15 Eylül 2011 Perşembe

Irkçılık ve Irk Ayrımcılığı Sorunu



Türkiye’de bir ırkçılık ve ırk ayrımcılığı sorunu var. Irkçılık Türk toplumunda türlü yollardan kendini gösteriyor. Hrant Dink’in, ya da din adamlarının, misyonerlerin öldürülmesinden etnik ya da dinsel temelde ayrımcılığa, antisemitizme kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
 
21 Mart 1960 tarihinde Güney Afrika’da ayrımcı rejimin polisi barışçıl bir şekilde ‘’eşit haklar ve ırkçılıkla mücadele“ talep eden insanlara ateş açtı. Bu kanlı olayı ve onun ardındaki insanlık dışı dünya görüşünü kınamak ve gündemde tutmak için Birleşmiş Milletler 1966 yılında 21 Mart gününü ‘’Uluslararası Irkçılıkla Mücadele Günü“ ilan etti. Yani 21 Mart Newroz, aynı zamanda BM Irkçılıkla mücadele günüdür de. Irkcılıkla mücadele günü aslında bütün Avrupa ülkelerini ilgilendirmektedir. Ortadoğu halklarının ve özelde Kürt halkının barış, kardeşlik günü olarak kutlanan Newroz, BM’nin aynı güne verdiği anlamla bütünleştiğinde uluslararası bir nitelik de kazanmaktadır. Ama gizli ya da açık ırkçı politikaların izlendiği Avrupa’da her nedense 21 Mart kutlanmamaktadır.


Aslında 21 Mart dünyada ırkçılığın durumunu ele alan, tek tek ülkeleri sorgulayan bir eylem günü olması beklenirken, beklentiler gerçekleşmemekte ve hiçbir çevre için de bu sorun olmamaktadır. Elbette bu Avrupa’da ırkçılığı olmadığı anlamına gelmemekte, aksine ırkçı politikalar izleyen Avrupa’nın kendisini sorgulamaktan kaçınması anlamına gelmektedir. Zaten AB ve BM’ye bağlı örgütler ile Uluslararası Af örgütü verileri ve açıklamaları da Avrupa’da ırkçılığın gittikçe arttığını göstermektedir. AB’nin bir yan kuruluşu niteliğindeki ve kısa adı FRA olan “Temel Haklar Ajansı” ile Avrupa Konseyi’ne bağlı bulunan ve ismine kısaltılmış olarak EKRI denilen “Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu”nun 2009’da yayımlanan raporu, Avrupa’da yaşayan her 3 Müslümandan birinin dini veya etnik kökeni nedeniyle ayrımcı bir muameleye maruz kaldığını ve yüzde 11’inin de fiziki nitelikte ırkçı saldırıya uğradığını açıklıyor. Renginden dolayı dışlanan, saldırılara uğrayan yabancıların oranı ise bundan bir hayli fazla. İsviçre minarelerin yasaklanması referandumundan sonra Avrupa’daki aşırı sağ partilerin yanı sıra diğer bazı sağ partiler de derhal benzer referandumların kendi ülkelerinde de yapılabilmesi için yasal değişiklikler önermeye başlamışlardır. Bu ortamda Avrupa Araştırma Anketleri’ne göre Avrupa genelinde ırkçı eğilim yüzde 33 oranında artmıştır.


Irkçılığa 11 Eylül gazı

11 Eylül saldırıları bahane edilerek ve her geçen gün sistemleştirilerek yabancılara yönelik ekonomik, kültürel, siyasi dayatmalar ve yasalar uygulamaya konuldu. „Uyum-entegrasyon“ adı altında yabancılara karşı her türlü baskı, ulusal ve sınıfsal aşağılama meşrulaştırıldı. 11 Eylül’le birlikte resmi ve genel söylem haline getirilen terör demagojisi ile neredeyse bütün yabancılar potansiyel terörist ve düşman ilan edildi.



Avrupa’da özellikle 11 Eylül 2001 sonrasında, „teröre karşı mücadele“ adına, doğrudan yabancıları hedef alan yasalar çıkartıldı. Almanya’daki anti-terör yasalarının kapsamı genişletilerek, boyun eğdirme yasası olarak gündeme gelen 129 b yasası yürürlüğe konuldu. Anti-terör yasaları olmayan ülkelerde yeni yasal düzenlemelere gidildi. Böylece göçmenlere yönelik polis tehditleri, tacizleri arttı. Yabancıların sorgusuz sualsiz tutuklanmalarını, aylarca tutuklu kalmalarını, evlerinin, işyerlerinin basılmalarını, işten ve okuldan atılmalarını, sınırdışı edilmeleri ni kolaylaştıran yeni yasalar çıkartıldı.


Ayrıca „mülteciliğe“ karşı da faşist önlemler alınmaya başlandı. Tüm Avrupa çapında mülteci kampları, adeta hapishanelere, hatta bazıları Nazi Toplama Kampları’na dönüştürüldü. Göçmelerin Avrupa sınırlarına gelmelerini engellemek için farklı önlemler alınmaya başlandı. Polisin yetkileri artırılırken, mültecileri taşıyan gemilerin savaş uçaklarıyla batırılması bile açıkça ve resmen tartışıldı.


Türkiye ve ırkçılık

Türkiye’de ırkçılık diğer Avrupa ülkelerini de kat be kat aşan, ve açık bir şekilde devletin resmi politikası olarak gelişmekte ve kollanmaktadır. BM “Irk Ayrımcılığının Önlenmesi Komitesi”nin (CERD) 4 Mart 2009 tarihli Türkiye raporu , ülkedeki ırkçılığın boyutlarını anlatmaya yetiyor. Avrupa Konseyi’ne bağlı ”Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu”nun (ECRI) raporu ile CERD raporu birbirini tamamlar nitelikte.



Her iki rapor da “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini alenen tahrik” suçunu düzenleyen, Ceza Kanunu’nun 216. maddesi üzerinde duruyor. İki rapor da bu maddeyi yetersiz buluyor. “Alenen tahrik” yanında basın yayın yoluyla ırkçı görüşlerin, düşüncelerin yayılmasının da suç kapsamına alınmasını tavsiye ediyorlar. AİHM kararlarında da ırkçı düşüncelerin açıklanmasına getirilen sınırlamalar ifade özgürlüğünün ihlaline yol açmıyor. Her iki rapor, Türkiye’nin ırk ayrımcılığını açık bir biçimde yasalarında tanımlamasını öngörüyor. Böyle bir tanım, BM Irkçılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin 1. maddesinde yer alıyor. ECRI, Medeni Kanun ve idari yasalarda da ırk ayrımcılığını önleyen hükümlere yer verilmesini tavsiye ediyor.


Kürtler ve Romanlar 

ECRI raporunda Kürtler, Romanlar ve dinsel azınlıklar kırılgan gruplar olarak nitelendiriliyor. Bu grupların karşılaştıkları sorunlara değiniliyor. Çözümler öneriliyor. BM Komitesi raporunda da benzer görüşlere yön veriliyor. BM Komitesi raporunda ayrıca, Romanlara, Kürtlere, gayrimüslim azınlık mensuplarına karşı kamuoyunda tehdit ve saldırıları da içeren düşmanca tavırlar sergilendiğine ilişkin iddialara dikkat çekiliyor. Hükümetin bunları önlemek için gereken önlemleri alması tavsiye ediliyor. ECRI raporunda, bir antisemitizm bölümü var. Bu bölümde, Türkiye’deki Yahudi cemaatinin bir güvensizlik duygusu içinde yaşadığı, cemaat mensuplarının saldırılara maruz kaldığı, basının bir bölümünde Yahudi aleyhtarlığı propagandasının yapıldığı belirtiliyor. Ancak, hükümetin bunları önlemek için gösterdiği çabalar memnunlukla karşılanıyor.



Her iki raporun da üzerinde önemle durduğu bir konu, Türkiye’ye gelen ilticacılara yapılan muamele. Türkiye, 1951 tarihli “Mültecilerin Statüsü Sözleşmesi”ne koyduğu coğrafi sınırlama nedeniyle Avrupalı olmayan yabancılara mülteci statüsü tanımıyor. Bunları sınır dışı ediyor. Her iki rapor da bu ayrımcılığa son verilmesini, Türkiye’nin coğrafi sınırlamayı kaldırmasını öneriyor.


Anadilde eğitim ve ırkçılık

Her iki raporda da etnik gruplara mensup çocukların, anadillerinde eğitim görme olanaklarının bulunmaması eleştiriliyor ve okullarda resmi dil Türkçenin yanında, kendi dillerini de öğrenmelerini sağlayacak yasal düzenlemelerin yapılması tavsiye ediliyor.



ECRI raporunda, ders kitaplarında azınlıklara ve özellikle Ermenilere ilişkin olumsuz görüşlerin yer aldığı belirtiliyor ve ders kitaplarının bu tür görüşlerden temizlenmesi öneriliyor.


Raporlar, ırkçılıkla mücadelede uluslararası standartları göstermek bakımından önemli. BM’nin ya da Avrupa Konseyi’nin raporlarda yer alan tavsiyelerle ilgili bir yaptırım gücü yok. Ancak, hükümet ile BM Komitesi ya da ECRI arasında bir diyalog kuruluyor. Bu çerçevede, hükümet raporlardaki tavsiyelere ilişkin önlemler hakkında bilgi veriyor.


Raporların ortaya koyduğu gerçek şu: Türkiye’de bir ırkçılık ve ırk ayrımcılığı sorunu var. Birbiriyle ilgisiz iki komitenin raporlarında yer alan eleştiriler arasındaki benzerlik de bunu doğruluyor. Irkçılık Türk toplumunda türlü yollardan kendini gösteriyor. Hrant Dink’in, ya da din adamlarının, misyonerlerin öldürülmesinden etnik ya da dinsel temelde ayrımcılığa, antisemitizme kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor.


Avrupa’daki ırkçılığa Türk bakışı

Avrupa ülkelerinde Türklere yönelik ırkçı saldırılar, Türkiye tarafından sürekli kullanılmış, bu saldırılar Türkiye’de Kürtler ve diğer azınlıklara yapılan ırkçı uygulamaları cilalamak ve Avrupa’nın Türk ırkçılığına yönelik eleştirilerine karşı kullanılagelmiştir.



Hatırlanacağı gibi 2000 yılında MGKnın tavsiyesiyle hükümet Kürtlerin kökenini araştırmak için harekete geçti. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü, Osmanlı Devletinin 15. ve 19. yüzyıldaki nüfusunu, etnik ve dini yapısını, yer ve şahıs adları ile üretim ve vergi gibi bilgilerin yer aldığı Osmanlı tarih defterlerini tercüme ederek çalışmalara başladı. Hükümetten yapılan açıklamada çalışmanın amacının 1981 yılında itibaren milli politikalarda uygulanan tedbirlerin başarıyla sonuçlandırılması olduğu belirtildi. Tapu kadastrodan sorumlu devlet bakanı, ilk çalışmayı yaptıkları Diyarbakır Amed sancağında Kürt isimlerine ve sülalelerine rastlanmadığını açıklandı. (Kürt Araştırması, Radikal 6 Ocak 2000, Kürt Yokmuş, Sabah 6 Ocak 2000)


Ancak, Avrupa’da gelişen ırkçılığı kınayan resmi ağızlar ve burjuva yazarları ve aydınlar, bizdeki belirtilen olguları görmezden geliyorlar. Onlar, bizde milliyetçilik var, ancak ırkçılık hiçbir zaman olmamıştır demeye devam ediyorlar. (Hadi Uluengin, Hürriyet 12 Ocak 2000) Devlet, PKK, liberal ve sosyalist aydınlar cephesinde ABnin Kürt sorununu çözeceği, yumuşama ve normalleşme yaşadığı yönünde yapılan propagandalara rağmen ortaya çıkan olgular ırkçılık, sorunu yeniden gündeme sokmuştur.


Irkçılığın doğuşu 

Denizciliğin gelişmesi, yeni pazar ve hammadde ihtiyaçları, batılı sömürgecileri kendilerinden farklı, ilkel ya da yarı uygar topluluklar ve halklarla karşılaştırdı. Bu halklarla aralarındaki büyük fiziksel farklılık sömürgecileri şok etmiştir. Sömürgeci beyaz adam, sömürgeci halkları kendilerinden aşağı hatta insanlık dışı görmeye başladı. Sözgelimi; kilise 1512 yılında kadar yerlilerin insan olmadıklarını benimsemişti. İspanyol tarihçi Gonzalo Fermandez de Orieodo, Kızılderililer için doğuştan tembel, melankolik, korkak, yalancı, dönek diyordu. İspanya Kralı Charles’ın 1517’de topladığı danışma kurulu, Kızılderililerin insan olmakla birlikte doğalarının yozlaşmış olduğu, Tanrının onları günahtan kurtarma görevini İspanyollara verdiği sonucuna varıyordu. Böylece İspanyolların sömürgeciliği tanrısal bir hak olarak gösteriyordu. Sömürgeciler, Etiyopyalılara, Amerika yerlilerine, siyahlara, farklı renkten topluluklara vahşi topluluklar damgasını vuruyordu. Bu, onları yok etmeyi haklı göstermenin yanı sıra vahşi hayvanlarla bir tutma mantığının da göstergesiydi. Sömürge imparatorluklarının ırkçı görüş ve uygulamaları toplumların gelişimi üzerinde büyük etkiler yarattı. Aydınlanma dönemi aydınlarında bile bu etkilerin izleri görülmüştür. Siyah ve Kızılderililere; mümkün olduğu kadar çok yiyen, buna karşılık çok az çalışan bir hayvan, (Benjamin Franklin), doğuştan eksik akıllı (David Hume), düşük zekalı (Voltaire) denilmiştir.



Kart-kurt ırkçılığı

İşte tam da burada, İspanyol sömürgecilerinin Kızılderelilere bakışı ile Türkiye’nin Kürtlerin varlığını inkar ederek, „Bunlar dağlarda kalmış, gelişmemiş Türklerdir. Dağlarda kaldıkları için çıkardıkları Kart-Kurt seslerinden dolayı bunlara Kürt denmiştir“ söylemi, aynı ırkçı ve sömürgeci söylemdir. Keza „ayrımız-gayrımız yoktur, Kürtleri ayırmak bölücülüktür, hepimiz Türküz“ gibi ince yaklaşımlarda, ırkçı, inkarcı söylemlerin bir devamıdır. „Ne Mutlu Türküm Diyene“, „Türkiye Türklerindir“, „Mevcut olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur“, „Türkiye’de yaşayan herkes Türktür.“ gibi söylemler, anayasanın kendisidir. Türkiye anayasasının temelini bu Türklük ilkeleri oluşturur ve bunlar değiştirilmezdir. Yani Türkiye anayasası açıkça ırkçı bir anayasa kimliğiyle, hiç bir Avrupa ülkesine de benzememektedir. Bir Avrupa ülkesinde Örneğin „Ne Mutlu Almanım diyene“ diyemezsiniz bu suçtur, ya da „Fransa’da yaşayan herkes Fransızdır“ ya da „İsveç, İsveçlilerindir“ dediğinizde, karşınıza ulusal ve uluslararası yasalar çıkar ve açıkça ırkçılık suçu işler ve bütün bir kamuoyunu karşınıza alırsınız. Türkiye’de resmi söylemin dışına çıktığınızda bunun aksi olur, faşist, ırkçı, kafatasçı kalabalık güruhlar, polis eşliğinde ve Ne Mutlu Türküm Diyene sloganlarıyla sizi linçe eder ve bir gün sonra basında „halk hainlere dersini verdi“ haberlerini okursunuz.



‘’Türk kimliği ırkçılık üzerine kurulmuştur“

Nazan Maksutyan „Politika-ulus-Milliyetçilik“ kitabında Türk ırkçılığına dair şu tespitleri yapıyor: „Burada „ölçme“ ile kastedilen, pozitivist bilimin 20. yüzyıl başındaki prestijinden yararlanarak insan kafatasının, kemiklerinin, alın açıklığının ve benzeri beden parçalarının ölçülmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında bu bilimkurgusal antropolojinin „bilimselliğine“ dayanarak „ırkın“ bir gerçek sayılması, gerçekmişçesine kullanılmasıdır. Hiç bir insanın ayağına tam gelmeyen, masal kahramanlarına yaraşır, camdan bir ayakkabıdır bu tasarı. Ama bu debdebeli fantastik ayakkabı (ölçü) bir işe yaramıştır: Batı ile onun terimleriyle aşık atabilmek, Batı karşısında „ezeli ve ebedi bir millet“ olarak rüştünü kanıtlamak, içerde ise birilerini aşağılamak, etnik ve dilsel çeşitliliği homojen bir kalıba dökmek... Bu ölçme tutkusunun giderek kimin daha Türk, ya da kimin daha vatansever olduğu yargılarına vardığını biliyoruz.



Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun „vatandaşlık“ temelinde olduğu iddiasının sadece kağıt üzerinde kaldığını, çünkü ırkçılığın Türk milliyetçiliğine sonradan dahil olmuş, onu bozunduran bir sapma ya da istisna olmadığını, tersine, Türk milliyetçiliğinde daha en baştan güçlü ırkçı tonlar bulunduğunu düşünüyor. İncelemesine konu aldığı Türk Antropoloji Mecmuası’nın devlet destekli bir girişim olarak bunun özel bir örneği ve kanıtı olduğunu gösteriyor.


Türkiye’de ırkçılığı belli bir siyasi çevreyle ve ırkçı edimlerle sınırlayan, ırkçılığın hiçbir zaman „örneğin Avrupa’daki gibi“ teorik ve ideolojik bir temele sahip olmadığını varsayan yaygın bir anlayış var. Bu anlayış milli kimliğin kuruluşunda „ırk“ kavramının oynadığı temel rolü görmezden geldiği, ya da küçümsediği için Cumhuriyet tarihi boyunca ortaya çıkan çeşitli sonuçları bununla ilişkilendirmekte de güçlük çekiyor.“


Irk kuramları 

Irkçılığın ilk bilimsel kuramları 17. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu yüzyılda kapitalizmin doğuşuyla birlikte sosyal bilimlerde de hızlı gelişmeler yaşanıyordu. İsveçli botanikçi Linnaeus (1707-1778) canlıları sınıflandırdığı çalışmasında ayrıca insanları da 4 gruba ayırmıştı. Renklerin farklılığı, sınıflandırmanın başlıca hareket noktasıydı. Daha sonra Alman doğa bilgini Friederich Blumenbach (1758-1840) insanları tamamen derilerinin rengine göre ayırdı. Fransız George Luis Beffon (1707-1788) çevresel etkenlerin, iklim, diyet vs. etkenlerin belirlediği bir ırk kuramı ortaya atmıştı. Çevreci ırk kuramı daha sonra Jean Baptiste Lamarck (1774-1829) tarafından Evrim Kuramında dile getirildi.



İlk başlarda aristokrasinin kalıtıma verdiği önemi yansıtan ırk kuramları, daha sonra yükselen burjuvazinin eğitim ve çevreye verdiği önem nedeniyle çevreci bir biçime bürünmüştür. Irk kuramlarını ortaya atan bu ilk düşünürler, daha sonra ortaya çıkacak ırkçılık felaketini belki de hiç hayal etmemişlerdi.


Burjuvazinin devrimci barutunun sönmeye başlamasıyla beraber bir süre kalıtımsal ırk kuramlarında bir canlanma olur. Irkları kafa ölçülerine ve ırksal benzerlikler katsayısına göre ayıran teoriler yaygınlaşır.


İngiliz doğabilimcisi Robert Charles Darwin (1809-1882), 1871de insanın türeyişini yayınlar. Darwin bu eserinde insan hayatının da doğal ayıklanma yoluyla geliştiğini savunuyordu. Darwinin bu görüşü, daha sonra Alman faşistlerinin zayıfları, azınlıkları, hasta ve sakatları soykırımla yok etme politikası açısından kullanılmıştır.


Darwinin görüşlerini sosyal yaşama uygulayan sosyal Darwinciler, yoksulluğu kalıtımsal, başka ırkları yok edilmesi gerekenler olarak görmüşlerdir. Sosyal Darwincilerin başında gelen Alman Tarihçisi Heinrich Von Trechskey’e göre kılıç ile fetih uygarlığın barbarlığa, aklın bilgisizliğe üstünlük sağlamasının tek yolu idi. O, siyahların yazgısı beyazlara hizmet etmek, sonsuza dek beyazların tiksintilerine hedef olmaktır diyordu. Sosyal Darwincileri izleyen Ojenikçilikler de yoksulluğun ırksal olduğu düşüncesindedir.


Burjuva ırkçı çevreler, psikolojiyi de aynı amaçlarla kullandılar. Zeka testleri böylece gündeme geldi. Her nasıl oluyorsa bu testlerin sonucunda beyazlar zeki, diğer ırklar geri zekalı çıkıyordu. Öte yandan bununla da yetinilmiyor, söz konusu testler, aynı ulusun içindeki sınıflara da uygulanarak, işçi çocuklarının kalıtımsal geriliği de keşfediliyordu.


Emperyalizm ve modern ırkçılık 

Emperyalizm ve küçük bir tekel grubunun egemenliği 20. yüzyılın en belirgin karakteristiğidir. Irkçılık bu dönemde azalmıyor, tersine yaygınlaşıyor ve farklı biçimlere bürünüyordu. Irkçılık zihniyetinin yansıması, bağımlı ülkelerin Üçüncü Dünya olarak damgalanması, bu ülkelerin uygar ülkelerin destek ve yardımı olmaksızın kalkınamayacağı propagandası, doğulu halkların toplumsal hayatlarının aşağılanması, Avrupa merkezli kültür teorileri vs. siyasal olgularda açıkça görülüyordu.



İkinci Dünya Savaşında Avrupa’da yaşananlar ise dehşet vericidir. Sermaye düzeninin krizi 1930lu yıllarda faşizmi iktidara taşıdı. Alman Nazi Partisi Yahudi ve yabancı düşmanlığının başını çekiyordu. Aslında Yahudi düşmanlığı tarihsel kökleri bakımından Fransa, Rusya, İspanya ve Polonya’da daha güçlüydü. Ancak; Alman ırkçılığı başta Yahudiler olmak üzere bütün ari ırk olmayanları yok etti. Kristal Gecesi olarak anılan 1938 olayları başlangıçtı. Naziler iktidardayken 6 milyon Yahudi gaz odaları ve fırınlarda katledildi. Nazi ırkçılığı yalnızca Yahudileri de değil, bütün yabancıları yok etti. Rosenberg (1839-1946) bir ulusu birlik içinde tutmak için ortak bir düşman yaratmak gerekir diyordu. Bu ortak düşman ise; dünyadaki Alman olmayan ırklardı, ulusların tümüydü.


Bu dönemde Alman ve beyaz ırkçılığının yanısıra, Pancermenizm, Panislavizm, Panturanizm ideolojileri de ırkçı karakter taşıyordu. Diğer ülkelerde ise; Anglo-Sakson ırkçılığı, Cermen ırkçılığı siyah düşmanlığı, Akdenizli ve Alpli ırkçılıkları, Rodezyada ve Güney Afrikada da ırk ayrımcılığı (apartheid) gibi. Nazilerin sosyalist Sovyetler Birliği tarafından yok edilmesi ise faşizm ve ırkçılığa büyük bir darbe indirdi. Daha sonra ırkçılık, faşizmi ve soykırım olgusuna karşı tepkiler, uluslararası hukukta da yansımalarını buldu. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ırkçılığı yasaklayan maddelerinin yanısıra Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 20 Kasım 1963 tarihli Irk Ayrımının Bütün biçimlerinin ortadan kaldırılmasına ilişkin BM bildirgesi yayınlanmış, 21 Aralık 1965te oy birliğiyle Irk Ayrımının Her Biçiminin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme kabul edilmiştir. 10 Kasım 1973’te, 1973-83 arasındaki dönemi kapsamak üzere Irkçılığa ve Irk Ayrımına Karşı Savaşım İçin Eylem On Yılı ilan edilmiştir. BMde 10 Kasım 1975te Siyonizmin Bir Çeşit Irkçılık Olduğu kabul edilmiş, 28 Temmuz 1976da Irk Ayrımının Bütün Biçimlerinin Kaldırılması İçin Uluslararası Örgüt kurulmuştur.


Ancak özellikle Yahudilere karşı güvensizlikler pek de ortadan kalkmadı. 

Batı Almanya ve Avusturyada Naziler tam olarak temizlenmemiş, savaş suçlusu SS subayları ABDye kaçmış, CIAya sığınmıştı. Avrupanın resmi yöneticileri ırkçılık ve faşizmi kınayan açıklamalar yapsa da, el altından Nazi artıkları destekleniyordu. Avrupanın kimi yerlerinde Yahudi işyerlerine, havralarına, mezarlıklarına ırkçı saldırılar sürüyordu. Vatikan, İsanın çarmıha gerilmesinden tüm Yahudilerin suçlanamayacağını ancak 1965 yılında açıklıyordu.

ALİ ÖZŞERİK

Hiç yorum yok: