değiştirdiler. İktidarın kaynağı ve iktidarın uygulanma tarzı bilim ve teknolojiden gittikçe daha fazla etkilenmektedir. Geleneksel mülkiyet hakları bile -yaratılmış sermaye üzerindeki özel mülkiyet gibi- iktidarın kaynağı olarak hükmünü yitirme noktasına varıncaya dek bilim tarafından zayıflatılıyor.

Bilim ve Ekonomi

Batılı modernleşme ve yeniçağ medeniyetinin ortaya koyduğu bilimsel bilgi zenginliği ile ekonomik faaliyetlerin giderek ‘akılcılaştırılması’ süreci yaşanmaya başlanmıştır. Akılcılaştırma, bilim zihniyetinin temel araçlarından biri olarak modernleşmenin olmazsa olmaz niteliğinde bir öğesidir. Ekonomik faaliyetlerdeki akılcılaştırma işlemlerinin tümü, ekonomi üzerinde önemli ölçüde üretkenliğe ve kar artışına yol açmıştır. Bu çerçevede, modernleşmenin akılcılaştırma işlemleri piyasa ekonomisi aracılığıyla kapitalizm biçimine yansıyarak iktisadi alanda da egemen olmuştur.

Kapitalizm, başta üretim ve yönetim süreçleri olmak üzere, bütün iktisadi faaliyetlerin bilgi süreçlerinden yoğun şekilde yararlanmasının sonucunda büyük bir atılım yapmıştır. Ancak, modernlikle en güçlü şekilde örtüşen bilimsel faaliyetlerin yarattığı akılcı toplumda akıl, yalnız salt bilimsel anlamda bilgiyi yönetmekle kalmaz, ekonominin, nesnelerin ve insanların yönetimini de elinde tutmaya çalışan bir yaklaşım sergiler. Görünüşte, yüksek verim sağlamaya yönelik üretim araçları ile üreten insan gücüne sahip olmak imkanı ve fırsatı, bir şekilde ya da her ne olursa olsun, saf dışı ederler ve oyun içinde sadece kendileri kalır. Böylece, tekelci sermayenin ortaya çıktığı görülür.

Hiç yorum yok: